21 Eylül 2011 Çarşamba

MÜMTAZ İDİL: OLMADI SAYIN CUMHURBAŞKANIM

Benim dilim sürçebilir.
Sıradan bir insanım. Seslendiğim insanlar sınırlı. Arada kaynar gider, ama sizin diliniz sürçemez. Söylediklerinizin her kelimesini tartarak söylemek zorundasınız. Düşünerek ve bilerek...
Bu yüzden yanınızda onlarca danışman bulunuyor.
Ankara’daki patlama gündemi allak bullak etti. Almanya’dan yaptığınız açıklama ise tuzu biberi oldu Sayın Cumhurbaşkanım. Patlamada hayatını kaybedenlere başsağlığı dilediniz. Bilmem sizi bu konuda uyaran oldu mu?
“Patlamada hayatını kaybedenlere başsağlığı dilerim,” dediniz.
Ama Sezar’ın hakkını da vermek gerek. İstihbaratınız Başbakan’dan çok daha ileride. Dahası İçişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı’ndan da ileride... Her iki bakan da 15 yaralıda ısrar ederken, siz ta Almanya’dan ölenler olduğunu ilk haber veren oldunuz.
Hele Başbakan’ın istihbaratı tam anlamıyla sınıfta kaldı. New York’tan yaptığı açıklamada olayın henüz terör olayı olup olmadığının bilinmediğini söyledi.
Haksız da sayılmazdı belki. İçişleri Bakanı da, Ankara Valisi de ısrarla elinde tüp olan birinin sokağa tüpü fırlattığını söylüyorlardı. Öyle olmasını da çok istiyorlardı aslında. Nereden çıkmıştı bu terör belası şimdi? Değil mi ama?
Ne demek istedi böylelikle terör örgütü?
“Kandil’e kara harekâtı falan düşünmenize gerek yok. Kandil’i alıp da ne yapacaksınız? Biz burada, Ankara’nın göbeğindeyiz. TBMM’ye 200, Başbakanlığa 120 metre ötedeyiz. Davullu zurnalı Kandil çıkartmanız sizin olsun. Kandil’i alsanız ne olur almasanız ne olur. Biz Ankara’dayız…”
İşte bu mesajı ilettiler.
Bir mesaj da Obama ile görüşecek olan Başbakan Erdoğan’aydı: Obama ile bizimle ilgili pazarlığa sakın girme, gibisinden…
Şimdi Sayın Başbakan da sıkıntılı elbette. Terörün kentleri de saracağına ilişkin PKK’lılar, Başbakanlık-MİT-PKK görüşmesinde dile getirmişlerdi.
Ama ben yine de sizin sözlerinize takıldım Sayın Cumhurbaşkanım… Ülkenin en tepesindeki adam olarak biraz daha özen göstermeliydiniz sözlerinize.
Yüzünüzde alışkanlık haline gelen hafif tebessümü de her zaman kullanmamanız dileğiyle…

Mümtaz İdil
Odatv.com

21.09.2011 11:10

15 Eylül 2011 Perşembe

GÜNGÖR ABLA...

