30 Kasım 2009 Pazartesi

KÖKSAL YİNE KÖKSAL'LIĞINI YAPTI

Bu yılın başlarında, Gürer Aykal ile el ele tutuşup, o zamanki TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın makamına çıktık.
Köksal Toptan Zonguldak’tan, aynı liseden mezun olduğumuz bir “hemşehrilim” sayılır, ama bu beni “huzura kabul” için yeterli değildi.
Güvenoyu alamamış bir hükümetin Kültür Bakanı olarak on beş gün kadar bakanlığımı da yaptı, ama o da yetmezdi.
Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli müzik adamlarından biri olduğu ve Köksal Toptan da dahil, bir çok insanın tanıdığı Gürer Aykal sayesinde huzura kabul edildim.
Konumuz da müzik ağırlıklıydı.
Elimde tek sayfalık bir projeyle karşısına çıktım Köksal Toptan’ın. Gürer Aykal da bana destek verdi.
Konu çok basitti: Mandolin kurslarını ve eğitimini ilk ve orta eğitimde yeniden canlandırmak.
Türkiye, tüm cumhuriyet kazanımlarında yaptığı doğru işler gibi, orta öğretimde müzik eğitimi için çalgı olarak mandolini tercih ettiğinde, çok doğru bir iş yapmıştı.
Sonradan bu, ticari nedenlerden yön değiştirdi. Önce melodika gibi saçma sapan bir müzik aletine kaydırıldı eğitim, ardından da blok flüt saçmalığına.
Müzik aletlerini küçümsemek için bu “sıfatları” yakıştırmıyorum. Melodika da blok flüt de, çok sesli müzik eğitimi söz konusu olduğunda, mandolinin yanında yaya kalırlar.
Mandolin orkestrası denilen bir olgu var dünyada.
Viyolonsel sanatçısı Gülören Cangal yeniden mandolin eğitiminin yaygınlaşması için çabalarken, mandolin dükkanı olduğu için yapmıyordu bunu. Proje onun fikriydi. Bizimkisi bunu Köksal Toptan’a anlatabilmekti.
Anlatamadık tabii ki...
Önce müfredat değişikliği falan devreye girdi.
Sonra bizi, o zamanki Milli Eğitim Bakanı olan Hüseyin Çelik ile görüştürmeye söz verdi.
Sekreterine de haber bıraktık.
Ama bir daha görüşmek mümkün olmadı.
Yani haksız da sayılmazdı yani koskoca TBMM eski Başkanı Köksal Toptan...
Memlekette bu kadar çok sorun varken, pragmatik çözümler de masanın üzerine yığılmış dururken...
Başkanlık seçimlerine de birkaç ay varken...
Olur muydu yani mandolin kursuyla uğraşmak?
Bir proje daha sıkıştırmıştım araya: 23 Nisan Çoçuk Bayramı için tüm Türkiye’de bir öykü yarışması düzenlenmesi. İl birincilerinin seçilmesi ve Ankara’ya davet edilmesi. Göstermelik TBMM toplantısının bu öğrencilerle yapılması, illerin arasından ilk üçe girenin de TBMM’de bir konuşma yapması...
Bu proje de güme gitti.
Gürer Aykal’ın ve sekreterlerinin önünde “söz” veren Köksal Toptan, bu projenin de “memleket” yararına olmadığını düşündü ki, görüşmedi.
Mandolin projesi gerçekten çok önemli bir projeydi. Bu, bir zamanlar çok önemli atılımlar yapan, çağdaşlık düzeyini yakalamakta dev adımlar atan Türkiye’nin projelerinden biriydi ve yeniden hayata geçmesi de çocuklarımız ve geleceğimiz açısından önemliydi.
Olmadı...
Olacağı da yok.
Geçenlerde bir özel televizyon kanalında Sedat Ergin’in Şevval Sam ile yaptığı söyleşi sırasında Ergin’i dinlerken bu konu aklıma geldi.
Sedat Ergin’i bilirsiniz, müzisyen yanı çok güçlü bir gazetecidir. Orkestrası vardır, Woody Allen gibi tutkuyla bağlıdır çaldığı enstrümanlara. Kendi deyimiyle “maymun iştahlıdır” ve asla bir “virtüöz” olamamıştır, ama müthiş bir müzik duyarlılığı ve müziğe saygısı vardır.
Bunu, onu dinlediğiniz zaman hisseder ve görürsünüz.
Yüzüne, çaldığı enstrümanın ezgilerini yansıtan bir ustadır.
Ve işin güzel tarafı, mandolin geleneğinden yetişmiştir.
Ona bu günleri gösteren, mandolin ile tanışmasıdır. Melodika veya modern çobanımızın kavalı blok flüt değil...
Politikacıların günahları kendine... Ülkenin müzik rayına makas döşemek için mi, yoksa elde stoklar halinde kalan melodikaları piyasaya sürmek için mi bilinmez, mandolini bırakıp da nefeslilere geçmeleri “müzisyen” yelpazemize bir yığın “sakatlar” yetiştirmiştir.
Dikkat edilirse eğer, son yarım asırın politikaları hep pragmatik sonuçlar üzerinden yola çıkarak, ayrıntıları güncel olmadığı için bir kenara itti.
Elli yıl önce doğanlara donları biçilirken, elli yıl sonra da aynı tartışmaların etrafında dolanılacağı biliniyordu.
Kasabımız kasaplıktan çıkarken “memleket meselelerinin” gölgesinde kaldığı için, bugün insanlıktan da çıktığı görüldü.
Yazarımız yazarlıktan çıkarken önemsenmediğinden, bugün çok satmanın çetelesiyle avunur oldu.
Sosyal bilimcimiz, sendikacımız, hocalarımız, memurlarımız hep memleket meselelerinin gölgesinden çıkamadıkları için, üç açmazın içinde açılım bekler oldular:
İş, aş ve gelecek...
Şimdi artık sorun bu.
Kim takar mandolini Allah aşkına?
A.Mümtaz İDİL
ahmetmumtazidil@gmail.com
Odatv.com
30.11.2009 12:59
 

