30 Mart 2009 Pazartesi

CHP İÇİN ZORLAMA YORUMLAR

CHP’ye yakın duranlar ilginç seçim değerlendirmeleri yapıyor.

Viyolonsel sanatçısı Gülören Cangal, “Kıyılara doğru sürüldük, yakında hepimizi denize dökecekler,” diyor.

Gazeteci Mustafa Kirman, “Balık yemeyen alık olur,” diye yorumluyor kıyıları.

Kuzenlerim, “Yine elektrikler kesildi, sistemler bozuldu...” diye “malum” kuşkuları dillendiriyorlar.

Kültür Bakanlığı eski müsteşar yardımcısı Gülşen Karakadıoğlu, “Neredeyse Adana’yı da alacaktı CHP,” diye hayıflanıyor.

En akıllı yorumu bakkal Mustafa yapıyor: “Tek partiydi bunlar abi, biraz kendilerine gelirler herhalde.”

Taksi şoförü, “Nasıl olur abi, diyor, kime sorduysam Karayalçın’a vermiş. Sandıktan yine Melih çıktı.”

Taksi şoförünün adını, iş güvenliği nedeniyle veremiyorum tabii ki...

Alt kat komşularımız, Mersin’de yazlıkları olduğu için herhalde, neredeyse sokağa fırlayıp bayrak sallayacaklardı. Yaşları uygun olmadığından evde oturdular.

Bülent Tanık’a yakın isimlerden Mehmet Kuşçu, büyükşehri kaybetmenin üzüntüsü içinde, ama en azından Yenimahalle’nin alınmasının Çankaya için bir destek olacağını düşündüğünden kısmen mutlu.

Adını veremeyeceğim bir yığın CHP sempatizanı, “Bu partiden adam olmaz,” diye yorumluyor seçimi. “Bu kadar işsizin olduğu, ekonomik krizin insanları bunalttığı, her türlü göstergelerin geri düştüğü bu ortamda muhalefet partilerinin toplamı ancak bir AKP ediyor. Bu nasıl bir kazanç?”

Kimi yakın dostlarım, gazete ve televizyon yorumcularından aldıklarını satıyor çevresine: “Artık Kılıçdaroğlu’nu kimse tutamaz. Baykal harcamazsa, Kılıçdaroğlu kesin genel başkan olur.”

Yorumlar ardı ardına akıyor:

“Tek parti dönemi bitti,”

“AKP aklını başına almak zorunda,”

“Birileri dur demeliydi,”

“CHP İstanbul’da yanlış yaptı. Sarıgül’ü CHP’den aday göstermeliydi,”

“SP bir süre sonra AKP’yi bölecek...”

Bütün bunların içinde en önemlisi, gerek CHP’nin gerekse AKP’nin en büyük korkusu su yüzüne vuruyor:

Bu seçimler Türk siyasetine yeni suratlar, kimlikler kazandırdı.

Sessiz ve derinden düşünülen ve herkesin dilinin ucunda olan da bu.

Ortak payda, önümüzdeki günlerin partiler içi müthiş çatışmalara “gebe” olduğu üzerine.


A.Mümtaz İdil
Odatv.com

30.03.2009 00:00

29 Mart 2009 Pazar

KİM BU ALİ DAYI?

Kayınpederim 86 yaşında.
Yaşar Doğu ile güreşip de sırtı minderden kalkmayınca, güreş hakemi olmaya karar vermiş. Hakemlikte başarılı olmuş. Vehbi Emre’nin de yardımıyla, FİLA kokartı almayı başarmış.
1952 ve 1964 olimpiyatlarında iki kez dünyanın en iyi hakemi seçilmiş. Sonra “superior hakem” ünvanını kazanmış. Şimdilerde televizyonda güreşleri seyredip iç geçirmekten başka bir şey yapmıyor.

Ali Dayı’nın öyküsünü de o anlattı.

Eskişehir’de, tren istasyonunda tanımış ilk kez Ali Dayı’yı.

Atatürk’ün emireriymiş. Savaştan sonra Mustafa Kemal yanından hiç ayırmamış Ali Dayı’yı. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Ankara garında şimdi müze olan iki katlı binada Mustafa Kemal ile birlikte sabahlara kadar beklermiş. Atatürk çalışırken o da sürekli kapının önünde, vereceği emirleri beklermiş.

