30 Aralık 2011 Cuma

SHLOMO HAYİM KİMDİR

Dostluklar din, dil, mezhep vb., gibi soyut şeyler bir araya gelmeden oluşan bir kavramdır. Salt dostlukların olduğu da bu“garip” dünyada savunulacak şey değil, ama yine de az müşterekte buluşulan ve belki de alış verişe pek gelmeyen dostluklar daha bir derinlik arz ediyor.
Odatv’de yazdığım süre içinde yorumcular arasında sayısız dostum oldu. Elimden geldiğince hepsini yanıtlamaya çalıştım. Üstelik Odatv olarak değil, kendi adımla yaptım bu yazışmaları. Bir internet sitesi için sakıncalı olarak bile nitelendirilebilecek bir yaklaşımdı bu.
Nitekim kimi dostluklarım yazdığım bazı yazılar nedeniyle yok oldu gitti. Özellikle de İklim Bayraktar’ı savunmam, dostlarımdan çoğunu yitirmeme neden oldu. Oysa benim savunmam çok basitti: İşe aldığım bir insan için,“tanıyamamışım” dememi bekledi insanlar, ama bu kabul edilebilir gibi değildi. Asla da etmedim. Nitekim zaman beni haklı çıkarıyor, çıkarmaya da devam edecek.
Shlomo Hayim de böyle bir arkadaşım işte. İsrail vatandaşı olması benim ona olan bakışımı değiştirmiyor, asla da değiştirmez. Ama yorumlarda zaman zaman ona yöneltilen haksız eleştirileri gördükçe, böyle bir yazı yazmaya karar verdim. Herşeyden önce, yüzünü hiç görmediğim, ama“dostum” diyebildiğim, entelektüel bilgisine inandığım bir insan Sholomo Hayim...
Benim adımın kullanılarak kendisine yüklenilmesine gönlüm asla razı olamaz.
Shlomo, Odatv’den kendi isteği ile ayrıldı, bu böyle bilinmeli her şeyden önce. Yazı yazmaya devam etseydi, Rafael Sadri gibi yazmayı sürdürebilir, sayfalarımız da ona açık olurdu, ama o istemedi.
Daha sonraları yorumlarıyla katkıda bulunmaya çalıştı, ama bu kez de özellikle bazı yorumcular onu “infaz” etmeye kalktı. Bunu da kendine yediremedi. Yorum yazmayı da bıraktı. Dikkat edilirse, bir tek benim yazıma yorum gönderir duruma geldi.
Çok yönlü, çok dikkatli ve çok kültürlü bir “dostum” olarak Shlomo Hayim’in ulu orta harcanması çok ağırıma gider. İster İsrail (Mossad) ajanı olarak görün, ister Odatv’ye sızmış bir Yahudi olarak bakın, nasıl bakarsanız bakın, sonuçta her şey gerçekle yüzyüze gelir.
1071Malazgirt rumuzuyla yorumlar yazan ama artık rumuzunu hiç görmediğimiz arkadaşımızla Sholomo’nun yorum sayfalarındaki atışmaları ve birbirlerine satır aralarında gönderdikleri mesajlar karşısında kafamın karıştığını ve şapka çıkardığımı itiraf etmeliyim.
Odatv’nin yorum sayfaları belli bir kalitenin üzerindedir. Açıkçası bu kalite daha önceleri çok daha iyi yerlerdeydi. Zaman zaman işi küfüre ve hakarete indirgeme hevesinde olanlar çıkıyor ve bu gerçekten yorumcu kalitesini düşürüyor, ama yine de azımsanmayacak bir kültür birikimini sırtımızda taşıyoruz.
Shlomo Hayim sanal ortamda edindiğim ve kısa cümlelerle çok şey anlatıp, anlayabildiğim bir entelektüel “dostum”dur, böyle bilinmesini istedim.

Mümtaz İdil
Odatv.com

30.12.2011 00:18

27 Aralık 2011 Salı

DIŞARIDA TUTSAK OLMANIN AĞIR BEDELİNİ ÖDÜYORUM

Kendimi çok berbat ve yalnız hissettim son dört gündür. Ama bugün özellikle kendimi Puşkin'in Dekabrist ayaklanması sırasında, devrimcilere yetişemediği o ünlü öyküsündeki haline benzettim. Yanlış zamanda yanlış yerde olduğumu anladım ve kahroldum.
Cuma günü, davaların ardı ardına ve uzun süreceğini düşünerek rutin kontrolü için hastaneye gittim.
Cuma öğleden sonra beni ameliyata aldılar (aslında tam ameliyat da sayılmaz, küçük operasyon denebilir. Ancak genel anestezi altında). Aynı gün akşam da taburcu olacaktım, ama zaman yetmedi. Araya cumartesi ve pazar girince benim taburcu olma işim bugüne kaldı.
Kendimi son derece halsiz hissetmeme ve yorgun olmama rağmen, bugün yola çıkmaya karar verdim. Ama doktorların vizitini kaçırdım. Onlar da ameliyata girdiler. Ameliyattan çıktıklarında ise saat dört buçuk olmuştu. Bütün gün hastanede (uzanıyor bile olsanız) beklemek çok yıpratıcı. Akşam taburcu olup da gece yola çıkmayı da göze alamadım. Zaten doktorlar da beni ertesi gün taburcu etmeye karar verdiler.
Arkadaşlarımdan, yanarında olmayı çok istediğim arkadaşlardan haber aldıkça kendimi hasta olmaktan daha da kötü hissetmeye başladım.
Hangi koşulda olursam olayım, isterse tüm hücrelerim çürümüş olsun, mutlaka ve mutlaka bir sonraki duruşmada onların arasında olacağım, buna söz veriyorum.
Buradan onlara tek tek sevgilerimi, özlemlerimi gönderiyorum.
Yanlarında olamadığım için özür diliyorum.
Bugün, dışarıda tutsak olmanın en ağır bedelini ödedim sanıyorum...
Yaşadım ve ödedim.
Yazıyı hiçbir "edebi" kaygı gözetmeden, bir kez daha da kontrol etmeye gerek duymadan yazdım. Geri dönüp de "süslemeye" de çalışmayacağım.
En yakın zamanda yanınızdayım dostlarım.

