21 Mart 2013 Perşembe

Ilıcak ve Alçı müzikten ne anlar

Bundan iki hafta önce CNN Türk'te yayınlanan "Dört Bir Taraf" programında müzik konusu tartışıldı. Kulaklarıma inanamadığım kadar çok saçmalık ve yüzeysel yargılarla burun buruna geldim. Siyasette meydanı boş bulup da atıp tutan bu dörtlü, müzik gibi son derece donanım isteyen konuda Murat Bardakçı yaklaşımından öteye gidemediler.
İyi bir dinleyici olmakla, iyi bir müzisyen olmak veya iyi bir müzik teorisyeni olmak (Adorno gibi) bambaşka bir şey. Beğenilerinizle müzik üzerine yargı kurmaya çalıştığınız anda en büyük yanlışı yaparsınız. O zaman size şu soruyu sorarlar: Bethoveen'in ikinci ya da dördüncü senfonisi neden beşinci veya dokuzuncu senfonisi kadar popüler olamadı?
Itri'nin, 3. Selim'in ya da Dede Efendi'nin bestelerini çok sesli olarak nitelemek, bunların Türk musikisinde kilometre taşı olduğunu savunmak, Münir Nurettin Selçuk'tan hiç söz etmemek, Sadettin Kaynak ile arabeskin başladığını söylemek çok mu zordu sizler için? Yoksa, çok sesli müziğin birden çok kemanla çalındığını falan mı duydunuz bir yerlerden?
Dört cümbüş, altı saz ve on keman ile mi yapılıyor çok sesli müzik? Soru bol. Ama üç telli sazın erdemini yere göğe sığdıramadınız. Halkın bağrından gelen müzik olarak anlatmaya çalıştınız. Birer dinleyici olarak müzik üzerine beğenilerinizi sıralasaydınız, söylenecek fazla bir şey yoktu elbette, ama siz müzik üzerine ahkam kesme cüretini gösterdiniz. Aranızda bir tane bile müzik insanı olmadığı halde.
Eline udunu alıp da tıngırdatan Murat Bardakçı'dan bile daha sıkıntılı duruma düştünüz.
İşin acıklı tarafı, bu konuda son derece yetkin isimlerin televizyonlarda bu konuda yetkin açıklamalar yapması yerine, haftada iki gün televizyon kanallarından birini iki-üç saat işgal eden sizlerin bu konuda hiçbir bilginiz olmadığı halde ahkam kesmeniz. Buna şiddetle itiraz ediyor ve sizleri kınıyorum. En azından siyasi anlamda tuttuğunuz tarafı sonuna kadar savunmanız daha ilkeli bir davranış. Bilmediğiniz konularda lütfen tartışma yaratmayın, komik oluyorsunuz.

Mümtaz İdil
Odatv.com

21.03.2013 04:27

20 Mart 2013 Çarşamba

Ata Soyer'in ardından

Ata Soyer tam otuz yıllık arkadaşımdı. Çocuklarımız aynı yılda doğdu.
Halk Sağlığı Anabilim Dalı'nda görevliydi. Ama daha çok sosyal çalışmalarıyla ön plana çıktı. Doktorluğu hep ikinci planda kaldı.
Bilim ve Sanat dergisinin çıktığı yıllarda, onu Bilim ve Sanat ekibiyle tanıştırmıştım. Sonradan çalışma gruplarında da görev aldı.
Halk sağlığının önemi üzerine onlarca makale yazdı. İş sağlığı konusunda uzmanlaşmıştı.
Daha sonra İzmir'e yerleşti ve doğal olarak ilişkimiz de kesildi.
Farklı bir siyasi arenada uğraş veriyordu. Ben de o arenadan kendimi hep uzak tutmuş, ilgilenmemiştim.
Ankara'da olduğu yıllarda müthiş bir arşivi vardı. Zaman zaman benim de yararlandığım gazete kupürleri ve dergilerle doluydu arşivi.
Sonradan boşandığı eşi Gülümser ile birlikte haftada birkaç kez biraraya geliyorduk. Evlerimiz de yakındı. İkimiz de Bahçelievler'de oturuyorduk.
Siyasi görüşlerimiz her zaman çakışmıyordu, ama ikimiz de var olan siyasi ortamdan hoşnut değildik.
İzmir'e gittikten sonra on yıl kadar kendisini görmedim. Bir gün Mülkiyeliler Birliği lokalinde karşılaştık, ama tanımakta çok güçlük çektim. Tanıdığım ince, zayıf Ata Soyer yerine yüzü sağlıksız biçimde
şişmiş, göbekli bir Ata Soyer ile karşılaştım.
Sağlığının yerinde olmadığını söylemişti.
Çok fazla konuşmadık. Zaten çok fazla konuşacak şeyimiz de kalmamıştı sanırım. Bir ara Diyarbakır Belediye Başkanlığı'na danışmanlık yaptığını söylemişlerdi, onu sordum. "Bitti," dedi yalnızca.
Altı kitap yazdı. Hepsi de Türkiye'deki sağlık sorunlarıyla ilgiliydi elbette. Radyoloji ihtisası yapmıştı. Halk Sağlığı ihtisasını da yarım bırakmıştı, ya da tamamlamıştı tam olarak bilemiyorum. Cenazesi Perşembe günü Maltepe camiinden kaldırılacak. Türkiye, önemli bir bilim adamını kaybetti.
Ben de önemli bir arkadaşımı. Adres defterime bir çentik daha attım, yüreğim burkularak.

