31 Temmuz 2010 Cumartesi

AYDINLAR BU GERÇEĞİN FARKINA MI VARDI?

Ülkesinin yetişmiş beynine “tahammül” edemeyenler, polis-asker koruması altında yaşamaya mahkûmdur.
Bu kural İdi Amin, Kaddafi, Marcos, Peron, Franco, Mussolini vb. dönemlerinde de böyleydi, şimdi de böyle devam ediyor.
Korumalar, birer yatak odası aksesuarına dönmüştür çoğu için. Ya da yol çizgilerine, ceket düğmesine, kaldırım taşlarına vb... İçinde yaşadığı toplumdan korkmaya başladıysa eğer liderler...
Onlarca, yüzlerce korumayla bir yerden, ötekine...
Bu artık “terörden” korkmayı aşmıştır; bu ciddi bir yok edilme korkusudur ve beynin içgüdüyü sakladığı “lob”dan değil de, zekâyı sakladığı “lob”dan gelir.
Bu yüzden de dikkate alınmak zorundadır.
İşte korkulan budur. Aydınlar kıpırdama başlamıştır. Düşman “nitelikli” hale dönüşmektedir.
Yandaş “aydınlar” dirençle karşılaştıklarını fark ederler.
Yandaşlar da az değildir elbet. Akıllı, donanımlı, iyi eğitimli, zeki... Ama ücretli...
Ancak, boş olan meydanda koşmaktaydılar; şimdi “duvar” çıkıyor karşılarına; sık olmasa da çıkıyor işte.
Bu hafta, yorumcularımızdan Dara Çolakoğlu’nun hakim karşısına çıkmasıyla hareketli geçti. Müthiş bir dayanışma örneği gösterildi. Onlarca yorum yazıldı, ama “kardeşim, sen de yorum yazmasaydın,” diyen çıkmadı.
Tahammülsüzlüğün sınırlarında dolaşan bir yönetimin, “tutabildiğine” gücünü gösterdiğinin farkındaydı okurlar, yorumcular.
Kimdi Dara Çolakoğlu?
Vatan gazetesinde yazdığı bir yorum nedeniyle hapis cezası alan, “eli kalem tutan”, boş zamanlarında yorum yazan bir vatandaş...
Öyle mi?
Hiç de değil. Robert Lisesi mezunu bir “elit(!)” Çolakoğlu, “berber” gibi yurt dışında okumuş, ama bunu “yakasına asıp” dolaşmamış. Viyana’da birlikte okuduğu memleketlileri dünyanın en ünlü üniversitelerine, Harvard’a, Princeton’a öğretim görevlisi olmuş...
Su içinde iki dili; ana dili gibi bilen bir “aydın” Dara Çolakoğlu...
Sınıf arkadaşlarından biri de jeolog Celal Şengör.
Dara Çolakoğlu’nu bir kenara koyalım şimdi, Celal Şengör’e bakalım:
O da “sakıncalı yorumcumuz” gibi Robert lisesini bitirdikten sonra, ABD, New York Albany üniversitesinde jeoloji okumuş. Aynı üniversitede doktora yaptıktan sonra, İTÜ Maden Fakültesi Jeoloji Kürsüsü’ne önce asistan olmuş, sonra sırasıyla doçent, profesör.
Birçok ödül -bunları google’da bulmak mümkün, sıralasak sayfaya sığmayacak çünkü benzer bir yığın Türk aydını gibi- aldı.
YÖK’e atanması AKP tarafından engellenmiş, vb...
Tipik bir “Türkiye aydını” portresi...
Dara Çolakoğlu gibi o da biraz sesini yükseltmek, ülkenin gidişinde aksak gördüğü noktalara değinmek istediğinde de; “dur kardeşim” denmiş; “Sen zelzele ile ilgilen...”
Fazıl Say’a, “sen müziğinle ilgilen,” dedikleri gibi yani.
Ama, demiş Şengör hoca, deprem olunca da siz konuşuyorsunuz...
Eh yani?
Sınıf arkadaşının başına gelenleri Odatv’den okuyunca da dayanamamış bir not yazmış Şengör hoca. Notu olduğu gibi buraya yazmanın doğru olmadığını düşündüğümden, özetliyorum:
Sevgili Dara, tek diyebileceğim aklına ve ellerine sağlık. Geçenlerde ben de ... gazetesine Çetin Doğan’ın tutuklanması üzerine bir yorum gönderdim, ‘hocam biliyorsun üzerimize geliyorlar,’ dendi... Midem bulanmadı desem yalan olur.
Celal Şengör yorumunda, şu sıralar dilden dile dolaşan en önemli konulardan birine değinmiş: Emile Zola’nın dönemin cumhurbaşkanına gönderdiği ünlü “Dreyfus Savunması” mektubuna...

Duygusal yazmış, haksızlıklara dayanamadığından dem vurmuş, Zola’nın “hislerine tercüman” olduğunu tekrarlamış... Yazmış...
Bilsinler ki, demiş yorumunun bir yerinde, bundan sonra iki elimiz yakalarında olacaktır. Bilsinler ki isimleri tarih kitaplarına Zola’nın tarihin çöplüğüne sürüklediği isimlerle birlikte geçecektir. Bilsinler ki, bu utanç ile artık millet içine çıkamayacaklardır...
Bak sen! Ne cür’et...
Nerede yaşıyorsunuz hocam?
Oysa bu vatansever bir haykırış, bir kaygı, elem ve içselleştirme isteğidir...
Üniversite diplomasının kendisine verebileceği en üst noktaya ulaşmış bir “aydın”ın, Zola’dan yola çıkarak haksızlığa suskun kalmaması gerektiğini söyleme dürtüsüdür.
Üstelik Zola’nın başına gelenleri de bilerek yapılan bir ayağa kalkma çabasıdır bu... “İnsanlara ancak ‘insan’ sıfatının yakıştığını millete gösterme” çabasıdır bu...
Sonuçta, korumaları beş katına, harcamaları on katına çıkarmakla, yasaları yerle bir etmekle, hukuk içinde hukuksuzluğun yollarını zorlamakla bu işlerin yürümeyeceğine inananların sesi yükseliyor.
Çetinel rumuzlu bir yorumcumuz yazmıştı: “Haydi Arkadaşlar hepimiz yorumlar yazarak sesimizi duyuralım. Hepimizi de yargılayıp içeri atamazlar ya!!!” diye.
Elbette, düşünce bazında kaldığı sürece bu dayanışma örneği güzel. Eleştirel yorumlara tahammül edildiği günler de gelecektir.
Ama bu ülkenin beklediği oluyor gibi artık: “Aydınlar” susmamak zorunda olduklarını anladılar.
Ya da bana öyle geliyor, ne bileyim...

