30 Ağustos 2010 Pazartesi

ATIM KADAR DİNDAR DEĞİLSİNİZ

Bir anda kendimi Muharrem İnce, Kemal Ateş, Deniz Baykal, Devlet Bahçeli, Kemal Kılıçdaroğlu, Oktay Vural, Kemal Anadol vb... Yani “dokunulmazlığı” olan bir milletvekili olarak gördüm.“Lacilerimi” çektim, arabama atladığım gibi TBMM’nin ön kapısından hışımla içeri girdim.Arabamın kapısını da aynı hışımla sertçe kapattım.Kararlıydım... Aklımda olanı mutlaka kürsüye çıkıp söylemeliydim.Öyle ya, hırsızlık yapsan da, dolandırıcılık yapsan da, kalpazanlık yapsan da nasılsa dokunamıyorlar; konuşunca da dokunamazlar herhalde...Doğrudan genel kurul salonuna daldım...Başkan’dan izin istedim. Soluk soluğa olduğumu ve heyecanımı görünce izin verdi.Kürsüye telaşla ve coşkuyla çıktım...Ve şunları söylemek istedim...“...Oturumunuzu sonlandırmaya geldim,
Meclisi yaptığınız her icraat ile kirletmenize ve şerefsizleştirmenize artık kalıcı bir son vermeye geldim,
 Siz ki fitneci, fesatçı, meclis üyeleri, siz ki iyi bir hükümet olmak dışındaki her şey!!
Kiralık sefil yaratıklar, zavallılar,
 ülkenizi en küçük şahsi çıkar adına satılığa çıkaranlar,
birkaç kuruş için Tanrı'ya ihanet edenler, içinizde bir parça da olsun erdem kalmadı mı?
Bir parça vicdan da mı yok?
Atım kadar bile dindar değilsiniz!
Altın sizin yeni Tanrınız olmuş!
Satılığa çıkarmadığınız bir değer de kalmadı..
Ulusunuz adına iyi bir şey düşünemez misiniz?
Sizi çıkarcı sürüsü, bulunduğunuz bu kutsal meclisi, o varlığınızla kirletiyorsunuz!
Tanrının kutsadığı bu meclisi, ahlak yoksunu davranışlarınızla hırsızların ini haline çevirdiniz!
Halkın size verdiği yetkiyi kötüye kullandınız.
Siz ki, halkın umutsuz dertlerine çare olmalıydınız. Kendiniz halka en büyük dert kaynağı oldunuz!
Ama ülkeniz beni asırlardan beri temizlenmemiş bu ahırı temizlemeye çağırdı!
Ve bu gücü de bana Tanrı verdi.
Bu şeytan ocağını yönetmeye geldim.
Vay halinize!
Şimdi derhal defolun!!!
Acele edin rüşvetin köleleri!
Acele edin, gidin!
 Süslü saltanat eşyalarınızı alın ve defolup gidin!..”
Diyemedim...Korktum da denmez, ama diyemedim...Benim yerime General Oliver Cromwell, 20 Nisan 1653’de söylemiş zaten.Hani, tekrar olsun istemedim.Yoksa derdim... Billa derdim, valla derdim...


Mümtaz İdil

Odatv.com


30.08.2010 16:22

26 Ağustos 2010 Perşembe

ORHAN PAMUK’TA ZEKA PIRILTISI YOK MU

Beklenen oldu: Orhan Pamuk oyunun rengini açıkladı...
Nobel ödüllü yazarımız  “evet”  diyeceğini açıkladı.
“Anayasa değişikliğini onaylamanın AKP’yi desteklemek ya da hükümete güven oyu vermek anlamına gelmeyeceğini,” söyledi.
Ne demekse...
Boşa Nobel vermemişler yani...
Bir de “uyarısı”, “dikkat çekmesi” var ki...
Referandumda “evet” oyu kullanıp da seçimlerde AKP’ye oy atmayacak çok sayıda kişi olabileceği...
Bitmedi: 1980 darbesiyle birçok insanın büyük sıkıntılar yaşadığını hatırlattı...
12 Eylül ile hesaplaşmak gerektiğini dile getirdi...
Anayasa’nın değişmesi halinde “darbe dönemi yöneticilerine yargı yolunun açılabileceğine” işaret etti...
Ah, şuna dayananam işte: “Yargı süreci başlamasa bile, referandum sayesinde 12 Eylül vicdanlarda mahkûm olacaktır.”
Nobel’i öyle kolay kolay vermiyorlar adama.
Görüyorsunuz yukarıdaki “veciz saptamaları”...
Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi.
“Bana ne kardeşim sizden. Ben almışım bir milyon dolarımı, kapmışım Hintli sevgilimi, New York’a da açmışım yelkenimi... İster evet deyin ister hayır. Çok umurumdaydı.”
Demenin Nobelcesi...
Bu tür sataşma yazılar hiç hoşuma gitmez, gitmiyor da.
Yazı dediğiniz insana ayna tutmak, kim olduğunu göstermek ve Bernard Shaw yaklaşımıyla, “her noktadan sonsuz doğru geçtiğini” kanıtlamaktır benim indimde.
Nokta olarak “beyin” kabul edilmesi koşuluyla.
Nobel Edebiyat Ödülü gibi dünya edebiyatının en büyük prestijini kazanmış ve bu ödül listesine Türkçe yazılmış bir eseri sokmayı başarmış bir yazarımıza “ulu orta” sataşmak hem haksızlık olur hem de insafsızlık.
Edebiyat açısından alınırsa, öyle.
Ama Knut Hamsun gibi edebiyat dünyasına şahaserler bırakmış da olsa, ülkesine ihanet ettiği için asla affedilmeyecek yazarlar kategorisine pek ala sokabilirsiniz de.
“Sessiz Ev”, “Cevdet Bey ve Oğulları” romanlarındaki ustalığı ile gerçekten önemli bir çıkış yapan Orhan Pamuk, “Beyaz Kale” romanında ilk kez tökezledi.
Doğrulabilirdi.
Ayağına dolanan taş, üzerinden atladığı taşlardan çok daha küçük ve zararsızdı.
Ama olmadı.
Yavaş yavaş ülkesinin gerçeklerinden koparak, kendi iç dünyası ile olguları ve çevresini açıklamaya girişti.
Edebiyatın en zor ve acımasız alanını seçti.
Dilini iyi kullanıyor, dendi. Doğru değildi.
Kurgusu mükemmel dendi, o da doğru değildi.
Akılda kalıcı kahramanlar ise hiç yaratamadı.
Masumiyet Müzesi’ne de kendini dahil etmek zorunda kaldı.
Bir romanın olmazsa olmaz “asgari” koşullarını bile yerine getirmekten giderek uzaklaştı, ama “batıya” yaklaştı.
Klasik roman tarzında çok başarılı olmasına karşın, varoluşçuluk ile bilinç akışı tekniğini harmanladığı geç dönem yazarlığında net bir şekilde çuvalladı.
Ancak gönderdiği mesajlar, ülkesinin insanlarına tepeden bakış, küçümsemeyi satır aralarına sokuşturması, insana saygı duymak yerine insanı nesnel bir “meta” olarak görmesi “yabancılaşmasına” neden oldu.
Öyle ki, bir ara haklı olarak hakkında “Türkiye’nin en çok satan, ama en az okunan” yazarı yakıştırması bile yapıldı.
Ancak, kendilerini dünyanın “tek” seçicisi olarak gören Nobel Edebiyat Ödül Komitesi üyeleri, Orhan Pamuk’a ödülü vermekte tereddüt etmediler.
Çok tartışıldı.
Orhan Pamuk da, ödülün de verdiği “gazla” eskisinden daha fazla ve daha sert çıkışlar yapmaya, siyasi yorumlar üretmeye başladı.
Haklıydı da. Sanatçı olarak kendini siyasetin dışında tutamazdı. Yanlış veya doğru, düşüncesini dile getiriyor, kimilerince kabul görüyor, kimilerince de ağır şekilde eleştiriliyordu.
Ama kimse çıkıp da, Fazıl Say’a yapıldığı gibi, “romanıyla ilgilensin, siyasete karışmasın,” demedi.
“Saçmalamasın,” diyen çıkmadı.
Siyasi arenada söyledikleri eleştirildi, göklere çıkarıldı, romanları kadar önemsendi, ama “otur yerine romanınla ilgilen,” diyen olmadı.
Çünkü...
Çünkü egemen ideolojinin istediği şekilde konuşuyordu Orhan Pamuk. Haksızlıklar, adaletsizlikler, hukuksuzluklar onun kitap sayfalarının arasında pek dolaşmadığı için, siyasi görüşlerine de yansımıyordu doğal olarak.
Ülkesi onun için “artık” önem ifade etmiyordu. Dünya çapında bir yazar olmuştu ve Nobel ile de bunu taçlandırmıştı. Bir dünya vatandaşıydı. Kurtarılması, uğraşılması gereken kocaman bir dünya vardı önünde. Türkiye ise bir ayrıntıydı.
Yine de arada bir “söz” söylemesi gerektiğini de biliyordu elbette.
Söyledi de: Referanduma “evet” dedi...
Nobel ödülünü kazanmış bir yazarın argümanlarıyla ortaya çıkmalıydı. Böylesi yakışırdı.
Yazarlığından soyutlayıp da, getirip ortaya referandum gibi ülkenin hayati önem taşıyan siyasi geleceğine ilişkin soru sorulduğunda ortaya çıkanı, hayatında makale bile yazmamış birinin yanıtlarıyla karşılaştırdığınızda her şey ortaya çıkıyor.
Yanıtlara baktığınızda, Nobel “zekasını” bulmak mümkün değil. “Evet, işte ancak bu kadar doyurucu bir gerekçe, bu kadar doyurucu bir savunma olabilirdi,” denecek bir yaklaşım da yok.
Yanıtlar yukarıda. Bir kez daha dönüp okuyabilirsiniz.
Nobel ödülünü ret eden ünlü Fransız yazar Jean Paul Sartre’ı bir öğrencisi ziyaret eder.
“Üstad, der, üniversiteyi yeni bitirdim. Şimdi beni askere almak istiyorlar. Üstelik de Cezayir’e gönderme ihtimalleri var. Ben ise Cezayir’in bağımsızlık savaşına destek veriyorum. Onlarla savaşmak da istemiyorum. Ne yapmam gerek sizce?”
“Evlat, der usta yazar, sen benim Cezayir savaşına karşı olduğumu biliyorsun. Bunun için bana geldin. Sana, askere gitme, dememi bekliyorsun...”
Öğrencisi heyecanla beklemektedir.
Derin bir soluk alır Sartre ve ekler:
“Ama demeyeceğim.”
Demem o ki, ilkokul üçüncü sınıftan terk bir vatandaşın referanduma“evet” gerekçesiyle, anlı şanlı Nobel ödüllü yazarımızın gerekçesi arasında hiç fark yok.
Ne bir zeka pırıltısı, ne bir orijinal yaklaşım ne de bir “Nobel” ağırlığı...
Sartre da Nobel’e layık görüldü, bizimki de...
Sartre “hayır” dedi, Sartre kaldı...

