26 Şubat 2011 Cumartesi

MOZART DOĞDUĞUNDA ON YAŞINDA MIYDI

Mozart’ın kendisisinden ancak birkaç yaş büyük ablası Maria Anna Nanert’e piyano dersi veren öğretmeni, anneleri Anna Maria Perti’ye, “Kızınız biraz yavaş çalıyor. Daha fazla çalışması gerek. Çok iyi gitmiyor,” demesinin üzerinden bir hafta sonra yeniden Mozart ailesinin kapısını çaldığında, yukarıdan gelen piyano sesleri hoşuna gitmişti.

“Sizi kutlarım,” dedi Maria Perti’ye neredeyse sarılacak derecede coşkuyla: “Kızınız bir haftada olağanüstü geliştirmiş piyano çalışını...”

Anne Mozart ise şaşkınlıkla, kızının piyano çalmadığını, mutfakta kendisine bulaşıklarda yardım ettiğini söyledi.

İkisinin de aklına aynı şey geldi o anda. Konduramasalar da, piyanonun başında 3 yaşındaki Mozart oturuyor olmalıydı.
Hızla bir üst kata çıktıklarında tahminlerinin doğru olduğunu gördüler.

Aradan üç yıl geçtiğinde ise, Fransa Kralı XV. Lui’nin piyanonun başında, birbiriyle amansız yarışa tutuşmuş parmaklarına bakıp, “Benim küçük sihirbazım,” diyerek perukalı kafasını okşadığı çocuk, 6 yaşındaki Wolfgang Amadeus Mozart’tı...

İlk bestesini de bir yıl önce yapmıştı: Piyano için sol majör menuetto ve trio...
Bunun insanın kendisini geliştirmesiyle de, yeteneklerini yönlendirmesiyle de bir ilgisi yok. Deha, kendini bir yerlerde ortaya çıkarıyor ve hiçbir yan etkiye bağlı kalmaksızın, kendi başına yürüyüp gidiyor böyle.

Müzik tarihinde Mozart kadar erken çalgı çalmaya ve beste yapmaya başlayan ikinci bir kişi de yok. Deha ile Salvador Dali türü çıgınlık arasındaki ince çizgiyi biyografilerini okuyarak anlamak mümkün. Dahiler, dünyaya değişik açıdan bakabilmeyi becermiş insanlar. Haydn’ın öğrencisi olmak Beethoven’e “nasip” olduğu için bir bakıma şanslı sayılır. Bu tür şanslılık elbette bizim “Türk Beşleri” için söz konusu bile değildi. Onlar evlerini kerpiçten yaparak işe koyuldular.
Mozart gibi dehaların durdurulması olanaksız, burası kesin. Namibya’da ya da ne bileyim, Zaire’de dünyaya gelseler de, bu tür insanlar bir başka alanda mutlaka kendilerini dünyaya kabul ettirmek üzere kurgulandıklarından, bir şekilde adlarını duyuracaklardı. Mandela gibi, Malkolm X gibi, Biko gibi örneğin.

Olay, frekansların bir noktada çakışmasından kaynaklanıyor. Hem müziğe yakın bir ortamda büyüyeceksiniz, hem bu konuda çok gelişmiş bir kulağınız olacak, hem de büyük bir destek göreceksiniz. Değiştirip Biko örneğini verelim mesela: Hem ezilmişlerin arasında yaşayacaksınız, hem bütün kara derililer sizden akıl soracak, hem de sizi tehlikenin ortasına kendi eliyle bırakan bir “sevdiğiniz” olacak. Bütün bu koşulların oluştuğu bir ortamda, herhangi bir insan vasatın üzerinde “adam” olmak zorunda. Mozart gibi zaten bu işe yatkın biri de çıkar, deha olur.
Asıl mesele ise, Mozart gibi büyük yeteneklere sahip olup olmadığını bilmediğimiz binlerce insanın Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde kırıp geçirilmesi. Kimbilir, bu az gelişmiş ülkelerde sayıları bilinmeyen yetenekler kendi isteklerinin dışında hangi işlerde, uğraşlarda çalışmakta.
Gördüğü ya da duyduğu bir şeyi asla unutmayan bir duvarcı ustasının, bu yeteneğinin duvarlara ya da mesleğine ne yararı var? İlle de mimar olmak isteyen bir öğrenciyi, salt moda diye, ailesi itibar görsün diye tıp eğitimine sokmanın anlamı ne?

Mozart kadar yetenekli olmaya gerek yok aslında. Mozart doğduğunda 10 yaşındaydı, öldüğünde de 45 yaşındaydı herhalde. Çünkü doğduğunda on yaşın yetenek ve zekasına sahipti. Fiziksel olanaklar el vermediği için de 3 yaşına kadar beklemek zorunda kaldı.

Yaşam, bıkkınlıkların, yorgunlukların ve yoğunlukların üzerine kurulmuştur ve bunun arkasına gizlenmiş “keşfedilmeyi” bekleyen dahilikler dünyasıdır. Sıradan bir yaşamı renklendirmek, her zaman gece kulüplerinden, içki masalarından, hiç olmamış kadın-kız, erkek-oğlan muhabbetlerinden geçmez. Hiç bilmediğiniz bir dilde, o dilin sözlüğünü kullanarak bir makaleyi anlayabilmek de yaşımı renklendirmektir ya da ne bileyim, hiç bilmediğiniz bir müzik aletinin tellerini tıngırdatmak, gelişigüzel fırça sallamak, sevgiliye mektup yazmaktır.