Mümtaz İdil
Odatv.com
31.07.2010 12:00

24 Temmuz 2010 Cumartesi

"YAVŞAK" TARTIŞMASINA BEN DE GİRİYORUM

Fazıl Say, çok doğru olan bir sözü, yanlış kelimeyle ifade etti; yer yerinden oynadı.
Arabesk müziğin insanı“yavşattığı” kesin de, buna Fazıl Say “uyuşukluk” deseydi, çok daha az tepki alırdı. Oysa kastettiği tamamiyle uyuşukluktu.
E yani, yalan mı?
Bir “elit” nefretidir sürüp gidiyor. Biraz dilimize pelesenk ettiğimiz “çağdaş batı” uygarlığından söz edecek olursanız, yazınızda o kesimden örnekler verecek olursanız, hemen damga geliyor: “Bu ne batı hayranlığı, bu ne biçim elitlik,” diye.
Şöyle kafanızı bir kaldırıp da mağaza ve dükkan isimlerinde neredeyse tek bir Türkçe kelime bulamadığınız sokaklarda dolaşırken, tepki yok...
Ama Voltaire’den, Dostoyevski’den, Chopin’den, Dali’den dem vurduğunuzda, Teksas kovboylarının ellerindeki “bufallo” damgası gibi, damga hazır: “Hadi oradan elit!”Bir dakika durmak gerek. Yazısında, müziğinde, yarattığı eserinde kendisinden önce keşfedilmiş sulardan geçerek yeni bir eser yaratan kişi elit...
“Elize” pavyonunda malt viskisini yudumlayan, “kaderin kendisine çizdiği yolu, cebindeki iki paket Amerikan sigarasıyla tüketen,” vatansever...
Vatansever de demeyelim hadi, bu aralar o da “hakarete” giriyor... Liberal...
Fazıl Say’a saldırıların temelinde müzik bilmezlik, müziğe saygısızlık, müzik ile gürültü arasındaki farkı bilmemezlik... Ne ararsanız var.
Müzik yok.
“Yazık, sizi müzisyen sanmıştık,” demek kolay. Yavruları klasik müzik eğitimi alırken üstelik.
Niye müzisyen olmadığını, müziği hangi kriterlerle ölçtüğü yok...
Hem diyeceksin ki, “halkı yıllardır apolitik olmaya mahkum ettiler... 12 Eylül bu ülkede zaten yeni filizlenmiş kültürü de yok etti... Askerler tüm ülkenin iyiye yönelik her şeyini ortadan kaldırdı...” Hem de Hasan Mutlucan sabah hangi türküyle bizi uyandıracak diye radyo-televizyon açık uyursan, olmaz!
Zırva, dersin.
Eh, ben de zırva derim... Zırvada buluşuruz. Sonra?
Bırakın bir kenara Fazıl Say’ın Mozart sevgisini, Bethoveen hayranlığını, Chopin tutkusunu... Bunlar eğitimi sonucunda kendisine verilmiş “bilgiler”.
Ama Fazıl Say bunu bir adım aşarak, Dede Efendi’yi de çaldı. Nazım Hikmet Oratoryosu da besteledi...
Arabesk müzik denilen garabetin yapış yapış Ortadoğu uyuşukluğunu anlatan müzikle mücadele eden müziklerdi bunlar.
Bilirmisiniz ki, Mireille Mathieu adlı Fransız şarkıcının Fransızlar tarafından “arabesk” nitelendiğini? Hadi Enrico Macias’ı anlarım, Cezayir asıllı... Ama ille de Jack Brel diye niye Fransızların ter ter tepindiğini bilir misiniz? “If you go away”’in bestecisi olduğunu...Paul Anka’nın aranje ettiği, Frank Sinatra’nın dünyaya tanıttığı “I did it my way” şarkısının aslında “Comme d’habitude”den tırtıklandığını, Claude François ve Jacques Revaux tarafından bestelendiğini?
Elbette bilirsiniz.
Ne diyor çok satan bir gazetemizin çok okunan yazarı:
“Lütfen biri duruma el koysun ve Fazıl Say sadece müzik yapsın.
Başka ukalalıklara kalkışmasın.”
Bu kadarı da fazla artık!Bir insan bir konuda çok ama çok başarılı ise felsefe, siyaset, kadın erkek ilişkileri gibi konularda da ahkam kesmek, fetva vermek zorunda mı?”
Söyleyene bakın, bir de söyleyenin yaptıklarına...
Sanatçı ne yapacak efendim? Yalnızca müziği ile ilgilenecek, siyasete karışmayacak, halkın müzik beğenisine hiç dokunmayacak... Onlar yavaş yavaş müziği de, felsefeyi de, cinselliği de öğrenecek ve bu merdivenleri “ağır ağır” tırmanıp, Ayşe ablalarının Ahmet ağabeylerinin seviyesine gelecekler.
Yani şimdi konu başındaki elit kim?
Halk istiyor diye halka indiğini, onların beğenisi ile müzik ve her türlü sanatı icra ettiğini söyleyenler, kendi dünyalarında aynı zevksizliği göstermiyorlar.
Onlar için piyasa ve rant ile kendi kişisel dünyaları arasında aşılmaz bir “elit” duvar var.
Sonra siz böyle bir yazı yazıyor ve diyorsunuz ki, “beyefendiler, bu müzik sizi uyuşturuyor, bu kitaplar sizi bilgiden uzaklaştırıyor, bu inançlar sizi bilimden ayırıyor...”
Teksas mühürü hazır: “Elit...”
Abu Dabi’yi anlatırsın, geç. Cinselliğin suyunu çıkartırsın, geç. Müziğin ucuzunu yaparsın, geç. Romanı okunmaz hale getirirsin, geç. Bırakın Mozart’ı falan...
Bir Victor Hara’nız, Paul Robson’unuz var mı arabesk savunucuları?
Inti Illimani gibi bir grubunuz?
Neden yetişmiyor Aşık Veysel artık?
Niye Neşet Ertaş türünün son temsilcisi gibi dolaşıyor?

Eskiden müziği yalnızca “eğlence” olarak görenleri eleştirirdik, karşımıza şimdi “uyuşturanlar” çıktı...
Bütün bunların özünde yatan, “ucuz sanatla, parsayı toplamak”...
Müzikten bahsetmeyelim lütfen, müzik ciddi bir iştir.
Arabeskçilerin yaptığı kısa yoldan şöhret olmak. Okur yazarının bu kadar az olduğu, okurlarının da yazar olduğu bizim gibi toplumlarda, insanların kaçamayacakları sanat türü müzik ve dizi film olduğu için, daya gitsin...
Yiyorlar nasılsa...
Sonra birinin çıkıp da doğruyu söylediğinde, neden bu kadar şimşekleri üzerine çektiğini düşünün bir kere.
Adam müziği dinleyene “yavşak” demiyor ki...Dikkatli okuyun, üzerinize düşmeyen savunmalara da girmeyin.
Dünyanın tüm hareketli toplumlarında müzik devrimciliğin bayrağı olmuş, bizde niye uyuşukluğun sembolü onu düşünün.
Neden arabesk müziği topluma dayatanlar, “elit” isimli kafelerde ömür tüketiyorlar(!) bir bakın, sorun...
Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük müzik adamlarından birine, “zırvalamış” demek kolay.
Nerede ve neden zırvaladığını, müzik diliyle bir anlatın hele...