15 Kasım 2009 Pazar

BÖYLE ANLAT İNANALIM CÜBBELİ HOCA

İnternette Einstein’in çocukluğundan bir bölüm aktaran mizansen dolaşıyor şu sıralar.
Belki sizin ileti kutunuza da düşmüştür.
Küçük Einstein’in de bulunduğu bir sınıfta öğretmen Tanrı ve kötülük kavramlarını anlatılıyor.
“Şimdi size kanıtlayacağım,” diyor kara tahtanın önünde.
“Eğer Tanrı varsa kötülük onun özelliklerinden biridir. Tanrı yaratılmış her şeyi yaratandır, öyle değil mi? Eğer Tanrı herşeyi yaratmışsa, kötülüğü de o yaratmıştır. Bu da demek oluyor ki, Tanrı kötü de olabilmektedir.”
Aslında, kurnazca cevapları iletebilmek için Aristo mantığından hareketle kurgulanmış bir “zarf” yaklaşım...
Einstein söz istiyor:
“Soğuk gerçekte var mıdır efendim?”
“Bu ne biçim soru? Elbette vardır. Sen hiç soğukta bulunmadın mı?”
“Aslında efendim, soğuk diye bir şey yoktur. Fizik kanunlarına göre, gerçekte bize soğuğu düşündüren şey ısının yokluğudur.”
Küçük Einstein durmuyor:
“Efendim, gerçekte karanlık diye bir şey var mıdır?”
“Tabii ki vardır.”
“Yanılıyorsunuz. Karanlık da, soğuk gibi gerçekte olmayan bir kavramdır. Karanlık aslında ışığın yokluğudur. Işık üzerinde çalışabileceğimiz bir konudur, ama karanlık değil. Kötülük yoktur. Tıpkı soğuk ve karanlık gibi...”
Ve ekler Einstein: “Tanrı kötülüğü yaratmadı. Kötülük bir insanın kalbinde Tanrı sevgisi olmadan gerçekleştirdiği şeylerden ibarettir.”
Cübbeli, cüppesiz tüm hocaların bu mantığı ezberlemesi gerek.
Yalnızca onların mı?
“Savaş sona ersin, analar ağlamasın, çocuklarımız ölmesin,” diyen açılımcıların da ezberlemesi gerek.
Einstein’e bir kez de biz anlattıralım aynı mantıkla:
“Gerçekte barış diye bir şey yoktur efendim. Tıpkı soğuk gibi, karanlık gibi, kötülük gibi... Barış, savaşın olmadığı durumdur. Savaş üzerinde çalışacağımız, yaratacağımız bir konudur. Bize barışı hatırlatan savaşın kendisidir.”