Mozart’ın 3 yaşında piyano çalıp, 5 yaşında da beste yapmasının ötesinde bir başka özelliği daha vardı. Müzik tarihinin en çok beste yapan sanatçılarından biriydi ve bunu 35 yıllık kısa yaşamına sığdırabildi. Yaşamsal oran olarak, dünyanın en fazla beste yapan müzisyeni olarak tarihe geçti.
Mozart ile aynı dönemi paylaşan Salieri, hepimizin yaşamında var olan bir şeytan olarak, Mozart’ın da karşısına çıktı. Mozart’ı Salieri’nin öldürdüğü konusunda hiçbir ipucu yok. Bütün yazılanlar, kuşku üzerine üretilmiş, ama kim olsa Salieri yerinde, Mozart’ın ölmesini isterdi. Kaldı ki Salieri de çok büyük bir müzisyendi, ama yanlış zamanda dünyaya gelmiş ve kaderi onu Mozart gibi biriyle karşılaştırmıştı.


Mümtaz İdil
Odatv.com


26.02.2011 14:43

24 Şubat 2011 Perşembe

“BEN” DİYENLER NEDEN DÖKÜLDÜ



Bir siyasi lider kendisini merkez saydı, bulunduğu ortamın tam ortasında oturdu ve ülkesini de buradan yönetmeye başladı. İşte bu insan ilişkilerinde en zayıf noktayı oluşturdu. Ulaşılmaz güç ile “teba”sı...
Hani dünyanın evrenin merkezi olduğu ve tüm evrenin dünyanın etrafında döndüğü şeklindeki Galileo öncesi inanış var ya, işte bu o...
Oysa kendini herhangi bir yere koyup da, dışarıdan kendine bakması mümkün olsaydı, yanlış yerde durduğunu o da fark edecekti.
Olmadı ne yazık ki... Olmuyor da.
Aslında bir zamanlar ABD Başkanlık koltuğunda oturan George W.Bush’un (yani oğul Bush, hani şu aptal olanı) kendini “mesih” ilan etmesiyle, sokaktan bir meczubun da kendini “peygamber” ilan etmesi arasında fark olmaması da bu yüzden.
Bush bir bakıma dünyanın tepesinde oturduğunu düşündüğünden “haklı”olabilir de, zavallı meczubun dayanak noktası da yok...
Başa dönersek, insanın kendini aşabilmesinin en kolay ve bilinen yolu nedir? Aklı ile bilgisini doğru sentezleyebilmesi. Bilgi her zaman yetmedi insanoğluna, tüm kapıları da açmadı. Akıl onu yönlendirmeliydi. O da her zaman “mevcut” değildi. Özellikle yönetim katının en üst basamağına tırmandıkça, akıl hep aşağılarda kaldı.
Zeka mı?
O hep gelip geçici oldu. Hızla çözüm üretti, hızla kararlar verilmesini sağladı, yanlış çıktığında da hep kaçtı.
Bütün “ulaşılmaz” sanılan liderler bunu yaşadı.
Zeki olduğu çevresince alkışlarla ifade edildi, kendisi de buna inandı ve zekasını konuşturdu. Aklın da ötesine geçti ve çılgınlığa doğru Platon’nun dört atlısı gibi koşturdu.
“Merkezkaç” kuvvetini hiçe saydığından zeka, bir girdap içinde dönüp durdu. Karşısına çıkan tüm sorunları çözdüğünü sandı veya kendisine çözdüğü söylendi.
Homurdanmalar, hoşnutsuzluklar hep bitecek sandı.
İşte belki de salt bu yüzden herkesin hayatı da roman olamadı.
Tarihte bir sayfa ile geçiştirildi gitti.
Biraz da işin edebiyat kanadına girelim:
Dostoyevski’nin roman sanatına getirdiği en büyük açılımlardan biri de buydu. Fransız edebiyatının dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda, Balzac’ın Veutren’i “tutkuların prensi” olarak tüm dünyayı kendi benliğinde topladığında, Dostoyevski bunu tüm kahramanların elinden alıp, uzayın derinliklerine fırlattı. Dostoyevski’nin “kahraman” yaratmayıp da, bunun yerine karanlık bir dünyanın içine “zavallı” insanları tıkıştırması, merkezin bireyler olmadığı düşüncesini yarattı.
Ancak, Dostoyevski, merkezi bireyden koparmasına karşın, o merkezi nereye taşıyacağını bilemedi. Bilinmeyene saplanıp kalmak da, ister istemez onu mistik bir havaya soktu. Neyin merkez olamayacağını saptadı, ama merkezin ne olduğunu bir türlü kestiremedi. İdam mangasının önünde son saniyede ölümden döndükten sonra ise, bunun “bilinmeyen bir güç” olduğu saplantısına ulaştı, aklı yoluyla tabii...
Yine de, tek olumlu kahraman yaratmayan Dostoyevski’nin tüm çabası, insanoğlunun aşağılık bir yaratık olduğunu vurgulamaktan öte, kişilerin tek başlarına dünyayı değiştirmeye güçlerinin olamayacağını vurgulamaktı. Delikanlı’nın Verhovenski’si, Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u, Budala’nın Mışkin’i… Hepsi sıradan kimlikleri üzerine değişik kılıflar geçirmiş ve öylece halkın önüne çıktılar, ama yine hepsi birer “hiç”tirler.
Turgenyev ile anlaşmazlıklarının temelinde de bu yatmaktaydı ünlü yazarın. Bazarov, tüm davranışlarıyla, inançlarıyla, bilgisiyle ve dünyayı kavrayışıyla nihilistti. Tanrıya inanmaz, ama bilime de inanmazdı... Sonuçta, bir merkez olmaya çabalamayan “merkez”di. Bu denli inançsızlık bile insanda hayranlık uyandırabiliyordu, inanmanın güçlüğü kadar inanmamanın da güç bir şey olduğu ortaya konuyordu. Hem de umulmadık bir cesaretle ve beklenmedik bir çağda...
Dostoyevski ise inançsızlığı kabul etmedi. Daha doğrusu onun bu tür saplantılarla pek işi olmadı. Kahramanları zaten yeteri kadar sıradan ve kendiliğindendi. Gövde gösterisi yapmayan, hamasi nutuklar atmayan tiplerdi. Onlar sıradan bir verem hastalığına tutulup, “Budala”nın İppolit’i gibi öldüler.
Dostoyevski veya Turgenyev veya tüm yazarlar hep kendilerine dışarıdan bakmayı denediler. En uzaktan ve en bağımsız bakanları “büyüklük”mertebesine ulaştı.
Siyasi liderler de aynı bakışı becerebildikleri ölçüde, yani kendilerine olabildiğince uzaktan baktıkları derecede, başarılı oldular, olmaktalar.
Benmerkezci bakışı benimseyenler ise tökezledi, tökezletildi. Tuzaklara düşmeye hazırlardı ve tuzaklar kurulduğunda ise görmeyecek kadar“zeki”...
Öyle inanmışlardı çünkü...
Sapır sapır dökülmeleri de bundan.

