28 Nisan 2013 Pazar

Mümtaz İdil: Korsanı engellemek artık mümkün değil

Telif hakkı, tüm dünyanın başına bir bela olduğundan çok daha fazla, Türkiye için beladır. Teknolojinin başdöndürücü hızıyla “kopyalama” sisteminin gelişmesi, çoğaltımını artık çok kolaylaşması sonunda, korsan ile mücadele tam bir çıkmaza girmiştir.
Korsan konusu hemen her yerde kendini gösteriyor. Taklit markalardan tutun da, müzik ve film CD’lerine ve kitaplara kadar.
Bu konu ile 1990-93 yılları arasında “yetkili” bir eleman olarak uğraştığım dönemlerde teknoloji bu denli hızlı değildi, belki de hızlıydı ama telif haklarına bu kadar ağır darbeler vurmuyordu.
Fikri Sağlar’ın Kültür Bakanı olduğu yıllardı. Sağlar kolları sıvayarak, bu işi kökten çözmek için yeni bir yasa hazırlığına girişti. WIPO (uluslararası telif hakları uygulamalarına ilişkin yayınlar) metinleri inceleniyor, Türkiye’ye özgü yeni bir yasa çıkarmanın yolları araştırılıyordu.
Sağlar tek başına bu işin içinden çıkamayacağını anlayınca, kitap konusunda Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Murathan Mungan, Buket Uzuner gibi yazarları da yanına alarak TBMM’ye baskın yaptı.
Ne yazık ki bu baskın da sonuç getirmedi, zira telif hakları yasasını değiştirmek için yalnızca bir yasa maddesi değiştirmek kolaylığında değildi. 5846 sayılı yasanın değiştirilebilmesi için Bütçe Komisyonu, Mahalli İdareler Yasası, Basın Yasası, Belediye Yasası, İçişleri Bakanlığı’ndaki ilgili maddeler, kolluk kuvvetlerinin müdahalesi vb. gibi onlarca engel çıkıyordu karşımıza.
Yazarlarımız, gittikleri her komisyonda kendi sıkıntılarını dile getirdiler. Korsanı çıkan kitaplar yüzünden zarar ettiklerini söylediler, bunun bir hırsızlık olduğunu vurguladılar.
Duygulara ve cebe dayalı bu yakınmalar elbette karşılık bulmadı, çünkü mesele yasanın değiştirilmesi meselesiydi.
MESLEK ÖRGÜTLERİ DE ÇÖZEMEDİ
Sonunda birer adet olan meslek örgütleri, Fikri Sağlar’ın girişimiyle serbest bırakıldı. Daha önce MESAM (Müzik Eserleri), SESAM (Sinema Eserleri), GESAM (Güzel Sanatlar Eserleri), İLESAM (İlim Eserleri) olarak teşkilatlanmış olan ve kendi alanlarında tekel durumunda bulunan meslek örgütleri mantar gibi çoğalmaya başladı. MÜYAP bu dönemin bir eseridir mesela.
Ama bu çözüm olmaktan çok uzaktı. Meslek örgütleri, kendilerine üye olan sanatçıların eserlerini takip etme görevini üstlendiler, ama bu da mümkün değildi.