Mümtaz İdil
Odatv.com
26.08.2010 13:50

24 Ağustos 2010 Salı

DÜNYANIN EN BÜYÜK TENORU KÜRT MÜ

BDP’nin Abdullah Öcalan’dan aldığı icazetle Grup Başkanvekili Bengi Yıldız aracılığıyla hükümete önerdiği “Katalan modeli” siyasete bomba gibi düşüp de bir yığın tartışmayı da beraberinde getirince, benim de aklıma artık bir şehir efsanesine dönen Carreras-Domingo hikayesinigetirdi.
İspanya’nın Katalanları olmayı aklına koyan Kürtlere dönüp,“Carreras’ınız var mı?” diye soracak olsam, geriye dönüp batıda oturanTürklerin de Domingo’su olup olmadığını kontrol etmem gerek.
Hani şöyle sıkı bir “rekabet” olsun bab’ında...
Katalanlarla İspanyollar yüzyıllardır çekişir durur. Bu öyle bir hale gelmiştir ki artık, bir Katalan, İspanya sınırları içerisinde asla kendisine İspanyolum demez.
Tıpkı İtalya’daki Sicilyalıların ayak diretmesi gibi.
Katalanlar da, tıpkı bizim Kürtler gibi Ankara’yı elinde tutan Türklerden bağımsızlıklarını koparmak için sürekli mücadele ediyor.
Buraya dikkat...
Bizim Kürtler “Katalan” modelini istiyor, Katalanlar ise hala mücadele ediyor...
Çelişki mi dersiniz, geri zekalı muamelesi çekiliyor mu dersiniz... Size kalmış.
Katalanlar işi çözdü, bizim Kürtler de o modeli istiyor...Ama bunlar Osman Baydemir, Bengi Yıldız, Ahmet Türk; Davudoğlu, Erdoğan, Gül gibi siyasetçilerin kızıştırması...
İşin özüne indiğinizde, İspanyol vatandaş ile Katalan vatandaş arasında hiç de öyle bir sorun olmadığını görüyorsunuz.
Hem de kültürel anlamda en üst düzeyde...
Bildiğiniz gibi, dünyanın yaşayan en büyük iki tenoru Placido Domingo ve Jose Carreras İspanyoldur.Dışarıdan böyle. Ama ülke içinde Domingo Madritlidir Carreras ise Katalan.Bizdeki anlatımla Domingo İstanbulludur, Carreras Kürt...
Sırf bu nedenle ikisi arasında müthiş bir rekabet olduğu söylenir. Aslında, yine bizde olduğu gibi, bu ikili 1980’li yılların başına kadar çok yakın iki arkadaştır, ancak Eruh baskınından sonra araları açılır.
Birbirlerini “düşman” ilan ederler.
Öyle ki, biri herhangi bir davet aldığında tek koşulu, ötekinin davet edilmemesidir.
1987 yılında Carreras, can düşmanı Madritli Domingo’dan çok daha amansız bir düşmanla karşılaşır: Kanser!
Doktoru Carreras’a, hastalığın çok ileri safhada olduğunu, kan ve ilik nakli yapılması gerektiğini, aksi halde öleceğini söyler.
Yani artık Carreras’ın sık sık kan değiştirmesi gerekmektedir ve İspanya koşullarına pek güvenmediğinden, “rabbinin” havale ettiği Clevland’agitmesi zorunludur.
Eh, bu da bütçesi dar bir “tenor” için bir servet anlamına gelmektedir.
ABD yoluna ve Clevland hastanesine servetini yatırdıktan sonra tükenen Carreras, bir anda kendi ülkesinde de bu işle uğraşan bir vakıf olduğunu keşfeder.
Hermosa adındaki bu vakıf tam da kendisine göredir: Hayatını ve parasını tüketmek üzere olan hastalar için açılmış bir vakıftır bu.
Hemen üye olur. Eski sağlığına kavuşur ve yeniden aryalarını söylemeye başlar Carreras.
Yeniden doğmuştur artık... Ama buna neden olan Hermosa vakfını da unutmamıştır. Hayatını borçlu olduğu bu vakfa gönül borcunu ödemek üzere üye olmaya karar verir.
Başvurusunu yapar, yöneticiler de kendisine bir başvuru formu verir.
Kadere bakın ki, vakfın kurucusu Placido Domingo’dur. Yani can düşmanı...Can düşmanı bildiği Domingo, can düşmanı Carreras’ın “kan kanseri” olduğunu öğrenip, parasının da tükendiğinden haberdar olunca, Clevland’daki kliniğe benzer bir klinik oluşturmak üzere vakıf kurar.
Ancak kimliğini gizler. Carreras’ın, başında kendisinin bulunduğu bir vakfa başvurmaktansa, ölmeyi yeğleyeceğinin farkındadır.
Hikayenin bundan sonrası gerçekten artık bir şehir efsanesi niteliğindedir. Carreras, Domingo’nun Madrit’te verdiği konerlerden birinde, şarkının yarısında sahneye çıkarak konseri böler ve tüm alçakgönüllülüğüyle Domingo’nun önünde diz çöküp ona teşekkür eder. Domingo da onu kaldırıp kucaklar.
Ama şurası doğrudur: Bir gazeteci, Domingo ile yaptığı bir söyleşide, Hermosa Vakfı’nı, en büyük düşmanı Carreras’ın kan kanseri olduğunu bildiği halde neden kurduğunu sorar.
Domingo’nun yanıtı tarihe geçecek bir yanıttır:
“Böyle bir sesi kaybedemezdik!”
Evet sevgili Katalanım benim!
Katalan modeli isteyen Kürt siyasetçim...
Denize ulaşamadım diye İskenderun’u istemeyecek misin?
Madenler bana ait demeyecek misin?
Zırnık su vermem, diye tutturmayacak mısın?
Katalanlar hala mücadele ediyor, özerklik yetmez, bağımsızlık demeyecek misin?
Beni bana düşman kılmayacak mısın?
Hose Carreras! Söz sende...