A.Mümtaz İDİL
Odatv.com
15.11.2009 12:00

10 Kasım 2009 Salı

ANITKABİR'İN TAŞINMASI KİMSENİN AKLINA GELDİ Mİ

AKP, mızrağı hep atabildiği en ileri noktaya atıyor.
Ne demek mi bu?
Şu demek:
Ülkede “tabu” kabul edilen bazı konularda öylesine uç noktalarda öneriler getiriyor ki, ortalık bir anda toz duman oluyor. Mustafa Kemal’in bıraktığı mirasa sıkı sıkıya bağlı kesimi bir kenara bırakın, bu ülkenin “suya sabuna karışmayan” vatandaşlarını bile koltuklarından zıplatacak bir öneriyi şu veya bu şekilde ortaya atıyor.
Mümtazer “Kürtöne”nin Abdullah Öcalan’a “paşalık” önermesi gibi...
Bir de bakıyorsunuz ki, Abdullah Öcalan’ın “affı” gündeme geliyor.
Ne diyor o zaman muhalefet?
“Yahu adamı az kaldı paşa yapacaklardı, onu önledik!”
Bu, basketbol topu yerine karpuzla çalışmak gibi bir şey...
On dakika sonra basketbol topunu elinize aldığınızda, nasıl da “hafif” gelir.
Son Recep Tayyip Erdoğan’ın bir televizyon kanalında yaptığı konuşma: “Ölenle ölünmez...”
Deccal demenin 21. Yüzyıl versiyonudur bu.
Vatan gazetesinden Mustafa Mutlu bile bu tuzağa düşüyor ve farkında olmadan bugünkü yazısında Atatürk ile Recep Tayyip Erdoğan’ı karşılaştırıyor...
Fark ettiniz mi?
Türbanlı öğrencileri üniversitelere sokabilmek için her yolu denedi AKP. Yasa değişikliğini tek başına halledemedi belki, ama kendini bu uğurda feda edecek bazı adamlarına, “Türbanın okullarda serbest bırakılması yetmez, resmi dairelerde, tüm kamu alanlarında serbest olmalı,” cümlesini söyletti.
Bu durumda, muhalefet yine savunmasını hazırlamıştı: “Yahu adamlar tüm kamu alanlarında türbanı serbest bırakmaya niyetliydiler, okullarda serbest bırakmakla bunu önledik.”
Laiklik tartışmalarının en hararetli olduğu dönemde, şimdi başbakan yardımcısı olan, o sıralarda ise meclis başkanlığı görevini yürüten Arınç, “laikliğin yeniden tanımlanması gerektiğini” söylemedi mi?
Ne oldu o zaman? Anayasa’nın “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddelerinden birinin kapısı çalınmadı mı?
Laiklik tanımı değişmeli, salvosundan, “tartışılabilir” noktasına çekilmesi ise yine muhalefetin başarısı mı oldu şimdi?
En büyük gelirlerinden birini “sigara ve içki” satışlarından elde eden bir hükümetin “içki ve sigara yasağı” getirmesi size akıllıca geliyor mu?
Ama yine mızrağı gücünün yettiği en ileri noktaya fırlatan AKP, gündemi meşgul etmek yanında sigara ve içki satışlarında cumhuriyet tarihinin en yüksek noktalarına ulaşan bir Türkiye tablosu ortaya çıkarmadı mı?
Tarikatları, zaviyeleri, dergahları gündemden düşürmeye çalışan AKP hükümetinin “dernekler ve vakıflar yasalarında” yaptığı değişikliklerle her istediği derneği bir “odak” haline getirmesi sizce nasıl açıklanabilir?
Kapanıyor, işlevsiz hale getirilyor diye düşünülen tüm “din kaynaklı” odaklar, birer dernek haline getirilmedi mi?
Yasallaşmadı mı?
Bu ülkenin “ilerici”leri ve muhalefeti için Boğaz kıyısında şarap içmekle bu işin çözümlendiği izlenimi yaratılmadı mı?