Sonra Kültür Bakanlığı’na bir görev verildi. Tüm illerde korsan eserleri saptamak üzere gruplar oluşturuldu. Gruplar, nerede bir “tablacı” veya korsan satan bir dükkan görürse, onu hemen cumhuriyet savcılığına bildirecek, savcılık da korsan eserlere el koyacaktı.
Yürümedi… Zaten yürümesi de mümkün değildi. Korsan eseri gören Kültür Bakanlığı elemanı, savcılığa suç duyurusunda bulunmaya üşeniyordu. Daha kolay olan yolu seçiyor, kendi ihtiyacı olan eserleri alıp, görmezden gelmeyi tercih ediyordu.
Diyelim ki savcılığa suç duyurusunda bulunuldu, bu kez korsan satış yapan kişi evine dönüp, aynı eserlerin çoğaltımını birkaç saat içinde gerçekleştiriyor, bir süre sonra aynı mahallenin aynı sokağında yerini alıyordu.
CD'LER ÇIKINCA İŞ ÇIĞIRINDAN ÇIKTI
Bakanlığa veya kolluk kuvvetlerine çoğaltımın yapıldığı yere baskın yapma ve çoğaltımda kullanılan eserlere “el koyma” hakkı verilmemişti. Bunu en çok da Basın Yasası engelliyordu.
CD’ler çıktıktan sonra iş iyice çığrından çıktı. Daha sonra internet üzerinden eserlerin “indirimi” başladı, bu daha da vahim sonuçlar doğurdu.
“Korsana karşı olun, orijinalini alın, eser sahibinin hakkını yedirmeyin,” türü sloganlarla, insanların duygularına ve namuslarına seslenen sloganlar yapılmaya başlandı. Bu da tutmadı. Zira, 25 ila 35 lira arasında olan ve çok satan kitaplar, tezgah üzerinde 5 liraya alıcı bulabiliyordu. Kitabı okumak isteyen kişi de, aradaki bu korkunç farkı ödemeye yanaşmıyor, ister istemez korsanına yöneliyordu.
SAHTESİ PAHALIYA GELİR
Şimdi artık korsan yayınları polisiye önlemlerle engellemenin olanağı yok. Bu nedenle de Telif Hakları Genel Müdürlüğü “Sahtesi Pahalıya Gelir Ben Gerçeğini Alıyorum” türünden “naif” bir sloganla yeniden ortaya çıktı.
Bu sloganla belki birkaç “yüreği sızlayan” vatandaşa ulaşılabilir, ama bir kitabın bir kilo et fiyatından daha fazlaya satıldığı, CD’lerin orijinallerinin bir giysi parası olduğu bu ortamda insanları korsandan çevirmek neredeyse olanaksız.
İşe doğal olarak Uluslararası Ticaret Odası (ICC) girdi ve bu sloganı önerdi. Bizim taraftan ise Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) kolları sıvadı.
Artık tek yol kaldı korsanı engellemek için, halkın “duygularına” seslenmek. Reklamlarla, spotlarla ve kampanyalarla insanları korsandan uzaklaştırmaya çalışacaklar.
Tabii ki boşa çaba.
Kağıdını bile yurt dışından ithal eden, hammadesini tamamen yurt dışına bağlamış olan ve fahiş fiyatlara kendi ekonomi politikasıyla geçit veren hükümetlerin, şimdi “telif hakları” diye ağlamasının hiçbir anlamı ve önemi yok.
Bunu engellemek duygusal olarak mümkün değil.
Artık cezai olarak da mümkün değil.