Mümtaz İdil
Odatv.com
24.08.2010 17:40

22 Ağustos 2010 Pazar

AHMET HAKAN MI ODATV Mİ YANLIŞ KİTABI OKUDU?

IV. Murat’ın “baş belası” ünlü Bekri Mustafa bir gün Galata Kulesi’ne çıkar ve aşağıya bakarak, “Ulan yazarlar!” diye bağırır.
Aşağıdaki ahali sesin geldiği yöne bakınca da, “Yuh, der, amma da çokmuş!”
Eskilerin deyimiyle daha yazılarımızın “mürekkebi kurumadan” bir başka yerde vukuat oluyor.
İki gündür Hanefi Avcı’nın kitabını sayfalarımıza taşıyor, çeşitli noktalardan haber çıkartıyoruz.
Yandaş ve renkli medya bunu görmemekte direniyor.
Korkunun ecele faydası yok, elbet gündeme gelecek. Öyle görünüyor.
Birinci sayfadan inatla görmemeye çalışan Hürriyet, içeride Ahmet Hakan vasıtasıyla “görüşünü” bildiriyor:
Hanefi Avcı’nın kitabındaki iddialar için “bilinen şeyler” diyor Ahmet Hakan.
Bilinen şeylerdi de niye yazmadınız, demezler mi adama?
“Açık” söylüyor Hakan, “Her taşın altında cemaat var yaklaşımının kolaycılığına kendimi teslim etmek istemiyorum.”
Bu kadar mı? Bu kadar basit ve “sıradan” öyle mi...
Koskoca kitap, “kestirme” yaklaşım ve hiçbir sorunu çözmeye yetecek gibi görünmüyor...
Ama bir makale her şeyi açığa çıkarıyor, öyle mi...
“İşte, diyor Hakan, bu nedenle Hanefi Avcı’nın kitabına can simidi gibi sarıldım.
Ondan kuşkuları dağıtmasını, olayı somutlaştırmasını bekledim.
Fakat ne yazık ki...”
Buraya dikkat: “Fakat ne yazık ki...”
Ne yazık ki, Ahmet Hakan’a göre kitap baştan sona inançlar, kanaatler, kanılar, sanmalar üzerine kurulmuş...
Peki, Ahmet Hakan, Ergenekon ne ola?
Somut suçlamalar mı var, delliller mi var, isimler mi var?
Biri kitap üstelik, biri mahkeme...
Biri “al incele durum bu,” diyen bir manzumeler bütünü, öteki “iddianame”...
Biz yanlış bir kitap mı okuduk, her sayfasından bir şeyler fışkırıyor?
Yoksa Ahmet Hakan çok mu hızlı okudu?
Woody Allen gibi okursan eğer kitabı, elbette bir tek suçlama, kanıt, isim bulamazsın.
Ne sormuşlardı Woody Allen’e, anımsayalım:
Üstad hızlı okuma kursları hakkında ne düşünüyorsun?
Ah evet, demişti usta yönetmen, gençliğimde o kurslardan birine ben de katıldım. Çok da yararını gördüm. Savaş ve Barış diye bir kitap okudum. Olay galiba Rusya’da geçiyordu.
Ahmet Hakan misali...
“Bir kitap okudum, Hanefi Avcı diye biri yazmış. Olay Türkiye’de, emniyette mi bir yerlerde geçiyordu...”
Olaylara nasıl bakıyorsanız öyle görürsünüz. Algılama biçiminiz belirler tüm bilgi dağarcığınızı. Picasso’nun “Balıklar” tablosuna balık diye bakarsanız, biri kulağınıza fısıldar elbet: “Onlar balık değil, resim...” (ne acı ki, bu örneği ikinci kez vermek zorunda kalıyorum).
Hanefi Avcı’nın kitabına “AKP’yi sarsmayı, Ergenokon’u örtmeyi amaçlayan bir belge” niyetiyle bakarsanız, elbette bir şey bulamazsınız.
Külliyen yalan, hayal ürünüdür sizin için.
Odatv olarak üç gündür kitabı didik didik edip, somut olabilecek olguları alt alta dizerken, üstad Hakan günlük yazılarının bir bölümünde bu işi hallediverdi bile.
Aynı kitabı okuduğumuz belli de, ayrı bakış açıları kullandığımız kesin.
Turgut Özal’ın Ankara-Atakule ilk açıldığında, oyun salonundaki“kuklaların kafasına vurma” oyunu çok hoşuna giderdi. Haber olmuştu o sıralar. Elinizde bir tokmakla, 8-10 deliği bulunan bir masanın başında durursunuz. O deliklerden kuklalar çıkar. Çıktıkça kafasına tokmakla vurursunuz, o gömülür, hemen başka biri çıkar. Ona vurursunuz, diğeri... Hepsini artık çıkamaz hale getirdiğinizde, oyunu kazanırsınız.
Tıpkı o oyun gibi... Elimizde bir tokmak var. Delikten çıktıkça kuklalar, kafalarına vuruyoruz: Sezen Aksu, Hakan Şükür, Lale Mansur, Yiğit Bulut, Nihat Doğan, Hüseyin Gülerce, Ahmet Altan...
Delikler ha babam çoğalıyor, ama tokmak tek...
Oyunun kuralı bu.
Gel de kendini “ahmak” sanma şimdi...
Gel de “ben niye bu kadar çabuk anlayamadım,” diye hayıflanma...
Gel de karşındaki “zekâ” deposuna hayranlıkla bakma...
İstihbarat Daire başkanlığı yapmış bir emniyetçi yazıyor bunu Ahmet Hakan...
Bir Orhan Pamuk demeci değil, “Ermenileri, Kürtleri yaktık,” diyen.
Bir Elif Şafak romanı da değil, aşkı tarif eden.
Gizli tanık falan da değil, valizleri “bertaraf” olmamak için çırpınanlara teslim eden.
Bir istihbaratçı...
Hadi canım, saçmalamış,” diyerek kenara fırlatmakla olmuyor bu işler.