Mümtaz İdil
Odatv.com
24.02.2011 12:52

22 Şubat 2011 Salı

McCARTHY YENİDEN Mİ DOĞDU

CIA ne zaman kuruldu? 1947 yılında.

Peki kim kurdu? Başkan Truman...

Hazırlıkların tümü, 2. Dünya Savaşı sonrası yürütülecek ve yürütülen “komünizm ile mücadele” çerçevesinde yapılıyordu.

1951 yılı Mart ayında Rosenbergler ölüme mahkum edildi ve koskoca ABD’de bir “cadı avı”başlatıldı.

Başrolde Senatör McCarthy vardı ve o sıralarda henüz Temsilciler Meclisi’nde olan Richard Nixon da bir numaralı “yamağı” durumundaydı. 1947’den beri alt yapısı hazırlanan “kaos” yaratma ortamı, gün geçtikçe bir baskı ve yıldırma unsuruna dönüşüyordu.

ABD Hükümeti,” hiçbir yasadışı eylem, suç göstermeden, hatta bireysel yanıt mekanizmasının işlemesine bile olnak tanımadan, sürüyle örgütten herhangi birine katılmış herhangi bir yurttaşı hain diye damgalamakta serbestti.”

Yine aynı “hükümet, mahkeme salonlarında, savunmak greğini bile duymadığı toplu ve kaypak bir suçamaya girişmişti. Artık elinde liste olan her yurttaş, ABD hükümetinin yetki belgesine sahipmiş gibi canının çektiği yurttaşa dilediğince kar çalabiliyordu.” (1)

İhbar sistemi en üst noktaya kadar tırmanmış, Elia Kazan gibi yönetmenleri de çemberi içine almıştı.

Ünlü Holywood yıldızı Robert Taylor tam bir bülbül gibi şakıyor, önüne geleni komünistlik ile suçluyordu. Sisteme ve hükümete yaranabilmenin en “güzel” örneklerini tarihe mal ediyordu.

Herkes birbirinden kuşkulanıyor, herkes birbirini ihbar ediyordu.

Sağlam görünen, sağlam olduğuna inananlar bile bir çöküntü, depresyon içindeydiler ve gün geçtikçe dirençleri kırılıyordu.

Savcılar sürekli listeler çıkartıyor, mahkemeler bu listedekileri tek tek çağırıyor ve sorguluyordu.

Okur yazar durumundaki her Amerikalı, bir dernek veya sivil toplum kuruluşuna da üyeyse eğer, topun ağzındaydı.

Komünizm ile mücadeleyi ciddi bir iş sanan gazeteci ve yazarlar ise şiddetle McCarhty ve politikalarını savunuyordu.

Sıradan Amerikalılar, bu dönemin geçeceğini, mutlaka “keser döner sap döner” hesabının tutacağını ve baskı döneminin biteceğini sanıyorlardı.

1952 yılına gelindiğinde, yani beş yıl sonra iş daha da “azgınlaşmış”, neredeyse ABD nüfusunun dörtte biri “şüpheli” duruma düşmüştü.

Baskı azalacağına artıyor, umut içinde bekleyen ABD halkı ise giderek bunalıyordu.

McCarthy ve arkadaşları ise, ipin ucunu kaçırdıklarında, sıranın kendilerinde olduğunu bildiklerinden, ardı ardına listeler yayınlıyor, bunu da medya aracılığı ile kamuoyu ile paylaşıyorlardı.

Ortalık toz dumandı yani...

Mutedil Amerikalıların beklentisi hiç yerine gelmedi. ABD hızla, Richard Nixon’un başkanlığında Vietnam Savaşı’na doğru sürükleniyordu.

“Godot” gelmedi...

Zaten Godot bu işlere hiç karışmazdı.

Vietnam ABD’nin “burnunu” sürtünce, McCarthy benzerleri susmak zorunda kaldı.

Bedeli ABD vatandaşlarına çok ağır ödetilen bir dönem yerini “ajanlar” savaşına bırakacaktı artık.

ABD hükümeti kendi vatandaşıyla uğraşmayı bırakmak zorunda kaldı. Dünya vatandaşları iştahını kabartıyordu.

McCarthy yeniden doğmamak üzere ortadan kaybolmuştu...

Acaba?