Mümtaz İdil
Odadv.com

28.04.2013 11:44

19 Nisan 2013 Cuma

Fazıl Say'ın yaşadıkları ilk değil

Türkiye Gustave Flaubert’i (1821-1880) “Madam Bovary”romanıyla tanıdı ve orada da kaldı. Ne Balzac kadar tartışıldı ne de Dostoyevski kadar tanındı.
Oysa kendisinden sonraki Fransız edebiyatını temelden etkileyecek gerçekçilik akımını başlatan yazar olarak dünya edebiyatına girdi. Ama Flaubert’in Türk okurlar tarafından bilinmeyen bambaşka bir yönü vardır: Müthiş bir “komün” düşmanı olması.
İşçi sınıfından da, burjuvadan da, köylülerden de, rahiplerden de nefret eder.
George Sand’a yazdığı bir mektubunda şunları söyler: “Utanç verici işçiden, anlamsız burjuvadan, aptal köylüden ve nefret verici rahiplerden o kadar bıktım ki…”
Mesela, o sıralarda çok da moda olmamasına rağmen Flaubert proletarya kavramından da nefret ediyordu. Ona göre proletarya kendi başına etkili eylem yapamayacak kadar aptaldı.
1870 savaşı Flaubert’de şok etkisi yaratmıştı. Daha sonra sinirsel olarak yaşadığı bozuklukların (örneğin sara olduğu söylenir) bu şokun etkisiyle ortaya çıktığı söylenir.
PARİS KOMÜNÜ
Flaubert’in paniği öylesine üst boyutlara tırmanmıştı ki, artık önünde tek savaş vereceği şey komün (Paris komünü) olmuştu. Yine George Sand’a yazdığı bir mektupta şunları söylüyordu: “Bütün komünün zindanlara gönderilip, bu kanlı serserilere, kürek mahkumları gibi boyunlarına zincir vurulup, Paris’in çöpleri taplattırılmalı görüşündeyim. Tabii bu insanlık dışı bir tutum olurdu. Ama bu vahşi köpeklere bu kadar yumuşak davranıp, ısırdıkları insanlara anlayış göstermemek olur mu?”
Flaubert’e göre kitleye saygı duyulması gerek, ancak ona özgürlük vermekle birlikte asla güç verilmemeli. “İlk olarak yapılması gereken, der yine Sand’a yazdığı mektubunda, güçlü olan zenginlerin eğitilmesidir. Çok sayıda köylüye okuma öğretip, rahiplerini dinlemez durama gelmelerini sağlamanın bize hiçbir yararı olmayacaktır.”
Bir burjuva aileden gelme olan Flaubert’in Paris komününden bu kadar rahatsız olmasının altında yatan şey dehşetli korkudur. Sınıfsal parçalanmanın yaratacağı kaostan korkan Flaubert, bu nedenle köylüye, işçiye saygı duyulması gerekliliğini kabul etmekle birlikte, onların eğitilmesi ve bu yolla dinden kopmalarının sağlanmasına karşı durmaktadır.