(Odatv'nin notu: Dün duruşma sırasında görüşebildiğimiz tüm tutuklu arkadaşlar Mümtaz İdil'in sağlık durumunu merak etmişlerdi. Onların da "geçmiş olsun" dileklerini buradan bildiriyoruz...)

Mümtaz İdil
Odatv.com

27.12.2011 10:24

1 Aralık 2011 Perşembe

MUSTAFA BALBAY'A MEKTUP GÖNDERMEK SUÇ DELİLİ OLABİLİR Mİ

Geçtiğimiz yıl bu dönemlerde sana hemen hergün mektup yazıyordum. Otuzun üzerinde mektup yazdım sana ve hepsini Cumhuriyet gazetesindeki internet adresine gönderdim.
Eline geçmeyeceğini ve okuyamayacağını biliyordum, ama yine de yazıyordum.
Cumhuriyet gazetesinin seninle ilgili internet sitesine bakıp bakmadığı da umurumda değildi. Değildi, çünkü mektupları bir internet sitesinde ve Çorum Habler gazetesinde yayımlıyordum. Tarihe gereken not düşülmüş oluyordu ve okuması gerekenler okuyordu.
Nitekim, Odatv iddianamesinde sana yazdığım bu mektuplar benim için bir suç zemini oluşturdu. O zaman anladım ki mektuplar yerine ulaşmış.
Savcılık ve polis yazdıklarımı okumuş ve suç unsuru bile bulmuş. Oysa, bütün yazdıklarımda sana güncel olaylardan söz ediyordum ve asla davayı etkileyecek konulara girmiyordum.
Sana mektup yazmanın bile “suç” oluşturacağı aklıma gelmesine geldi, ama sıradan konulardan söz ettiğim için de çok önemsemedim.
Ne tuhaf değil mi dostum, sen içeride bile bir tehlike potansiyeli olarak görülmüşsün meğerse. O zaman kendi kendime, “seni bırakmayacak bunlar galiba Mustafa,” diye söylendiğimi de hatırlıyorum. Umarım ve dilerim ki en şiddetli biçimde yanılmış olurum.
Bir yıla yakın oldu sana yazmayalı. Bana yıllar ve yıllar kadar uzun gelen bir zaman. Oysa sen içeri gireli bugün bininci gün dolmuş. Benim hayıflandığım şeye bak, senin yaşadığın şeye...
Yazdığım internet sitesi ile aram biraz limoni oldu, o yüzden de mektuplarıma ara verdim. Sonra da bir daha sana yazma şansım olmadı. Korktuğumdan veya çekindiğimden değil, insanların duyarsızlığından. Kimsenin mektupları okumadığı gibi bir izlenime kapıldım.
Bu sayfalarda da sana mektup yazdığımın anonsu yapıldığı halde, kimse oralı bile olmadı.
Elbet savcılık ve polisler dışında; çünkü onlar bu mektupları suç olarak gördüler.
En azından onlar okudu be Mustafa.
Bu yalnızca sana bir dayanışma gösterişi değildi Mustafa, benim de sürekli yazmamı sağlayan sıcak yazılardı. İnsandan, insanlıktan ve anlatması zor da olsa güzel şeylerden söz eden mektuplardı. Bir açılım, bir nevi iç dökme çabalarıydı; senin okumadığını bile bile yazmak buz üzerine yazmak gibi olsa da, içinden güzel denemeler çıkabilirdi.
Olmadı.
Anladım ki, sana mektup yazmak bile başlı başına bir işmiş.
Şimdi artık çıkıp da sevdiklerine sarılacağın günü bekliyorum. Mektupların örnekleri de herhalde internet sayfalarında olmasa da gönderdiğim mail sayfalarında duruyordur. Onları toparlayıp, Meclis’teki odanda sana muzipçe uzatacağım.
O gün gelecek Mustafa, eminim gelecek ve belki de kahkahalarla güleceğiz o gün.
Bininci gün; zorluklar, haksızlıklar, tecritler, yalnızlıklar içinde geçen bin gün...
Bir gün bitecek be Mustafa, tüm yüreğimle inanıyorum sevgili dostum.