Mümtaz İdil

Odatv.com



1. Garry Wills, Şarlatanlar Dönemi, Lillian Hellman, Can Yayınları, Türkçesi Tomris Uyar, 2.Basım 1990, s.13

22.02.2011 16:19

20 Şubat 2011 Pazar

BU YAZI YARISI DOĞRU BİR MİZANSENDİR

Karanlık bir gece... Dışarıda uğuldayan bir rüzgar ve camları dövercesine yağan sert bir yağmur...
McCarthy yatağında döndü. Bir ara kalkıp perdeleri kapatmayı da düşündü, ama perdelerin sesi kesmeyeceği aklına gelince, vazgeçti.
Parmak hesabı yapmaya başladı... Her akşam uyumadan önce mutlaka yapardı, şimdi artık sabaha birkaç saat kala da yapsa olabilirdi.
Paul Robson... Bu hınzır sürekli zorluk çıkardığına göre öncelikle onu alaşağı etmeliydi... Sonra bir de şu “güneyli bayan” dedikleri Lillian Hellman...
Bertolt Brecht yumuşamıştı, Reagan, Taylor, Ellia Kazan... Hepsi kafeste sayılırdı artık. Bu ikisini halletmeden rahat uyuyamayacaktı.
Hışımla yatağından kalktı, çalışma odasına yöneldi. Bir yığın dosya arasından Lillian Hellman’ın dosyasını çıkardı. Oyun yazarı...
Masanın başına geçti ve bir raporu yarısından itibaren sürdürdü.
Arada “kadim” dostu Richard Nixon’u çağırmış, o da koşa koşa gelmişti.
“Lillian Hellman bir komünisttir. Sovyetler Birliği adına çalışmaktadır. Aklı pek yerinde olmayan bu kadın, her fırsatta komünizm propogandası yapmaktadır. Birlikte yaşadığı Dashiell Hammett, komünist parti üyesidir. Geçenlerde Amerikan başkonsolosluğundan yeni pasaport almak için başvuruda bulunmuş, konsolosluk sakıncalı olduğu gerekçesiyle pasaport vermemiştir...
Gerisini Richard halleder, diye düşündü. Nixon ile çok iyi anlaşıyorlardı. Onu geleceğin ABD başkanı olarak görüyordu. Çok çalışkan ve en az kendisi kadar anti komünistti.
Yazıyı bırakıp yeniden yatağa yöneldi. Artık yağmur ve rüzgar sesi eskisi kadar kuvvetli gelmiyordu kulaklarına.
Richard Nixon yazıyı bitirdikten sonra kağıdı itinayla Lillian Hellman dosyasına yerleştirdi. Artık Hellman için kaçacak yer kalmamıştı.
Birkaç gün sonra mahkeme başkanı belgeyi çıkarıp da Lillian Hellman’ın suratına savurunca, genç kadın Anayasa’nın 5. Maddesine sığınarak susma hakkını kullanacağını söyledi.
Şaşkındı. Böyle bir suçlama hem de isimsiz bir ihbar mektubuyla başkanlık sarayına kadar giden böyle bir suçlama hiç beklemediği bir şeydi. Bunu yapanlar daha kim bilir neler yapabilirdi. Kendini savunmak yerine susma hakkını kullanması en akıllıca tutum olacaktı.
Kolayca anlaşılacağı gibi bu yazı bir mizansendir.
Yarısı doğru bir mizansen.
Aklıma geldi, yazdım.


Mümtaz İdil
Odatv.com



20.02.2011 11:32

16 Şubat 2011 Çarşamba

BUGÜN YAŞANAN, GELECEĞİN DE HABERCİSİDİR

Nedeni bilinmeyen sıkıntılara verilen ad huzursuzluk...
Şu sıralarda dehşetli bir huzursuzluk yaşanıyor. Farkındasınızdır. Kötü bir haberin sirensiz uyarısı...
Odatv’nin basılması gibi mesela.
Huzursuzluk tek başına olduğunda çok tehlikeli değil, ama bu geniş çaplı algılama biçimi eğer endişeye veya gerginliğe dönüşürse, işte o zaman kedini de aşan bir yıkım yaratmaya doğru hızla yuvarlanan “çığ” haline gelir.
Bugün yaşanan, geleceğin de habercisidir o yüzden...
Bu gibi durumlarda, ortalık günlük güneşlikken, insanın içinden yaşama sevinci fışkırırken, ansızın bir sıkıntının doğması çoğu kez huzursuzluğun dürtüklemesinden kaynaklanır. Aşırı enerjik olmak, yaşamı sevmek ve dört elle sarılmak bir anda bunca yaşama sahiplenmenin bir nedenle bozulacağı korkusuyla alt üst olabilir. Sürekli en üst düzeyde yaşama sarılarak, tümüyle umutlar içerisinde yaşamak mümkün olmadığından, olumlu duygular zirveye doğru tırmandıkça, içten içe huzursuzluk umudun eteklerine yapışıp aşağıya çekmeye başlar.
Huzursuzluğun en belirgin özelliği, başta da belirtildiği gibi, nedeninin bilinememesi, hatta olmamasıdır. Yakın gelecekten çok, uzak geleceğe odaklanmıştır. Aşırıya kaçtığında ise toplumu yönlendirme iddiasında olanlarda davranış bozukluklarına neden olur.
Nitekim son tablo bunu gösteriyor.
Sabah günün nedense kötü geçeceğini düşünerek uyanan huzursuz insan görünümü çiziliyor. Bu, somuta indirgenememiş bir duygu seli ve somutlaşmadığı sürece de hep var olacaktır. Ancak nedeninin ortadan kalkmasıyla yok olup gidecektir.
Bu da zor gibi...
Zincirsiz kölelik başlamıştır artık. Söylenenler yerine getirilecek, direktifler doğrultusunda hareket edilecek ve dış dünya ile tüm ilişkiler, belirtilen kanallar üzerinden gerçekleşecektir.
Olacaklar bir yazgıdan ibarettir ve değiştirmeye kalkmanın hiçbir anlamı yoktur. Kişi kendine, ne yaparsa yapsın dış dünyayı değiştiremeyeceği ilkesini ilke edinmiştir.
Yaban ördeği sevinci aşılanmıştır artık: “Hem yürüyebiliyor, hem uçabiliyor, hem de yüzebiliyorum. Düşünmeme gerek yok!”
Oysa bilmez ki, tüm yaşananlar düşünme eksikliğindendir; Superman olduğunu sansa bile...