Mümtaz İdil
Odatv.com
24.07.2010 15:49

18 Temmuz 2010 Pazar

SAVAŞI PARALI ASKERLER KAZANMADI

Kölelik canına tak edip de, Capua’daki gladyatör okulunda isyan çıkaran Spartacus, “Güneş Ülkesi”ne giden yolda tökezledi.
Tüm köylü ve köle ayaklanmaları tarih boyunca tökezledi. Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan örgütsüzlerin, haksızlıklara ve adaletsiz paylaşıma karşı geliştirdikleri içgüdüsel ayaklanmalar geçici bir başarıyı beraberinde getirdi, ama sonları hüsranla bitti.
Stepka Razin, Zapata, Pugaçev...
Haksızlıklara ve haksız paylaşımlara her başkaldırı, bir çeşit “sosyalizm” gibi görüldü, ama öyle olmadığı da çabucak anlaşıldı. Örgütsüzlük, kısa süre içinde isyankâr köleleri kendi sistemlerini yıkmaya götürdü.
Spartakistler...
Yıllar sonra Spartacus ayaklanmasının nedenleri üzerinde kafa yoran ve bunu “Spartacus’ten Mektuplar” şeklinde dile getiren bir gazete, Karl Liebknecht ve Rosa Luxembourg’un bu hareketle ilgilenmesine neden oldu.
Bu harekete Franz Mehring ve Clara Zetkin de katılınca, ortaya oportunizmle savaşan Marksist bir oluşum çıktı.
Lenin’in karşı olduğu Spartakist hareket, “kendiliğinden” oluşuma büyük önem verdiği için, bir anlamda işçi ve köylülerin örgütlenmelerini engellemesiyle eleştirilere açıktı.
Aslında doğruydu da bu yaklaşım, çünkü kendiliğinden gelişen “devrimci” bir hareket Roma döneminde belki mümkündü, ancak yirminci yüzyılda böyle bir kendiliğindenliğe, palazlanmış bir kapitalizmin izin vermesi olanaksızdı.
Kaldı ki, M.Ö. 70’li yılların başında biten Spartacus köle ayaklanması da, Roma’nın düzenli ve örgütlü ordusu karşısında büyük kazanımlara rağmen yok olmaya doğru hızla sürüklendi.
Spartacus’ün ve yanındaki beyin takımı sayılan David, Crixus, Draba, Mosar, Norde gibi gladyatörlerin çabası, Roma’nın zenginliğe dayalı “insan ve silah” gücüne dayanabilecek durumda olamadı.
Ama sorun Roma askerlerinden çok, isyancılardan kaynaklanıyordu.
ROMA'nIN PARALI ASKERLERİ: LEJYONERLER
Bunda, sanıldığı gibi Roma lejyonerlerinin büyük başarısı söz konusu değildi. Söz konusu olan Spartacus’ün romantik Güneş Ülkesi hayalinin savaşma isteğini köreltmesi ve köylü köleler arasında “iktidar” kavgasının başlamasıydı.
Spartacus, Roma’nın “paralı” askerlerini üç kez dize getirmeyi başarmıştı. Bunun devamı da mümkün olabilirdi. Marcus Crassus da bunu iyi biliyordu elbette.
Cladius Pulcher’in uğradığı yenilgiye uğramamak için kölelerin kendi aralarındaki “ayrılıkçı” güçlerden yararlanmalıydı.
Paralı askerlerin üstesinden gelebileceği bir savaş değildi Spartacus’ün başlattığı ayaklanma. Müthiş bir “köle” desteğini arkasına alan böyle bir gücü, mızraklarının ucuna zehir sürülmüş lejyonerlerle halledebilmesi pek mümkün görünmüyordu.
Kaldı ki, Spartacus’ün adını duyan tüm “paralı askerler”, panik içerisinde dağılıyorlardı.
Marcus Crassus, bunu önlemek için neredeyse ordusunun üçte birini kılıçtan geçirmiş, geriye dönüş kayıklarını yakmıştı.
Artık, savaşmak veya ölmek arasındaki tercihini kullanmak zorunda kalan “paralı askerler”, Spartacus’ün ardındaki gücü düşünmeden savaşmaya razı oldular.
David ve Crixus’un büyük çabalarıyla yarı düzenli ordu haline gelebilen köle köylüler, bir anlamda Roma’nın lejyoner ordusundan daha büyük bir morale ve isteğe sahiplerdi. Onlar özgürlükleri için savaşıyorlardı, lejyonerler ise para ve görev için.
Nitekim, Spartacüs’ü “ciddi bir tehlike” gören ve kuzeydeki savaştan dönen lejyoner ordusunu Spartacus’ün bulunduğu güney İtalya’ya gönderen Roma, savaşı salt insan gücüyle kazanamayacağını anlamıştı.
Marcus Crassus işte tam bu sırada, Spartacus’ün yakın dostlarındanUrus’u buldu...
YORGUN SAVAŞÇI: SPARTACUS
Spartacus yorgundu. Savaşmaktan bıkmıştı. Modena’ya giderken, Roma’nın yakınından geçmişti ve Roma’yı yöneten Triumvilik’in kent dışında olduğunu biliyordu. Roma’yı teslim alması işten bile değildi. Ama yorgundu, isteksizdi. Roma’yı almayı düşünmeyecek kadar Roma’dan uzak durmaya çalışıyordu. Tek isteği, Sicilya’ya ulaşmak ve orada Güneş Ülkesi’ni kurmaktı.
Roma’nın buna izin vereceğini sanıyordu, çünkü Roma’yı doğrudan hiç karşısına almamıştı.
Saldıran hep Roma, kaçan da hep Spartacus ve arkadaşları olmuştu.
Tehlike kendisini gösteriyordu: Zafer sarhoşluğuna dalan, çevresini talan etmeyi bir zevk haline getiren “sınıf” değiştirmiş köylü köleler, artık vahşileşmişti.
Özgürlükleri için değil, daha rahat bir yaşamı özledikleri için savaşmaya başlamışlardı.
Yenilginin başlangıcı görünmüştü, ama Spartacus bunu asla kendi askerlerine konduramadı. Kondurmak istemedi.
Silah arkadaşları ise onu uyarıyor, genel savaşı kaybetmek üzere olduklarını söylüyorlardı. Yeniden “özgürlük” bilincinin yüz bine yakın köylü kölenin yüreğinde ateşlenmesi gerekiyordu.
Beceremediler.
Roma’lı komutan Marcus Crassus İtalya’nın güneyinde Spartacus’ü kıstırdığında, gladyatör komutan işin sonuna geldiğini ve asla Güneş Ülkesi’ne ulaşamayacağını biliyordu.
Öyle bir ülke olmadığının da farkına varmıştı. Elindeki malzeme insani duygularına yenik düşmüştü. Dize gelen Roma ordusu, neden bir kez daha dizel gelmesindi?
Roma ordusuna karşı kazanılan son zaferin ardından, yüz bini aşan kalabalık, tüm İtalya’yı ele geçireceğine inanıyor ve neden Roma’ya saldırmadıklarını Spartacus’e soruyarlardı.
Artık Spartacus de biliyordu ki, Roma yıkılsa bile yerine yeni bir Roma kurulacaktı: Tiranlık, ayrıcalıklı sınıf ve ardı arkası kesilmeyen Sircus Maksimus eğlenceleri...
Spartacus’ün ordusu giderek bir vahşet makinesine dönüşürken, özgürlüğü için savaştığını da unutmaya başlamıştı.
Özgürlük savaşı falan kalmamıştı artık ortada.
Roma ordusu için yapılacak tek şey, bu olgunlaşmış “zaaf”ları toplamaktı.
Savaşı Roma’nın paralı askerleri kazanmadı.
Spartacus’ün inancını yitirmiş köleleri kaybetti.
Ne Clara Zetkin bunu Lenin’e anlatabildi, ne de Lenin Rosa Luxembourg’a “amacını kaybeden” hareketlerin hüsranla biteceğini.
Bu arada hepsi Troçki’yi yok saydı. Oysa, düşüncelerini kabul edersiniz, etmezsiniz, Troçki tüm olanların farkındaydı.
Appia yolunun iki kenarına çarmıhlar yeniden dikilmeye başlamıştı.
Not: Puşkin üzerine tez çalışması yaparken, Yüzbaşının Kızı romanında adı geçen Pugaçev ayaklanması ile ilgilenmiştim. Orada, Spartacus ayaklanmasına göndermeler vardı. Sonunda Spartacus ve Roma tarihi ile ilgilenmeye başladım. Zaten Caligula biyografik romanıyla bir bakıma ilgiliydim. Sonunda, Spartacus ile ilgili biyografik roman ortaya çıktı ve Etkin yayınlarından yayınlandı. Aynı yayınevinin ilk iki kitabında da (Caligula ve Rasputin) imzam olduğu için, Spartacus'ü takma isimle yayımladım ve çevirmen olarak imza attım.