Mümtaz İdil
Odatv.com

01.12.2011 10:55

21 Eylül 2011 Çarşamba

MÜMTAZ İDİL: OLMADI SAYIN CUMHURBAŞKANIM

Benim dilim sürçebilir.
Sıradan bir insanım. Seslendiğim insanlar sınırlı. Arada kaynar gider, ama sizin diliniz sürçemez. Söylediklerinizin her kelimesini tartarak söylemek zorundasınız. Düşünerek ve bilerek...
Bu yüzden yanınızda onlarca danışman bulunuyor.
Ankara’daki patlama gündemi allak bullak etti. Almanya’dan yaptığınız açıklama ise tuzu biberi oldu Sayın Cumhurbaşkanım. Patlamada hayatını kaybedenlere başsağlığı dilediniz. Bilmem sizi bu konuda uyaran oldu mu?
“Patlamada hayatını kaybedenlere başsağlığı dilerim,” dediniz.
Ama Sezar’ın hakkını da vermek gerek. İstihbaratınız Başbakan’dan çok daha ileride. Dahası İçişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı’ndan da ileride... Her iki bakan da 15 yaralıda ısrar ederken, siz ta Almanya’dan ölenler olduğunu ilk haber veren oldunuz.
Hele Başbakan’ın istihbaratı tam anlamıyla sınıfta kaldı. New York’tan yaptığı açıklamada olayın henüz terör olayı olup olmadığının bilinmediğini söyledi.
Haksız da sayılmazdı belki. İçişleri Bakanı da, Ankara Valisi de ısrarla elinde tüp olan birinin sokağa tüpü fırlattığını söylüyorlardı. Öyle olmasını da çok istiyorlardı aslında. Nereden çıkmıştı bu terör belası şimdi? Değil mi ama?
Ne demek istedi böylelikle terör örgütü?
“Kandil’e kara harekâtı falan düşünmenize gerek yok. Kandil’i alıp da ne yapacaksınız? Biz burada, Ankara’nın göbeğindeyiz. TBMM’ye 200, Başbakanlığa 120 metre ötedeyiz. Davullu zurnalı Kandil çıkartmanız sizin olsun. Kandil’i alsanız ne olur almasanız ne olur. Biz Ankara’dayız…”
İşte bu mesajı ilettiler.
Bir mesaj da Obama ile görüşecek olan Başbakan Erdoğan’aydı: Obama ile bizimle ilgili pazarlığa sakın girme, gibisinden…
Şimdi Sayın Başbakan da sıkıntılı elbette. Terörün kentleri de saracağına ilişkin PKK’lılar, Başbakanlık-MİT-PKK görüşmesinde dile getirmişlerdi.
Ama ben yine de sizin sözlerinize takıldım Sayın Cumhurbaşkanım… Ülkenin en tepesindeki adam olarak biraz daha özen göstermeliydiniz sözlerinize.
Yüzünüzde alışkanlık haline gelen hafif tebessümü de her zaman kullanmamanız dileğiyle…

Mümtaz İdil
Odatv.com

21.09.2011 11:10

15 Eylül 2011 Perşembe

GÜNGÖR ABLA...

Hiç birimizle vedalaşamadı…
En önemlisi, hayat arkadaşıyla da vedalaşamadı. Sessiz, kendi halinde köşesinde ölüme terk edildi ve Güngör hanımı kaybettik.
Ölümü her canlı mutlaka bir gün tadacak, burası kesin; ama ölümün böylesi de içler acısı…
Herhalde her kapı çalınışında, evdeki her hareketlenmede Güngör abla ölüme bakan gözlerini biraz olsun çevirmeyi başarıp, kapıdan Doğan Yurdakul’u gireceğini beklemiştir. Bilincinin beyninden uçup gittiği anlarda bile, tek beklentisinin bu olduğuna eminim. Hayat arkadaşını bir kez, son kez de olsa bir kez daha görmek için beklemiş durmuştur.
Bir ölümlüye verilecek en büyük hediyeydi kocasını ona birkaç saatliğine de olsa bağışlamak.
Ama yapmadılar…
Kimse umursamadı. Oralı bile olmadılar.
Varıp sorsanız, “silahlı terör örgütü üyesi bir sanık, ne olur ne olmaz bakarsınız karısını öldürmeye kalkar,” türünden bir savunma bile getirebilirler.
Şimdi herhalde hiçbiri Doğan Yurdakul’un yerinde olmak istemez, ama olacaklar. Onlar da ölümü, yakınlarının ölümünü tadacaklar. Belki o zaman ağızlarında bir kinin hapı tadıyla şöyle bir yutkunacak ve sonsuzluğa bakacaklar. O sonsuzluk ki, herkesi bir gün bağrına basacaktır.
Müthiş dingin bir kadındı Güngör abla. Kendisiyle ve Doğan Yurdakul ile barışık bir hayat yaşadı. Doğan Yurdakul da onun için çırpındı durdu. Victor Hugo’nun yaşamının sonunda yakaladığı aşk gibi bir aşkı yakalamıştı ikisi de. Birbirlerine çok düşkündüler.
Ama görüşemediler, vedalaşamadılar.
Bu yazı yapısı gereği duygusal olmak zorunda, olay duygusal çünkü…
Bu yazı yapısı gereği kindar olmak zorunda, olay kin kokuyor çünkü…
Bu ne müthiş bir kindir ki, polis nezaretinde bile Doğan Yurdakul’un sevgili karısını görmesine izin vermediler.
Güngör abla “delil” miydi ki, Doğan Yurdakul onu gördüğünde delil karartacaktı?
Yoksa tabuta onunla birlikte girip, kaçmaya mı teşebbüs edecekti?
Neydi bu iki insanı birbiriyle kavuşturmadaki engel?
Yoksa ölüm bir şaka olarak mı görülmüştü? “Hadi canım sende, öleceği falan yok, bizi kandırıyorlar” diye mi düşündüler?
Ne düşündüklerinin artık zerre kadar önemi yok.
Doğan Yurdakul’u Silivri’den “derdestleyecekler”, sevgili karısını sol yolculuğuna uğurlayacak. O yorgun ve bitkin haliyle… Yasal hakkı olmasa, ona da izin vermeyecekler belki, ama bilmezler ki bu son buluşma buluşmaların en acısı olacak Doğan Yurdakul için.
Kim bilir, belki zevk bile alacaklar böylesi büyük bir acı yaşattıkları için, bilinmez. Ama insan artık bunu bile düşünebiliyor.
İş Moliere’in komedilerine dönüştü çoktan. Zehirli komedilere…
Doğan Yurdakul’a sabır dilemekten başka bir şey gelmeyecek kimsenin elinden. Sabır dilemekle de sabır yaratılmıyor olsa da…
Ne söylenebilir? Adalet kılıcıyla yalnızca mahkeme kapılarında dolaşmıyor, bunun korkusu sarsın buna sebep olanları…

Mümtaz İdil
Odatv.com

15.09.2011 11:03

13 Eylül 2011 Salı

SONER YALÇIN KİM OLUYOR DA BANA TALİMAT VERİYOR!