Mümtaz İdil
Odatv.com

20.03.2013 05:17

19 Mart 2013 Salı

Güldürme bizi Can Ataklı

Tanınmış gazeteci Can Ataklı, Cem Yılmaz gibi sahneye çıkıp tek kişilik bir gösteri planlıyor. Gösterinin içeriği doğal olarak siyasi anekdotları ve komiklikleri de içerecek. Burada önemli olan böyle bir stand-up programının izleyici tarafından ne kadar önemseneceği. Her gösterinin bir öncekinden ya da bir sonrakinden de farklı olacağını, insanların iki kez aynı gösteriye gelmesi halinde bile aynı şeyleri dinlemeyeceğini savunuyor.
İZLEYİCİLER GÖSTERİYE DAHİL OLACAK
İzleyicinin bu gösteriye dahil edilip edilmediğini de sordum Ataklı'ya, bu konuda izleyicilerin de kendisine "müdahil" olacağını, bunun için de fırsat yaratacağını söyledi. "Hazırlanırken çok düşünmedim," diye söze başladı. "Sanıyorum oyunun pek çok bölümünde seyirci mutlaka müdahil olacaktır. Ya laf atarak, ya alkışlayarak ya da gülerek oyunun içinde olacaktır," dedi.
Henüz izleyici prova olanağı bulmadığı için gelecek tepkileri bilemediğini söyleyen Ataklı, "açıkçası ben de çok merak ediyorum," şeklinde konuştu.
Elbette dünyada buna benzer girişimler olmuştu ve belki de Can Ataklı bunlardan birinden esinlenmişti, onu merak ettim ve kimden esinlendiğini, dünyada benzeri örnekleri olup olmadığını sordum. "Bilmiyorum," diye başladı. "Ama mutlaka vardır. Amerika'yı yeniden keşfetmiyorum elbette. Cem Yılmaz, Ata Demirer gibi isimler de tek kişilik gösteriler yapıyor ama siyasete girmiyorlar. Düşüncemin merkezini bu oluşturdu. Aslında böyle bir şeyi yapmayı düşünmemiştim, ama bana bu fikri veren Maltepe Belediyesi Türkan Saylan Kültür Merkezi sanat direktörü ve tiyatro sanatçısı Özcan Alpar oldu. Aklıma bu işi o soktu, beni teşvik etti. Şimdi de bıkmadan usanmadan her gün sahneye çıkartarak prova yaptırıyor.
CEM YILMAZ VE ATA DEMİREL GİBİ OLMAYACAK
Madem Cem Yılmaz, Ata Demirer gibi olmayacak, o halde ne gibi bir içerikle yola çıkacaksınız, diye sordum. Ataklı, gazeteciliğe başladığından bugüne kadar yaşadıklarının iyi bir malzeme olduğunu söyledi. "12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve günümüzde yaşananlar iyi malzemeler ve kişiler olacak elbette," diye ekledi. Muhalif bir gazeteci olarak çeşitli engellemelerle karşılaşabileceğini
bu konuda bir sıkıntı yaşayıp yaşamayacağını sordum Can Ataklı'ya, "Bir şey söylemem mümkün değil," dedi. "Hele sahneye bir çıkalım. Kararı izleyiciler verecek. Bugünden 'çok muhalif' demek yanlış olabilir. Buna biraz da halkın anlık tepkileri yön verecek," diye konuştu.
Böyle bir girişim, "ileri demokrasi" yaşayan ülkemizde elbette bazı engellemelerle karşılaşacak, bu kaçınılmaz. Böyle bir durumda ne yapacağını sordum Ataklı'ya. Engellemeleri fazla düşünmediğini ve
böyle bir şeyle karşılaştığında ne yapacağını da bilmediğini, hesaplamadığını söyledi ve ekledi: "Elbette böyle bir durumla karşılaşırsam bugün ne yapıyorsam onu yaparım, yani direnirim." Bazı illerde salon bulmakta bile güçlük çekebileceğini söylediğimde, "Beni Türkiye'nin herhangi bir yerinden davet edenler öyle sanıyorum ki salon da bulurlar," diye yanıtladı. Bu zor ve çetrefilli yolda Can Ataklı'nın başarılı olacağına inanıyorum. Bu arada, ilk gösteri 13 Nisan'da Türkan Saylan Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilecek.

