7 Eylül 2014 Pazar

Robinson Crusoe ilk anarşisttir

Robinson Crusoe’yu ortaokul yıllarında okuduğumda, her çocuk gibi ben de bir adaya hapsolmak istedim.
Yıllar sonra yeniden okuduğumda, aslında Robinson Crusoe’nun ilk anarşist olduğunun da farkına vardım. Ta ki, Cuma ile karşılaşıncaya kadar. Cuma ile karşılaşıncaya kadar Robinson hem işçiydi, hem patrondu, hem tüm üretim araçlarına sahipti hem de üretim araçlarını kullanan kişiydi.
Anarşistlerin savunduğu her şeyi yapıyordu. Bireyin kendi sorumluluğunu bilerek kendi kendinin yöneticisi olması ve yönetici sınıfın bulunmaması.
Cuma ortaya çıkınca sihir bozuldu. Artık Robinson’un kullanacağı bir işçisi vardı, hatta kölesi vardı ve sömürebileceği tek kişi de olsa patronluk mertebesine yükselmişti. Anarşizm de böylelikle tarihe karışıyordu.
Sonra Cervantes’in Don Kişot’u girdi hayatıma. Bu romantik yaşlı adam mevcut düzenle savaşıyordu aklı sıra ama düşmanını yanlış seçmişti. Yel değirmenlerine saldırmakla düzeni asla değiştiremeyeceğini Sancho Panza biliyordu elbette, ama sistemin değişmemesi gerektiğinin de farkındaydı. Zira bütün açlığını Don Kişot karşılıyordu. Artık kapitalist sisteme geçmişti Don Kişot ve köpekbalıklarının sırtından geçinen asalak küçük balıklar gibi, Sancho Panza da sesini çıkarmıyordu.
Ta o zamanlardan mesaj veriliyordu, ama anlamamakta direniyorduk. Ortaklık ancak ortak menfaatler olduğunda devam edebiliyordu. Bunu AKP iktidarında fazlasıyla gördük, ama iş CHP kanadına geldiğinde, ortada bir yanlışlık vardı.
Ne dedi Kemal Kılıçdaroğlu? Demokrasi ortak düşüncelerin toplamıdır. Oysa biz demokrasiyi aykırı düşüncelerin hoşgörüyle karşılandığı bir yönetim biçimi olarak görmüştük. Böylelikle de demokrasinin kendine kertilmiş yeni bir tanımını öğrenmiş olduk.
Konuşmasının 53. dakikasının ardından yine ekledi Kılıçdaroğlu, “asacağım, keseceğim...” Bunun sosyal demokrat bir söylem olduğunu bilmem tekrarlamama gerek var mı? Gerçek surat ortaya çıkıyor ve kendini gösteriyor.
Baştan aşağı tüm Batı edebiyatını örnekleriyle burada sıralayabilirim. Adım adım gitmiş Batı entelektüelizmi. Her adımında insan hakları adına bir küçük taş koymuş ve büyük Fransız devrimine kadar gelmiş. Orada bir hava yaratılmış ama yetmemiş. 1848 ihtilali her şeyi yeniden revize etmiş. Durmamış, toplumsal talepler kıpırdanmaya başlamış, 1905’te Rus halkı Rahip Gapon önderliğinde masum bir istek için Çar’a koşmuş, Çar II.Nikola halkını kurşunlatmış, ardından da 1917 devrimi gelmiş. Üstelik de dünya tam da bir savaşın içindeyken.