Hani Odatv'nin imtiyaz sahibi olursun, haklısın!..
Ben de sitenin bir elemanı, ne bileyim mesela Ankara Temsilcisi filan olurum, yine haklısın!..
Bunlar söz konusu olmadığı halde, yalnızca arkadaşız diye nasıl olur da bana talimat verirsin? Hem de “şunu yaz, bunu yazma” türünden tehlikeli talimatlar? Neyi yazıp neyi yazmayacağımı sana mı soracağım? Keyfim ne isterse onu yazarım. Bana talimat verebilmen için en azından sitenin genel yayın yönetmeni filan olman gerek.
Yıllar öncesinden bir arkadaşlığımız var. Aynı masalarda dirsek çürüttük, haber toplantılarına katıldık, ürettik. Ama bunlar bana talimat vermen için yeterli değil ki… O zaman benim de sana talimat vermem, verebilmem gerekir (ki vereceğim, merak etme).
Habercilik yapıyormuşuz, bir yayın kuruluşunun mutfağındaymışız falan filan, geç bunları sevgili kardeşim; sonuçta bana talimat verdin mi, ben onu bilir onu söylerim. İddianamede yazdığı gibi, sen bana nasıl talimat verirsin Soner Yalçın? Kim oluyorsun sen?
Sitenin sahibi falan mı?
Doğan Yurdakul kim oluyor? Genel yayın koordinatörü mü yoksa? Ya Barış Pehlivan?
Öyle, önüne gelenin talimat vereceği tiplerden biri değilim ben Soner Yalçın. Bu kez “yalçın” kayaya çarptın billahi… Neymiş o? “Mümtaz daha sık yazsın…”
Bak sen! Bir de doğrudan söylemiyorsun talimatını, dolandırıp başkasının üzerinden doğru iletiyorsun. Hele böyle olunca asla dinlemem seni Soner Yalçın, asla!
Benim şöyle yüce bir ilkem var Soner kardeşim: Kimseden talimat almam, almadım da. Bakma devlet memurluğu yaptığıma. O zaman bana verilen talimatlar zaten görevimdi. Onları saymıyorum. Gazetecilik mesleğinde de talimat almadım. Dışişleri Bakanlığı’na git dediler gittim, haberi yaz dediler yazdım, yazma dediler yazmadım; ama bunlar talimat değildi. Görevimdi.
Onlar da mı talimattı yoksa?
Ben talimat aldığımın farkında bile değildim Soner arkadaş, bana söylediler. “Sen talimat almışsın” dediler. Kulaklarıma, gözlerime inanamadım. Sevdiğim, saydığım bir arkadaşım beni kata-kulliye getirip talimat vermiş.
Oldu mu Soner Yalçın, yakıştı mı sana?
Şimdi de ben sana talimat veriyorum: “Hemen çık oradan!”