Mümtaz İdil

Odatv.com


19.03.2013 11:21

13 Mart 2013 Çarşamba

Mümtaz İdil: Hangi Cumhurbaşkanı Odatv okuru çıktı

Dün, Sevda Cenap And Müzik Vakfı'nın kuruluşunun 40. Yılı nedeniyle Ankara, Beşevler'deki Milli Eğitim Bakanlığı şura salonunda muhteşem
bir konser vardı.
Konser için davet çok önceden gelmişti ve ben de ihmal edip, o çok önemli olan ve insanların pek yüz vermediği Lütfen Cevap Verin (LCV)
uyarısını dikkate almadığımdan, yer numaram olmadığı halde bir cesaret gittim.
Konser, Şef Gürer Aykal'ın yeni kurduğu orkestra ile gerçekleştirildi.
Sevgili dostum, ağabeyim saydığım Gürer Aykal durmaksızın orkestra kurmakla herhalde Türkiye tarihine çoktan geçti. Şefliği bir yana, çok
sesli müziğin Türkiye'de yaygınlaşmasında en önemli dayanaklardan biri olması çevresideki "hale"nin giderek büyümesine neden oluyor.
Konserde Gürer Aykal yine bir Türk besteciye yer vermeyi ihmal etmemiş.
Ertuğ Korkmaz'ın "Symphonic Poem"i seslendirildi. Ardından Felix Mendelssohn'un Piyano Konçertosu'nu Emre Şen seslendirdi. Daha
sonra da Ludvig Van Beethoven'in Senfoni No 4, Si bemol majör eseri sahne aldı.
Konser sonrası verilen resepsiyon sırasında Gürer Aykal ile karşılaştım. Bana "gel, gel" işareti yaparak, çevresindekilere de "Cumhurbaşkanı çıktı mı?" diye soruyordu.
KASAPTAN ÇIKAN NOTALAR
Sorduğu Cumhurbaşkanı, Gürer Aykal'ın Ankara'daki hemen tüm konserlerine gelen Ahmet Necdet Sezer'di.
Birlikte yukarı çıktık. Ahmet Necdet Sezer'in etrafı hayli kalabalıktı. Belli ki insanlar onu özlüyor, onu arıyordu.
Gürer Aykal'ı görünce bize döndü. Aykal beni tanıştırdı. Üçümüz arasında müthiş bir müzik sohbeti başladı. Gürer Aykal ile boy ölçüşmemiz mümkün olmadığından, biz sadece kırpıntı cümlelerle araya giriyor, onun ağzından laf almaya çalışıyorduk.
Felix Mendelssohn'un hayatını okumuş Ahmet Necdet Sezer, çok genç yaşta ölmesinden yakınıyordu. Gürer Aykal, "bir çalışma içindeyim Sn.
Cumhurbaşkanım," dedi. "Müzik tarihi genç yaşta ölen dehalarla dolu. Onlarla ilgili bir çalışma yapıyorum."
Bilir misiniz, Felix Mendelssohn, J.S.Bach'ın "Passion" adlı eserini bir kasapta bulmuştur. Bir gün karısı eve gelirken et almasını söyler.
Mendelssohn da kasaba uğrar ve karısının istediği eti alır ve eve gelir. Tam paketi açıp eti çıkaracağı sırada, etin sarılı olduğu kağıdın üzerinde notalar olduğunu fark eder.
Deha budur işte. Aynı anda kafasında okuduğu notalar canlanır. O anda anlar: Bu, Bach'ın yazdığı bilinen ama bir türlü bulunamayan Passion
eserinin notalarıdır. Karısına etin kağıdına hiç dokunmamasını söyleyerek evden fırlar gider. Kasaba, ambalaj yaptığı kağıtları nereden bulduğunu sorar. Kasap, "yukarıda bir depomuz var, ambalaj kağıtlarımızı orada saklıyoruz," der. İşte Bach'ın bilinen ama bulunamayan bir çok eseri de kasabın yukarıdaki "ambalaj kağıtları" arasından çıkar.
"ODATV'Yİ BİLİYORUM"
Bunu konuştuk. Daha sonra Evin İlyasoğlu'nun Gürer Aykal ile ilgili hazırladığı kitaptan bir yığın alıntı sıraladı Ahmet Necdet Sezer.
Cumhurbaşkanlığı yapmış ve o zor koşullarda her şeyin üstesinden hukuk süzgeci içerisinde başarıyla geçmiş bir insanın bu arada kendini sanat
konusunda da böylesine eğitmiş olmasından gerçekten onur duymak gerekiyor. Bir an kendimi eski Çekoslavakya'nın efsanevi devlet başkanı Haşek'in yanında hissettim. Daha sonra Gürer Aykal, Diyarbakır'daki doğduğu ev ile ilgili ilginç bir anısını anlattı. Kendisini tanıyan, daha doğrusu babasının da arkadaşı olan birinin elinden tutup doğduğu eve götürdüğü ve doğduğu odaya kadar her yeri gezdirdiğini anlattı.
Ahmet Ertegün'den konuşuldu. ABD'de yaptıkları, dünya ve Türk müziğine katkıları dillendirildi.
Sonra Gürer Aykal yanımızdan ayrıldı ve biz Ahmet Necdet Sezer ile başbaşa kaldık. Gerçi sürekli bir konuşma mümkün olmuyordu, zira bir
yığın insan özlemle gelip eski cumhurbaşkanına saygılarını iletiyor ve mutlaka da bir resim çektirmek istiyordu.
 ÖOzan Sağdıç bütün günü adeta resimli romana çevirdi.
Ahmet Necdet Sezer'e, "Odatv'yi okuyup okumadığını," sordum.
"Bilgisayar denilen şeyden hiç anlamıyorum," dedi. "Açmasını ve kapamasını bile bilmem, ama bana düzenli olarak çıktıları getiriyorlar. Odatv'yi tabii ki biliyorum... Soner Yalçın çıktığında telefonla konuşmuştum. Ama sizde iki önemli yetenek var: Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu... Terkoğlu makine mühendisiydi galiba, öyle değil mi?"
Başımı "evet" anlamında salladım.
"İkisi birlikte şu sızıntı kitabını yazmışlardı, değil mi?"
Yine başımla onay...
Kendisiyle en kısa zamanda görüşmek istediğimi söyledim ve ekledim "gerçi siz bu tür şeylerden hep kaçınıyorsunuz ama..."
Telefon numarasını verdi.
Çıkarken seçkin bir kalabalık arkasından yolcu ediyordu, ben de kenarda ellerimi önüme kenetlemiş gidişini izliyordum. Tam çıkarken döndü, "Mümtaz İdil," dedi. "Unutma!"
Müthiş bir onur duydum.
Benim yerim buralar dedim, kendi kendime. Benim yerim bu insanların yanı.
Gürer Aykal'ın başı her zamanki gibi kalabalıktı. Kardeşi Gülören Cangal kolumdan çekiştirip, "haydi gidiyoruz," dedi.
Her kuruluş yıldönümünde olduğu gibi, Sevda Cenap And vakfının 40. Yıl konseri de muhteşem bir finalle bitti.
En kısa zamanda Gürer Aykal'ı yeni yazısıyla bu sayfalarda göreceğinizden emin olabilirsiniz.
Bu kadar ipucu verebilirim.