Mümtaz İdil
Odatv.com

18.07.2010 22:00

15 Temmuz 2010 Perşembe

CAMİDE HOPARLÖR OLUR MU

Odatv’nin yorumcularına özel olarak teşekkür etmem gerekiyor. Çoğu, birer makale lezzetinde yorumlar yazıyor. Kimileri de kısa, ama zekâ dolu...
Yazmaya çalışan benim gibi insanlara da “ilham” kaynağı oluyorlar.
Mümtaz’er ile ilgili yazıya Dara Çolakoğlu adlı yorumcumuz neden olmuştu. Liberal diye nitelendirdiğimiz “yandaş” yazarlar yerine Ernest Everhart’ı tercih etmem gerektiğini raptor77 adlı yorumcu aklıma düşürdü. Sinan Ergün adlı yazarımız (ilk kez Odatv’de yazdığı için bu kategoriye aldım) “Aşk Bitti” başlıklı yazısıyla Max Horkheimer’i ve romantizmi anımsattı.
Adrenalini bol bir havuzda yüzdüğümü ve arada bir de havuz suyundan yudumladığımı düşündürüyor bana bütün bunlar.
Spartacus adlı yorumcumuz da hiç aklımda yokken Maria Callas’ı beynimin bir köşesinde yakalayıverdi. Bir de buna Bengisu destek çıkınca, “insan sesi” üzerine yazı yazmak “farz” oldu.
Değil mi ki yorum yazan dostlarımız Çandar’dan, Cemal’den, Türköne’den, Metiner’den, Babahan’dan farklı bir isim üzerinde anlaşıyorlar, benim de kaçıp saklanmak istediğim yer tam orası...
Halil Gürsoy ise bay Gustave’ı romantik bulmama kızmış gibi... Oysa ben Eiffel kulesini romantik buluyorum da, ona adını veren bay Gustave’i hiç tanımam.
ARYADAN EZANAGelelim zurnanın “zırt” dediği yere.
Gerçek anlamda...
Çalgılar, insan sesine yakın oldukları ölçüde beğeni kazanmış ve varlıklarını sürdürmüşler. Bu seslerin içinde insana en yakın olanının piyano olduğu söylenir.
Ama şurası kesin, opera ve arya müzik dinleme seviyesinin en üst noktasını oluşturuyor.
Çelişkili gibi gelebilir. Madem insan sesine en yakın enstrümanlar “makbul” kabul ediliyor, o halde insan sesi birinci tercih olmalı, değil mi? Yani aryalar herkesin en beğendiği müzik eserleri olarak bayrak elde en önde koşmalı...
Burada müzik sanatı devreye giriyor. Tüm sanatlarda olduğu gibi, müzik sanatında da aynı aşamalardan geçilme zorunluluğu var. Eğitimsiz insan sesinin kulak tırmalamasıyla işe başlarsak, aryalara gelindinde ne kadar uzun bir yol katedildiğini anlamak mümkün olur.
Sabahın kör karanlığında, uykunun en tatlı yerinde hiçbir kurala ve makama uymadan, sanki yalnızca “uyandırmak” görevini yerine getirip acele yatağına dönecek bir müezzinin sesi ile, Maria Callas veya Leyla Gencer’i karşılaştırma şansımız var mı?Var. Biri sanatsal bir eğitimin estetik sunumu ise, öteki dinsel bir eğitimin sanatsal olmayan bir dürtüsü.
Oysa, Müslümanlık ile ilgili ufacık bilgisi olanlar bile bilir ki, günde beş kez seslendirilen ezanın beş ayrı makamda okunması gerek.
Öyle mi? Hayır. Peki ses eğitimli mi? O da hayır. Peki hoparlörler “makul”mü? Kesinlikle hayır...
Yapılmak istenen ne o zaman? Uyandırmak. Ne olursa olsun uyandırmak... Namaza kalkın veya kalkmayın, hasta olun veya olmayın, üç yaşından gün almış olun veya olmayın...
Kalkacaksınız...
Müezzinimiz, eğer cinlik edip de bir ses bandına daha önceden ezanını okumamışsa, onunla birlikte siz de yerinizden zıplayacaksınız. O alışkın olduğu için yeniden uyuyacak, ama sizin için artık gün başlamıştır.
Maria Callas’tan girelim bir de konuya. Sabahın beşinde, uykunun kör karanlığında, Callas’ın sesiyle, Bizet’nin ünlü Carmen operasından “Chanson Boheme”i cızırtısız bir hoparlör aracılığıyla dinlediğinizi düşünün, hoşunuza gider miydi?Dünyanın en iyi seslerinden biri, dünyanın en ünlü operalarından birinden, en ünlü aryalarından birini seslendiriyor... Hoşa gitmesi gerek, ama gitmiyor.Ne yeri, ne zamanı çünkü.
Müzik, bir ibadet gibidir. Onun sizi yakalaması değil, sizin onu yakalamanız gerek.Eğer müzik setinize Pavarotti’den bir dinleti koyduysanız eğer, bu müzik dinlemeye hazırsınız demektir. Bilerek ve isteyerek yapılan bir eylem söz konusudur çünkü.
KLASİK BİLİNMEDEN MODERN ANLAŞILMAZAma gelelim konunun başına: Belli bir aşamaya gelinceye kadar tüm sanatlar, belirli “klasik” tabir edilen yoldan yürürler. Bu yolu doğrudan aşıp da, son aşamaya birdenbire ulaşmanın her sanatta yarattığı müthiş bir hayal kırıklığı vardır.
Ne Picasso veya Dali doğrudan “sürrealist” resim yapmaya girişmiştir, ne James Joyce kalemi eline alır almaz Ulysess’i yazmaya koyulmuştur, ne Fellini kamera arkasına geçer geçmez Amarcord’u çekmiştir.Bakmayın sanatçıların bu zorunlu serüvenine. Sanat tüketicisinin de aynı yolu izleme zorunluluğu vardır.
Dali’nin klasik dönem resimlerini izlemeden, Rönesans döneminin “fotografik” gerçeklikteki resimlerini incelemeden, kısacası resim tarihinde şöyle bir gezinti yapmadan, Picasso tablolarının karşısında hayranlık duymak biraz güçleşir.
Müzik tüketicisinin işi daha da zordur. Kaçamadığı bir sanat eylemiyle karşı karşıya olduğu için, seçim yapması alışkanlıklarını ortadan kaldırmasıyla mümkündür ancak. Yani, diğer sanat türlerine oranla iki veya üç kat daha fazla kendini eğitmesi gerekir.
Gürültüden düzenli ses akışına, oradan da sanatsal söyleme uzanan yolda sürekli karşısına “mephisto” çıkacak ve kendisine “acılarını, umutsuzluklarını ve kaderini” haykıracaktır.Bu İspanya’da da böyledir, Yunanistan’da da, Amerika’da da...
Bize özgü bir “kültür erozyonu” değildir yani.
HEP AYNI ŞARKIBu yüzden “ibadet” alanları koro sesleriyle mistik havalara sokulmuştur.
Korku filmleri bu yüzden insan sesinin en uç noktalarını fon olarak kullanır.
Kadere inanmanın yolu bu yüzden insan sesinin cılız ve ağlamaklı nameleri arasında sıkışır.
Öylesine güçlü ve sinsi bir sanattır ki müzik, insanın iyi ile kötüyü ayırabilmesi için mutlaka, ama mutlaka çalışması gerekir.
Aksi durumda, yediğiniz yemeğin lezzetini biraz daha fazla hissetmenize neden olmaktan öteye gitmeyen bir “eşlik” durumunda kalacaktır.
Maria Callas’a gelince, işte o aşamaya bir anda gelinmiyor.
Bakmayın opera salonlarını dolduran “sosyeteye”... Çoğu defilesini yaptıktan sonra, konserin ne zaman biteceğini düşünmeye başlar.
Ama şunu da duyar gibiyim: “Millet aç, banka borçları kapıda, bakkal veresiye vermiyor, işsizlik had safhada, yolsuzluk almış başını gidiyor... Sen ne diyorsun be kardeşim. Bana ne Maria Callas’tan, Verdi’den, Gogol’den, Leyla Gencer’den...”Eh, ben de o zaman derim ki, “Al sana Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Fehmi Koru, Hasan Celal Güzel, H.Bülent Kahraman, Nazlı Ilıcak ve arkadaşları...”Al ve borcunu öde...