Hiç birimizle vedalaşamadı…
En önemlisi, hayat arkadaşıyla da vedalaşamadı. Sessiz, kendi halinde köşesinde ölüme terk edildi ve Güngör hanımı kaybettik.
Ölümü her canlı mutlaka bir gün tadacak, burası kesin; ama ölümün böylesi de içler acısı…
Herhalde her kapı çalınışında, evdeki her hareketlenmede Güngör abla ölüme bakan gözlerini biraz olsun çevirmeyi başarıp, kapıdan Doğan Yurdakul’u gireceğini beklemiştir. Bilincinin beyninden uçup gittiği anlarda bile, tek beklentisinin bu olduğuna eminim. Hayat arkadaşını bir kez, son kez de olsa bir kez daha görmek için beklemiş durmuştur.
Bir ölümlüye verilecek en büyük hediyeydi kocasını ona birkaç saatliğine de olsa bağışlamak.
Ama yapmadılar…
Kimse umursamadı. Oralı bile olmadılar.
Varıp sorsanız, “silahlı terör örgütü üyesi bir sanık, ne olur ne olmaz bakarsınız karısını öldürmeye kalkar,” türünden bir savunma bile getirebilirler.
Şimdi herhalde hiçbiri Doğan Yurdakul’un yerinde olmak istemez, ama olacaklar. Onlar da ölümü, yakınlarının ölümünü tadacaklar. Belki o zaman ağızlarında bir kinin hapı tadıyla şöyle bir yutkunacak ve sonsuzluğa bakacaklar. O sonsuzluk ki, herkesi bir gün bağrına basacaktır.
Müthiş dingin bir kadındı Güngör abla. Kendisiyle ve Doğan Yurdakul ile barışık bir hayat yaşadı. Doğan Yurdakul da onun için çırpındı durdu. Victor Hugo’nun yaşamının sonunda yakaladığı aşk gibi bir aşkı yakalamıştı ikisi de. Birbirlerine çok düşkündüler.
Ama görüşemediler, vedalaşamadılar.
Bu yazı yapısı gereği duygusal olmak zorunda, olay duygusal çünkü…
Bu yazı yapısı gereği kindar olmak zorunda, olay kin kokuyor çünkü…
Bu ne müthiş bir kindir ki, polis nezaretinde bile Doğan Yurdakul’un sevgili karısını görmesine izin vermediler.
Güngör abla “delil” miydi ki, Doğan Yurdakul onu gördüğünde delil karartacaktı?
Yoksa tabuta onunla birlikte girip, kaçmaya mı teşebbüs edecekti?
Neydi bu iki insanı birbiriyle kavuşturmadaki engel?
Yoksa ölüm bir şaka olarak mı görülmüştü? “Hadi canım sende, öleceği falan yok, bizi kandırıyorlar” diye mi düşündüler?
Ne düşündüklerinin artık zerre kadar önemi yok.
Doğan Yurdakul’u Silivri’den “derdestleyecekler”, sevgili karısını sol yolculuğuna uğurlayacak. O yorgun ve bitkin haliyle… Yasal hakkı olmasa, ona da izin vermeyecekler belki, ama bilmezler ki bu son buluşma buluşmaların en acısı olacak Doğan Yurdakul için.
Kim bilir, belki zevk bile alacaklar böylesi büyük bir acı yaşattıkları için, bilinmez. Ama insan artık bunu bile düşünebiliyor.
İş Moliere’in komedilerine dönüştü çoktan. Zehirli komedilere…
Doğan Yurdakul’a sabır dilemekten başka bir şey gelmeyecek kimsenin elinden. Sabır dilemekle de sabır yaratılmıyor olsa da…
Ne söylenebilir? Adalet kılıcıyla yalnızca mahkeme kapılarında dolaşmıyor, bunun korkusu sarsın buna sebep olanları…

Mümtaz İdil
Odatv.com

15.09.2011 11:03

13 Eylül 2011 Salı

SONER YALÇIN KİM OLUYOR DA BANA TALİMAT VERİYOR!