İçki sorunu halledildi, yasaklar kalktı denirken, “zulalar” şişelerle doldurulmadı mı?
Her “sol eğilimli”, “ulusal birlik eğilimli” yazar, askerle ilgili bir yazı yazarken, “aslında beni herkes bilir, bilmem kaç yıldır yazı yazarım ve hep darbeye karşı olmuşumdur,” diye yazısına başlamak ihtiyacı duyuyor mu, duyuyor.
Ortada bir “darbe” tehlikesi yokken, “asker” dendiğinde “darbe” akla gelmesini bu hükümet nasıl yarattı dersiniz?
12 Eylül gibi alçakça bir darbenin rantını, bunun bedelini çekmiş bir yığın ilerici insanın yemesi beklenirken, bu kadar güzel böylesine kurnazca kullanılması mızrağın ne güçle ileriye fırlatıldığını bize anlatmıyor mu?
Televizyon programlarından bazılarındaki komiklikler gibi Türkiye’nin hali: Konuşmacılardan biri Türkiye’deki medyanın “pespayeliğinden” söz etme cüretini gösteriyor, ama hemen o anda yanı başında bulunan katılımcı gazetecilere dönüp, “sizi tenzih ederim,” şaklabanlığına giriyor.
Her iki laftan birinde Türkiye’nin bir “hukuk devleti” olduğunu söyleyen hükümet, en çok da hukuk üzerinde oynamıyor mu?
Dokunulmazlıkların kaldırılması gündeme geldiğinde ve AKP daha henüz yolun başındayken, “Türkiye’deki hukuk sistemine, yargıya güvenmediğini,” söyleyen bu hükümet değil miydi?
Mustafa Kemal’i anma törenlerinin “gereksizliğini” vurgulayan belediye başkanları, elindeki mızrakla dolaşan hükümet neferleri değil miydi?
“Misak-ı milli” sınırlarını “küreselleşen Avrupa’daki sınırların kaldırılması müfredatına bağlayanlar, şimdi “Kürt açılımı” diye başladıkları hareketin tüm etnik gruplara yaygınlaştırılması tuzağına Türkiye’nin “aydınlarını ve muhalefetini” sokmadılar mı?
Bir zamanlar ortaya attıkları “yerel yönetimlerin yetkisini” artırma girişimine şiddetle karşı çıkılmasıya geri adım atıyormuş görünen hükümet, şimdi bunu dillendirdiğinde “ehveni şer” olmuyor mu?
“Bunların amacı Türkiye’yi bölmek, hiç olmazsa yerel yönetimlerle bu işi kurtardık,” zaferinin arkasına sığınmıyor mu muhalefet?
YÖK’ü eleştiren, anti demokratik bulan binlerce öğretim üyesi ve öğrenciyi bir anda amansız “YÖK savunucusu” haline getiren bu hükümet, istediği değişikliği hafif hafif kaynatarak yerine getirmedi mi?
İlk söyleminde söylediğinde aldığı tepkilerle geri adım atıyormuş gibi yapıp, son aşamada herkesle birlikte ilk söylediği noktaya ulaştığını çaktırmadan yapmadı mı?
Yargının bağımsızlığını her fırsatta dilinden düşürmediği halde, yargıyı göbekten “memurlaştırmadı” mı?
Bu on kasım itibariyle söylemeden edemeyeceğim:
“Ziyaretçilerin fazlalaşması ve Atatürk’e olan saygının kitlelerce daha fazla gösterilmesinin kolaylaştırılması amacıyla, Anıtkabir’in şehir dışında bir yerlere taşınmasının uygun olacağını,” söylese bu hükümet, inanın önce ortalık ayağa kalkacaktır, ama torunlarımız Atatürk’ün mezarını Polatlı’dan birkaç kilometre geride bulacaktır.
İnanın bu böyle.
Akıllarına gelmemiştir,
Şimdilik...