Mümtaz İdil
Odatv.com
22.08.2010 13:54

YİĞİT BULUT CYRANO'YU BİLİR Mİ?

Cyrano de Bergerac kimdir? Bazarov? Oblomov? Carmen? Polyanna? Sherlock Holmes?..
Edebiyat dünyasında yazarını “sollayıp” geçen birçok kahramandan birkaçı yukarıdaki isimler.
Örneğin, Oblomov’u kimin yazdığı pek bilinmez, ama “oblomovluğu” herkes bilir.
Pollyanna herkesin bildiği bir örnektir de, kim yazdı diye sorsanız...
Dünyanın en güzel tiradları Cyrano de Bergerac’ın içindedir. Nihilizmi dünyaya hediye eden Bazarov da öyle.
Yazarlarından daha ünlüdürler.
Bir de yazarıyla özdeşleşmiş kahramanlar var: “İnce Memet”, Raskolnikov, Don Kişot, Gregor Samsa, James Bond gibi... Bu kahramanlar yazarlarını da peşinden sürüklemiştir.
Sartre, Camus, Balzac, Dickens, Mithat Cemal Kuntay, Attila İlhan gibi yazarlar ise, yaratıkları onlarca kahramana rağmen, yazarlıklarını kahramanlarının önünde tutmayı başarabilmişlerdir.
Şimdi bambaşka şeyler yaşanıyor. Yeni “kahramanlar” üretiyor toplum. Öyle ki, çalıştıkları kurum “bertaraf” olsa bile, adları yaşayacak. Ama ne yazık ki olumlu olarak değil.
Türk basın tarihi yerle bir olsa, sıfırdan her şeye başlasa bile, bazı yazarlarını asla unutmayacak bu toplum.
Turgenyev, Babalar ve Oğullar romanında bir kez bile nihilist kelimesini kullanmaz, ama ortaya çıkan Bazarov bir nihilisttir.
Kimse yakın gelecekte “yalaka” demeyecek, “Ali Kemal” adını bile anmayacak, ama kimden söz edildiği belli olacak.
Yani yazarımız, gazetesinin ününü de aştı öyle tarihe geçti. Ama ne Cyrano de Bergerac ne Oblomov ne de diğerleri gibi...
Albert Fish kadar saygın da olamayacak. Fish bir seri katildi, ama en azından zeki bir adamdı ve “Kuzuların Sessizliği” gibi bir filme ilham oldu.
Yiğit Bulut, yarışta başa baş gittiği yandaşlarına Başbakan ile yaptığı söyleşiyle ciddi bir fark attı. Sonra arkasını dönüp baktığında zaferle gülümsedi. Epey öndeydi artık. Yetişmeleri de çok zordu. Ama aynı anda da “yalnız” kaldığını fark etti ve üşümeye başladı.
Köpekler...” diye girdiği “savunmasını” yumuşatmaya, kendi yazısına yorumlar göndermeye başladı.
Panikledi...
Arayı bu kadar açmaması gerekiyordu.
Cyrano de Bergerac’tan dinleyelim gerisini:
“Ya ne yapmak lazımmış?
Sağlam bir dayı bulup çatmak sırnaşık gibi,
Bir ağaç gövdesini, tıpkı sarmaşık gibi,
Yerden etekleyerek velinimet sanmak mı?
İstemem eksik olsun!”
...
Yoksa nazırın yüzü gülecek diye bir an
Karşısıda takla mı atmak lazım her zaman?
İstemem eksik olsun!”
...
“Ricaya mı gitmeli? Kapı kapı dolaşıp pabuç mu eskitmeli? Yoksa nasır mı tutsun sürünmekten dizlerim? Yahut eğilmekten mi ağrısın ötem berim?
İstemem eksik olsun!”
Ve tiradın finali:
“Fakat şarkı söylemek gülmek, dalmak hülya, yapayalnız, ama hür, seyahat etmek aya, gören gözü, çınlayan sesi olmak ve canı, isteyince şapkayı ters giymek, karışanı olmamak. Bir hiç için ya kılıcına veya kalemine sarılmak ve ancak duya duya yazmak, sonra da gayet tevazuyla kendine: ‘Çocuğum!’ demek, bütün bunları hoş gör yine. Hoş gör bu çiçekleri hatta bu kuru dalı. Bunlar yabanın değil, kedi bahçenin balı! Varsın küçücük olsun fütuhatin, fakat bil, onu fetheden sensin, yoksa başkası değil. Ara hakkını hatta kendi nefsinden bile. Velhasıl bir tufelyi sarmaşık zilletiyle tırmanma! Varsın boyun olmasın söğüt kadar. Bulutlara çıkmazsa yaprakların ne zarar? Kavaklar sıra sıra dikilse de karşına, boy ver, dayanmaksızın, yalnız ve tek başına!
Yani yazmışlar artık... Ne eklenebilir ki buna, ne yazılabilir ki daha başka...
Adam Edmond Rostand, eser Cyrano de Bergerac...
Sabri Esat Siyavuşgil de çevirisini yapmış yıllar önce, sanki bugünü bilir gibi.
Sanat budur işte Lale Mansur kardeşim,
Omurlu olmak da budur Yiğit Bulut kardeşim...
Evet dediğin budur Sezen arkadaşım, Mustafa Erdoğan’ım, Hülya Avşar’ım...
Ve “sanatçı” dostlarım.
Sanat budur; gelin sofraya...