Kayınpederime anlatmış Ali Dayı. O da bana defalarca anlatmıştı: 
Bir gece, yine geç saatlere kadar çalışan Mustafa Kemal, Ali Dayı’yı çağırmış. Ali Dayı huzura çıkınca da, “Ali, demiş, şöyle güzel bir kahve yapsan da içsek...”

Ali Dayı, “Emredersiniz paşam,” demiş, ama bir adım bile geri atmamış. Başını öne eğmiş.

Atatürk durumu hemen anlamış tabii.
“Kahvemiz kalmadı demek istiyorsun değil mi Ali?” diye can alıcı noktaya dokunmuş.

Ali Dayı’dan ses yok.

“Sükut ikrardan gelir Ali,” demiş Mustafa Kemal. “Paramız da yok değil mi? O yüzden sen gündüzden kahve almadın. Yoksa hiç ihmal etmezdin.”

Ali Dayı’da yine ses yok.

“Sabah hatırlat bana da, Fevzi Paşa gelince ondan biraz borç alayım. Kahve parasını denkleştirelim...”

Ali Dayı gerisin geriye çıkmış odadan.

Bunu hiç unutmamış.

Sonraları Ali Dayı’nın Ankara’da, bir zamanlar Atatürk ile paylaştığı gardaki müzenin bekçiliğini yaptığını söyledi Kayınpederim. Arada bir Eskişehir’den Ankara’ya geldiğinde, Ali Dayı’ya uğrayıp bir kahvesini içermiş.

Bir şehir efsanesi değil bu anlatılanlar.

Ali Dayı çoktan öldü, ama bunu gencecik yaşlarda dinleyen adam hala yaşıyor. O zamanlar önem vermediği bu anı şimdilerde sık sık diline düşüyor.

Anlatıyor, bir daha anlatıyor.

Ama 1952 ve 1964 yılında aldığı “altın madalyaları” hiç anlatmıyor. Onları, Hürriyet gazetesinden kestiği, Nezih Demirkent’in kaleme aldığı gazete kupürlerinden okuyoruz.

Yaşlıları bilirsiniz, anlattıklarını dönüp dolaşıp bir daha anlatırlar.

Çoğunda sıkıldığınız olur belki, ama bu öyküsünü ne kadar dinlesem de bıkmıyorum. Biraz süsleyeyim istediğimden, her anlatışında farklı ayrıntılar bulmaya çalışıyorum. Ama olmuyor, o hep aynı cümlelerle, aynı hikayeyi anlatıyor. Ne eksiltiyor, ne abartıyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarını ve Başkomutan’ın gece kahvesi kaldığını. Fevzi Paşa’dan borç istemek zorunda kaldığını. Hiç değiştirmeden, aynı saflıkla ve duyduğu gibi...

Birazdan bir cappucino ya da expresso içmeye dışarı çıkacağım.

Ne olur, ne olmaz...

A. Mümtaz İdil 
Odatv.com
29.03.2009 00:00

26 Mart 2009 Perşembe

BAŞBAKAN ERDOĞAN 1.5 MİLYONU KIZDIRDI 20 MİLYONU KAZANDI

Şubat ayı sonu verilerine göre kredi kartındaki son durum şu:
Dağıtılan kredi kartı sayısı 43 milyon 390 bin.
Kullanıcı sayısı 22 milyondan biraz fazla.
Takipte olan ve kara listeye giren kredi kartı mağduru ise 1 milyon 564 bin.

Ne demişti kendisini “zencilerin” başı olarak gören Başbakan:
“Kredi kartı borçlularını dürüst bulmuyorum.”
Ortalık ayağa kalktı güya, değil mi?
Ama satrançtaki “siyahın,” yani kendisine “zenci” diyenin hamlesine bakar mısınız? Bir anda 1 milyon 500 küsur bin vatandaşı “dürüst olmamakla” suçlarken, aynı anda 20 milyondan fazla insanı da yanına çekmeyi başardı.
Kredi kartı mağduru olan bir milyon beş yüz bin kişi küserken, 20 milyondan fazla insan da “enayi” yerine konmadığı için alkışladı.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), seçimlerde oy kullanabilmek için nüfus cüzdanlarında vatandaşlık numarasının yazılı olmasını şart koşunca, önce AKP itiraz için koştu.
6 milyon fazla seçmenin nereden geldiğini sormayan AKP, yalancıktan da olsa TÜİK’in bazı uygulamalarını eleştirir gibi göründü.
TÜİK’i iktidara yandaş gibi görenler, seçmen sandıklarının başında “türbanlı”ların görev alamayacağını açıklar açıklamaz, Başbakan’ın eline koz verilmiş oldu. O da hamlesini en iyi şekilde kullandı. Bol bol TUİK’e çattı. Üstelik de haklı bir sataşmaydı.
Bir çok insanın aklına da şu düştü doğal olarak: Demek TÜİK hiç de sandığımız gibi iktidardan yana tavır göstermiyor.
Yine sert bir Siyah hamlesi…