Mümtaz İdil
Odatv.com


15.07.2010 23:00

14 Temmuz 2010 Çarşamba

HER AĞLAYAN ROMANTİK MİDİR

Romantizm devrimci midir?
Bu konuda yazılmış onlarca makale var ve hepsi de “evet” romantizm yapısı gereği devrimcidir diyor.
Şuradan buradan alıntılar yaparak yazıyı boğmadan, kafaları da karıştırmadan yazmak en iyisi.
Böyle bir yazıyı aklıma getiren de Sinan Ergün’ün “Aşk Bitti” başlıklı yazısı oldu.
Yazıda sözü edilen ve Adorno ile birlikte “romantizm ve devrim” denince akla gelen isimlerin başında olan Max Horkheimer; romantizmin diyalektiğe karşı estetik ve entellüktüel bir tepki oluşturduğunu söyler (buna Adorno da katılmıştır).
Aslında birbiriyle bağlantısı yokmuş gibi görünen devrimcilik ve romantizm, tarih sayfalarında hep birbirini destekleyen “karşıtların birliği” yarışını sürdürmüş.
İngiltere’de patlak verdiği öne sürülen sanayi devrimi tüm dünyada akıllara “adil paylaşımı” düşürürken, romantizm sanayileşmenin “çevre” faktörüne itiraz etmişti.
İnsanların üretim sürecinde makineleşmesi dururken, çevre de nereden çıktı diye olaya “diyalektik” bakan çevreler, aradan geçen dört yüz yıldan fazla süre içinde romantiklerin hakkını vermek zorunda kalmışlar.
Aslında, sanatın tüm dallarında kendini tartışmasız kabul ettiren romantizmin, diyalektik olarak kavranmaya çalışılan dünyadan dışlanması mümkün görünmüyordu.
Romantizmi salt duygusal ilişkiler ağı olarak görme eğiliminde olanlar için, “aşk iki birey arasında yaşanan ve kitaplarla örnekleri diğer insanlara dağıtılan” bir olgu olarak görüldü.
Oysa Michelangelo’nun “Musa” heykelini yaparken yaşadığı da bir romantizmdi, Arthur Rimabaud “Sarhoş Gemi”yi yazarken de...
Sarhoş Gemi’yi yazarken Rimbaud’nun romantikliği kendini ele veriyordu belki, ama Eiffel Kulesi’ni yapan bay Gustave Eiffel’den romantik sanatçı diye söz edilmesi hiç akla gelmiyordu.

UTANÇ ABİDESİ
Oysa kule, sanayi devriminin bir abidesi olarak Paris’in tam ortasına dikilmişti. Demir yığınıydı ve mimarı da bay Gustave değildi.
İlk romantik tepki Paris halkından geldi: Kule Paris için bir utanç abidesiydi. Dev bir fabrika bacasını andırıyor ve hiçbir estetik özellik taşımıyordu.
Ama yalnızca Paris’in değil, tüm dünyanın “duygularını” harekete geçirmesi açısından romantizmin tam göbeğinde yükseliyordu.
Yıkılmasına bile karar verildi bir aralar.
İşte romantizm budur ve hiç değişmemiştir.
İnsanın varlığı ile ilgili olan ve kendisini hiç terk etmeyen “duyguların” devrimci olmaması mümkün mü?
Elbette, romantizmin “karşı devrim” yönleri olduğunu da savunanlar çıkacaktır. Ama bu onun “devrimci” özelliğinden bir şeyler alıp götürmez.
Romantizmi salt “duyguların” karşılıklı çakışması olarak görmek ve böyle kabul etmek eğer mümkün olsaydı, ülkemizin en romantik insanının Bülent Arınç olduğunu söylemek gerekirdi.
Bu, ağlama dozu yüksek filmlerden çıkınca insanların: “Çok romantik bir filmdi, çok duygulandım,” demesi gibidir. Oysa romantizm, etkisini hiçbir zaman yitirmeyen, zaman zaman da “kreşendo”larla insanları yerden yere çarpan bir akımdır.
Fransız edebiyatının en “romantik” başlangıcı yapan yazarlarından Victor Hugo’nun, yaşamının ikinci bölümünden itibaren baştacı ettiği romantizmi nasıl politik bir arenaya çektiği ve radikalleştirdiği izlenebilir.
George Sand da böyledir, Nazım Hikmet de, Pablo Neruda da...
İzleyin, aşkın ne denli yaygınlaştığını ve bir insanı sevmekle başlayan serüvenin hangi toplumsal katmanlarda dalga kırdığını göreceksiniz.
Hıristiyanlık, uzun süre devrimcilikle mücadele etmiş, bir adım öne geçmemesi için de sayısız kurban vermişti.
Bunu yaparken de dinin “vazgeçilmez ve sarsılmaz” statükosundan “feyz” alıyordu. Ama bir yerden sonra direnişe son verdi.