A.Mümtaz İDİL
Odatv.com
10.11.2009 00:00

7 Kasım 2009 Cumartesi

BUNLARIN ÇORUM'DA OLDUĞUNA KİMSE İNANMAZ

Tufan Türenç, dünkü Hürriyet gazetesindeki yazısını “sanatçılar duyarlılığı”nın bir başka boyutuna ayırmış.
Önemli bir yazı. Çünkü yazının bir yerinde şöyle diyor Türenç: “Ben sanatçıların, laik demokratik cumhuriyetin ve kazanımlarının,  Atatürk  aydınlanmasının savunucusu olması gerektiğine inanıyorum.
 Çünkü Atatürk’e en çok onların borçlu olduğunu biliyorum.”
Konu, Gürer Aykal şefliğinde Borusan Filarmoni Orkestrası’nın geçen haftaki konserinde cep telefonunun çalmasıyla ve buna Gürer Aykal’ın verdiği tepkiyle başlıyor, ama “duyarlılığın” boyutları kısa köşe yazısında bu ölçünün çok daha üzerine çıkıyor.
Gürer Aykal’ın başına Çorum’da da benzer bir olay gelmişti. Borusan oda orkestrası ile henüz çalmaya başlamıştı ki, bir kamereman kaz adımlarıyla protokol sırasının önünden geçip, çekimini yapmaya kalkışmıştı.
O zaman Gürer Aykal konseri kesmedi. Asker adımlarla yürüyen kamereman sol tarafına geçince, ona doğru dönüp sağ eliyle orkestrayı idare ederken, sol eliyle de “ne oluyor?” anlamında bir işaret yapmıştı.
Tabii kamereman sessizce dışarı alınmıştı.
Çorum izleyicisi muhteşemdir. Beş yıla yakın süre içinde bir kez, yine Gürer Aykal yönetimindeki Borusan konserinde cep telefonu çalmış, ancak Gürer Aykal konseri kesmemişti. Çorum Haber gazetesinden Tugay Afat dayanamayıp fırlamış ve “Kendini bu kadar önemsiyorsan burada işin ne kardeşim!” diye bağırmıştı.
Gürer Aykal, son Çorum konserinde izleyicilere Vivaldi’nin “Dört Mevsim” eserini açıklayarak icra etmişti. Rüzgar sesinin nasıl çıktığını, kış mevsiminin gelişini, kuşların cıvıltısını hangi enstrümanın çıkarttığını, bahar coşkusunda hangi enstrümanların devreye girdiğini vb...
Sonra da, izleyicilerin “nerede alkışlayıp, hangi arada susmaları gerektiğini” açıklamıştı. Eseri icra ederken de, alkış beklenen yerde çubuğu ile işaret verip, “işte burada alkışlayacaksınız”, mesajı vermişti.
Konser sonunda da, “Bu yazılı bir kural değil. Arada da alkışlarsanız neden alkışlıyorsunuz demez, memnun bile oluruz,” diye oradakilerin gönlünü almıştı.
Buraya kadarı Tufan Türenç’in yazısına eklemlenen bir anı...
Ama Anadolu’yu gezen “sorumlu ve duyarlı” sanatçılar bilir ki, en dingin ve saygı duyulan konserlerini buralarda vermişlerdir.
Yine Ahmet Kanneci’nin Rodriguez’in gitar konçertosunu seslendirdiği bir Çorum konserinde, konser öncesinde kayıt yapıldığı belirtildiğinden, konserde hiç kimse Kanneci’yi alkışlamamıştı. Hatta konser bittiğinde bile...
Bu yüzden de zavallı Ahmet, “bis” parçası denilen “istek” bölümüne bile çıkamamış, seyirciyi ikinci kez selamlayamamış, çiçeğini alıp ön sıralardaki bayan kemancılardan birine verememişti...
Bu tür sorunların çoğu, artık konsere doymuş büyük kentlerde, özellikle de İstanbul’da olabiliyor. Gerçekten “kendini önemseyen” bazı kişiler, telefonlarını kapatmayı ya unutuyor ya da göze alamıyor.
Zaten konsere de “görünmek” için geliyor böyleleri.
Hani “müzikten anlıyor” desinler diye...
Değilse cep telefonunun işi ne konserde?..
Ama Tufan Türenç’in yazısında asıl değinmek istediği nokta sanatçıların toplumun öncüleri olduğu vurgusu.
Atatürk’e en çok borçlu olanların o olduğunu söylerken, bu borcun en fazla farkında olan kesimin bu “sanatçılar” olduğunu belirtiyor kuşkusuz.
Fazıl Say’ın, Gürer Aykal’ın, Suna Kan, Ayşegül Sarıca, Hande Dalkılıç, Ayla Erduran, Bedri Baykam, Dinçer Sümer, Rengim Gökmen, Lemi Bilgin, Rüştü Asyalı... Ne bileyim, daha yüzlerce Cumhuriyet sanatçısının “reyting” canavarı ile ne ilgileri olabilir ki?
İzleyicinin bir sayı fazlalaşması bile onlar için mutluluk.
Sergilerin “kokteylsiz” dolaşılması, tiyatro salonlarının tüm “çağdışılık” suçlamalarına karşın tıklım tıklım dolması onların reytingi bu.
Araya da reklam alamadıklarına göre...
Şuna herkesin inanması gerek: Tufan Türenç’in de yer darlığı nedeniyle olsa gerek adını sayamadığı yüzlerce sanatçı Anadolu’ya  yayılıp da sanatlarını icra ederken herhangi bir “süper ağırlanma veya ücret” talep etmiyorlar.
Güncelliği en üst sıralarda dolaşan “popülüst” sanatçıları bu yörelere ya bir “ağanın” elini öperek getirebilirsiniz ya da “fahiş” fiyatla bilet satarak.
En sıradanı kapıyı 20 bin dolardan açıyor çünkü...
Beş yıldızlı otel şartı (sanki her yerde olmak zorundaymış gibi), odada ithal viski veya benzeri birkaç içki, altına mutlaka şoförlü araba (ekipse tercihan Volkswagen veya Mercedes minübüs), kuş sütü eksik olmayan sofralar...
Borusan boğaz tokluğuna gelmişti Çorum’a
Gürer Aykal kendi arabasıyla.
Ayla Erduran, Ayşegül Sarıca, rahmetli Ömer Umar Vali Atıl Üzelgün’ün makam otosuyla.
Erden Bilgen, Gülören-Doğan Cangal çifti kendi olanaklarıyla.
Michel Margan, eşi ve Suna Kan belediyenin binek otosuyla.
Böyle doluşmuşlardı Çorum’a.
Bir daha asla bir araya gelemeyecek bir ekip olarak boy göstermişlerdi Çorum Devlet Tiyatrosu Sahnesi’nde.
Mavi Ocak tesislerinde kocaman bir resimleri var, isteyen görür.
Medya çok sonra haberdar oldu bu gelişlerden.
O sırada çok önemli konserler vardı çünkü İstanbul’da...
Biletler kapış kapıştı.
Ne yapsındı geleceğin “sanat kurucusu” kültür muhabirleri...
Parasız doktor muayenesinin bile işe yaramadığı, para vermeden muyane olamayacağına inanan bir kuşağın, para vermeden konser dinlemesi de abesle iştigal değil mi?
Her şeyin bir “bedeli” olduğundan, “herkesin bir bedeli” aşamasına nasıl geldik?
Tufan Türenç’e teşekkür etmek gerek.