Beyaz Türkler ise savunma yapmaya gerek bile görmeden saldırıyı hedeflediğinden, sert ve kurnaz hamleler karşısında aciz kaldı. Ne karşı tarafın taktiğine uyarak onun savunmasını dağıtabildi, ne de geriye dönüp kendi şahının çıplak olduğunu görebildi.

Thomas Samuel Kuhn, bir tartışmayı kazanmak isteyenin, karşısındakini kendi bulutuna çekmesiyle başarı kazanabileceğini söyler. Melih Gökçek’in sıklıkla yaptığı gibi.
Başbakan da muhalefeti, en iyi bildiği, en iyi tartıştığı alana çekerek, meydanlarda kesin bir zafer kazanmayı başardı.
Konu biraz Siyahların istemediği alana girdiğinde, Siyah Vezir hemen sert bir hamleyle yeni bir konuyu ortaya atıp, tahtadaki inisiyatifi ele geçirmeyi başardı.

Batan fabrikaları “beceriksizlikle” suçlayan Siyah, Beyaz’ı sinirlendirip üzerine çekerken, batmayan binlerce fabrikayı da yanına çekiyordu. Hem Beyaz’ın hamlesini savuşturuyor, hem de kendi piyonlarını Vezir çıkacak şekilde düzene sokuyordu.
Beyaz bunu asla fark etmedi.
Çoban matı olmadıysa eğer, bu biraz Siyah’ın “insafıyla” ilgili gibiydi. Aslında Siyah oyunu biraz daha uzatmak istiyordu, o kadar. Kazanacağını ilk hamlelerden sonra anlamıştı. Zaten tahtadaki potansiyel güç, Siyah’ın kurguladığı bir güçtü. Aynı taktiği kullanarak Siyahla başa çıkmaya çalışan Beyaz için yenilgi kaçınılmazdı.


A. Mümtaz İdil
Odatv.com

26.03.2009 00:00

22 Mart 2009 Pazar

PUŞKİN’İN İNTERNETİ OLSAYDI

19. yüzyılın büyük özgürlük şairi Aleksandr Sergyeviç Puşkin, değil internet; radyo, telefon, televizyon gibi olanakları olmadığı halde, şiirlerini milyonlarca insana ulaştırmayı başardı.

Bir de internet gibi olanağı olduğunu düşünsenize.
Çar I. Nikola’nın tahtını sallayan ünlü özgürlük şairi, Sibirya maden ocaklarına kadar ulaşan dizeleriyle, tüm halkı haksızlıklara, yolsuzluklara karşı ayaklandırırken, ancak ölümle durdurulabildi.
Puşkin’in şiirleri, kulaktan kulağa ezber yoluyla ulaşıyordu.
Kelimeler değişiyor, bazı kelimeler anlamını bile yitirebiliyordu bu yolla, ama coşku giderek artıyordu.
Onun, cesedi üzerinde bırakmak zorunda kaldığı bayrağı önce Lermontov aldı, sonra diğerleri...
Romanov’ların bu “özgürlük dalgası” karşısındaki direnişleri ancak bir yüzyıl daha sürebildi.
Bir tek adamla, şairle başlayan bu özgürlük dalgası, elden ele, kulaktan kulağa yayılarak tüm Rusya’yı kapladı.
Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi, hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı. Mesaj buydu.
Yayılma yavaş, ama etkili olmuştu.
Kanlı Pazar’a kadar gelen süreç sonunda, Rusya toplumsal bir değişimin eşiğine gelmişti.
Kuşkusuz yalnızca Puşkin’in çabalarıyla olmamıştı bu, ama P