Komünizm bir devlet biçimi olarak varlığını gösterirken, 2. Dünya Savaşı patlak vermiş. Yirmi milyon insanını kaybetmiş komünist Rusya. Tam ayakları üzerinde duracakken, perestroyka ve glasnost oyunlarıyla bir anda Batı emperyalizminin kucağına düşmüş. Komünizm filan derken de kapitalist bir ülke haline gelmiş.
Bütün bunlar yaşanırken, benim “zavallı yoksul ülkem”, 1950’lerden başlamak üzere sağ eğilimli hükümetlerin yönetimine terk edilmiş. Komünizmi birinci, irticayı ikinci tehdit olarak gören, bu tehlikelerle mücadele üzerine yetiştirilmiş askerler, komünizm tehlikesi ortadan kalkınca, irtica ile mücadeleyi birinci vazife edinmişler. Vatanı akılları sıra koruyacaklarını düşünerek, irtica hareketinin sakalla, çarşafla, türbanla sınırlı olduğunu sanmışlar. Olmadığını da acı biçimde öğrendiler.
Daniel de Foe’nun ya da Cervantes’in romanlarında bireyin toplum karşısındaki zaafları ele alınmadığı için onların anlattığı dünya farklı. Orada toplum yok, birey var. Bireyler toplumu oluşturdukları ölçüde toplumsal ilerlemeden söz edilebilir. Aksi durumda, bugün yaşadığımız türden bir güruh ile karşı karşıya kalırız ve bu güruh toplumun biçimlenmesine en ufak katkıda bulunamaz.
Tolstoy Anna Karenina veya Savaş ve Barış nehir romanlarını yazarken aklındaki tek önemli şey bireylerin toplum karşısındaki sorumluluklarıydı. Dev romanlar insani zayıflıklar üzerine oturtulmuştu. Dostoyevski ise bunun toplumsal bir kaçış değil, insani bir zayıflık olduğunu vurguluyordu. Turgenyev ise boşvermişlik. Hepsi bu dünyanın daha iyi olması için bireylerin iyi olması konusunda birleşiyordu ki, bu da bir çeşit anarşizmdi.
Sonunda 2. Dünya Savaşı’nın ardından patlak veren “boşvermişlik”, Jean Paul Sartre, Albert Camus, Simon Beauvoir gibi varoluşçu yazarları ortaya çıkardı. Birey önemliydi ve toplumu onlar oluşturuyordu. Bu dünyada eğer bir takım egemen güçler kendi çıkarları için toplumu yönlendiriyorsa, burada bir eksiklik, yanlışlık vardı.
Tutmadı. Vahşi kapitalizm hiçbir şeyi dinlemeden tüm ağırlığıyla dünyayı ezmeye devam etti ve bugünlere geldik.
Kimsenin de umurunda olmadı.
Yeni yazarlar yetişmedi, yeni düşünceler üretilmedi. Proleterya denilen örgütlü işçi sınıfı falan da ortalıkta kalmadı.
Dünya, bir atımlık barut olarak düşünülmeye başlandı ve buna “dini bütün” kesim dahil edilmedi. Onlara bir sonraki hayat vaadedildi.
Şu anda bulunduğumuz nokta da aynen budur. İleriye yönelik tüm umutlarımızın tüketildiği noktadayız, ama birer birey olarak mücadele etmeye çalışıyoruz. Örgütlenmenin elli yıldır kafamıza kakıldığı şekilde yanlış ve yasak olduğunu düşünüp, tek tek mücadelemizi sürdürmeye çalışıyoruz.
Yanlış da tam bu noktada bizi yakalıyor işte.