Şimdi gelelim zurnanın zırt dediği yere. Sosyalizmden böylesine nefret eden ve gerçeklik akımını başlatan Fransız yazar, gerçeklik akımına önayak olan romanı “Madam Bovary” (1856) romanıyla halkı ahlaksızlığa teşvik ettiği gerekçesiyle dava açıldı. Bugün dünya edebiyatının temel taşlarından biri kabul edilen Madam Bovary romanı, bundan yaklaşık yüzelli yıl kadar önce “ahlaksızlığa teşvik”ten yargılanmış bir romandır.
ÇOK GÜNAHI VARDI ASLINDA
Oysa daha önce, 1845 yılında Brueghel’in bir tablosundan esinlenerek“Aziz Anthony’nin Baştan Çıkışı” romanını yazmıştı. Koğuşturulacak, soruşturulacak birçok “günahı” vardı aslında.
Siyasi yelpazenin neredeyse tamamen sağında yer alan romancı, yine de mevcut iktidarlarla arasını düzeltmekte pek başarılı olamıyordu. Gerçi o sıralarda Fransa’da esen rüzgar kapitalist rüzgardan çok demokratik bir rüzgardı denebilir ve belki de Flaubert’in bu yelpaze içinde yeri yoktu.
Ama herşeye rağmen düşüncelerini sonuna kadar savunmasını bildi ve mevcut sistemle uyuşmayı hep reddetti. Sanatçı olarak yapması gerekeni yaptı ve toplumun bir adım önünde yürüyerek, bugünleri o günlerden görmesini bildi.
“Baştan Çıkış” adlı bir romana başladı, taslağını da arkadaşlarına okudu, ama kabul görmedi. Morali bozulan Flaubert, uzun bir seyahate çıktı. Bu arada İstanbul’da da kaldı ve burada kaldığı süre içinde bir çok mektup kaleme aldı.
Madame Bovary işte bu seyahatlerin ardından geldi. 1856’da yayınlanan kitapla ilgili olarak 1857 yılında dava açıldı. Kitap, usta avukatı Marie-Antoine Jules Senard’ın müthiş savunmasıyla aklandı.
FAZIL SAY'A MESAJ
Mahkemede yargıç, “namus celladı kadın”ın kim olduğunu sorduğunda, Flaubert ayağa kalkıp, “o kadın benim,” demiştir.
Yani Fazıl Say’ın başına gelen, Orhan Pamuk’a yönlendirilen suçlamalar tarihte hep olmuş, olacak da. Eğer mızrağın ucu size doğru dönük değilse, bu gibi “baskı unsurları” kısa sürede unutulur gider. Artık beş yıl Fazıl Say dikkatli olmak zorundadır. Bu dikkat onu pasif kılacaktır. Çünkü, kendisine ait olmayan bir mesajı başkalarıyla paylaşması bile mahkum olması için yetmiştir. Bunun somut karşılığı, “sen ne yaparsan yap, canına okuruz,” mesajıdır.
Adım Fazıl Say diye yazsa bile, “say” emir kipinden yargılanması bile mümkündür.
Dönem, korkaklar dönemidir. Flaubert’in avukatı gibi bir avukat savunamamıştır Fazıl Say’ı, Türk aydını savunamamıştır, medya görmezden gelmiş, hatta “Fazıl Say için sevindirici haber” başlığı bile atmıştır.
Bir kilometre taşı olarak bu olay yakın tarihimize dikilmiştir.
Bakalım bundan sonraki taş ne zaman dikilecek?