A.Mümtaz İDİL
Odatv.com
07.11.2009 12:00

BÖYLE SANATÇI DUYARLILIĞI OLMAZ OLSUN

Amerikalı şarkıcı Joan Baez, yıllar önce Ankara hipodrom alanında (şimdi artık hipodrom falan değil, 12 Eylül’ün diktiği tuhaf bir bina ile terkedilmiş izlenimi veren sağlıksız bir mekan) verdiği konserde, Güney Afrikalı devrimci Steve Biko’ya adanmış şarkısını söylerken, tam da o sıralarda Emniyet Genel Müdürlüğü, şimdi Ankara Emniyet Müdürlüğü olan binaya doğru dönüp duruyordu. Sanki o binadan kaç tane Biko geçtiğini bilir gibiydi.
Biko’yu çoğu insan “Cry Freedom” filmiyle tanıdı. Afrika’nın bu romantik devrimcisi, karakolda işkence altında öldüğünde, tüm dünyada simge oluyordu. En önemli özelliği, hırçın ve acımasız değil, tersine romantik bir devrimci olmasıydı.
Protest müziğin Bob Dylan ile birlikte en büyüklerinden biri olan Joan Baez ise Biko’yu seslendirirken şarkıya devrimcinin tüm romantizmini yayıyordu sanki.
Biko hep akıllarda kalıyordu böylelikle.
Müziğin evrensel “devrimciliği”nin bir parçası olarak Ankara semalarında asılı kalıyordu.
Joan Baez ile birlikte de çalışmış olan ve ondan bir adım daha önde bir devrimci tavır gösteren Mercedes Sosa, 4 Ekim 2009’da böbrek yetmezliğinden öldü.
Sosa, benzersiz sesiyle yalnızca ülkesi Arjantin’de değil, tüm dünyada büyük isim yapmış bir şarkıcıydı.
Kendi deyişiyle bu ününü yalnızca şarkı söylediği için değil, düşündüğü için de kazandı. Düşünmeyi önemsediği için. İnsanları ve adaletsizlikleri düşündüğü için.
Sosa, bu şekilde düşündüğü için de kaderine razı olduğunu belirtmişti.
Dünyada en çok bilinen şarkısı, “Teşekkürler Hayat (Gracia de la vida)” durgun satranç tahtası üzerindeki müthiş potansiyel gibi, insanın tüylerini diken diken eden bir parça olarak kayıtlara geçti.
Öyle ki, yalnızca Arjantin’de değil, tüm dünyada başta ezilen kadınlar olmak üzere, tutsaklar, yoksullar, devrimciler, isyancılar tarafından eylemlerde slogan olarak söylendi.
Tıpkı Afrika kökenli ezilen kara derililerin ünlü şarkısı “We Shall Over Come” gibi.
Joan Baez, Paul Robson, Victor Hara gibi sosyal içerikli şarkılarıyla bir anda tüm dünyanın gözdesi oldu. Bunda, kusursuz sesinin de çok büyük etkisi vardı tabii ki.
Şarkılar, şiirden beslendiğinde ve “populist” yaklaşım gözetmediğinde, dünyanın en etkili iletişim aracı olma özelliğine her zaman sahipti.
Bu etkinin bir de görsellikle süslenmesi, etkiyi birkaç katına kadar çıkarıyordu.
Şimdinin “klip” çabalarının özünde bu yatıyor.
Şarkıcı, içeriği kötü bir şiiri, ezgisi berbat bir “müzik” eşliğinde ve vurmalı sazlara ağırlık verip müziğe ritim kazandırarak kitleleri etkilemeye başladığında, bu “piyasaya” yönelik bir şarkı oluyordu.
Bir de görselliğe “erotizm” eklendiğinde, etki birkaç katına çıkabiliyordu.
Burada garip gibi görünen ama asla garip olmayan bir çelişki barınıyor:
Her iki durumda da, yani iyi bir şiir-çok sesli bir ezgi ve görsellik ile, sıradan sözler, tek sesli ve monoton bir ritim ve görsellik, aynı şekilde kitleler üzerinde etki yapabiliyor.
Buna Hegel şöyle yanıt veriyor:
“İlkel kulak eşlikli müzikten, katılabileceği müzikten hoşlanır.”
İlkel kulağı Hegel, asla bir hakaret anlamında kullanmıyor. Onun için eğitimsiz veya kalite karşılaştırması yapabileceği müzikler içinde bulunmamış kişilerin kulakları “ilkel” kulak tanımına giriyor.
İlkel komünal toplumların tamtam sesleriyle tüm sanatlarını icra etmeleri de buradan kaynaklanıyor.
Bir kez dinledikten sonra ıslıkla çalınabilen veya mırıldanması kolay olan müzikler, doğal olarak akılda kalıyor ve benimseniyor.
Oysa müzik bundan sonra başlayan bir etki yaratıyor. Hoş vakit geçirmek, kendinden geçmek veya yemek yerken sevgilinin gözlerine bakmak gibi bir amacın daha ötesinde amaçlar taşıyor.
Toplumsal bilincin harekete geçmesinde en büyük etken müzik olmasa, ne mehter marşları doğardı ne de askeri marşlar.
Savaşlarda müziğin büyük etkisinin olması ve insanları saldırı motivasyonuna getirmesi de bundan.
Öte yandan, işin çirkin tarafı savaşta müziğin kullanılması oldu.
Nazilerin Yahudileri fırınlara gönderirken klasik müzik çalmaları müzik tarihi için utanç olmadı elbette, çünkü müzik tarihi bununla anılmadı hiçbir zaman.
Tarih boyunca sanatçı duyarlılığı bu iki müzik türünden birini seçerek kendini gösterdi. Toplumsal olayları hicveden, yoksullara cesaret veren ve kitleleri harekete geçiren törensel müzikler hep mevcut iktidarlar için “tehlike” oluşturdu ve yok edilmeye çalışıldı.
Ancak uğraşılan şey öylesine soyut ve yakalanamaz bir “düşmandı” ki, asla engellenemedi.
Bu yüzden de müziği yok etme çabası yerine egemen iktidarlar müzik dinleme beğenisinin kanallarını değiştirme yoluna gittiler.
Her şeye boş vermeyi ön plana aldılar, bu dünyanın anlamsızlığını vurgulayan sözleri baş tacı ettiler, altın plaklarla ödüllendirdiler, sanatçıları “kral ve kraliçe” ilan ederek, tüketimi hızlandırdılar.
Sonuçta, müzik bir alışkanlıktı ve bu alışkanlığın iyi kullanılması halinde, protest veya devrimci içerikli müzikler piyasadan çabucak silinecekti.
Eskiler ise bir nostalji olarak kalacaktı.
Çok az sanatçı işin bu tarafındaki tehlikeye göğüs gerebildi.
Para, şöhret ve kısa yoldan “sınıf atlama” gözlerini kamaştırdı ve müziğin en “pespaye” türlerine imzalar atıldı.
Kontratlar yapıldı. Kaderciliğin yol gösterdiği, kendi yapamadığı işleri başkasına havale etmenin baş tacı edildiği ve belki de en karanlık olanı, “aşk” temasının bir feryada dönüştüğü müzikler pazarlandı.
Oysa müzik bir çaba işiydi, ama bu hep saklandı.
Müzik dinlemenin ciddi bir iş olduğu göz ardı edildi. Müzik dinlemek hep bir eğlence olarak algılandı.
Yalnızca müzik konusundaki sanatçı duyarlılığı da böyle insanların eline kaldı.
Yazılı sanatlardaki sanatçı duyarlılığı ise bir başka sefere...
Mercedes Sosa’yı bir kez daha anmış olalım, yeter.
A. Mümtaz İDİL
Odatv.com
07.11.2009 12:00