ROMANTİZM OLDU
Şaşılacak şey belki, ama bu direnişin kırılmasında “devrimciliğin” en büyük yandaşı, diyalektiğin tam aksine romantizm oldu.
Artık bu tür kıpırdanmalar “İslam” coğrafyasında kendini göstermeye başladı.
Katı diyalektik önermelerle dinsel tabuların duvarlarını aşamayacağını anlayan “doğulu” Marksistler ve toplumcu düşünce sahipleri, romantizmin o insanın asla vazgeçemeyeceği davetkarlığı karşısında hiçbir statükocu düşüncenin direnemeyeceğini anladılar.
Şimdi artık, “devrimciler” yıllardır burunlarıyla iteledikleri basit romantizmin, hiç de romantizm olmadığının farkına varmış durumdalar.
Romantizmin, kızlarla sahil boyu, Demis Roussos müziğe eşliğinde el ele dolaşmak olmadığının yani...
Elbette bu romantizm de dünyanın en güzel duygusunu içinde barındırır da...
Devrimci romantizmi hep gölgeler.
Oysa şöyle bir düşünün, bütün odatv okurları, yorumcuları...
Yaklaşan ayak sesleri nasıl da yüreğimizi kabartıyor değil mi?

Mümtaz İdil

Odatv


14.07.2010 22:00


9 Temmuz 2010 Cuma

AMA TAKIM TAKLAVAT TAMAM

Bir karı koca, emekli olduktan sonra göl kıyısında önceden satın aldıkları bir eve yerleşip, yaşamlarının son demlerini huzur içinde geçirmeye karar verirler.
Adamın en büyük keyfi balık tutmaktır. Küçük bir kayık edinir, balık tutması için ne kadar “takım” gerekliyse yükler.
Kadıncağız ise kitap okumayı sevdiğinden, kocası balık tutmaya gittiği saatlerde, ahşap evin balkonunda, sallanır koltuğuna oturup kitap okumayı adet haline getirir.
Günler böyle “huzur” içinde geçerken, bir gün adamcağız hastalanır. Karısına, “Bugün kendimi iyi hissetmiyorum,” der. “Balığa çıkmayacağım...”
Kadıncağız, kocasının dinlenmesini sağladıktan sonra yine balkona çıkar, sallanır koltuğuna oturur ve kitap okumayı sürdürür.
Derken, aklına bir değişiklik yapmak gelir. Sandalın, dingin göl suyu üzerinde hafif hafif salındığını görünce, sallanan koltuk gibi olduğunu düşünüp, kitabını kayıkta okumaya karar verir. En azından bir değişiklik olacaktır.
Kayıkta kitabını okuyup bir yandan da sallanırken, kayık iskeleye bağlı ipten kurtulup uzaklaşmaya başlar.
Kadın farkında değildir.
Gölün ortalarına bir yere geldiğinde, ansızın, büyük bir homurtuyla yanında bir güvenlik motorunun durduğunu fark eder.
Şaşkınlıkla nerede olduğunu, nasıl oralara geldiğini düşünürken, güvenlik motorunun komutanı jandarma kayıktaki kadına seslenir:
“Hanımefendi, avlanma yasağının olduğu sulardasınız, farkında mısınız?”
Kadın, hala şaşkınlığını üzerinden atamamış halde, “hayır,” der. “Farkında değilim.”
“Yasak bölgede avlanma yapıyorsunuz. Sizi merkeze götürmek zorundayım.”
Kadın büyük bir şaşkınlıkla, “Ama,” der, “ben balık avlamıyorum ki, kitabımı okuyorum. Balık tuttuğumu da nereden çıkardınız?”“Onu bilemem hanımefendi,” der jandarma komutanı. “Bakıyorum da, balık tutmak için tüm takımınız tamam.”
“Ama ben onlara hiç dokunmadım bile...”
“Ama takımınız tamam, öyle değil mi?”
Kadın, kocasının balık “takımına” çaresizce bakar ve boynunu hafifçe öne eğerek, “Peki,” der. “Gidelim. Ama karakola gittiğimizde ben de sizin bana tecavüz etmeye kalkıştığınızı söyleyecek ve şikayette bulunacağım.”Tam kadını kolundan tutup güvenlik motoruna almaya çalışan jandarma komutanı dehşetle geri sıçrayıp, “Ama hanımefendi, nasıl olur?” diye tepki verir. “Daha size dokunmadım bile...”
Kadın aynı masumlukla jandarma komutanına cevap verir:
“Ama takım tamam, öyle değil mi?”
Türkiye’de son sekiz yılın özetidir bu fıkra. Fıkra da değil, bir yaklaşım felsefesi...
Silivri’ye, Hasdal’a tepeleme tıkılan “Ergenekon Terör Örgütü” sanıklarının hepsi, jandarma mantığı yüzünden hâlâ içeridedir.
“Silivri Mahkûmları” ve onların avukatları ortada somut bir suç, kanıt, belge, iddianame olmadığını söylemelerine rağmen, savcı-jandarma “ama takım tamam,” diyerek tutukluluğu devam ettirmektedir.
Elbette, “Silivri Mahkumları”nın, fıkradaki kadıncağız gibi söyleyebileceği “köşeli” sözlerden onlarcası dağarcığındadır, kuşku yok.
Ama bunu söylemek fırsatı da yoktur:
“Siz bizi Ergenekon diye bir örgütün üyesi" olarak suçlarsanız, biz de sizi “kralın adamları” ilan ederiz, diyebilirler mesela.
Elbette jandarma o zaman itiraz edecektir: “Bu da nereden çıktı,” diye. “Ortada ne kral var ne de adamları...”
Cevap açık değil mi?..