Mümtaz İdil
Odatv.com

19.04.2013 12:41

18 Nisan 2013 Perşembe

Swoboda ne demek

Swoboda ne demek biliyor musunuz? “Özgürlük” demek.
Alay eder gibi, değil mi?
Adam Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı, Recep Tayyip Erdoğan ile Esad’ın karşılaştırılmasına “sert” çıkıyor.
Breh, breh, breh…
Burada hakkını vermem gerek ki, zaman zaman çok sert eleştirdiğim CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu çok onurlu bir tavır göstermiştir ve gerekli yanıtı vermiştir.
Hatta az bile yapmıştır.
Türkiye’de yargının ne hallerde olduğunu, Fatih Hilmioğlu gibi bir bilim adamının kanserden çürüdüğünü, Mehmet Haberal gibi bir bilim adamının hastalarından uzaklaştırıldığını, Mustafa Balbay gibi bir gazetecinin beş yılı aşkın süredir içeride tutulduğunu, üstelik Haberal ve Balbay’ın milletvekili olduklarını, Tuncay Özkan’ın “Cumhuriyet Mitingleri” cezası çektiğini, Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı her olumlu adımın terse çevrildiğini, yargıçların tesbih çekerek mahkeme salonlarına girdiklerini, dünyanın en genç gazetecisi Sami Menteş’in tutuklu yargılandığını, Hikmet Çiçek gibi bir gazetecinin hayatının yarısından çoğunu tutuklu geçirdiğini, medyanın sustalı maymun gibi kenara çekilip, kuyruğunu kıstırdığını, korkunun her yanda deli bir Finlandiya rüzgarı gibi estiğini, Suriyeli mültecilerin Türk vatandaşlarından daha çok itibar gördüğünü, bizden toplanan vergilerle onların beslendiğini ve buna insani yardım dendiğini, Ömer El Beşir gibi uluslararası arenada kırmızı bültenle aranan bir “katilin” şeref konuğu olarak ağırlandığını, alkollü içkiler için Suudi Arabistan tedbirlerinin hazırlandığını, dünyanın en çok gazeteci tutukluluğunun bu ülkede olduğunu, her gün teröre verilen kurbandan fazla kadın cinayetlerinin işlendiğini, ülkeye ait tüm taşınmazların satıldığını, Silivri’de ikinci bir ordunun tutuklu bulunduğunu, bütün dünya kurtulmaya çalışırken, sırf rant nedeniyle nükleer santraller kurulduğunu, yeraltı su kaynaklarının teker teker kurutulduğunu, ihalelerin yandaşlara dağıtılarak bir ruhban sınıf oluşturulduğunu, okulların birer imam hatipe çevrildiğini, mahalle baskısının dayanılmaz noktalara geldiğini, basın ve konuşma özgürlüklerinin baskı altına alındığını, parasız eğitim isteyen öğrencilerin hapislere tıkıldığını, tarihi eserlere çanak-çömlek diyen bir başbakana üniversitelerin sessiz kaldığını, tüm üniversitelerin birer orta öğretim kurumlarına çevrildiğini, kanun hükmünde kararnamelerle Cumhuriyet değerlerinin tek tek yok edildiğini, ekonominin tamamen dışarıdan gelen sıcak para ile döndürüldüğünü, yoksulun giderek yoksullaştığını, grevlerin acımasızca bastırıldığını, haksızlıklara karşı sesini yükselten herkesin Ergenekon torbasına doldurulduğunu, işkencenin yalnızca Filistin Askısı’ndan ibaret olmayıp, “tecritin” dünyanın en büyük işkencesi olduğunu…
Daha yüzlerce şeyi…
Bilmiyor mu bunları, soyadı “özgürlük” olan adam?
Kemal Kılıçdaroğlu’nu bu nedenle ayakta alkışlıyorum ve az bile yaptığını söylüyorum.
Herşeyden önce Avrupa’nın “sosyalistlik, sosyal demokratlık” anlayışı farklı. Uydurmaca bir sistem. CHP’nin bunu daha önceden anlaması ve bu kurumla bağlarını kesmesi gerekti. Kendilerince yaratmak istedikleri sosyalizm, Başbakan Erdoğan’ın “Türk usulü Başkanlık sistemi” kadar uyduruk ve tabanı olmayan bir yapılanmadır.
CHP’nin eline tarihi bir fırsat geçmiştir: Avrupa Parlamentosu Sosyalist grubuna karşı kenetlenmek ve bu tatlı su sosyalistlerine, bu Kızılırmak sazanlarına Orta Doğu cehenneminde yaşamanın ne demek olduğunu göstermesi gerekir.
Suriye sınırında asimetrik bir savaşın yaşandığı ve ülkenin her dakika diken üzerinde oturduğunu bilmezden gelen bu tuhaf başkan Swoboda’nın, Türkiye’nin en büyük muhalefet partisinin liderine “iktidarı eleştirdiği” için terbiyesizlik yapması affdilemez.
Kılıçdaroğlu, CHP’nin lideridir. Muhalefet onun tek silahıdır. Muhalefet olmayan iktidarlar demokrasiyle yönetilmiyor demektir. Kemal Kılıçdaroğlu isterse Recep Tayyip Erdoğan’ı Hitler’e, Salazar’a, Franko’ya da benzetir.
Size ne Swoboda?
AKP ve Erdoğan’ı savunmak size mi düştü? Ucunda ihale falan mı var yoksa? Dördüncü köprüye mi talipsiniz? Nükleer santral mi kuracaksınız?
Size ne?