Hani Odatv'nin imtiyaz sahibi olursun, haklısın!..
Ben de sitenin bir elemanı, ne bileyim mesela Ankara Temsilcisi filan olurum, yine haklısın!..
Bunlar söz konusu olmadığı halde, yalnızca arkadaşız diye nasıl olur da bana talimat verirsin? Hem de “şunu yaz, bunu yazma” türünden tehlikeli talimatlar? Neyi yazıp neyi yazmayacağımı sana mı soracağım? Keyfim ne isterse onu yazarım. Bana talimat verebilmen için en azından sitenin genel yayın yönetmeni filan olman gerek.
Yıllar öncesinden bir arkadaşlığımız var. Aynı masalarda dirsek çürüttük, haber toplantılarına katıldık, ürettik. Ama bunlar bana talimat vermen için yeterli değil ki… O zaman benim de sana talimat vermem, verebilmem gerekir (ki vereceğim, merak etme).
Habercilik yapıyormuşuz, bir yayın kuruluşunun mutfağındaymışız falan filan, geç bunları sevgili kardeşim; sonuçta bana talimat verdin mi, ben onu bilir onu söylerim. İddianamede yazdığı gibi, sen bana nasıl talimat verirsin Soner Yalçın? Kim oluyorsun sen?
Sitenin sahibi falan mı?
Doğan Yurdakul kim oluyor? Genel yayın koordinatörü mü yoksa? Ya Barış Pehlivan?
Öyle, önüne gelenin talimat vereceği tiplerden biri değilim ben Soner Yalçın. Bu kez “yalçın” kayaya çarptın billahi… Neymiş o? “Mümtaz daha sık yazsın…”
Bak sen! Bir de doğrudan söylemiyorsun talimatını, dolandırıp başkasının üzerinden doğru iletiyorsun. Hele böyle olunca asla dinlemem seni Soner Yalçın, asla!
Benim şöyle yüce bir ilkem var Soner kardeşim: Kimseden talimat almam, almadım da. Bakma devlet memurluğu yaptığıma. O zaman bana verilen talimatlar zaten görevimdi. Onları saymıyorum. Gazetecilik mesleğinde de talimat almadım. Dışişleri Bakanlığı’na git dediler gittim, haberi yaz dediler yazdım, yazma dediler yazmadım; ama bunlar talimat değildi. Görevimdi.
Onlar da mı talimattı yoksa?
Ben talimat aldığımın farkında bile değildim Soner arkadaş, bana söylediler. “Sen talimat almışsın” dediler. Kulaklarıma, gözlerime inanamadım. Sevdiğim, saydığım bir arkadaşım beni kata-kulliye getirip talimat vermiş.
Oldu mu Soner Yalçın, yakıştı mı sana?
Şimdi de ben sana talimat veriyorum: “Hemen çık oradan!”