3 Kasım 2009 Salı

BU BELEDİYELER SİNEMA FESTİVALİNİ NEDEN KABUL ETMEDİ

Ankara Film Festivali’ni Mahmut Tali Öngören kurmuştu.
Bu düşüncesini, Sümer Sokak’taki Bilim ve Sanat dergisine getirip de İlhan Alkan’a açtığında, bir de ben vardım.
Bu yüzden de uzun süre “kurucu üye” sıfatını taşıdım.
Sonra da unutuldum.
Ahmet Boyacıoğlu tıp doktorudur ve Zonguldak’tan çocukluk arkadaşım.
O ve şimdi artık Uçan Süpürge’nin yönetiminde olan Sevna, bir yönetim kurulu sonrası Ankara Film Festivali’nden ayrılıp, Avrupa Filmleri Festivali’ni oluşturdular.
Yıllardır da bunu başarıyla yürütüyorlar.
Ankara Film Festivali amacından ve şöhretinden çok şey kaybederken, Avrupa Filmleri Festivali, biraz da Amerikan sinemasına alternatif olduğu için, daha büyük adımlarla çok daha büyük başarılara imza attı.
Sinemayı, insanların ayağına götürmesi daha “cazip” geldi.
Avrupa filmlerini tercih etmeleri de hoş karşılandı.  
Bu yıl iş biraz değişti. Son üç yıldır gösterime Kars’tan başlayan festival, 2009 Yerel Seçimi ile birlikte değişen yönetim yüzünden 4 Aralık’ta Ankara’dan başlamak zorunda kaldı. Kars, tüm taleplere rağmen AKP yönetiminin yeni kalelerinden biri olduğunu gösterdi ve bırakın sinema festivaline başlangıç gücünü vermeyi, daha sanatsal(!) bir etkinliğe kalkışıp kentteki heykelleri kaldırmaya başladı.
Festivalin baba ocağı sayılan Kars’tan, kentin tüm güzelliğine, halkın sinema sevgisine rağmen Festival Yönetimi yeni gözde il olarak Artvin’e karar verdi.
Artvin Belediyesi, gezici festivali daha önce de ağırlamış ve üç gün kentin güzelliklerini sinemaseverlerle ve konuk sanatçılarla paylaşmıştı.
Üstelik bu kez festivalin uluslararası bölümüne de ev sahipliği yapmayı üstlendi.