uşkin tetikleyici bir görevi üstlenmişti ve kurşun da yerini bulmuştu.
Bugün artık yazılı ve hatta görsel basının en büyük “tiraj tehlikesi” olarak gördüğü internet gazeteciliğinin Puşkin’lere, Lermontov’lara ve hatta Spartacus’lere ihtiyacı var. Onu izleyecek Newton’lar, Hugo’lar vb. Gelecektir.
Çar I.Nikola, Puşkin ve ardılları için bir karşı hareket geliştiremedi.
Bugünün internet medyasında ise böyle bir direnç açıkça görülüyor. Yani internet, toplumsal değişimi destekleyen kitleler yanında, muhafazakar düşüncenin de dev kalemleriyle kendini gösteriyor.
Sonuçta iki güç çarpışıyor.
Ancak, bir akıl ürünü olan internet, yine aklını kullanan “çağdaş” beyinlerle, mutlaka öne geçecektir.
Çar I.Nikola’nın Puşkin ve ardıllarına bir alternatif üretememesinin temelinde bu yatmaktadır.
Aydınlanma çağının buldozerleri bir kez çalışmaya görsün, önünde ne var ne yoksa yıkar geçer.
Geriye ise karanlık çağın “nal toplayıcıları” kalır.
Dünya kuruldu kurulalı böyle.
Korkunun ecele hiçbir zaman faydası olmadı.

A.Mümtaz İdil
Odatv.com
22.03.2009 00:00

6 Mart 2009 Cuma

TAYYİP BEY SİZ ASIL BU GELİŞMEDEN KORKUNUZ

Bir ülkede tiyatro salonları dolmaya başladıysa, korkun...
Yer bulunamıyor, haftalar önceden salonlar tıklım tıklım doluyorsa, ortada bir direniş var demektir.

Neredeyse insanlık tarihi kadar eski olan tiyatro sanatı, bir zamanların gözde sanatı iken, artık yalnızca “muhalefet” döneminde sesini yükseltmeye başladı. Öyle açıktan siyasi bir muhalefet değildir tiyatronun muhalefeti, en önemli mesajı gönderir: İnsan olmak.

Yalnızca insan olmanın yeterli olmadığı vurgulanır.
Hani şu kendilerine “sanatçı” süsü verenlerin televizyon programlarına çıktıklarında verdikleri cevaplara yanıt bulur:

Sunucu sorar: En nefret ettiğiniz değerler?
Yanıt: Yalan söylemeyi, dedikodu yapmayı, insanları çekiştirmeyi, riyakârlığı, aldatmayı, sahtekârlığı... Hiç sevmem.
Soru: En sevdiğiniz özellikleriniz?
Yanıt: İnsanları sevmek, yalan söylememek, dedikodu yapmamak...
Soru: Bunlar zaten insan olmanın birinci koşulları, olmazsa olmazları değil mi?
Yanıt: ?

Tiyatro bu gibi “megalomani”den kurtarır insanı. Farkına varmadan insan olduğunuzu hatırlarsınız. Perde kapanıp da sokağa çıktığınızda, Nurullah Ataç’ın (aslında Leonardo da Vinci’in saptamasıdır) “Ay Işığı” denemesindeki gibi komşunun çirkin kızı bile güzel görünür gözünüze.

Tiyatroların yeniden gözde sanat türü olmasında Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin’in çok büyük payı olduğu kesin. Lemi Bilgin, kendine özgü yönetim anlayışıyla ve taviz vermez tavrıyla, tiyatroyu yeniden eski günlerine döndürmeyi başardı. Bunda oyun seçiminden yönetmen seçimine kadar bir çok faktör rol oynadı.
İçi tamamen boşaltılmış, siyasi hiçbir içerik taşımamaya özen gösteren, suya sabuna dokunmadan insanları aptal yerine koyarak güldürmeye çalışan, nerede gülüneceğini uyaran programlar yavaş yavaş yerini daha ciddi programlara bırakmak zorunda kalacak, gidiş öyle.

Bir bakın çevrenize, doğru dürüst bir “dizi”, “stand-up” gösteri, eğlence programı, haber programı var mı?

İnsanlar tiyatrolara boşuna mı sarılıyor?
Bir zamanlar Ehrenburg’u, Şolohov’u, Sartre’ı ezbere bilen bu halk, şimdi futbolcu isimlerinden ve birbirini “körler sağırlar” mantığıyla ağırlayan magazin programcılarından başkasını tanıyor mu?
En ciddi gazetelerin kitap eklerinde, yazarlar birbirinin sırtını sıvazlıyor.
Okuma listeleri oluşturuluyor, “yıldızlar” yaratılıyor.
Tiyatrolar ise dolmaya devam ediyor.
Mevcut sistem için ciddi bir tehlikedir bu.

A. Mümtaz İdil

Odatv.com
06.03.2009 00:00