Mümtaz İdil

Odatv.com

13.09.2011 19:45

10 Eylül 2011 Cumartesi

14 ŞUBAT OPERASYONUNDAN SONRA ODATV'DE NELER YAŞANDI

14 Şubat 2011…
Sevgililer Günü…
Odatv’nin ağır topları Soner Yalçın, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu içeri alındı.
Odatv bir anda üç kolunu birden kaybetti. İşin en ağır yükünü çekenler bir anda ortadan kayboldu…
Söylemekten nefret ediyorum, ama hastalığım nedeniyle bir kanadım kırık çalışıyordum. Bir günüm, ertesi günüme benzemeden başlıyordu.
Kaptan köşkünde Doğan Yurdakul… En yakın yardımcısı adını bile o güne kadar duymadığım Şahin…
Sonra Fethi...
Ankara’da İklim Bayraktar…
Hani şu "ihanet eden sarışın…" Savunduğum için inanılmaz eleştiriler aldığım eski elemanım. Kimse de demedi ki, "herif en azından elemanını satmadı…" (birkaç kişiyi ayrı tutuyorum).
İstanbul…
Müthiş bir yoğunluk içinde çalışıyorlar… Ben ise iki büklüm onlara yetişmeye çalışıyorum…
Doğan Yurdakul tüm "haşmetiyle" ve amiralliğiyle siteyi yönetiyor. Şahin, Fethi ve İklim inanılmaz çalışıyorlar, ama arkada bir isim daha var: Murat… Teknik tamamen üzerinde ve bunalmış durumda. Duygu Yalçın, olmayan parayı yetiştirmeye çalışıyor… Herkes alarmda…
Doğan Yurdakul da, ben de çok iyi biliyoruz ki (yılların tecrübesi diyebilirsiniz) bizim kapımız da kısa süre sonra çalınacak. Ama yılmak yok, devam…
Arada Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan gibi iki emekçinin açığını kapatmaya çalışan Şahin ve Fethi var…
Ne Doğan Yurdakul tanır onları ne de ben, ama yazışarak tanışıyoruz ve emeklerine müthiş saygı duyuyoruz. Öyle zaman oluyor ki, Doğan Yurdakul bana, "İstanbul işi kavradı, daha da öteye geçti itiraz bile etmeye başladılar bazı şeylere," diye şaka yollu takılıyor.
Karanlık odalarda kapımızın çalınmasını bekliyoruz… Bugün, yarın, en kısa sürede…
Derken boşa çıkmıyor. 3 Mart Perşembe sabahı kapılarımız çalınıyor.
Odatv’den beş kurban daha…
Odatv üç kişiye kalıyor: Şahin¸ Fethi ve Murat.
Nihat Genç yazılarıyla devreye giriyor, ardından Hasan Vasfi Altay, Bülent Serim, Ali Rıza Aydın, Ahmet Müfit, Ahmet Yıldız ve birçokları. Ankara ekibi yine yazı ekibi olarak bayrağı elinde taşıyor.
Yazıların ayıklanması, okunması, düzeltilmesi vb, gerekiyor. Ama eleman yok. Bırakın yazı okumayı, yazıları değerlendirmeyi, sayfaya girecek eleman yok. Yorumlar üst üste. 21 sayfayı bulduğu oluyor, ama aktifleme şansı yok.
Tam o sırada yorumlara Ayşegül Cankurtaran giriyor. Tüm yüreğini koyuyor, varlığını arkamızda hissettiriyor. Korkmayan bir “arslan kadın”…
Hastalık nedeniyle tutuksuz yargılanmak üzere bırakılıyorum. Tüm çabalarıma rağmen tam olarak Odatv’nin kaptan köşküne oturamıyorum. Zaten kaptan köşkü de dolu: Şahin iş başında…
Fethi yanında, arada yorumlara da bakma nezaketini bile gösteren Murat da öbür yanında.
Derken, Yusuf Emre giriyor devreye… Müthiş hızlı ve akıllı bir şekilde kendini kabul ettiriyor.
Odatv ayakta ve kalitesinden hemen hiçbir şey yitirmeden hızla yayınına devam ediyor.
Yorumcularımız en büyük kalite göstergelerimiz: Uyarıyorlar arada bir bizi, çok imla hatası oluyor, başlık yanlış, burada yanlış bir haber girdiniz diye, hemen İstanbul büro devreye giriyor ve gerekeni yapıyor.
Böyle bir çalışma temposu içinde yaşandı Odatv’nin kolları ve kanatları kırıldıktan sonra… Kimse bilmez neler yaşandığını küçücük odalarda. Ne emekler harcandığını, ne uykusuz geceler geçtiğini…
Mısır hareketlenir, Odatv’de var, Cezayir… O da var… Libya, en iyisi…
Okurlarımız, okudukları haberin doğruluğuna bakarlar bir de yazılış biçimine… Hatalar varsa hemen bizi uyarırlar, ama hataları ayıklayacak kadar eleman olmadığını, zaman olmadığını bilmezler.
Bu süre içerisinde en tembelleri bendim.
Bunun için utanıyorum da…
Ama dört tane kapı gibi adam, tüm yüreğini koyarak bu işi ayakta tutuyor ve yürütüyor…
Ne ben yardımcı olabiliyorum gereğince onlara, ne de okurlarımız…
Haklılar, bilmiyorlar ki, saniyeler ile iş kotarılıyor kimi zaman.
Yüzde doksanı haksız biçimde içeri tıkılmış Odatv kadrosu işte bu güçlüklerle ayakta durmaya çalışıyor, alnının akıyla da duruyor zaten.
Bilesiniz istedim.

Mümtaz İdil
Odatv.com

10.09.2011 15:57