Mümtaz İdil

Odatv.com


13.03.2013 02:16

12 Mart 2013 Salı

Mümtaz İdil: Cumhurbaşkanına açık mektup

Sn. Cumhurbaşkanı, İsveç’e uçmadan önce Esenboğa Havaalanı’nda gazetecilere yaptığınız “Ümit ederiz ki üniter yapımız zaafa uğramaz,” sözlerine bir anlam veremedim, kusuruma bakmayın.
Siz, yola çıktığınız İsveç’in cumhurbaşkanısınız da, konuk devletin topraklarından ayrılırken bir “tavsiyede” mi bulunuyorsunuz, yoksa bu ülkenin başkomutanı sıfatını da taşıyan cumhurbaşkanı mısınız?
Neyden ve kimden umut ediyorsunuz üniter yapımızın zaafa uğramamasını? BDP-Kandil-İmralı şeytan üçgeninden mi, yoksa başında bulunduğunuz Türkiye Cumhuriyeti parlamentosundan mı, hükümetinden mi, görüşmeye katılan heyetlerden mi?
Hangisi?
Her iki durumda da sözünüz yanlış. Bir kere eğer ipler Türkiye Cumhuriyeti’nin elindeyse, bu durumda zaafa uğrayacak bir durum söz konusu olamaz.
Eğer ki bazı kuşkularınız yoksa tabii…
Ama yok karşı taraftan böyle bir zaafa uğratma tehlikesi tehditi algılıyorsanız, o zaman zaten durum gerçekten vahim. Ama yine de konuyu “üniter devlet” meselesine getirmekle yeterince tuzağa düşmüş oluyorsunuz. Böyle bir tehditin her iki taraf için de var olduğu düşünülürse, sıkıntınız büyük diyeceğim.
Siz bu ülkenin hem başkomutanı hem de en büyük mülki amiri durumundanız. Yetkileriniz çok fazla. Üniter yapının zaafa uğrayabileceğinden endişe ettiğiniz görüşmeler, toplantılar sürüyor ve siz de yalnızca İsveç’e yapacağınız yolculuk sırasında bunu söyleme ihtiyacı duyuyor, olaylara doğrudan müdahale etmek yerine suya bir taş atıp halkalanmasını izlemekle yetiniyorsanız, bu durum kabul edilemez.
Terörün bu ülkede bitmesini elbette herkes istiyor, ama bunun bedelini tek taraflı olarak Türkiye Cumhuriyeti ödeyecek ve misak-ı milli sınırlarını da zorlayacak bir zaaf yaratacaksa, bu iyi niyet konuşmalarıyla ve umutlanmakla olacak şey değildir.
Ben umutlanabilir ve bekleyebilirim, ama sizin böyle bir lüksünüz yok.
“Hep beraber dikkati bir şekilde teyakkuz içerisinde takip ediyoruz,”diyorsunuz da, kim bu “hep beraberler”. Madem işin bu denli içindesiniz, zaafa uğramak da nereden çıktı? Doğrudan karşı tarafı mı suçluyorsunuz?
Eğer ki, görüşmelerin “zaafa uğratılması” söz konusu olsaydı, böyle bir yazı aklımın ucundan bile geçmezdi, ama siz “üniter yapımızın” zaafa uğramasından söz ediyorsunuz.
Bir çok tecrübeleriniz olduğunu ve bunların zihinlerinizin bir köşesinde tuttuğunuzu söylüyor ve ekliyorsunuz: “Sorularınızın hepsini bunun içinde bulacaksanız.”
Olur mu Sn. Cumhurbaşkanı? Bizler zihin okumada o kadar usta bir millet değiliz. Nasıl olur da sizin ve diğerlerinin zihnindekilerini, siz açıklamadan nereden okur da cevapları buluruz?
Türkiye hızla ünlü yazar Goethe’nin “Dr. Faustus” tragedyasına sürükleniyor. Tek farkla ki, orada bir tek Faust vardı, bugün ülkemiz Faust kaynıyor. Endişelenmeyin, Mephisto yine bir tane!
Makamınıza saygılarımla,