Mümtaz İdil

Odatv.com

13.09.2011 19:45

10 Eylül 2011 Cumartesi

14 ŞUBAT OPERASYONUNDAN SONRA ODATV'DE NELER YAŞANDI

14 Şubat 2011…
Sevgililer Günü…
Odatv’nin ağır topları Soner Yalçın, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu içeri alındı.
Odatv bir anda üç kolunu birden kaybetti. İşin en ağır yükünü çekenler bir anda ortadan kayboldu…
Söylemekten nefret ediyorum, ama hastalığım nedeniyle bir kanadım kırık çalışıyordum. Bir günüm, ertesi günüme benzemeden başlıyordu.
Kaptan köşkünde Doğan Yurdakul… En yakın yardımcısı adını bile o güne kadar duymadığım Şahin…
Sonra Fethi...
Ankara’da İklim Bayraktar…
Hani şu "ihanet eden sarışın…" Savunduğum için inanılmaz eleştiriler aldığım eski elemanım. Kimse de demedi ki, "herif en azından elemanını satmadı…" (birkaç kişiyi ayrı tutuyorum).
İstanbul…
Müthiş bir yoğunluk içinde çalışıyorlar… Ben ise iki büklüm onlara yetişmeye çalışıyorum…
Doğan Yurdakul tüm "haşmetiyle" ve amiralliğiyle siteyi yönetiyor. Şahin, Fethi ve İklim inanılmaz çalışıyorlar, ama arkada bir isim daha var: Murat… Teknik tamamen üzerinde ve bunalmış durumda. Duygu Yalçın, olmayan parayı yetiştirmeye çalışıyor… Herkes alarmda…
Doğan Yurdakul da, ben de çok iyi biliyoruz ki (yılların tecrübesi diyebilirsiniz) bizim kapımız da kısa süre sonra çalınacak. Ama yılmak yok, devam…
Arada Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan gibi iki emekçinin açığını kapatmaya çalışan Şahin ve Fethi var…
Ne Doğan Yurdakul tanır onları ne de ben, ama yazışarak tanışıyoruz ve emeklerine müthiş saygı duyuyoruz. Öyle zaman oluyor ki, Doğan Yurdakul bana, "İstanbul işi kavradı, daha da öteye geçti itiraz bile etmeye başladılar bazı şeylere," diye şaka yollu takılıyor.
Karanlık odalarda kapımızın çalınmasını bekliyoruz… Bugün, yarın, en kısa sürede…
Derken boşa çıkmıyor. 3 Mart Perşembe sabahı kapılarımız çalınıyor.
Odatv’den beş kurban daha…
Odatv üç kişiye kalıyor: Şahin¸ Fethi ve Murat.
Nihat Genç yazılarıyla devreye giriyor, ardından Hasan Vasfi Altay, Bülent Serim, Ali Rıza Aydın, Ahmet Müfit, Ahmet Yıldız ve birçokları. Ankara ekibi yine yazı ekibi olarak bayrağı elinde taşıyor.
Yazıların ayıklanması, okunması, düzeltilmesi vb, gerekiyor. Ama eleman yok. Bırakın yazı okumayı, yazıları değerlendirmeyi, sayfaya girecek eleman yok. Yorumlar üst üste. 21 sayfayı bulduğu oluyor, ama aktifleme şansı yok.
Tam o sırada yorumlara Ayşegül Cankurtaran giriyor. Tüm yüreğini koyuyor, varlığını arkamızda hissettiriyor. Korkmayan bir “arslan kadın”…
Hastalık nedeniyle tutuksuz yargılanmak üzere bırakılıyorum. Tüm çabalarıma rağmen tam olarak Odatv’nin kaptan köşküne oturamıyorum. Zaten kaptan köşkü de dolu: Şahin iş başında…
Fethi yanında, arada yorumlara da bakma nezaketini bile gösteren Murat da öbür yanında.
Derken, Yusuf Emre giriyor devreye… Müthiş hızlı ve akıllı bir şekilde kendini kabul ettiriyor.
Odatv ayakta ve kalitesinden hemen hiçbir şey yitirmeden hızla yayınına devam ediyor.
Yorumcularımız en büyük kalite göstergelerimiz: Uyarıyorlar arada bir bizi, çok imla hatası oluyor, başlık yanlış, burada yanlış bir haber girdiniz diye, hemen İstanbul büro devreye giriyor ve gerekeni yapıyor.
Böyle bir çalışma temposu içinde yaşandı Odatv’nin kolları ve kanatları kırıldıktan sonra… Kimse bilmez neler yaşandığını küçücük odalarda. Ne emekler harcandığını, ne uykusuz geceler geçtiğini…
Mısır hareketlenir, Odatv’de var, Cezayir… O da var… Libya, en iyisi…
Okurlarımız, okudukları haberin doğruluğuna bakarlar bir de yazılış biçimine… Hatalar varsa hemen bizi uyarırlar, ama hataları ayıklayacak kadar eleman olmadığını, zaman olmadığını bilmezler.
Bu süre içerisinde en tembelleri bendim.
Bunun için utanıyorum da…
Ama dört tane kapı gibi adam, tüm yüreğini koyarak bu işi ayakta tutuyor ve yürütüyor…
Ne ben yardımcı olabiliyorum gereğince onlara, ne de okurlarımız…
Haklılar, bilmiyorlar ki, saniyeler ile iş kotarılıyor kimi zaman.
Yüzde doksanı haksız biçimde içeri tıkılmış Odatv kadrosu işte bu güçlüklerle ayakta durmaya çalışıyor, alnının akıyla da duruyor zaten.
Bilesiniz istedim.