Mümtaz İdil
Ankara Temsilcisi

Odatv.com

16.02.2011 13:28

13 Şubat 2011 Pazar

GÜZEL ÖLÜMLERİN BOL OLSUN ÖMER

Şili’de yerin yaklaşık 500 metre altında kalan işçiler, Şili yönetimi tarafından kurtarıldığında, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer, “Bizde patlama oldu, göçük olsaydı üç günde çıkartırdık,” demişti.
Bir bakıma Şili yönetimini  “beceriksizlikle” suçlamıştı.
Buyurun sayın bakan; Kahramanmaraş’ın Afşin İlçesi’nde, Türkiye’nin en büyük termik santrali olan Afşin-Elbistan Linyitleri (AEL) Termik Santrali’nin açık işletme sahasında göçük meydana geldi mi, geldi.
Patlama mıydı? Hayır.
Dokuz işçi toprak altında kaldı. Başlarda kaç işçinin toprak altında kaldığı bile bilinmiyordu. “Kelle” sayımı sonucu dokuz kişinin toprak altında kaldığı öğrenildi.
Üç değil beş gün geçti Sn. Bakan...
Şili’de olsa çıkarılmamışlardı henüz belki, ama en azından yerleri saptanmış ve “kurtaracağız” mesajı gönderilmişti.
Onlar da devletlerine o kadar güveniyorlardı ki, aşağıda sakal traşı olup, yeni elbiseleriyle, sabah işe gider gibi yerin altından çıkmışlardı.
Zonguldak’taki patlama sonrası ikisi yerin altından aylar sonra çıkarılan19 işçi için “güzel öldüler” demiştin Ömer...
Sonra da çıkıp, “Şili’deki göçük bizde olsa üç günde kurtarırdık,” demiştin.
Al sana göçük... Artık yaşamlarından da ümit kesilmiş 9 işçi için neden bir Şilili gibi davranmadığını göster Ömer...
Büyük bir ihtimalle onlar da güzel öldüler. Kimlikleri ceplerindedir, zorluk çıkarmadan kimliklerini sana teslim edeceklerdir.
Ama sormadan da edemiyor insan: Ne oldu üç gün içinde kurtarma hikayesi Ömer?
Cep telefonuyla hiçbirinizi aramadığı için işçilere de kızma Sn. Bakan, büyük bir olasılıkla “güzel ölümün” tadını çıkarıyorlardır.
Büyük bir olasılıkla “yerlerini saptayamadık, o yüzden de kurtaramadık,” diyeceksin. Şili’de yerleri saptanmıştı, diyerek savunacaksın kendini.
Biz de “kuzu kuzu” yutacağız sözlerini.
De be Ömer, Şili nerde biz neredeyiz diyiver de kurtul. Göçük bekliyordun o da başına geldi işte. Üç günde değil üç haftada bile kurtaramayacağını söyleyiver de kurtul.
“Güzel ölümlerin” bol olsun da Ömer, ölenlere de yazık. Kimse “güzel ölmek” istemiyorsa ne yapacaksın Sn. Bakan?
Taner Yıldız yine bekliyor mu göçüğün başında, “en son işçi çıkana kadar buradayım,” diyerek.
Bak, o bile sattı seni Ömer.
Arama kurtarma çalışmalarına ara verilmiş Ömer, çevredeki çatlaklar yüzünden.
Sen de artık biliyorsun değil mi, kurtulan olmayacak...
   