Mümtaz İdil
Odatv.com

12.03.2013 01:20

11 Mart 2013 Pazartesi

Sayıları azalıyor

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bugün ziyarete başladığı İsveç, dünyadaki silahsızlanma konusunda çok önemli bir kuruluşun da merkezi. Abdullah Gül’ün programında SIPRI’yi, yani Stockholm International Peace Research Institute (Stokholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü) ziyaret var mı, bilemiyorum. Ama gerçekten dünyadaki silahlanma yarışını yakından izleyen bu enstitü, son raporuyla az da olsun bir soluk almamıza neden olacak sonuçlara ulaşmış. Elbette veriler 2011 yılı sonu itibariyle, çünkü askeri harcamaların saptanması ve ülkelerin bütçelerinden ne kadar pay ayırdıklarının belirlenmesi ve reel harcamların ne boyutta harcandığı kolay hesaplanmıyor.
SIPRI’nin 2011 verilerine göre dünyada askeri harcamalarda bir duraklama dönemi başladı. 2011 yılında dünyadaki askeri harcamaların 1738 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. 2010 yılında fiyat değişimleri ve doların düşüşü açısından askeri harcamalar daha yüksek değerde. 2011 yılındaki askeri harcamaların 2010 yılına göre binde 3 artış göstermesine karşın reel fiyatlarda ve değerlendirmelerde bunun bir duraklama dönemi olduğu açıkça görülmekte.
1998 yılından bu yana ABD’deki askeri harcamalarda yüzde 1,2 azalma olmuştur.
Asya ve Okyanusya’da ılımlı bir artış gözlenmiştir. Bu bölgedeki askeri harcamalarda yüzde 2,3 artış olmuştur.
Batı ve Orta Avrupa’da bu artış tasarruf tedbirleri nedeniyle yüzde 1.9 olarak gerçekleşmiştir.
Doğu Avrupa’daki artış ise önemlidir. Bu ülkelerde yüzde 10.2’lik bir artış saptanmıştır.
Önemli bir artış da Ortadoğu ülkelerinde görülmüştür, yüzde 4,6.
Afrika ise tarihinin en büyük artışlarından birini yüzde 8,6’lık artışla gerçekleştirmiştir.
ABD HARCAMALARI AZALIYOR
Askeri harcamalarda istikrar eğilimi uzun zaman ister. Değişiklikler ise bu uzun zaman sürecinde ancak kendini gösterir. Avrupa’da hızla yayılan tasarruf tedbirleri, ABD’nin Irak ve Afganistan’dan çekilmeye başlaması bu eğilimi hızlandıran faktörlerdir, ama bu arada Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Afrika hızla askeri harcamalarını artırmaktadır.
Avrupa ve ABD’nin savunma harcamalarındaki tasarrufu, SIPRI’ye göre ancak birkaç yıl sonra kendini gösterecektir. Şimdilik Ortadoğu’daki askeri harcamaların artışı tam olarak kendini göstermiyor. Ama şurası kesin ki, ABD’nin askeri harcamaları 1998 yılından bu yana ilk kez 2011 yılında binde 3’lük bir azalma gösterdi. Bunu olumlu yorumlamak için henüz erken. Doların değer kaybetmesinin de bu oranda payı olduğu ileri sürülüyor. Ayrıca, ABD’nin dev boyutlara ulaşan “dış ticaret açığı”, Cumhuriyetçilerin bu konuda tasarrufa gidilmesi konusunda çalışmalar başlatmasına neden oldu. Bu konudaki ilk çalışmayı da askeri ihalelerle ilgili ikinci planı geciktirerek başlattılar.
Bu nedenle, askeri harcamalardaki gerçek düşüş oranı ancak önümüzdeki yıllarda ortaya çıkabilecek. Uzmanlara göre, ABD’nin Irak ve Afganistan’dan çekilmesi askeri harcamalarda ciddi bir düşüşe neden olacak, ancak bu arada ABD dünyanın herhangi bir yerinde yeni bir “savaş” kapıs açmazsa.
HARCAMALAR SINIRLANIYOR
ABD kongresi, Bütçe Denetimi Yasası’na 2012 yılında askeri harcamaların azaltılması önerisinin eklenmesini istedi. Ayrıca iç borçların da ABD’nin askeri harcamaları etkileyeceğine dikkat çekildi. Bu nedenle de ABD’nin askeri harcamalarının 487 milyar dolar ile sınırlandırılması gerektiği vurgulandı.