Mümtaz İdil
Odatv.com
22.08.2010 01:44

18 Ağustos 2010 Çarşamba

MÜMTAZ İDİL YORUMCULARDAN NEDEN KORKUYOR

Odatv yorumcuları artık“korkulur” hale geldi.
Yanlış, eksik, tutarsız, anlamsız şeyler yazmaya görün; anında gerekli düzeltmeler yapılıyor.
Üstelik son derece nazik, fısıldar gibi...
Bir de başına ve sonuna ekliyorlar: “Yayınlamayın ama...”
Yani, “ben düzelttim” ayağına gitmiyorlar. Nazikçe, dostça, arkadaşça, utangaç kelimelerle,“hatırlatayım...” diyorlar.
Hepsi öyle değil kuşkusuz. Tüm yorumcularımızı, nezaket bağlamında tabii, aynı kalıba koymak mümkün değil, ama zaten sizler onların yorumlarını pek görmüyorsunuz. Arada bir “kaçan” oluyor, ama genelde Odabudsman hemen yakalıyor.
Odatv’de işler, bir satranç tahtasında taşların birbirini koruması sistemi gibi çalışıyor, emin olabilirsiniz.
Ama benim bu yazı ile değinmek istediğim, Odabudsman’ın yorumlarla ilgili ele aldığı konuları yinelemek ve seçtiği yorumlara benzer yorumları burada tekrarlamak değil.
Benimki kişisel.
Kendi ürküntülerim.
Yazı yazmaya soyunan kişi, okuruna saygı duyuyorsa eğer, elinden gelen tüm dikkati yazdığı yazı ile bütünleştirmek zorunda. Maddi hatalar elbette yapılabilir. Çok da doğaldır ve düzeltilebilir. Ama bu hataların “akil”düzeyde olması ve bu konuda ısrarcılığa varması tehlikeli boyutları da doğurur.
Yazarlar elbette dünyanın en “akıllı” adamları değiller. Hatta vasat zekalarla ortalıkta dolaştıklarını bile söyleyebiliriz. Ancak bir yetenekleri vardır ki, işte o ya doğuştan vardır; tıpkı satrançtaki vizyon gibi, ya da çok çalışarak edinilebilir.
Nitekim Charles Dickens’ın, Marlow’un bir romanını yüzlerce kez yazarak onun üslubunu taklit ettiği, bu üslubun üzerine de kendi üslubunu yerleştirdiği söylenir.
Aynı şey Dostoyevski’nin Gogol’ün eserlerini taklit etmesiyle edebiyat dünyasına girmesinde görülür. “İnsancıklar” adlı ilk romanı Gogol’ün bir eserinin aynısıdır, ama gelmiş geçmiş en büyük Rus eleştirmeni kabul edilen Belinski bile ilk okuduğunda bunu anlamamış ve Dostoyevski’yi ilk ve son kez göklere çıkarmıştır.
Yazarların yaptıkları “maddi olmayan” hatalar, okurlar tarafından ortaya çıkarıldığında, aslında hoş bir iletişim de başlamış olmalıdır, ama her zaman olmuyor tabii ki.
Maddi olmayan hatalardan kastım, “intihal” olayı. Elbette yazar, “intihal”diye bir şey asla başvurmadığını, yazdığının kendisine ait özgün birikimler olduğunu iddia edecektir. Karşısına somut örneklerle bile çıkılsa, eğer gerçekten bir “tırtıklama” söz konusuysa, zaten önlemlerini almış olduğundan, daha yüksek sesle ret yoluna gidecektir.
Ya da Orhan Pamuk gibi mesela, susacaktır.
Ne yazık ki edebiyatta susmak, “sükut ikardan gelir” vecizesini doğrulayacak güçte değildir. Habil ile Kabil’den bu yana insanoğlunun değişmez özellikleri olan hırs, ölüm korkusu, bencillik, aşk, hıyanet, iyilik, azim, sevgi, düşmanlık, kıskançlık, yalan; yazının var olduğu günden bu yana hep işlendiğinden, elbette birbirine benzer temalarla okurlar karşılaşacak, yazarlar da bilerek veya bilmeyerek bunları benzer şekilde işleyecektir.
Bundan elli yıl önce, “intihal” olayları yakalanması güç bilgi hırsızlığıydı. İletişim ağları daha hızlandıkça, yakalamak daha da kolaylaştı.
Günümüzde ise artık kaçmak imkansızlaştı.
Değil intihal, şimdi artık kelime düzeyindeki hatalar bile “yakalanıyor”...
Bu yüzden kendi adıma, “yorum” yazanları çok önemsiyorum. Kimi zaman yanlış yazdığım bir şey yüzüme vurulduğunda sarsılmıyor değilim, ama bir sonraki yazıma sakladığım bu “duygusal intikamım” beni daha dikkatli yazmaya zorluyor.
Müthiş bir “itici potansiyel” oluyor.
Okur, “bana saygısızlık etme,” diyor. Ben de bir sonra yazacağım yazıyla“evet, haklısınız” demeye çalışıyorum.
Kimi zaman yazdığım yazıya gelen eleştirilerden anlıyorum ki, ne demek istediğimi anlatamamışım.
Hemen toparlanıp, “aslında bunu değil şunu demek istemiştim,”şeklinde bir düzeltme ise, herhalde “yazı yazmaya oturmuş” birinin yapabileceği, başvurabileceği en son savunmadır.
Bir makale, bir öykü, roman son nokta konduğundan itibaren artık yazarın malı değildir. Okur, ondan ne anladıysa odur. Yazar neyi anlatmak istediğini bir tek okura bile anlatamamışsa eğer, kalemini bir kenara koyup dinlenmeye çekilmelidir. Bu dinlenmenin sonunda da yazı yazmaya kalkışmamalıdır.
Ama yazdığını bir kişinin bile anladığını gördüğü andan itibaren de, tüm gücüyle anlatmak istediğini savunmayı sürdürmelidir. Çünkü ardında bir kişi daha vardır ki, kendisi ile savaşacak ve tartışacaktır.
Kamuya mal olmuş yazılar, öyküler, şiirler, romanlar bir daha“düzeltilmemek” koşuluyla kayda geçmiştir. Geri dönüşü olmayan böyle bir yolda ilerleyen yazar da azami dikkati göstermek ve yaptığı işi ciddiye almak zorundadır.
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki –zaten yazının bir amacı da buydu- Odatv benim için tam bir okul oldu. 60 yaşına aylar kala böyle bir okulda ders gördüğüm için de kendimi şanslı sayıyorum.
Babam da zaten, “büyüyünce iyi bir yazar olacak,” diyor benim için.

Mümtaz İdil
Odatv.com
18.08.2010 23:16

14 Ağustos 2010 Cumartesi

DİYOJEN SİZİ GÖRSE NE DERDİ?