Mümtaz İdil

Odatv.com


09.07.2010 22:00

4 Temmuz 2010 Pazar

BIRAKIN ŞU LİBERALLERİ ARTIK

Aklıma, kıdemli yorumcularımızdan raptor77 düşürdü...
Şöyle geri dönüp yazdıklarıma baktım, canımı sıkan bir yığın ayrıntı gördüm.
“Ne işim var benim Şamil Tayyar, Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Cengiz Çandar, Hasan Cemal ve diğerleri ile” diye.
Yani, hangisinde “Ernest Everhart” ilkesi var ki?
Elbette, bu kişilerle ilgili sitede yayımlanan yorumlarda böyle bir ilkenin yanından bile geçilmiyor, doğru... Ama malzemeniz eğer çinko ise, ondan (haydi çok bilinen altın örneğini geçelim) çelik kaşık yapamazsınız.
Malzemeniz Martin Eden, Ernest Everhart ise “çelik kaşık” üzerinde süsleme yapmaya başlarsınız. Bilirsiniz ki, elinizde tuttuğunuz “çelik”.
Bilir misiniz, Ernest Hemingway tüm ısrarlara rağmen, Hollywood’a gitmemiştir, yazarlığına “gölge” düşürmemek için.
Jean Paul Sartre, Nobel ödülünü reddetmiştir.
Paul Robeson, McCarthy savcısına, “Bir dakika,” demiştir. “Önce ben soracağım size: Adınız nedir, ne iş yaparsınız, kimsiniz, ne hakla beni sorguya çekiyorsunuz?”
Ronald Reagan bir başka odada bülbül gibi öterken...
Ülkemin aydınları(!) yumurta ile ilk karşılaştıklarında annelerine “bak koko” dediği yıllarda, Victor Jara Santigo stadyumunda infaz ediliyordu.
Beş Mandela edecek yürek taşıyan Biko, tezgahtaydı o sıralarda... Zaten cesedi çıktı.
Müslümanlığı haykıracaksanız eğer dinci güruhu, kendinize Malkom X’i örnek alın. Ama zor, çünkü yolun sonu ürkütür sizleri.
Ezilenlerden dem vuruyor da rahatsız oluyorsanız eğer, Spartacus bile iyi gelir sinirlere.
İkide bir de Kartaca’yı da aşağılamayın, Annibal onuru zor zaptedilen bir onurdur.
Ne bileyim, raptor77 bunları anımsattı ve geriye döndüm.
Kendi ülkemin insafsızca “kafası ezilen” aydınlarını düşündüm. Onları yazmam gerektiğini utanarak anımsadım.
Bana ne “liberal” denilen tayfadan.
Pastanın en büyük dilimi onlar tarafından paylaşılıyor diye, bir dilim dilenmek midir bütün bu sataşmalar.
Benim, senin, onun yazmalarıyla, çizmeleriyle kendilerini sırça köşklerine kapatmış bu “aydın” takım pastayı yemekten vaz mı geçecek?
Kedi sirke içer mi, demeyin. Bal gibi içiyor işte.
Sirke bozulur mu diye sormayın, bozuluyor işte.
Çinko çelik olur mu diye hiç sormayın...
Lavasoier yasalarına aykırı da olsa, beceriyorlar. Nobel Kimya Ödülü verilmeli bunlara...
Bakmayın, uyduramazlarsa bile, Mendelyev elementler tablosunu da değiştirirler.
Bu yüzden raptor77 aklımı çeldi.
O zaman anladım ki, İmdat Avcı’ya giden bakanlık müfettişleri, Gogol’ün müfettişleri...
Dünyaya en uzak gezegenin Anteres olduğunu bundan bin yıl önce bulan bilim adamlarının, neden hayatın en önemli parçalarından biri olan küçük kan dolaşımını bulmak için Harvey’i ve 1876’yı beklediklerini sorgulamaktır hayat...
Cengiz Çandar’ın kürt açılımı sonra gelir.
Ruşen Çakır’ın önerileri de sıraya girer.
Niye bunlarla uğraşalım ki?
Kültür kapanı içerisinde Thomas Kuhn felsefesi oynuyorlar ve biz de düşüyoruz gibime geliyor açıkçası. Gündemi belirliyorlar ve o gündemin dışına çıkmamamız için var güçleriyle çalışıyorlar.
Olmadık yerde “memleket” ile “kadın memesi”ni aynı noktaya getiriyorlar, aylarca bu sözlere “küfür” etmekten, burnumuzun ucunu göremiyoruz.
Yalan mı?
Kültür çinkodan kulelerle yapılıyorsa, çelik kaşıkların da devreye girmesi gerekmiyor mu?
Neyle?
Kültürleri kendilerinden menkul “köşecilerle” mi, yoksa şiirleriyle 300 yıllık Romanovlara Rusya’yı dar eden Puşkin ile mi?
Nazım Hikmet ile, Sabahattin Eyüboğlu, Cemal Sürreya, Edip Cansever ile mi?
Kendinizi bir an Martin Eden, Pavel, Korçagin, Samsa ile dost olarak düşünün. Bir an Bekri Mustafa’nın 4.Murat ile kavgasının tam ortasında olduğunuzu hissedin.
Zeka ile kurnazlık arasındaki “aptal” oyuna alet olamayacağınızı da hissedersiniz.
Yeniden okumaya, tekrar tekrar okumaya ihtiyacımız var.
“Dipten Gelen Dalga” bir sloganın ötesine geçmeli ve Ehrenburg’a hakkı verilmeli.
Magazincilere inat, Bach’ın prelüdleri, Mozart’ın konçertoları dinlenmeli.
Burun kıvırmamak, “entelektüel” alaycılığına da sokmamak gerek bu çabaları.
Ne bileyim, belki o zaman otobüste ayağına bastığımız birinden özür dilemeyi, onursuzluk olarak görmeyiz.
Sağa dönerken sağ sinyali vermeyi de acemi şoförlük saymayız.
Kültür buradan başlıyor elbette, ama nereye kaçmaya çalışırsanız çalışın, son noktayı dehalar koyuyor.
O zaman Einstein’in de, Kant’ın da, Balzac’ın da kapısını çalmak, nihavent tangodan Arjantin tangosuna geçmek zorunda kalıyor insan.
Dedim ya, magazinleşmeyen tarih müthiş dostlar barındırıyor içinde ve hepimizi bekliyorlar.
Bırakın şu liberalleri artık!