Konuya Avrupa açısından bakarsak: Avrupa ülkeleri, 2010 yılından bu yana yürürlüğe koydukları tasarruf tedbirleriyle önce askeri harcamaların kısıtlanması yolunu seçtiler. 2008 yılında askeri harcamaların fazlalığı tüm Avrupa’da finansal ve ekonomik bir kriz yaratmış ve ülkelerin tasarruf tedbirlerine yönelmesine neden olmuştu. Yine de 2010 yılına kadar Avrupa’nın askeri harcamalarında büyük düşüşler yaşanmadı.
TASARRUF SERT OLDU
Batı Avrupa ülkeleri arasında ekonomisi zayıf olan ülkelerde tasarruf tedbirleri, doğal olarak, çok sert oldu. Yunanistan yüzde 26, İspanya yüzde 18, İtalya yüzde 16, Belçika yüzde 12 tasarrufa yöneldi.
Batı Avrupa’nın askeri harcamalardaki üç lideri İngiltere, Fransa ve Almanya diğer ülkelere oranla yüzde beş oranında bir tasarrufu uygun gördüler.
Bu arada belirtmek gerek ki, Ermenistan ile aralarındaki geçimsizlik nedeniyle dünyada 2011 verilerine göre en büyük askeri harcama Azerbeycan tarafından gerçekleştirilmiş: Artış yüzde 89! Onu, yüzde 82 oranında artışla Endonezya izliyor (2002’den 2011’e kadar olan sürede).
Rusya’nın 2009 yılında yaşadığı durgunluğa rağmen, 2011 yılı itibariyle üç yıllık dönemde yaptığı askeri harcama yüzde 16 artmış durumda. Uzun vadede Rusya’nın 23 trilyon ruble (749 milyar dolar) techizat ve hizmet alımı ile AR-GE çalışmalarına pay ayırması bekleniyor.
Asya’ya baktığımızda askeri harcamaların artmaya devam ettiği görülüyor. 2010 yılında azalır gibi görünen askeri harcamalar 2000 ila 2009 yılları arasında ortalama yüzde 6,3 artış göstermiş durumda.
ÇİN’İNKİ ARTTI
Çin Halk Cumhuriyeti’nin askeri harcamaları ise 2011 sonu itibariyle yüzde 6,7 artmış durumda. Ancak tüm Asya ve Okyanus devletlerine bakıldığında 2011 sonu itibariyle binde 4’lük bir azalma söz konusu. Buna karşılık, Tayvan askeri harcamalarında çok mütevazı artışlar yaptı. 
Latin Amerika’ya gelince, 2010 yılında Latin Amerika ülkelerindeki askeri harcamalar yüzde 5,1’lik bir artış göstermiş. Ancak önümüzdeki yıllarda bu harcamaların yüzde 3,3’e düşmesi bekleniyor. Brezilya, askeri harcamalarda bütçe kısıntısına (maaşlar hariç) yüzde 25 ile başlıyor. Amaç, enflasyonu azaltmak. Meksika’da ise askeri harcamalar 2011 yılı itibariyle yüzde 52 artarak, genel bütçedeki payı yüzde 5,7’ye yükseliyor. Meksika’da bu artışın nedeni olarak uyuşturucuyla mücadele gösteriliyor.
Veri eksikliği nedeniyle Orta Doğu için 2011 rakamlarını vermek biraz güç. Ancak Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Yemen için reel bir takım rakamlar vermek mümkün, ama diğer ülkelerin askeri harcamalarını saptamak şimdilik imkansız. En büyük artışın yüzde 55 ile Irak’ta olduğu saptaması yapıldı, ancak bu rakamın 2011 sonu itibariyle daha düşük olması bekleniyor.
İSRAİL VE SURİYE’DE DE ARTTI
Bölgenin önemli ülkelerinden İsrail’de artış yüzde 6,8, Suriye’de ise 6,1.
Afrika’da başı çeken ülke Cezayir. Askeri harcamaları sürekli artan bir ülke olarak kayıtlara geçiyor. Onu Libya izliyor. Nijerya da askeri harcamalarını artıran ülkeler arasında. Ancak bu artışların temel nedeni ülkedeki iç savaş veya gerilla örgütlerine karşı savaş. Örneğin Nijer Deltası’ndaki terör hareketlerine ve terör örgütü Boko Haram’a karşı askeri harcamalar artırıldı.
Kaynak: SIPRI (Stockholm International Peace Research Institute)