Mümtaz İdil
Odatv.com

13.02.2011 14:51

İKTİDAR SANATI NEDEN SEVMEZ

Vahtulicanan” rumuzlu okurumuz bir yorumuna Hegel’den şu paragrafı eklemiş: "Kültürel gelişimini tamamlayamamış kişi, katılabileceği sanattan hoşlanır. Bir resim, müzik, karikatür, heykel ne kadar soyuta doğru yönelirse, nesnel gerçeklikten de o kadar uzaklaşacaktır. O anda, sanat eserinin insan beynine düşen izdüşümleri, kişinin bilgi dağarcığıyla sınırlı çakışmalar yaratacağından, donanımı sınırlı beyinler bunu hemen reddetmeye, anlamsızlandırmaya yönelecektir."
Büyük bir olasılıkla, Say yayınlarından çıkan “Hegel-Seçmeler” kitabından alıntılamış.
Nereden alıntılanmış olursa olsun, günümüz iktidarının sanata bakışını büyük ustanın ağzından tüm çıplaklığıyla veriyor.
Şimdi cümle cümle bu alıntıyı inceleyelim ki, sanata bakış ortaya çıksın:
Kültürel gelişimini tamamlayamamış kişi, katılabileceği sanattan hoşlanır.
Kimler kültürel gelişimini tamamlayamaz:
İlkel komünal toplumlarda yaşayanlar, faşistler ve dinciler. Çünkü, her üçünün de önünde bir “model tip” vardır. İlkel komünal toplumlarda kabile reisi, faşistlerde lider, dincilerde de Tanrı.
Bu “idollerin” kendilerine sunduğu çerçevede kültürel gelişim tamamlayabilen bireyler, kültürel gelişimlerini doğal olarak var olan “örnekleme” ile sınırlandırmışlardır.
Devam edelim:
Bir resim, müzik, karikatür, heykel ne kadar soyuta yönelirse, nesnel gerçeklikten de o kadar uzaklaşacaktır.
Bu sanatın özüdür zaten. Sanat soyutlamadır. Birebir gerçekliğin yansıtıldığı üretimler, asla sanat olarak kabul edilmeyip, ancak “yetenek” ile tarif edilebilirler. Oysa sanat bir anlatım biçimidir ve bunu algılamak ise kültürel gelişim ile mümkündür.
Son cümle: “O anda, sanat eserinin insan beynine düşen izdüşümleri, kişinin bilgi dağarcığıyla sınırlı çakışmalar yaratacağından, donanımı sınırlı beyinler bunu hemen reddetmeye, anlamsızlandırmaya yönelecektir."
İşte tam da “bam” teline basıldığı an...
Soyuta yönelen sanat eserinin insan beynine düşen “algılanması”, kişinin o ana kadar edindiği bilgiler çerçevesinde değer kazanacaktır. Algılama, beyinde kendine bir yer bulamadığı anda, kişi karşısındaki soyut imgeyi reddetmeye veya anlamsız görmeye başlayacaktır.
İlkel komünal toplum bireyleri de, faşistler de, dinciler de sanatı bu şekilde algılamak zorundadırlar. Kendilerine “lider” seçtikleri “ideaların” izin verdiği ölçüde kültürel algılamaya sahip olacaklardır.
Sanat eserini algılamaktan çok anlamaya yöneleceklerinden ve bu anlama çabası beyinde kendine yer bulamayacağından, bir boşlukla karşılaşacak ve anında “anlamsızlaşacak”tır.
Her sanatsal soyutlamayı kabile büyücüsünün bilgisiyle, faşist liderin öğretisiyle veya dinsel figürlerin fetvalarıyla açıklamaya kalktığında ise, buna doyurucu bir yanıt bulamayacaktır.
Bugünkü resmi ideolojinin sanata bakışı bununla sınırlıdır. Salt bu yüzden sanatsal figürler soyuta doğru hareket ettikçe, ayakları zaten yere basmakta zorlanan yönetimler tarafından ret edilecektir. Suretin aslına benzediği ölçüde beğeni kazanmasının temelinde de sanatı algılayış yatmaktadır.
Sorun budur ve bu anlayış çerçevesinde kaldığı sürece de aşılamaz.

Mümtaz İdil
Odatv.com

13.02.2011 11:18

11 Şubat 2011 Cuma

BALZAC DÜNYANIN EN BORÇLU YAZARIYDI

Mısır, Tunus derken...
Patlamalar”, lider söylevleri, Defne Joy Foster’in ölümü, Hıncal Uluç mırıldanırken...
Bıkmadık mı?
Balzac, dünyanın en borçlu ölen yazarlarının başında gelir. Öyle ki, bahçıvanına bile borçlu ölmüştür. Kayıtlar böyle gösteriyor.
Bahçıvanına 17 altın frank borçlu olduğu için, Paris yakınlarındaki malikanesine kapıdan girmek yerine, bahçıvanına görünmeden duvardan atlayıp girmeyi deneyince...
Ayakları bahçe toprağına değer değmez, iki çift pabuçla karşılaşır usta yazar.
Bahçıvandır...
Aramızdaki ilişki artık bir komediye dönüşmedi mi Mösyö Balzac,” der.
Balzac’ın başına geldiği için gerçekten bir komediye dönüşmüştür de, bizde “Balzac” çok... Giderek de artıyor.
Kasaba görünmemek için yolunu iki kilometre uzatandan tutun da, bakkalın kapatmasını yollarda volta atarak bekleyene kadar... Sürüyle...
Herkes Felix Mendelssohn kadar şanslı olmuyor. Ünlü müzik adamı, besteci Mendelssohn, karısının siparişi üzerine kasaptan et alırken, kasabın eti sardığı paket kağıdının, Bach’ın o güne kadar kayıp passionu olduğunu fark eder.
Eh, Mendelssohn olmasaydı zaten, kasabın et sardığı kağıdın niteliğinin o kişi için hiç önemi de olmayacak, Bach’ın passionu da günümüze kadar ulaşmayacaktı.
Mendelssohn eve gelip de kağıdın Bach’a ait passion olduğunu görünce koşa koşa kasaba döner ve bunları nereden bulduğunu sorar.
Kasap son derece rahat bir şekilde, bir tavanarasında toplu kağıtların içide bulduğunu söyler.
Mendelssohn için artık ipin ucu yakalanmıştır. Kayıp sanılan passion da böylelikle ortaya çıkar.
Kim bilir, belki bir gün birileri de Nikola Tesla’nın kablosuz elektrik taşıma işini berber dükkanında bulacaktır.
Bir ara bizde de vardı, anımsarsınız: Bedrettin Cömert’in yasaklanan kitabı, çekirdekçilere külah olmuştu.
Bunun anlamı ne? Yani böyle olaylar bir rastlantı mı, yoksa ilgi alanı mı?
Elbette rastlantının da rolü var. Belki Mendelssohn o kasaba girmeden bir yığın insan girmişti, ama etin paketlendiği kağıda dikkat bile etmemişti.
Bu yüzden belki de, Türkiye’de matematik kadar, müzik kadar satranç denilen oyunun da yaygınlaşması çok önemli.
Vizyon denilen yetiyi güçlendiren, en azından ortaya çıkaran satranç oyunu, bir olaya bütün olarak bakmayı sağlıyor. Tahta üzerinde yapılacak en iyi hamle, kazanç için en iyi ataktır. Bakmayın on hamle sonrasını gördüğünü söyleyen palavracılara. On hamle sonrasını hesap etmek ancak “force major/zorunlu” hamlelerle mümkündür ki, bunu dünyada yapabilen ve yapmış olan satranç oyuncu sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
Vizyon eksikliği siyasetçilerde fazlasıyla var. Bunu aşmanın bir yolu da birden çok beyin kullanmaktan geçiyor, ki başbakan Erdoğan’ın yaptığı da budur: Bir çok danışman ile çalışmak. Ancak zaman zaman kendi başına karar verip de konuşmaya başladığında, neler olduğunu da görüyorsuuz.
Diğer siyasetçiler o kadar şanslı ve “paralı” olmadığından herhalde, boş bulunup da iki kelam edince, onu ortadan kaldırabilmek için danışman ordusu da yetmiyor.
Süheyl Batum’un söylediğine benzer ve hatta daha da ağır olan onlarca demeç ortadayken, “darbe” çığırtkanlığı yapmanın iki nedeni olabilir: Kurnazlık veya vizyon eksikliği... Her ikisi de olduğunda ise, bir adım geriye kaçıp seyretmekte yarar var derim.

