19 Nisan 2013 Cuma

Fazıl Say'ın yaşadıkları ilk değil

Türkiye Gustave Flaubert’i (1821-1880) “Madam Bovary”romanıyla tanıdı ve orada da kaldı. Ne Balzac kadar tartışıldı ne de Dostoyevski kadar tanındı.
Oysa kendisinden sonraki Fransız edebiyatını temelden etkileyecek gerçekçilik akımını başlatan yazar olarak dünya edebiyatına girdi. Ama Flaubert’in Türk okurlar tarafından bilinmeyen bambaşka bir yönü vardır: Müthiş bir “komün” düşmanı olması.
İşçi sınıfından da, burjuvadan da, köylülerden de, rahiplerden de nefret eder.
George Sand’a yazdığı bir mektubunda şunları söyler: “Utanç verici işçiden, anlamsız burjuvadan, aptal köylüden ve nefret verici rahiplerden o kadar bıktım ki…”
Mesela, o sıralarda çok da moda olmamasına rağmen Flaubert proletarya kavramından da nefret ediyordu. Ona göre proletarya kendi başına etkili eylem yapamayacak kadar aptaldı.
1870 savaşı Flaubert’de şok etkisi yaratmıştı. Daha sonra sinirsel olarak yaşadığı bozuklukların (örneğin sara olduğu söylenir) bu şokun etkisiyle ortaya çıktığı söylenir.
PARİS KOMÜNÜ
Flaubert’in paniği öylesine üst boyutlara tırmanmıştı ki, artık önünde tek savaş vereceği şey komün (Paris komünü) olmuştu. Yine George Sand’a yazdığı bir mektupta şunları söylüyordu: “Bütün komünün zindanlara gönderilip, bu kanlı serserilere, kürek mahkumları gibi boyunlarına zincir vurulup, Paris’in çöpleri taplattırılmalı görüşündeyim. Tabii bu insanlık dışı bir tutum olurdu. Ama bu vahşi köpeklere bu kadar yumuşak davranıp, ısırdıkları insanlara anlayış göstermemek olur mu?”
Flaubert’e göre kitleye saygı duyulması gerek, ancak ona özgürlük vermekle birlikte asla güç verilmemeli. “İlk olarak yapılması gereken, der yine Sand’a yazdığı mektubunda, güçlü olan zenginlerin eğitilmesidir. Çok sayıda köylüye okuma öğretip, rahiplerini dinlemez durama gelmelerini sağlamanın bize hiçbir yararı olmayacaktır.”
Bir burjuva aileden gelme olan Flaubert’in Paris komününden bu kadar rahatsız olmasının altında yatan şey dehşetli korkudur. Sınıfsal parçalanmanın yaratacağı kaostan korkan Flaubert, bu nedenle köylüye, işçiye saygı duyulması gerekliliğini kabul etmekle birlikte, onların eğitilmesi ve bu yolla dinden kopmalarının sağlanmasına karşı durmaktadır.
Şimdi gelelim zurnanın zırt dediği yere. Sosyalizmden böylesine nefret eden ve gerçeklik akımını başlatan Fransız yazar, gerçeklik akımına önayak olan romanı “Madam Bovary” (1856) romanıyla halkı ahlaksızlığa teşvik ettiği gerekçesiyle dava açıldı. Bugün dünya edebiyatının temel taşlarından biri kabul edilen Madam Bovary romanı, bundan yaklaşık yüzelli yıl kadar önce “ahlaksızlığa teşvik”ten yargılanmış bir romandır.
ÇOK GÜNAHI VARDI ASLINDA
Oysa daha önce, 1845 yılında Brueghel’in bir tablosundan esinlenerek“Aziz Anthony’nin Baştan Çıkışı” romanını yazmıştı. Koğuşturulacak, soruşturulacak birçok “günahı” vardı aslında.
Siyasi yelpazenin neredeyse tamamen sağında yer alan romancı, yine de mevcut iktidarlarla arasını düzeltmekte pek başarılı olamıyordu. Gerçi o sıralarda Fransa’da esen rüzgar kapitalist rüzgardan çok demokratik bir rüzgardı denebilir ve belki de Flaubert’in bu yelpaze içinde yeri yoktu.
Ama herşeye rağmen düşüncelerini sonuna kadar savunmasını bildi ve mevcut sistemle uyuşmayı hep reddetti. Sanatçı olarak yapması gerekeni yaptı ve toplumun bir adım önünde yürüyerek, bugünleri o günlerden görmesini bildi.
“Baştan Çıkış” adlı bir romana başladı, taslağını da arkadaşlarına okudu, ama kabul görmedi. Morali bozulan Flaubert, uzun bir seyahate çıktı. Bu arada İstanbul’da da kaldı ve burada kaldığı süre içinde bir çok mektup kaleme aldı.
Madame Bovary işte bu seyahatlerin ardından geldi. 1856’da yayınlanan kitapla ilgili olarak 1857 yılında dava açıldı. Kitap, usta avukatı Marie-Antoine Jules Senard’ın müthiş savunmasıyla aklandı.
FAZIL SAY'A MESAJ
Mahkemede yargıç, “namus celladı kadın”ın kim olduğunu sorduğunda, Flaubert ayağa kalkıp, “o kadın benim,” demiştir.
Yani Fazıl Say’ın başına gelen, Orhan Pamuk’a yönlendirilen suçlamalar tarihte hep olmuş, olacak da. Eğer mızrağın ucu size doğru dönük değilse, bu gibi “baskı unsurları” kısa sürede unutulur gider. Artık beş yıl Fazıl Say dikkatli olmak zorundadır. Bu dikkat onu pasif kılacaktır. Çünkü, kendisine ait olmayan bir mesajı başkalarıyla paylaşması bile mahkum olması için yetmiştir. Bunun somut karşılığı, “sen ne yaparsan yap, canına okuruz,” mesajıdır.
Adım Fazıl Say diye yazsa bile, “say” emir kipinden yargılanması bile mümkündür.
Dönem, korkaklar dönemidir. Flaubert’in avukatı gibi bir avukat savunamamıştır Fazıl Say’ı, Türk aydını savunamamıştır, medya görmezden gelmiş, hatta “Fazıl Say için sevindirici haber” başlığı bile atmıştır.
Bir kilometre taşı olarak bu olay yakın tarihimize dikilmiştir.
Bakalım bundan sonraki taş ne zaman dikilecek?

Mümtaz İdil
Odatv.com

19.04.2013 12:41

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.