Mümtaz İdil
Odatv.com

10.09.2011 15:57

31 Ağustos 2011 Çarşamba

ERGENEKON’A, “PASİF ÇALIŞIYORLAR” DİYE ÜYE BİLE OLMADIM

Eski Çekoslovakya cumhurbaşkanı Haşek’in benzer bir itirafnamesi vardır. Aklımda iki satırı bile kalmadı. Aradım, bulamadım.
Evet, bu bir itirafnamedir…
Doğum sırasında, anamla son bağlantım olan göbeğim kesilmeden biraz önce, göbek bağımla doktorun ellerini bağladım. Boynuna uzanabilsem, oracıkta hacamat edecektim, olmadı…
Emeklemeye başladığımda en hoşuma giden, kedi ve köpeklerin gözlerini oymaktı.
İlk adımları atmaya başladığımda babama göz diktim. Anneme kötü davranıyor, gereksiz zamanlarda gereksiz yere bağırıyordu, bir gün köprü kenarında dolaşmaya çıktığımızda onu korkuluklardan aşağı ittim.
Dört ve beş yaşlarım nispeten sakin geçti. Hemen her gece avazım çıktığı kadar bağırarak annemi hiç uyutmadım. Babamın ruhu bile duyamazdı, hakkın rahmetine kavuşalı iki yıl olmuştu çünkü.
Anaokulunda iki küçük kızı bir punduna getirip tuvalete kitledim, anahtarını da sobanın içine attım.
Yine anaokulunda bana kötü davrandığını düşündüğüm bayan öğretmenin bacağını masa ayaklarından biriyle kırdım. Masa ayaklarından birini bana müstahdem Halil bulmuştu. Onun da eline üç beş kuruş sıkıştırdım tabii…
İlkokul günlerim tam bir anarşizm ile doludur. Oyuncak tabancamla bir banka şubesi soydum, iki bakkalı haraca bağladım, bir de kuaför ayarladım anama…
Annemden de artık sıkıldığımda 9 yaşıma basmıştım. Bir gün diş fırçasının kılları arasına siyanür serpiştirdim. Zavallı kadıncağız, çabuk öldü ama ağzı çok köpürdü.
Haraç vermeyi reddeden bakkallardan birinin oğlunun kulağını kestim, haraç devam etti tabii ki…
İki Türkçe, bir matematik hocamın sandalyesine raptiye yerine takozlu çivi koyduğum için biri tetanostan öldü. Diğer ikisi yaşıyor ama sakat kaldılar, topallıyorlar.
Kuş gribinin bilinmediği dönemlerde, kuş gribi olan tavuklar yetiştirdim.
Şehir suyuna bol miktarda şap attım…
Liseyi bitirdiğimde artık silah tüccarıydım.
Eroin ve esrar işlerini yardımcıma bıraktım.
Beni bütünlemeye bırakan fizik hocamı işkence ile öldürttüm (artık ben elimi bile sürmüyordum böyle pis işlere).
“Kötü tohum” diye bir film izledim, tohumlardan birkaç ton ısmarladım, ama gümrük mevzuatı nedeniyle geçişine izin vermediler. Kaçak yoldan üç büyük torba elde ettim, ithalat izni vermeyen gümrükçüye bir avuç zorla yedirdim.
Sigara ve içki kaçakçılığına başladığımda Rus dili de öğrenmeye başlamıştım.
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde okurken, komünist olduğuna inandığım arkadaşlarımı ihbar ettim.
(İhbar hamişi: Bu arada Soner Yalçın’ın benden daha küçük yaşlarda daha da tehlikeli olduğunu, babasını ve annesini emeklemeye başlamadan önce fare zehriyle öldürdüğünü de ihbar etmek zorundayım. Barış Pehlivan’ı bilmezsiniz, kayınpederi ile kayınvalidesini işkenceyle öldürmek suçundan zaten Bulgaristan’da yargılanıyor. Barış Terkoğlu’nun kırdığı cevizleri bini aştı, ama anlatmayayım, yani İTÜ’nün duvarlarının dili olsa da o anlatsa… Doğan Yurdakul’un eşi sevgili Güngör ablanın dayak yemekten kanser olduğunu ise hiç yazmayayım isterseniz).
12 Eylül darbesini planlayanların arasında adım geçer.
Şu son kalkan “e-muhtıra”nın son cümlesinin noktası da bana ait… Hani, “yeter” babından…
Silahsızlanma konferansına hediye “kalaşnikov” gönderen (dolu bir de şarjör) de bendim, gazeteler kimin gönderdiğinin bilinmediğini yazdılar. Aha itiraf ediyorum, o bendim.
Usame bin Ladin’e ikiz kuleleri uçakla vurmasını ben önermiştim… Rahmetli kerata iyi becermişti işini…
Şimdilerde beni yerleştirmeyi düşündükleri bir sahilde dinlenmeyi düşünüyorum. Yoruldum artık.
Ergenekon’a, “pasif çalışıyorlar” diye üye bile olmadım.
Bilesiniz diye yazdım. Ben buyum işte…
Topladım, çarptım, böldüm… I-ıh… 69 yıl etmiyor…
Boynum kıldan ince…

Mümtaz İdil
Odatv.com

31.08.2011 13:19

30 Ağustos 2011 Salı

69 YIL HAPİS CEZASINI KABUL EDİYORUM

Odatv iddianamesi tamamlandı. 12’si tutuklu 14 sanık için 7,5 yıl ile 69 yıl arasında hapis isteminde bulunulan iddianame ile ilgili ilk haberler gazetelere düşünce Ünal İnanç ile görüşmem aklıma geldi.
Aslında 7,5 ile 15 yıl isteği yalnızca Nedim Şener ve Ahmet Şık için. Biz geri kalanlar minimum 38 yıldan başlayan istemlerle yargılanacağız.
Ama ben memnunum…
Gerçekten memnunum, çünkü Ünal İnanç aklıma soktu ve haklıydı. Üstelik en üst rakam olan 69 yılı istiyorum…
Ama bir şartla!
Devlet garantisi istiyorum. Devlet beni 69 yıl daha yaşatacak, kendi sorumluluğunda. Öyle hapse girip, üç sene sonra ölmece, öldürmece falan yok!..
“Garanti vermiyorlarsa, sakın kabul etme” dedi Ünal İnanç… “Devlet garantisini al, gir paşa paşa yat… Hastalığın falan kalmaz. Bir nevi tedavi yani…”
Aslında minimuma bile razıyım. Az mı 38 sene daha yaşamak. Çehov’un“Bahis” adlı öyküsünü okuyanlar bilirler. Bir avukat ile bir banker iddiaya girerler. Banker ölüm cezasının daha iyi olduğunu savunmaktadır, avukat ise her şeye rağmen yaşamanın güzelliğini… Banker müştemilatını avukat için hazırlatır ve avukat 10 yıllığına hapse girer.
Sonunda banker kaybeder iddiayı ve avukatı öldürmek üzere gider, ama yalnızca bir not bulur odada…
Yaşam her şeye rağmen güzel… İçeride olanlara bunu söylemek, dışarıdan biri olarak kolay gelebilir, ama dedim ya, devlet bana hapsettiği kadar süreyi yaşama garantisi versin, ben de güle oynaya gireyim hapse.
Var mısın devlet? Var mısınız savcılar? İddianameye bir not koymak ister miydiniz bu konuda?
Şaka bir yana falan değil. Artık işin şaka kaldırır tarafı bile kalmadı...