Sergey Aleksandr Puşkin, tarihe “Dekabristler” diye düşecek ayaklanma hareketine en başından katılmıştı. Rileyev, Rayveski, Puşçin gibi en yakın sanatçı dostları da bu hareketin içinde yer alıyordu.
26 Aralık 1825’te başladığı için “dekabrist (aralıkçı)” ayaklanması olarak anılan bu hareket, Rus tarihinin aydınlar tarafından gerçekleştirilen ilk silahlı ayaklanmasıydı.
Puşkin o sıralar tüm Rusya’nın en tanınmış özgürlük şairiydi. Çarlık despotizmine karşı yazdığı şiirleri elden ele dolaşıyordu.
Ama 26 Aralık günü arkadaşlarının arasında olamadı.
Geç kalmıştı... Bu, asla bağışlanmadı.
Daha sonraları o “meşum” sabah için şöyle savunmuştu: “Sabah dehşetle uyandım. Rüyamda beş dişimin döküldüğünü gördüm. Arkadaşlarıma yetişemediğim için kendimi çok kötü hissediyordum.
Rüyasında, döküldüğünü gördüğü beş diş, ayaklanma bastırıldıktan sonra cezaları infaz edilen beş arkadaşını simgeliyordu.
Diğerleri de Sibirya maden ocaklarına gönderilecekti.
Ayaklanma hüsranla bitmiş, Çar Nikola galip gelmişti.
Aralıkçıların sürdürdüğü dayanışmaya en başından beri destek veren Puşkin, bir zamanlama “hatası” nedeniyle hareketin içinde olamamıştı.
Elbette hareketin içinde olması, hareketin gidişini değiştirmeyecekti. Yine de hareket hüsranla bitecekti, zira hareketi yönetenler arasında anlaşmazlıklar çok fazlaydı.
Ama Puşkin için bu “ihanet”, ölüme giden yolculuğunun kısa sürmesini yaratmıştı. En büyük eserlerini bu olaydan sonra yaratan Puşkin, trajik bir şekilde ve genç yaşta ölürken, sanatçı adıyla toplum önderliği yapmaya soyunan kişilerin bu işe giriştikten sonra asla geri dönüp bakmamaları gerektiğini anlatmaya çalıştı hep.
Elbette, yaşamın anlamını bilen kısalığı içinde “dünyalığını” düşünenleri kınamamak gerek. Bunun farkında olanlar da çoğu zaman “aydın” kesimlerdir. Bir ip üzerinde yürümek zorundadırlar: Biri var olan sisteme entegre olmak, diğeri sanatçılığını besleyen aykırılığını sürdürmek.
Bütün sanatçılar bu ikilemle hayatlarında en az bir kez karşılaşmak zorundadır. Mevcut düzenden yana oyunu kullanan sanatçı, aynı zamanda sanatçı şapkasını da “portmanto”nun üzerine koymuş demektir. Bu, kaçınılmaz bir sonuçtur ve asla değişmez.
Diğeri ise, sanatçı kişiliğini sürdürdüğünü sanan bir sanal alemde “suya sabuna” dokunmadan yaşamanın erdeminden söz etmeye başlayacaktır.
Elbette zor ve zahmetli bir süreçtir bu.
Ama ne yazık ki bu süreci kendine rağmen aşabilenler ancak tolumsal önderliği üstlenmiş “sanatçılar” olabilmişlerdir.
Diğerleri, ömürleri süresince kendilerine “bahşedilen” sırça köşklerinde, kendilerini savunmanın bahaneleri ile geçiştirmeye mahkum olmuşlardır.
Biz bunu şimdilik değerlendirme durumunda olamayız, olmamalıyız da. Ama kırılma noktalarının bize verdiği ipuçlarıyla, artık neyin toplumsal neyin de düzen yanlısı olduğunu, bunun da kimler tarafından gerçekleştirildiğini idrak etmek zorundayız.
Değilse, zaten yeteri kadar “ahmak” durumuna da düşürülmüş durumdayız.
Bir çentik daha atarız, olur biter...
Bundan altı ay sonra koşullar şu veya bu biçimde değiştiğinde, koltuklarında dosyalarla dolaşan ve kendini Puşkin’in yaptığı gibi savunmaya adayan insanlarla etrafın “kirlendiğini” gördüğümüzde de şaşmamak gerek.
Şikayetler doğal olarak geçmişe dönük olacak ve kendi koşullarında neden “bayrak” açmadığını anlatmaya çalışan bu sanatçılar, tıpkı ucuz siyasetçiler gibi, geçmişi suçlayacaklardır.
Oysa sanatçı geleceği suçlayan adamdır.
Geçmişi herkes suçlayabilir ve bunun için elinde nesnel bilgi vardır.
Suya sabuna dokunmadan dönem geçiştirmek, ardından da neden böyle davrandığını sayfalarca yazmak...
Olmadı, sanal kahramanlarla bunu yeniden yaratmak ve yaşatmak...
Bu sanatçının işi değildir. Sanatçı kendini savunmaz, karşının savunma hakkını çökertir.
Salt bu nedenle, kimse gidip de bu kendisini bir yerlere koyan insanlara gelecekle ilgili düşüncelerini sormasın, tavır göstermesini beklemesin.
Diyojen’in İskender’e söylediğini çarpıtalım biraz: “Gölgene tahammül edemiyorum be hocam!

Mümtaz İdil
Odatv.com
14.08.2010 22:51

13 Ağustos 2010 Cuma

PKK GERÇEĞİNİ EN İYİ BRUCE WILLIS BİLİYOR

ABD’nin Universal Stüdyoları’nda gerçekleştiren tüm “aksiyon” filmlerinde, ABD yönetiminin teröristlerle asla pazarlık yapmayacağı ilkesi hakimdir.
ABD’yi yönetenler, teröristlere bir kez baş eğmeleri durumunda bunun sonunun gelmeyeceğini haykırıp dururlar.
Haksız da sayılmazlar.
Hadi diyelim ki “basiretsiz bir ABD yönetimi” pazarlığa girişti; hemen Bruce Willis ya da oyuncu adıyla Jack Bauer (Kiefer Sutherland) devreye girer ve “basireti” sağlar...
Sonra ABD döner, az gelişmiş tüm ülkelere bu pazarlığın yapılabileceğini, sonuçlarının hiç de “katlanamaz” olmayacağını, hatta ülke yararına da olabileceğini anlatır.
Bu görüşe son eklemleme, eski İngiliz lideri Tony Blair’in danışmanlarından Jonathan Powell (1997-2007 arasında Blair’in danışmanıydı) tarafından yapıldı.
Kızım sana söylüyorum...” mantığıyla yapılan bu açıklamada Powell, herkesin muhatap alınabileceğini belirtti.
IRA’ya silah bıraktıran sürecin mimarlarından biri olarak “öne çıkarılan” Tony Blair’in, beyninin diğer yarısı olarak da gösterilen Powell, daha önce terörist olarak anlandırılan gruplarla masaya oturduklarını ve bu kişilerin daha sonra devlet adamı muamelesi bile gördeklerini söyledi.
Argüman şöyle aslında: Bu tür terör örgütleri kampanyalarla, kınamalarla, sloganlarla yok edilemez. Bu tür kampanyalar sonuç vermiyor. Biz bunu 1980 yıllarının ortalarında anladık. Bu konununu bitirilebilmesi için bir barış süreci başlatılması gerekiyordu. Terör örgütleri asla yenilmeyeceklerini biliyorlardı, ama asla kazanamayacaklarının da farkındalardı. İrlanda Cumhuriyet Ordusu tümden yok edilemeyecekti. Her iki taraf da aynı noktada olursa, o zaman barışçı bir çözüm yolu bulunabiliyor...
İşte zurnanın zırt dediği yer.
Adams ve McGuiness, yani IRA’nın iki kuvvetli adamı, İngiltere’ye karşı her türlü stratejiye başvurmuşlardı. İngiltere, bu saldırıları geçiştiremedi veya geçiştirmeye da kalkışmadı. IRA, hızlı ve keskin eylemlerle halk arasında şok etkisi yaratmayı da denedi. Şok yaratıldı ama IRA’nın haklılığı gündeme hiç gelmedi.
IRA eylemlerinde sivil halka yönelmiyor, doğrudan hükümeti hedef alıyor ve bu yolla da kazanımlar elde etmeye çalışıyordu.
İşin bu tarafını zaten herkes iyi kötü bilir.
Blair’in “deha çocuğu” Powell, kendi ülkesi için durulmuş gibi görünen ama her zaman ucu açık “terör” olaylarının görüşmeler yoluyla çözüldüğünü, bunun diğer ülkelerce de uygulanması halinde barışa giden yolda önemli adımlar atılabileceğini söylüyor.
Bu görüşmelerin başlangıç noktasının ise, her iki tarafın da kazançlı çıkamayacağını anladıkları anladıklarında olması gerektiğini savunuyor.
Bu açıklamalar nedense tam da NATO güçlerinin Afganistan’da Taliban ile görüşme masasına oturmaya hazırlandığı dönemde gündeme geliyor.
IRA ile İngiltere’nin aynı masaya oturmasının, NATO ile Taliban yetkililerinin aynı masaya oturmasıyla eş değer olacağından yola çıkıyor.
Olmayacağını, olamayacağını kendi de biliyor, ama mesaj bütün dünyaya veriliyor.
IRA meselesi halloldu mu İngiltere’de? Elbette hayır. Beklemede...
Peki, neden Powell böyle bir söylem içine giriyor dersiniz?
Taliban ile NATO arasında bir görüşmeye oturulması durumunda, buradaki terörist gurup sizce hangisi? Ülkesini savunmaya çalışan; gerici, bağnaz, acımasız Taliban mı, NATO mu?
Taliban hep bir terör örgütü olarak yansıtıldı ve haklı gerekçelerle de öyle kaldı. İyi ama, ülkenin asıl sahibi NATO mu da, görüşmeyi kabul edecek kesim NATO oluyor?
Bir benzerlik, IRA-İngiltere açmazında olduğu gibi bir “haklılık, uygunluk” var mı?
Yok... İlgisi yok çünkü.
Powell şu konuda elbette haklı: “İki taraf da kazanamayacağını anladığında, anlaşma masasına otursalar daha iyi olur.
Türkiye özelinde olaya baktığımızda, PKK ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin aynı masaya oturması aynı kategoriye sokulabilir mi? Daha da genelleştirirsek eğer, Tamil Kaplanları (ki kalmadılar artık) ile Srilanka hükümetinin, Fas hükümeti ile Polisario örgütünün, ETA ile İspanyol hükümetinin... Uzar gider... Masa başında çözebildikleri bir “problem” oldu mu?
Egemen durumda olanın, egemenliğini sarsmaya kalkışan kitlelere karşı verdiği her taviz, kendi egemenliğinin sarsılmasını hatta yok olmasını sağlayacaktır.
Bu tarih boyunca hep böyle oldu.
Bu yüzden ABD, aksiyon filmlerinde büyük puntolarla yazmaktadır:
Teröristle pazarlık edilmez!