Mümtaz İdil

Odatv.com


18.05.2013 11:46

7 Nisan 2013 Pazar

Akil değil sakil adamlar

Bundan iki yüz yıl önce, Güney Amerika’lı devrimci Simon Bolivar, Kolombiya’daki sürgünden bir orduyla yola çıkıp, başkent Bogota’yı ele geçirdi. Ağır yenilgiler Haiti’de yeni bir ordu kurdu ve Venezuela’ya saldırdı ve Ciudad Bolivar kentini ele geçirdi. Yıllarca İspanyollara karşı savaştı.
Sonunda ne yaptı biliyor musunuz? Elbette biliyorsunuzdur da ben yine de yazayım: Venezuela, Ekvador, Kolombiya, Panama ve Peru’yu bir araya getirerek Büyük Kolombiya’yı kurdu ve ilk başkanı oldu.
Yüksek bürokratlar ve komutanlar arasındaki anlaşmazlık nedeniyle ülkede iç savaş başladı ve Büyük Kolombiya eski haline, yani Venezuela, Ekvador, Kolombiya, Panama ve Peru’ya dönüştü.
Büyük Kolombiya içinde elbette çok sayıda etnik grup da bulunuyordu, ama Simon Bolivar bizzat üzerinde çalışarak yetkin bir anayasa hazırladı, ama hiç uygulanamadı.
Birlikten kuvvet doğar prensibine göre düşünülmüş ve İspanyol sömürgeciliğinden ancak böyle kurtulunabileceğini anlamış Büyük Kolombiya, dev emperyalist güçlerin “böl-yönet” taktiğinden kendini kurtaramadı.
Cahil olan halk, kışkırtılmaya ve kandırılmaya müsaitti.
Elbette onların da “sakil insanları” vardı, ama onlar daha çok“ayrılmaya” sırtlarını dayamışlardı.
Bizdeki “sakil adamlar” da Türkiye’yi yaşanmaz hale getirmek için vargüçleriyle çalışacaklar, bundan emin olabilirsiniz.
Çünkü, dünyanın neresinde olursanız olun, “etnik” ayrımcılığı getirdiğiniz anda, ülkeyi de bölersiniz.
TARAFSIZ VE ADİL OLMAK
“Sakil” kelimesi asla bir hakaret değil, akil gibi övgü de değil.
TDK Türkçe Büyük Sözlüğü’nde Sakil için şunlar yazıyor:  “1. Ağır. 2. Sıkıntı veren, sıkıntılı. 3. Çirkin, kaba, uyumsuz. 4. a. müz. Türk müziğinde bir usul.”
Bizim sakil adamlarımıza 63 kişiden oluşan ve “sakil usulünde” koro şarkıları söyleyen bir grup diyemiyeceğimize göre, geriye kalan anlamları kullanmak daha yakışık alacak.
Bilinen bir kuraldır: Sanatçının ve gazetecinin tarafsız ve halkı yönlendirici görevi vardır. Taraf olduğu anda sanatçı değildir, gazeteci hiç değildir. Her iki meslekte de halka verilmiş bir söz vardır: Tarafsız ve adil olmak.
İlkel ve ben merkezci düşünceden sanatçı çıkmaz. Sanatçı muhaliftir, terstir ve dizginlenemez. Gazeteci gerçeği yazan adamdır ve o da dizginlenemez.
Akademisyenleri ve hukukçuları bir kenara koyuyorum, alanım değil. Hukuk meselesi artık iyice esnemiş durumda ülkemizde.
63 HEYKELE İHTİYAÇ VAR
Tarih, hem de çoğumuzun tanık olacağı yakın tarih sakil adamlarımızı yargılayacaktır. Barış güvercini uçurmaya gittikleri her noktada onlar da çok iyi biliyorlar ki AKP’nin seçim propogandasını yapacaklar.
Ne kadar maaş alacakları, hangi koşullarda nerelerde kalacakları, devletin onlar için araç gereç sağlayıp sağlayamayacağı şimdilik kesinleşmiş değil, ama herhalde öğretmen evlerinde kalıp, halka ulaşmak için de belediye otobüslerini kullanmayacakları kesin.
Lafı uzatmaya gerek yok. Daha görevlerinin başına gitmeden bile, şimdiden kendilerini savunmaya başladılar. Yaptıklarının doğru olmadığının onlar da farkında, ama işin içinde neler var onu da bilmek lazım.
Bu ülkede terörü 63 sakil adam bitirecekse eğer.
Eğer PKK silahını gömüp, geldiği topraklara dönecekse,
Eğer ülke otonom bir yapıya gitmeyecek, Diyarbakır, Van, Hakkari vb. kentler özerk yönetimlere dönüşmeyecekse,
Türkiye’nin en az 63 heykele ihtiyacı var demektir.

Mümtaz İdil
Odatv.com

07.04.2013 03:25