Mümtaz İdil
Odatv.com

30.08.2011 17:33

25 Temmuz 2011 Pazartesi

ÜLKEMDE YAZACAK BİR ŞEY KALMADI

Stephen King, Kemik Torbası adlı romanın ilk elli sayfasında yazar tıkanıklığını anlatır.
Daha önceden kendine ısmarlanmış romanları yazamayan yazarların intihar bile ettiğinden söz eder.
Öyle ki, daktilonun başına oturduğu halde bir satır bile yazamayan yazarlar vardır.
Tıkanmıştır…
Tek söz bile edecek hali kalmamıştır.
Bu sözünü ettiğim, bir milyon doları peşinen cebine koymuş yazarlar.
Ülkemde yazacak şey kalmadı, değil bir milyon dolar, on dolar da verseniz aynı şeyleri yazan bir yığın yazarla karşı karşıyasınız.
Miguel Asturias’ın ünlü romanı “Yeşil Papa”da, Guatemala’daki muz cumhuriyetinin kuruluşu anlatılır.
Benim ülkemde Nişantaşı sosyetesi yazılıyor hala…
Bodrum’da kim kimin koynunda onu buluyorsunuz… Hala “Ah Minel Aşk”muhabbeti…
Berdel nedeniyle ölen çocuklar üçüncü sayfaların magazinlerini süslüyor…
Ortalık “dramdan” geçilmiyor, ama bu dramın nedenini anlatan yazarımız yok.
Varsa yoksa “Alaçatı” aşkları ve saire…
Victor Hugo ünlü “Sefiller” romanını, büyük Fransız Devrimi’nin yarattığı yeni burjuva düzeninin yarattığı yeni vesayet üzerine yazmıştı.
“Vesayet” şu veya bu şekilde her koşulda ve her devlet düzeninde zaten vardı.
Fransa, krallığın vesayeti üzerine devrim yaparken yeni bir burjuva vesayeti doğurdu.
Sovyetler Birliği, kapitalizmin vesayetini yok edeceğim derken polit büronun vesayetini yarattı, işçiler de sandılar ki, kendi vesayetleri ülkeye hâkim.
Şimdi de vesayeti ortadan kaldırıyoruz diyen AKP’nin yarattığı yeni vesayet ile karşı karşıya Türkiye.
Ama kimsenin o tarafa baktığı yok.
Vesayeti olmayan bir tek ülke gösteremezsiniz… ABD dev şirketlerin vesayeti altındadır, Avrupa kendi yarattığı burjuva vesayeti altında, Arap ülkeleri petrol ağalarının vesayeti altında, Afrika ülkeleri elmas tüccarlarının…
Vesayeti yok ediyorum derken yeni vesayetler yaratılıyor.
Zenginlik el değiştiriyor, bundan nemalananlar değişiyor; seninle benimle bir ilgisi yok.
Ülke batıyor, umurum değil… Cebimde param oldukça bütün dünya benim ülkem…
Mantık bu.
Bu mantığa ne kadar yakın oturursan da o derece rahat edersin.
Bu durumda yazacak şey de kalmıyor zaten. Ne Asturias’ın anlattıkları ne de Boris Pasternak’ın sızlandıkları bir işe yaramıyor.
Bunları ilk gören de varoluşçular olmuş zaten.
Sartre, Camus, Beauvoir gibi yazarlar…
Demişler ki, üç tür insan vardır: Sisteme uyanlar, sisteme uymaya çalışan güruh ve sisteme uyamayanlar.
Bizde iki türü bol miktarda mevcut: Sisteme uyanlar ve uymaya çalışanlar…
Sisteme uymayanı ara ki bulasın.

Mümtaz İdil
Odatv.com

25.07.2011 00:04

19 Haziran 2011 Pazar

AÇIK İSTİHBARAT’A AÇIK CEVAP

Açıkistihbarat.com sitesi benimle ilgili bir yazı kaleme aldı. Hakaret etmek için nereden nasıl vuracağını şaşırmış, berbat bir yazı. Üstelik de "imzasız bir yazıyı benim üzerime yıkmaya çalışan" bir başka imzasız yazı ile. Hemen “istihbaratçı” kardeşlerimi aydınlatayım:
“Kılıçdaroğlu’nun Rakibi Baykal Değil Öcalan”dır yazısı bana, yani Mümtaz İdil'e ait değil.
Otuz yıllık edebiyat hayatımda ve onun yarısı kadar gazeteciliğimde hiçbir yazıyı imza atmadan yayımlamadım. “Müstear” isimle kitap bile yazdım (Spartacus), ama yazı yazmadım.
TİP, TKP veya TBKP gibi siyasi oluşumların hiçbirinde yer almadım.
Nereden çıkardı bunları “istihbaratçı” kardeşler bilemiyorum.
Altına imza da atmamışlar ki, yazanı bulup ona güzellikle anlatayım.
Şimdiye kadar ilk kez bir sitenin “künyesiz” olduğunu gördüm, açıp telefonu “kardeşim, nereden çıkardınız bu bilgiyi,” diye soracaktım.
“Yeteneksiz, bilgisiz, komplocu” durumuna düşürüvermişler; yazıyı benim yazdığımdan yola çıkarak. Ama ben yazmadım diyorum, şimdi ne yapacak “istihbaratçı” kardeşlerimiz?
“Olsun,” diyeceklerdir. “Ben yazmadım diyecek kadar da yalancı biridir Mümtaz İdil… Bal gibi o yazmış, üsluptan belli...”
Yazan çıkıp da, “ben yazdım” dese de değişmeyecek. Karar verilmiş bir kere. Nereden, nasıl vuracaklarını bilmeden vuruyorlar, vuracaklar.
Çevirmenliğime laf ediyorlar. Çeviri hatalarımdan mı yola çıktılar, diye düşünmeden edemiyorum. Türkçeyi zor kıvırıyorlar, hangi yabancı dil? Rusça mı? Geçiniz efendim…
Aralarında birinin benimle bir "kuyruk" acısı olduğu kesin... Adını verse de bilsem... Hani "düşmanımı daha yakın tutmak" hesabından...
“Yeteneksiz” ilan ediyorlar da neye dayanarak. Bu yazıya dayanarak ise eğer, ben yazmadım diyorum. Başka?
Acaba “istihbaratçı” arkadaşlarımız benimle bir “edebiyat” tartışmasına girmek isterler mi, şöyle toplu halde. Onlar külliyen yazsınlar, karşılayacak güçteyim bu yeteneksizliğimle…
Çok ayıpladım böyle bir sitenin “çıkarsamalarla” yola çıkmasını.
Hani bir sorsalardı. Telefonum uçan kuşta bile var.
Şimdi ne olacak peki? Hala ısrarcı olacaklar mı yazıyı benim yazdığıma dair. Oradan yola çıkarak beni yamadıkları siyasi örgütlenmeler vb… TİP’li olmak benim için onur olurdu, ama değildim, ne yapabilirim “istihbaratçı” kardeşlerim? “Bilim ve Sanat” ile “Yarın” dergilerinde yazdığım için bunu yakıştırdığınızı da biliyorum.
Yazı çamur gibi olunca, cevap da çamur gibi oluyor hakikatten. Nereden ne yazarsanız yazın aynı “seviyeye” inmek zorunda kalıyorsunuz.
Bana göre değil bunlar be “istihbaratçı” kardeşlerim.
Başka kapıya…