Mümtaz İdil
Odatv.com

11.02.2011 14:23

8 Şubat 2011 Salı

GÜNEŞ BATACAĞI ZAMAN SARARIR

Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin, Serez’de yakalanıp da Çelebi Sultan Mehmed’in karşısına çıkarıldığında Padişah, “Neden benzin sarı?” diye sorar. Bedreddin de, “Güneş, batacağı zaman sararır,” diye cevap verir.
Ardından o görkemli güneş, bu konuşmadan birkaç gün sonra, Serez çarşısında, bir nalbant dükkanının önünde hazırlanan sehpada çırılçıplak asılarak “batırılır”.
Bedreddin ile Çelebi Sultan arasındaki konuşmanın bu denli kısa ve özlü olması şaşırtıcı gelebilir.
Hani, Marie Antuanette’in, celladının ayağına basınca özür dilemesi gibi...
Ya da ne bileyim, baldıran zehri içen Sokrates’in, “kızılcık şurubu içtim,”demesi gibi.
Gerçeğin tüm çıplaklığıyla ortaya konduğu, bilincin bir an için yok olduğu ve iki adım sonrasının ölüm olduğu bir ortamda yapılan “şakalar”...
Oysa, ölümle burun buruna geldiklerinde şaka yapmaya bayılan “ucuz” Amerikan kovboyu, uçağı düşerken sevgilisine, “keşke öğlen yemeğinde soğanlı burger yemeseydim, boşuna ağzım kokacak şimdi,” diyen “esas” pilot, tıpkı “bu ülke için kurşun atan da, yiyen de,” diyen basiretsizler gibi soğukkanlılık içindedir.
Bir eksiklik olduğu kesin...
Ölüme giderken espiri yapabilen, köşeli, altı çizilesi sözler söyleyebilen “yiğitler” rahatsız edici oluyor.
Julius Sezar’ın 14’üncü bıçak darbesini yedikten sonra dönüp de Brutüs’e, “sen de mi?” diye sorması da bu şehir efsanesine dahildir...
Yine de hem Sezar’a hem de Brutüs’e bu sözler yakışır.
Napolyon’a ya da ucuz taklitlerine “para para para” sözcüklerinin yakıştığı gibi...
Peki kime yakışmaz?
Sıradan insanlara yakışmaz mesela... Yani tutup da biri karşısındakine, “burnun ne kadar da büyükmüş,” dese. Kişinin yanıtı hiç de Cyrano de Bergerac gibi olmaz. Gerçek yaşamda bunlar yoktur çünkü.
Tutup da burnu için, “öyle söylenmez, ben senin yerinde olsam bu ne haşmetli burun, bir kanarsa al sana Kızıldeniz,” diyemez mesela. Bu kadar kelimeyi bir araya toplayamaz da zaten.
Peki kime yakışır?
Bernard Shaw’a yakışır... O hem bu işi iyi becerir hem de ünlü bir filozoftur. Ama burnuna silah dayandığı zaman değil.
Shaw, krallıkla yönetilen küçük bir ülkeyi ziyaretinde, kralın kendi onuruna verdiği bir yemeğe katılır. Yemekte ülkenin en ünlü iki tenoru da birer konser verecektir. Tenorlardan biri yemek başladıktan sonra birkaç arya söyler ve hemen ünlü üstadın yanına oturur: Shaw, iki tenorun birbirlerinden uzakta oturduğunu ve göz göze bile gelmekten kaçındıklarını fark eder. O sırada ikinci tenor çıkar ve birkaç arya da o söyler. Shaw hemen yanındaki tenora dönüp, “arkadaşını nasıl buldun,”diye sorar. Tenor canı sıkkın bir şekilde başını iki yana sallayarak, “Danalar gibi böğürdü, n’olacak,” der. Shaw bir bahane bulur ve ikinci çıkan tenora yaklaşır ve aynı soruyu sorar. İkinci tenor da birincisi için aynı şeyi söyler: “Danalar gibi böğürdü, n’olacak.”
Yemek bitip de, tatlı servisine geçildiğinde, yaşanan ortamdan son derece mutlu olan kral coşkuyla Shaw’a dönüp, “Eee, dostum,” der. “Nasıl buldun bizim opera sanatçılarımızı?”
Shaw büyük bir sükunetle, “İkisi de danalar gibi böğürdü,” diye cevap verir. Yüzü allak bullak olan kral büyük bir dehşetle Shaw’a dönerek, “Nasıl olur dostum,” der. “Bu ikisi ülkemizin en ünlü, en tanınmış, dünya çapında sesleri...”
Shaw sakince, “İnanın bana majesteleri, ben müzikten pek anlamam,” diye başlar, “Onun için de ne zaman fırsat bulsam, dinlediğim müziği bir uzmanına sorarım. O yüzden de biri arya söylemeye başladığında oturana, öteki başladığında da bitirene gidip, arya söyleyeni nasıl bulduklarını sordum. İkisi de aynı yanıtı verdiler: ‘Danalar gibi böğürdü, n’olacak!..’”