Mümtaz İdil
Odatv.com
07.09.2014 13:56

13 Mart 2014 Perşembe

Küçük Prens

Ey açgözlü güruhla, muktedirin 
çevresini saranlar!
Özgürlüğün, insanlığın, onurun cellatlığını yapanlar.
Kanun gölgesinde sinsice bekleşirken sanırsınız ki,
Karşınızda adalet yok, hak hep sussun istersiniz!


Mihail Yuryeviç Lermontov (Şairin Ölümü)


Berkin Elvan öldürüldü. Aşağılık birinin hedef gözeterek attığı gaz kapsülüyle yere yığıldı kaldı. Lermontov’un Puşkin için yazdığı şiirdeki gibi, “onurun esiri olarak” öldürüldü. Artık mağrur başı önüne düşmüş durumda. Katilinin asla bulunamayacağını o da biliyordu, küçücük yüreği kaldıramadı aldığı yarayı.
Berkin Elvan öldürüldü, bu ayıp milyonlarca dolarlarınızdan, ses kayıtlarından, ihale fesatlarından... Ne bileyim, tüm ayıplardan ötedir artık. 14 yaşında bir yavrunun kanı var “destan yazanların” ellerinde, suratlarında.
Gördü mü acaba muktedirler, küçücük yavrunun kağıttan yaptığı uyduruk uçurtmasıyla kapının önünde koşturduğunu. Uçmuyordu o uçurma Berkin, sen koşuyordun, ama o peşinden yerlerde sürükleniyordu sevgili yavrum. Dolar filan bağlı değildi kuyruğuna, uçmuyordu. Kimse sana söylemedi uçurtmanın uçamadığını, sen uçuyormuş gibi koştun hayallerine koşarcasına.
Duygusallığa yer yok Berkin, sevgili yavrum. Artık bizim duygusallıklarımı duyamayacak kadar uzaktasın ve biz bunun hesabını sormakla yükümlüyüz. Bu ülke sınırlarında yaşayan herkes bunun hesabını sormak veya vermek zorunda.
Gördün mü Berkin, senin uyanman için kapında nöbet bekleyenleri polisler kovaladı, gözaltına aldı, tartakladı. 16 kiloya düşmüş bedeninden bile ürktüler, “ya uyanırsa” dediler. Sanki uyansan katilini göstereceksin sandılar. Senden bile korktular Berkin, cılız vücudundan, koynuna düşmüş o sevilesi başından, kapkara gözlerinden korktular.
Korku öyle bir sardı ki muktedirleri Berkin, artık senin simgeleşmenden bile ürküyorlar. Titriyorlar Berkin, inan bana titriyorlar. İnandıkları tüm değerleri yerle bir ettin bir anda. Ölümünle yeri doldurulamayacak bir intikam aldın onlardan.
Ali Derya, Mesut doğunca “hoş geldiniz bebekler” dedim onlara Berkin, ama sen ölünce içimi dehşetli bir korku kapladı. Onları ölümün beklemediğinden emin olamadığım korkusu sardı her yanımı. Korktum sen ölünce Berkin, dehşetli korktum. Yaşımdan utandım, yaşadığım yıllardan utandım ve küçücük bir bedeni ayağa kaldıramadığımızdan kahroldum.
Sözlerin artık bir anlamı yok Berkin, biliyorum. Yeni yaşına girdiğinde “biraz daha büyüdü, artık kalkacak yaşa geldi,” diye sevinmiştik bile. Şakası bile hoştu senin kalkacağın gün neler yapacağımızı anlatmanın. Ama olmadı, ölüm seni kör karanlıklarda değil, sabahın kör ışığında yakaladı.
Biliyor musun Berkin, bundan böyle resmin her tarafı süsleyecek. Bu, seni öldürenlerin bir saniye bile aklından çıkmayacağı kabus olacak. Hepimiz senin o melek yüzünü, koca gözlerini, kapkara kaşlarını yücelteceğiz, yüreğimize yerleştireceğiz. Yedi Haziran şehidi verdi gençlik, en genci, en habersizi, en oyun çağında olanı sendin Berkin ve sen sekizinci oldun. Cebine tabanca bile koyabilirlerdi bunlar Berkin, tutanak tutmuşlardı üzerinde bomba bulundu diye. Daha Jules Verne’i, Küçük Prens’i, Pollyanna’yı bile okumadan seni terör örgütü üyesi yapmışlardı. Uyansan sorguya çekeceklerdi, inan.
Seni öldürenler mutlaka hesap verecekler Berkin, bundan kuşkun olmasın. Mutlaka. Bugünlerde olmasa da yarınlarda ortaya çıkacaktır seni öldürenler. Yürekleri daralacaktır, çocuklarını sevemeyeceklerdir, aynaya baktıklarında çünkü sen onlara bakacaksın aynalarından Berkin, hep seni görecekler ve bir gün ölümü özlediklerini hissedecekler.
Böylesi bir kahır bekliyor onları, ama sen göremeyeceksin yazık ki.
Bu ülkenin yüreğinde insan sevgisi olanları seni asla unutmayacak Berkin, asla! Sen hepimizin çocuğuydun, uyanmanı bekledik uyanmayacağını bile bile. Umut hep vardı, kendini saklamış da olsa, hep vardı.
Artık söyleyecek söz bulamıyorum Berkin, sadece utanıyorum. Başkaları adına utanmanın ne demek olduğunu bilecek kadar büyüyemedin ne yazık ki.
Söz bitti Berkin, yazacak kelime kalmadı.

Mümtaz İdil