Mümtaz İdil
Odatv.com

19.06.2011 13:55

22 Mayıs 2011 Pazar

DİDEROT İLE SİLİVRİ ARASINDA NE BAĞLANTI VAR

Denis Diderot’nun kapatıldığı“büyük kule”, Vincennes şatosuna korkunç bir görünüm veren dokuz kuleden biriydi. Hücre üç adım eninde, üç adım boyunda sekizgen bir odadan oluşuyordu. Işığın az miktarda girmesini sağlayan yüksek kare bir de penceresi vardı.
Diderot, 1746’da Felsefi Düşünceler, bir yıl sonra Kuşkucu Gezintiler, 1749’da “Görenler İçin Körler Hakkında Mektup adlı eserlerini yayınlamıştı. 1750 yılında ise “Ansiklopedi” adlı eserine başlamıştı.
Vincennes şatosundaki küçük hücresinde yargılanacağı saati bekliyordu. Diderot’yu “kralın komiseri” olarak ün yapmış Nicolas-Rene Berryer sorgulayacaktı. Sorgu, Divan adı verilen salonda yapılacaktı.
Zabıt katibi Diderot’nun kimliğini açıkladı: Adı Denis Diderot, Langres’li, otuz altı yaşında, Paris’te Vieille Estrapade sokağında oturur, Saint-Etienne du Mond’a bağlı, Katolik dinine mensup, Papa’ya ve Roma’ya bağlı...
Ve sorgu başladı:
Görenler İçin Körler Hakkında Mektup adlı eserin yazarı siz misiniz?
“Hayır.”
“Bu kitabı kime bastırdınız?”
“Kimseye bastırmadım.”
“Kitabın metnini birisine satmadınız, yahut vermediniz mi?”
“Hayır.”
Görenler İçin Körler Hakkında Mektup’u yazanı tanıyor musunuz?”
“Tanımıyorum.”
“Basılmadan önce veya basıldıktan sonra bu kitabın karalamaları elinize geçmedi mi?”
“Hayır.”
“Hiç olmazsa bu kitabın nüshalarını çeşitli kimselere vermediniz veya göndermediniz mi?”
“Hayır.”
Kralın komiseri durdu. Dudaklarında anlamlı bir gülümseme belirdi. Tutuklu, inkarlarının etkisini bu gülümsemeden anlamaya çalışıyordu. Zabıt katibinin bir soluk almasına izin veren Berryer devam etti:
Mücevherler’e geçelim. İki yıl önce çıkan bu romanı siz yazmadınız mı?”
Didero sert bir şekilde, “Hayır,” diye yanıtladı.
“Pekala... Bu kitabın metnini, basılması yahut başka şekilde kullanılması için satmadınız veya vermediniz mi?”
“Hayır.”
“Peki ya yüce parlamentonun yakılmaya mahkum ettiği Felsefi Düşünceler... Bunun yazarı da siz değil misiniz?”
“Ben değilim.”
“Belki yazanı tanıyorsunuzdur?”
“Hayır, tanımıyorum...”
“Peki ya Kuşkucu Gezintiler?”
Bir yığın reddedişin ardından, bu reddedişleri doğrular umuduyla Diderot “Kuşkucu Gezintiler”i kabul etmeyi aklınca akıllı bir hareket olarak gördü.
“Evet, Kuşkucu Gezintiler’in yazarı benim.
“Kitabın karalamaları, çalışma müsveddeleri ne oldu?”
“Yaktım...”
Beyaz Kuş’un müsveddelerini de yaktınız herhalde?”
Diderot, başta tutturduğu yola yeniden döndü. Beyaz Kuş’u bilmiyor, yazdığını inkar ediyor, bu kitaba elini bile sürmediğini söylüyordu. Sorgu bitmişti. Zabıt katibi zaptı okudu, Diderot cevaplarının doğru olduğunu söyleyerek ifadesini imzaladı. Tam bu sırada Berryer, hüzünlü bir tavırla, “Bay Diderot,” dedi. “Korkarım burada uzun süre kalacaksınız...
Diderot’nun başından kaynar sular dökülmüştü sanki. Felsefi Düşünceler kitabı kilisenin talimatı ve isteğiyle, Fransa Parlamentosu tarafından toplatılmış ve yakılmıştı. Ansiklopedi ise dine aykırı hükümler içerdiği için yasaktı ve kaçak olarak basıldığı için hakkında toplatma kararı vardı.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Diderot, üç adıma üç adımlık sekizgen hücresine dönmek ve orada daha bir süre vakit geçirmek zorundaydı.
Bütün bunlar 18. Yüzyılda oluyordu...

Mümtaz İdil
Odatv.com

22.05.2011 18:14