Mümtaz İdil
Odatv.com

11.03.2013 13:43
İnsanlar bir “dahi” olmadıklarını çok geç yaşlarda anlar. Yani kırklı yaşların sonundan ölünceye kadar. Bu yaştan sonra artık deha ortalıkta pek görülmez. Belki bazı felsefeciler için bu doğru değildir, ama sonuçta felsefecileri dahi olarak kabul edene de pek rastlanmaz. Onların felsefe öğretmenlerinden farkları daha çok “filozof” nitelemesiyle ayrılır.
Matematikte bir deha olduğunuzun ortaya çıkması neredeyse üç-beş yaşlarında ortaya çıkar ve yirmili yaşların sonu veya en geç otuzlu yaşların başında da sona erer.
Aslında edebiyatta da geç yaşlarda ortaya çıkan dehalar vardır, ama sayıları çok fazla değildir. Deha olarak kabul edilenlerin çoğu genç yaşta ya ölmüşler ya da bir daha edebiyata geri dönmemişlerdir.
Ama insanoğlu bunu kabul etmekte zorlanır elbette. Yaş ilerledikçe kendisinde deha kırıntısı bulunmadığını anlamasına rağmen çoğu edebiyatçı hırçınlaşır, hayata küser, kendini alkole verir, özel yaşamını karmaşıklaştırır veya intihar eder.
Puşkin öldüğünde 31, Lermontov öldüğünde 27 yaşındaydı.
Arthur Rimbaud şiiri bıraktığında yirmili yaşlardaydı.
Jack London, Wirginia Volf, Mayakovski, Yesenin gibi dünya edebiyatına büyük eserler kazandırmış yazarlar ise bunu genelde yirmili yaşlarıyla kırklı yaşları arasında gerçekleştirmiştir.
19. Yüzyılın edebiyatçıları bir bakıma daha şanslılardır bu konuda. Çoğu eceliyle ölmüştür ve doksanlı yaşları bulanları da hatırı sayılır biçimde çoktur: Tolstoy, Upton Sinclair, Dostoyevski, Çernişevski, Victor Hugo vb. Aralarında Dobrolyubov, Puşkin, Lermontov, gibi kısa süreli yaşamlarına çok şey sığdırmış olanlar da vardır elbette, ama genelde 19. Yüzyıl yazarları daha uzun ömürlü olmuşlar ve daha “istikrarlı” yazmışlardır.
Marcel Proust veya James Joyce, Albert Camus gibi 20. Yüzyıl yazarları, müthiş beyinsel sıçramalarla, yazmaya başladıklarından çok daha farklı bir biçimde yazım hayatlarını noktalamışlardır ve bu da edebiyatın günümüzdeki algılanışından çok daha farklı bir boyuta çekilmesine neden olmuştur.
Deha ile delilik arasındaki ince farkı çok iyi biçimde ortaya koyan Nietzche veya Sade gibi yazarlar ise felsefe ağırlıklı yapıtlarıyla kendilerinden sonra gelen kuşaklara “gerçek bilgeliğin delilik olduğunu” söyleyen Erasmus’un üç günde yazdığı “Deliliğe Övgü”nün geçerliğini kanıtlama yolunu seçmişlerdir.
Siyasetin alabildiğine vahşi biçimde “su savaşlarına” dönüştüğü günümüzde, artık edebiyat eserlerinin yerini daha çok siyasi anlatılar ve buna dayalı romanlar almakta, okurun ilgisi de bu noktaya doğru çekilmeye çalışılmaktadır. Zira, dünyanın bu vahşi kapitalist sistem içerisinde hızla yeni yüzyıla doğru yol alması, dünyanın sonunun da çok kısa sürede karşımıza çıkacağını göstermektedir.
Dünyanın belki yeniden savaş karşıtı Lev Tolstoy, Konstantin Simonov, Jean Paul Sartre gibi yazarlara ihtiyacı var.
Savaş yalnızca meydanlarda verilmiyor çünkü. Meydanlarda verilen savaşlar artık televizyon aracılığıyla, kucağınızda çerez tabağı ile izlenebiliyor.
Ama tüm dünyada yok edilmeye devam edilen verimli toprak, temiz su kaynakları, küresel kirleniş, küresel ısınma, atomize malzemelerin aşırı kullanımı, ormanların yok edilmesi, kısa çıkarlar uğruna göllerin kurutulması veya bataklığa dönüştürülmesi ve buna ek olarak da mantar gibi büyüyen nükleer enerji santralleri veya kullanım tesisleri dünyanın ömrünün çok da fazla olmadığının kanıtı.
Tek umut, vahşi kapitalizmi en vulgar şekilde uygulayan ülkelerin, bu vahşetinin dünyanın sonununu getireceğini fark etmesinden çok kendi sonunu getireceğini fark etmesiyle bir süre daha uzatılabilir, ama asla durmayacaktır.
İnsan, kendi ömrü ile sınırlı bir süreyi “yaşamayı”, gelecek kuşaklarda yaşayacak çocuklarının “yaşamından” çok daha fazla önemsemektedir.
Kimsenin geleceği düşünmek gibi bir kaygısı yoktur, burası kesin.