Mümtaz İdil
Odatv.com 

13.08.2010 16:00

9 Ağustos 2010 Pazartesi

SANATÇILAR HASTALIKLI BEYİNLER MİDİR

Leonardo Da Vinci, öğrencisi Rafael ile birlikte Po ırmağı üzerinde kayıkla dolaşırken elini suya daldırır “Biliyor musun Rafael, der, şu anda elime değen su bir daha elime değmeyecek.”Rafael, “Bununla neyi anlatmak istiyorsunuz üstadım,” diye sorar.
“Bu, aynı suda iki kez yıkanamayacağımızı söyleyen eski bir Yunan filozofunun sözünün bir başka söylenişi evlat,” der büyük ressam.
“Aynı suda boğulmak mümkün mü peki üstad” diye sorar Rafael.
“Bu da nereden çıktı şimdi?”“Kayığımız su alıyor da...”Felsefe ile günlük yaşam her zaman çakışmıyor. Yalnızca felsefe ile değil, çoğu zaman sanat ile yaşam da çakışmaz. Biri diğerinin izdüşümü ya da değişik bir söylemle biri diğerinin ardılıdır.
Bu nedenle belki de; bir sanatçının yaşamını anlatmakla onun sanat yapıtlarını açıklamanız neredeyse imkansızdır.
Annesine olan hayranlığı nedeniyle üvey babasına düşman kesilen Baudelaire’in sanatını Oidipus kompleksiyle açıklamak, modası geçmiş bir Freud saçmalığından öteye gitmez.
Yok eğer bunu sanatıyla bağdaştırmayıp da salt Baudelaire’in kişiliği ile sınırlı tutarsanız da, yedi milyar nüfuslu şu ölümlü dünyada herhangi birinin yaşamından daha fazla önemi yoktur.
Baudelaire’i ele alıyorsanız şiirinden, Dostoyevski’den söz ediyorsanız romanından, Da Vinci’den söz ediyorsanız da en azından resminden de söz etmek zorundasınız.
Bunu da getirip yaşam koşullarına, sağlıksız çocukluğuna, anneye hayranlığına, babaya düşmanlığına bağlarsanız, “topal eşek de kıymetlidir,” mantığına saplanır kalırsınız.
Açın Dostoyevski’nin hayatını okuyun. Karamazov Kardeşler’in temelinde dört çocuğun da babalarından nefreti işlenir.
Kimse Dostoyevski’yi “annesine hayran, babasına düşman” bir Freud hastası olarak görüp açıklamaya kalkmamıştır. Açıklayan varsa da saçmalamıştır. Zira, Freudisien yaklaşımla Karamazov’u ve Dostoyevski’yi açıkladığınız anda, Dostoyevski’yi Suç ve Ceza platformunda aynı kategoriye oturtamazsınız.
Bu durumda da ortada ya Oidipus kompleksi yoktur ya da diğer romanlarını yazarın, başka biri yazmıştır.
Eh, bu da bir çeşit Aristo mantığı gibi görülebilir, yanlıştır da... Ama yazarlara ve eserlerine bir “psikiyatrist” mantığıyla yaklaşmanın doğal sonucudur bu.
Hep anlatılan Picasso öyküsünde olduğu gibi, sanata bu tür yaklaşanlara, sergisini gezen omzu kalabalık Nazi subayının, ressamın ünlü “Balıklar”tablosu önünde durup da, “bunların neresi balık” demesine Picasso’nun fısıltıyla verdiği yanıt verilir:”Onlar resim.”Ama benzer diyalogu bir de gelip Rodin ile yaşadığında tekrarlayalım: Ünlü ressam tablosunu tam bitirdiğinde yanına gelen Rodin’e gösterip, “ne dersin dostum, bu tabloyu sana hediye etmek istiyorum. Altına imzamı atayım mı,” diye sorar.
Ünlü heykeltraş bir süre resme baktıktan sonra yanıt verir: “Evet. En azından resmi nasıl asacağım hakkında bir fikrim olur.”Anlamadım demenin, ya da sanatsal algılamanın “en üst düzeyde”anlatımıdır bu...
Bu yazıyı Reha Muhtar’ın Pazar günü yazdığı yazı üzerine ele aldım. Sıradan bir internet sitesinden Baudelaire’in hayatını indirip de baktığınızda, Reha Muhtar’ın süslü cümlelerle anlattığı öykünün daha ansiklopedik anlatımını bulabilirsiniz demek için.
Yapılanın, ünlü şaire büyük haksızlık olduğunu belirtmek istedim. Realizme karşı açtığı müthiş bir savaşla, şiirin anlatımını değiştiren, isyankar hale sokan, başkaldırıcı çılgınlığı göze alan ve hiç umulmadık labirentlere giren bir şairin özel yaşamından yola çıkılarak edebiyatı tartışılamaz.
18 yaşında kör ve sağır bir kıza tecavüz ettiği söylenen Dostoyevski’yi ne yapacağız o zaman ya da dünyanın en borçlu yazarı olarak ölen Balzac’ı, şiiri bırakıp da silah kaçakçısı olan Rimbaud’yu, Oscar Wilde’ı ve daha yüzlercesini?..
Yukarıda anlatmak istediğim de buydu zaten. Sağlıklı yaşamlar sağlıklı sanatlar üretir demek, abesle iştigaldir. Sanatçılar mutlaka “hastalıklı beyinlerdir” gibi bir yaklaşım daha da abestir.
Bunlardan birini ima etmeye kalkmak ise, konuyu bilerek veya bilmeyerek saptırmaktır.
Son zamanlardaki modaya uyarak, Reha Muhtar veya benzer yazanlara laf atmak gibi bir niyetle yazmadım bu yazıyı.
Bir sanat eseri, üretenin adı ve eserin kendisiyle anılabilir ve değerlendirilebilir.
Hangi tip boya kullandığı, kullandığı malzemeyi çalıp çalmadığı, eserini borç paraya bastırıp ödemediği... Bunlar yan konulardır ve eseri asla küçültmez.
Bir sanatçı da bu özellikleriyle sanat çerçevesinde eleştirilemez.
Tersi olunca, bizim züccaciyeci Kemal efendi ile Salvador Dali’yi eleştirmek arasında fark kalmaz.
Sözgelimi, 1848 ihtilalcilerinin elinde Baudelaire’nin şiirlerinin dolaştığını da sorgulamak gerekmez mi, ucundan da olsa?
Annesine düşkünlüğü kadar önemli değil mi yoksa? 