Mümtaz İdil
Odatv
04.07.2010 21:45

3 Temmuz 2010 Cumartesi

JACK LONDON AKP GENEL MERKEZİNİ “BASARDI”

Şöyle bir mizansen yapalım: Jack London şu son sekiz yıldır Türkiye’de yaşasaydı ne olurdu?Mırıldanmaları duyuyorum. Yorumcular klavyeleri önlerine çekip, “salvo” hazırlığındalar...
Bana hemen H.Carr’ın, “tarihin alternatifi yoktur” cümlesini hatırlatıp, “Sezar Rubikon ırmağını geçerken boğulsaydı ne olurdu,” sorusunun cevabının olmadığını söyleyeceklerdir.
Söylesinler...
Roman yazarları, bilindiği gibi, uzun süre bulundukları ortamı terk edip de “kurgu” dünyasına girememiştir.
Walter Scott, tanrısal anlatım yöntemi ile yazmaya başlayınca, roman sanatı günümüze kadar uzanan “baskın edebiyat türü” özelliğinin kapısını aralamıştı.
Gerçeklerin anlatımı olarak ortaya çıkan ve kökünü kahramanlık öykülerinden (Chanson de geste) alan roman sanatı, uzun süre de gerçekten kopmamayı bir “doğruluk” olarak kabul etmişti.
19. yüzyılın ortalarından itibaren tamamen değişen bu anlayış; önce nesnel gerçeklikle (nehir romanlar), ardından da varoluşçuluk, bilinç akışı tekniği vb. gibi tekniklerle kendini geliştirdi.
Josef Conrad, B.Traven, Andre Malroux, Jack London gibi romancılar, bu gelişmelerden pek etkilenmeden, kendi “macera ve gezgin” yaklaşımlarını sürdürdüler.
Arada bir “raydan” çıktıkları da olmadı değil.
Jack London’un “Demir Ökçe, 1908” romanı, yazarın kurguya en çok dayandırdığı ve bir anlamda özlemlerini dile getirdiği romanıdır.
Saint Simon “toplumculuğu” ile ele alınmış olan romanın asıl “kaynağı”, yazarın en yakın arkadaşı olarak bilinen Upton Sinclair’in, Chicgo Mezbahaları (The Jungle, 1906) romanıdır.
London’un en “uçuk” romanı ise, yaşamının son yıllarında ele aldığı ve Türkçe’ye “Yıldızlar Korsanı” adıyla çevrilen “Star Rover” romanıdır.
Roman, işkence altındaki bir insanın vücudunu terk edip, başka bir dünyaya seyahat edebileceği savunusu üzerine kurgulanmıştır.
Temeli yeterince derinlere inmeyen ve daha çok toplumsal olaylardaki çarpıklıklardan yola çıkarak, “hissi” olarak keşfettiği “sosyalizm”, Demir Ökçe romanında bile yalnızca işçi hareketi olarak kendini göstermiş ve “heyecan” yaratmıştır.
Nitekim, aynı kitap döneminde “intihalle” de suçlanmıştır.
Buraya kadarı Jack London’un 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyıl başı arasındaki yaşamı ile ilgilidir.
Gelelim günümüzde bir Jack London yaşasaydı sorusuna...
Bunun yanıtı aslında hiç de zor değil. Jack London, biraz da yaşamın kendisine öğrettiğinden yola çıkarak, Martin Eden romanında sevgilisi Ruth’a söylediği gibi, “yalnız ve hızlı giden adam” rolünü oynardı şimdi burada, bizimle yaşasaydı.
Jack London için örgün eğitim bir donanmaya benzer. Şöyle der Martin Eden romanında: “Bir sınıf bir donanma gibidir Ruth. En hızlı giden amiral gemisi, en yavaş giden malzeme gemisine uymak zorundadır. Oysa yalnız giden hızlı gider...
Cümleyi aklımda kaldığı şekilde yazdığımdan, dip not veya alıntı koymadım.
Bu aslında Jack London hayranlarını hayal kırıklığına uğratacak bir cümledir ve London tüm yaşamı boyunca hep yalnız ve hızlı olmaya çalışmıştır.
Sosyalizm geleneğinin tam aksi yani...
Örgütlü mücadele değil, bireysel mücadeleyi ilke edinmiştir.
Irwing Shaw, London ile ilgili yazdığı biyografinin bir yerinde, romanlarındaki kahramanlar gibiydi, diye söz etmiştir: “Bir keresinde bindiği gemiyi Çinli korsanlar basmaya çalışır. Jack London büyük bir kızgınlıkla kendisilerini bodoslayan Çin gemisine atar ve bir anda karşısında dokuz Çinli bulur. Dokuzunu da haklayıp, gemiye geri döner.
Böyle bir adamdır Jack London. 1.75 boyunda, pek de cüsseli olmayan, ama gözü kara bir savaşçı.
Bugün yanımızda olsaydı ve bizimle birlikte (en azından benimle birlikte) AKP iktidarı ile savaşmaya kalksaydı, sanırım AKP Genel Merkezi’ni basmakla işe başlardı.Bu yaklaşım da Bakuninler doğuracaktı elbette.
Nitekim doğurdu da.
Yıllar sonra Maksim Gorki, “Ana” romanını yazdığında, bir anlamda Jack London'dan etkilenmişti. Onun kadar saldırgan olmayan Pavel ile Bolşevik iktidarının ayak seslerini yansıtmaya çalıştı romanında Gorki, ama ortaya kendisinin de inanmadığı bir roman çıktı. Tüm dünya romanı göklere çıkardı, ama yazdığı roman, daha sonra yazacağı Klim Samgin’in yanında, neredeyse Pinokyo gibi kalacaktı.
Salt haksızlığa, rüşvete, yolsuzluğa, insan hakları ihlallerine bireysel tepki koyarak mücadele edilemeyeceğinin tipik bir örneğidir Jack London. Bu yüzden de belki, Alaska gibi bölgelerde yaşadığı bireysel ve hayranlık uyandıran maceraları, okurları büyülemiştir, ama aynı oranda da “örgütsel” mücadeleden uzaklaştırmıştır.
Bu da günümüzün Jack Bauer’lerni, Ezel’lerini haklı çıkartan bir tabloya indirgenmiştir.
Dünyanın egemen güçleri, Bertrand Russel gibi (onun ünlü deyişi vardır, anımsarsınız: Bir beyin bir nokta gibidir, üzerinden sonsuz “doğru” geçer) insana önem veren ancak onun birlikte vereceği mücadele ile dünyayı değiştirebileceğine inanan düşünceleri hep “yok saymış” ve bireyin gücü kendisinde bulabileceği anlayışını tavsiye etmişlerdir.
Doğaya karşı, vahşete karşı, haksızlığa karşı amansızca mücadele veren Jack London, bu mücadelesinde hep tek başınadır ve tek başına galip gelir.
Oysa ne yaşam böyledir ne de yaşam karşısında herkes Jack London...
Biraz “uçuk” da olsa, şu söylenebilir: Günümüzde birbirine sırtını dönmüş yüzlerce Jack London yerine, birbiyle kenetlenmiş onlarca insana ihtiyaç var.
Her birimizin başına “çakma” Monte Cristo Ezel gibi, hapishane köşelerinde bir bilge “dayı” rastlamıyor ve cebimize “sınırsız” para bırakmıyor...
Bu açıdan bakıldığında, baştaki H.Carr’ın tarih bilgisi yeniden karşımıza, farklı biçimde çıkıyor: “Tarihin elbette alternatifi yok,” da... Bize hatırlatılanlar ne oluyor öyleyse?
Neden hepimizin yüreğinin ortasına “intikam” olarak düşen Monte Cristo yeniden yaratılmak isteniyor da, Jack London mücadeleciliği hatırlatılmıyor bile?..
İşte o zaman, şu günlerde Jack London’a da büyük ihtiyaç duyduğumuzu anımsıyoruz.
Onların kahramanına karşı, benim kahramanım diyebilmek için belki...

Mümtaz İdil
Odatv.com 
03.07.2010 13:45