Mümtaz İdil
Odatv.com

11.03.2013 05:03

8 Mart 2013 Cuma

Mümtaz İdil: Venezuela'da kadınlar ne durumda

Lev Toltoy'un ünlü romanı Anna Karenina kendini rayların üzerine attığında son anına kadın olduğunu ve kadın olduğu için de bunu yapmak zorunda olduğunun bilincindeydi.
Aynı şekilde Fyodr Mihalyoviç Dostoyevski'nin kadın kahramanı Nastasya Filipovna, iki erkeğin arasında can verdiğinde de işin farkındaydı. Flaubert'in Madamme Bovary'si kadın olduğu için dışlanmıştı. İrlandalı Kız (Ryan's Daughter) filminde Rosy Ryan'ın (Sarah Miles), kocasını (Robert Mitchum) Binbaşı Randolph Doryan ile aldattığı için kasaba tarafından dışlanmıştı. Dünya tarihi kadınların bu tür hikâyeleriyle doludur, en acıklısından en yüreklisine kadar. Ama kaybeden hep kadın olmuştur.
Kadın haklarının sınıfsal bir sorun olduğunu ciddi olarak otaya atan siyasetçi ve yazar Clara Zetkin'di. Zetkin, 19. Yüzyılın sonlarına doğru kadınlar üzerine geliştirdiği akıl yürütmeleri daha çok sosyalist temellere dayanıyordu ve kadının ikinci sınıf vatandaş olmasındaki en büyük etkenin sosyo-ekonomik baskılardan kaynaklandığını öne sürüyordu.
KADINLAR META HALİNE GELDİ
Çoğu açıdan haklıydı. Ancak teknoloji ilerledikçe bu konu farklı bir biçim almaya başladı. Kadınlar yine negatif ayrımcılığın boyunduruğu altına girmişlerdi, ama bu kez evde kocasına veya erkek kardeşlerine karşı değil, patrona karşı bir "meta" haline dönüşmüşlerdi. Hak aramak gibi bir lüksleri yoktu. Örgütlenmelerindeki beceriksizlik ve erkeklere oranla daha eğitilebilir olduğuna karar veren kapitalist sistem, bunu en iyi şekilde kullanmasını bildi. Ağızlarını açmadan, itiraz etmeden işlerini yapmaya çalışan kadınlar erkeklere tercih edilir duruma geldi. Çünkü artık kas gücüne pek ihtiyaç duyulmuyordu. Bugüne gelindiğinde dünya henüz kadın haklarını çözebilmiş değil. Şiddet, bazı ülkelerde eskiye oranla azalırken, bazı ülkelerde çok daha fazla arttı. Nüfusları, dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlar, erkeklerle karşılaştırıldığında iş gücüne katkıları bakımından oldukça gerideler.
Kadına şiddete bakıldığında aralarında Türkiye'nin de ön sıralarda bulunduğu hemen tüm ülkelerde şiddete maruz kalıyorlar. Demokrasisiyle övünen ve bunu tüm dünyaya yaymaya çalışan ABD'de her 90 saniyede bir kadın tecavüze uğruyor.
Arap ülkelerinde yüz kırk milyondan fazla kadın okuma yazma bilmiyor. Siyasette ve iş dünyasında neredeyse yoklar. Dünyadaki yoksul nüfusun yüzde yetmişine yakınını kadınlar oluşturuyor. Kompozitör olarak müzik dünyasında da yoklar. Klasik batı müziğinde kadın besteci yok, en azından bir Mozart yetiştirememişler. Resim ve heykel sanatında da çok gerideler. Peru, Ekvador, Venezuela, Şili gibi Güney Amerika ülkelerinde kadınlar eskisine göre çok daha şanslı ve donanımlı. Bu ülkelerde iş sahibi olan kadın sayısı ya erkeklerden fazla ya da onlara çok yakın. Güney Amerika'da kadınlar genellikle iş güvencesi olmayan alanlarda iş bulabiliyordu. Ancak bu Güney Amerika'da esen devrimci sosyalist rüzgarın etkisiyle bugün eskisine oranla daha fazla iş güvencesine sahipler.
VENEZULA NASIL BİR ÜLKE VE KADINLARIN DURUMU NE
Bugün, "ileride" olduğumuz tek alan "zaman" kavramına göre, şu saatlerde Hugo Chavez'in cenaze töreni yapılıyor veya yapılmak üzere. Bu yazı yayına girdiği sırada tören bitmiş de olabilir. Bizden yaklaşık yedi saat "geride" Venezuela çünkü. Biraz Venezuela'yı toplumsal gelişmeler açısından da irdelemekte yarar var. Örneğin hijyen konusunda dünyanın en gelişmiş kültürlerinden birine sahip bir ülke. Dünyanın en fazla deodorant tüketen ülkesi örneğin. Hijyenik kağıt tüketiminde de dünyada ön sıralarda yer alıyor. Yine şaşırtıcı bir ayrıntı: Venezuela'daki turistik otellerin çoğu Venezuela'ya ait. Örneğin Shareton veya Hilton yok. Göze çarpan bir tek Mariott otel.
Venezuela'nın resmi dili İspanyolca. 5 Temmuz 1821'de İspanya'dan koparak bağımsızlığını ilan etmiş ve Kolombiya, Panama ve Ekvador ile birlikte "Büyük Kolombiya"ya dahil olmuştur. (Simon Bolivar henüz ölmemişti). Türkiye'den 200 bin km2 daha büyük. Ama nüfusu otuz milyon kadar. Kişi başına düşen milli gelir 13 bin dolar. Resmi adı Bolivariana de Venezula (Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti). Venezuela'nın en büyük şanssızlığı, tarıma uygun topraklarının çok sınırlı olmasıdır. Buna karşılık hayvancılık yapacak oranda (yüzde 20'den biraz fazla) otlaklık bulunmaktadır. Ortalama yaşam süresi toplam nüfusta yaklaşık 75 yıldır. Okuma yazma oranı parmak ısırtacak kadar yukarıdadır: Yüzde 93. Kadınların okur yazar oranı ise yüzde 93'tür. Büyüme hızı yüzde sekiz buçuk, enflasyon oranı ise yüzde 20'nin altındadır. İhracatı yaklaşık 70 milyar, ithalatı ise yine yaklaşık 50 milyar dolar dolayındadır.
İşte, yoksulluktan bu aşamaya gelmiştir toprağa bugün verilecek olan Hugo Chavez'in Venezuela'sı. Kadınların işgücüne katılımı yüzde elli dolayındadır. Hemen tüm kadınlar okuma yazma bilmektedir, böylelikle de bağımsızlıklarında önemli adımlar atma olanağına sahiptirler.
Tam da Clara Zetkin'in "kadının üretime katılması" noktasındadırlar bir anlamda.
Güle güle Hugo Chavez.

Mümtaz İdil
Odatv.com

08.03.2013 18:23