Mümtaz İdil
Odatv.com 


09.08.2010 23:00

5 Ağustos 2010 Perşembe

HABERTÜRK’ÜN ‘GÜCÜ’ NERESİNDE?

Ve cellat uyandı yatağından bir gece
Tanrım dedi bu ne zor bilmece
Öldükçe çoğalıyor adamlar
Ben tükenmekteyim öldürdükçe

Ataol Behramoğlu
 
“Başbakan Erdoğan söyledi...”
“CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu iddia etti...”

Biri söylüyor, öteki iddia ediyor... Yani ikincisi doğruyu söylemiyor, görüşünü belirtiyor yalnızca... “Türkiye kötü yönetiliyor” diye bir iddiada bulunuyor mesela, yerseniz.
Öteki, yani birinci “Bu ülkeyi darbe anayasasından kurtardığını” söylüyor, iddia etmiyor.
Son birkaç gündür Habertürk kanalının haber yaklaşımı böyle.
Dün sabah YAŞ kararları ile ilgili olarak iki bağımsız görüşe yer vereceğini söyledi spiker, biri Okay Gönensin, öteki Metin Işık...
İkisi de “tarafsız” gözlemci olarak orduya veryansın ettiler.
Bugün Radikal gazetesinden Avni Özgürel ve bir güvenlik uzmanı Mete Yarar.
Saat 15.50 itibarıyla Mehmet Altan.
Üçü birden aynı şeyi söylüyor: Bir orgeneral gider, yerine bir başka orgeneral gelir.
Atilla Işık’ın emekliliği istemesiyle ilgili yorumlar bunlar...
Franko döneminde İspanya’nın resmi radyosunda sürekli Franko’nun erdemleri anlatılırdı.
Başka bir haberin girmesine, konuların tartışılmasına izin verilmezdi. Karşıt görüşe zaten izin verilmediği için, haberler önce paket olarak hazırlanır, ardından yayına konurdu.
Buna da özgür basın denirdi.
İspanya kırk yıl bu lokmayı istemeden de olsa yuttu.
Bizde resmi kanal TRT bunu yapıyor zaten ve alıştık izlemiyoruz. Peki nereden haber alacağız? BBC askeri şura kararlarını verse, orayı açıp izleyeceğiz, dinleyeceğiz, ama vermiyor.
YAŞ kararlarında yaşananın bir kriz olmadığı, her şeyin “başkomutan” tarafından normal olduğunu açıklıyorlar da, Genel Kurmay Başkanı olması beklenen Işık Koşaner ile birlikte üç generalin toplantıyı niye terk ettiğini, neden Ankara’nın müthiş bir görüşme trafiği içinde olduğunu anlatan yok.
Zaman gazetesinin muhabirine bağlanıyor Habertürk ve son gelişmelerle ilgili görüşlerini soruyor bir köşe yazarına.
Askeri vesayetin kalktığına ilişkin hükümetin cesur bir müdahalesi olarak heyecanla anlatıyor görüşü istenen yazar.
Bu dönemi yaşayan gençler bilmezler 12 Mart, 12 Eylül’de neler yaşandığını... Asker deyince, bir liraya saç traşı olan, lojmanlarda oturan, altında Oyak destekli araba bulunan, kendisini toplumdan soyutlamış orduevleri, plajları, kamplarıyla yaşayan kesim olarak vesayetten söz ediliyor.
Elbette bunlar eleştiri konusudur ve iğneler batırılmalıdır.
Ama YÖK’ü yerden yere vuran bu ülkenin aydınları, 12 Eylül’ün garabeti olan üniversite sistemini bile koltuğu altına alan ve susturan bir sistem karşısında, biz kendisini aydın gören bir avuç insan, YÖK’ü savunmaya kalkışmadık mı... Erdoğan Teziç’in sesine kulak verip, ardında durmadık mı?
Şimdi YÖK gibi, TSK da renk değiştiriyor ve sadece uzaktan seyretmekle ve bazı soruları sormakla bu günleri geçiştiriyoruz.
12 Eylül referandumu ile birlikte yargı da elden çıkacak olursa, bu ülke layık olduğu biçimde yönetilecektir.
Kimse dönüp de Diyarbakır’dan yükselen sese “hadi oradan” demeye kalkmasın artık.
Kimse Marks’ın dillendirdiği “kendi kaderini tayin etme” hakkının arkasına da sığınmasın.
Bu ülke, Kürtlere, Amerikalıların siyah ırka yaptığını yapmamıştır.
Kendi kaderlerini tayin hakkı ise hiç yoktur. Memleketin doksan yıldır tek sahibi olarak şimdi toprak ve bayrak talebinde bulunuyorlarsa eğer, bu istekleri bununla kalmayacaktır.
İskenderun yoluyla denize inmeyi de isteyeceklerdir, Ermenistan ile işbirliği yapıp Ağrı dağını paylaşacaklardır, Karadeniz’e kamp kurmayı isteyeceklerdir.
Mustafa Kemal’in askerleri bu ülkenin yarısına sahipse ve kendine ayrıcalıklı bir konum yarattıysa bugüne kadar, bunu şimdi Barzani’nin askerleri yapacaktır. Sana, bana bir şey düşmez...
Bütün bunlara seyirci kalmamıza neden olan da “parasal” güçtür. Bizleri azınlık yapan, sesimizi kısan ve konuşmamızı engelleyen.
Daha önce “ne olur ne olmaz,” mantığıyla kısmen de olsa habercilik ilkesine uyan Habertürk gibi siteler, artık tamamen taraflarını belirlemiş ve seslerini yükseltmeye başlamıştır.
102 asker için yakalama emri çıktığında mesaj verilmişti...
Yine uslanmayanlar olduğu görülünce, “internet andıcı” ileri sürülerek 19 yakalama emri daha çıkarıldı...
Eh, Osman Baydemir oradan bayrak tartışması açmışken, sen bayrağını korumaya kalkan subayları “yakalıyorsan” eğer, yapacak ne kaldı ki?
Askerlerin yerini işgalcilere, bu ülkenin sahibi olmayanlara bırakıyorsun ey halkım, farkında mısın?
Kimse bu ülkede azınlık olmadı, ama sen ben azınlık olacağız...
Az sonra...

Mümtaz İdil
Odatv.com
05.08.2010 16:57