Bütün bunlar festival yönetiminin yoğun çalışmasıyla ve Urfa, Edirne, Antakya, Çanakkale gibi belediyelerin reddinden sonra, bir mucize gibi “imdada” yetişti.
Herkes ve özellikle de “sosyal demokrat” da olsa belediyeler, sivil toplum kuruluşları böyle etkinliklere yardım etmekten uzak duruyorlar.
Gerekçe olarak da “daha önemli işleri, Türkiye’nin bulunduğu tehlikeli dönemeci vb,” gösteriyorlar.
“Açlık, işsizlik” edebiyatının arkasına sığınılıyor.
Sonuçta; tiyatrodan, sinemadan genel olarak kültürden hiç “haz etmeyen” yandaş belediyeler “yan çizerken”, umut olduğu sanılan belediyeler de “yan çiziyor”.
Bırakınız gerekçeleri, sonuçta ikisi de yan çiziyor mu, çiziyor.
Merkez buna yine benzer gerekçelerle kayıtsız mı, kayıtsız.
Gezici festivalin ya da diğer adıyla Avrupa Filmleri Festivali’nin yaşaması desteğe bağlı...
“İşsizlik, açlık, asgari ücret...”
İyi de bunlar gökten zembille inmedi bu ülkenin başına.
Kültür denilen şeyi “aman sendecilik” yapan “demokrat” yönetimler baş sorumlusudur.
Faşistler neden adam öldürüyor, işkence yapıyor diye soramazsınız, doğası gereğidir.
Dinciler neden din devleti kurmak istiyor neden her yeri tapınma yerleriyle dolduruyor, neden dinsel kurslar açıyor diye de soramazsınız, doğası gereğidir.
Sosyal demokrat dediğimiz “güruhun” da kültüre ağırlık vermesi gerekmez mi? Değilse, o zaman da doğası gereği değildir.
Değilse, sosyal demokrat falan da değildir.
Gezici festival bu yıl da yollara düşecek.
Bazı şeyler değişiyor tabii...
İzleyiciye sinemayı götürmenin cazibesi de kalmadı.
Başka cazibeler gerekiyor.
Bir ara sanatçıları götürmek çok büyük sükse yapmıştı.
Yönetimin işi zor.
Ama yine de yollardalar.
Başarılar dilemek ve belki de arada bir bu sayfalarda haberlerini yapmak bir “nebze” onlara destek olur.

A.Mümtaz İDİL
Odatv.com
03.11.2009 12:00

Not:

Bir iki basit açıklama:

Said-i Nursi ve Rasputin için “zeka”dan söz etmiş olmam, zekanın tarifiyle ilgili bir konudur. İyi piyano çalmak da zekadır bence. Asıl vurgulamak istediğim ise, bir insanı yok saymak ona en büyük desteği vermektir.
Rasputin ile ilgili bana bazı notlar gönderen (ve kızan) yorumculara yanıtım, Rasputin ile ilgili tek kitabın bana ait olduğunu hatırlatmaktır.
Tıpkı bir yorumcunun bana Puşkin’in Çar tarafından öldürülmeyip, bir basit kıskançlık düellosunda öldüğünü hatırlatması gibi. Oysa, düello D’Anthes denilen bir “düello” uzmanıyla yapılmıştır ve Puşkin’in hiç şansı yoktur. Bir kurmaca düellodur o. Puşkin’in yakın dostu Lermontov (ki o daha da genç öldü), “Smert Paet (Şair Öldü)” şiirinde bu komployu anlatır.
Zaten Puşkin de DTCF Rus Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirme tezimdir.
Memuriyet anıları, her gün “ihbar mektubu, ıslak imza, liboşlar vb,” gibi haberlerden biraz uzaklaşmak içindir.

M.İ.