Mümtaz İdil
Odatv.com

08.02.2011 01:40

6 Şubat 2011 Pazar

BAŞBAKAN O HEYKELİ NEDEN ALGILAYAMADI?

Bilinen kültür tanımlarını bir kenara bırakacak olursak, bu yazının kapsamaya ve açıklamaya çalıştığı kültür, “medeniyetler çatışması” gözlüğünden bakıldığında varılmak istenen bir kültürdür. İskender’in Persopolis kitaplığını, Roma’lıların Kartaca kitaplığını, Arapların da Bağdat kitaplığını yok edişindeki temel neden, daha ileri bir kültürü yok etmeye çabalamaktan çok, kendi kültürünün daha üstün olduğundan emin olamayışıdır.

Felsefe tarihindeki tüm “karşılaştırma” sistemleri, kendisini merkez sayan ana düşüncenin çevresindeki düşüncelerle boy ölçüşmesinden geçiyordu. Rönesans döneminin tüm muhteşemliğine karşın, felsefe hala dağınık bir disiplin halinde oraya buraya yalpalıyor ve Sokrates’in noktaladığı yerden bir türlü uzaklaşamıyordu. İlk kez Descartes, yeni düşünceleri de felsefi bir sistem haline getirmeye çalışmakla işe koyuldu ve ancak ondan sonradır ki, felsefe, planlı bir binanın göğe yükselişi gibi kendi ayakları üzerinde yükselmeye başladı.

Ancak yine de Descartes’ın sistematik bir hale koymaya çalıştığı yeni düşünceler, kendi felsefi dünyasıyla örtüşmüyordu. Sonuçta o da, bir anlamda Sokrates gibi kendi içine döndü ve “ruh ile beden” arasındaki ilişkiyi sorgulamaya başladı. Sonuçta “akıl” kavramına geldi dayandı.

Aydınlanma çağı ile birlikte, pozitif bilimdeki dev ilerlemeler, felsefenin de bilimsel yöntemleri kullanmasına yol açtı. Artık bir “karşılaştırma” sistemi yaratılabilirdi ve “mutlak” denilen şeyin çözümünün salt “şüpheyle” çözülmenin dışında bir yolu olmalıydı.

Kuşkusuz, genel anlamda kültür, özel anlamda sanat da bu gelişmelerden nasibini almak zorundaydı. Sanatın “öykünmeden” ayrılıp da, yansıtmaktan çok yaratmaya yönelmesinin kökeni aslında Rönesans’la birlikte başlamıştı, ancak aydınlanma çağı ile birlikte sanat da kendi içinde “arayışını” farklı çizgilere çeken sanatçılarla sürdürmeye başladı. İşte bu andan sonradır ki, sanat tarihinde görülmemiş biçimde “izm”lere bölündü ve çeşitliliğini bağlı bulunduğu toplumsal hareketlenmelerden aldı. Çağını yansıtan sanat kolları alkışlanırken, felsefenin peşine takılıp çağını da aşmaya çalışan sanat dalları kimi zaman alay konusu oldu, kimi zaman ise önemsenmedi.

Müthiş bir çelişki vardır bu öyküde. Bir yanda yaşamın anlamını ve gücünü anlatmaya çalışan bir sanat anlayışı, öte yanda ise bir sonraki kuşağın beklentisini yaratmaya çalışan bir sanatsal yaratım çabası.

Bu zıt gibi görünen iki çabadan birinin galip gelmesi kaçınılmazdı. Galip gelen, günümüz deyişiyle “popüler kültür” ve onun yarattığı “popüler sanat” oldu. İnsanlık, eski Roma döneminin eğlence günlerine döndü ve “sanat” anlayışı “gösteri ve eğlence” anlayışıyla koşut sayılmaya başlandı.
İnsanlığın kendi neslini tüketmeye çalışması, insanın var oluşu ile aynı yaştadır. Ama yine de insanlığın kendini yok etmesini engelleyen bazı dengeler sistemi kollamaktadır. Bunun başında da, Descartes’in dünyayı kavramak amacıyla kendine dönüşünü simgeleyen “akıl”dır. Ancak, Descartes ve ondan sonra gelen Locke, Hume, Berkeley gibi felsefecilerin çözmeye çalıştığı “ruh beden” ilişkisini sorgulayan akıl değildir bu. Bu, insanlığın “ben merkezciliğe” dönüşüdür. Aklını başka bir akıldan daha üstün kılmaya ve bu yolla da “cennetinde” rahat yaşamaya çalışan insanoğlunun diğerleriyle yaptığı bir satranç maçıdır. Öyle ki, akıl artık ruh ile beden arasındaki ilişkiden çok, beden ile diğer bedenler arasındaki ilişkiyi çözmeye yönelmiş ve felsefeden tamamen soyutlanarak bir “pazar” alışverişine dönüşmüştür.

Tuhaf bir dramı yaşamanın getirdiği boşluktadır felsefe. Ruh ile beden arasındaki ilişkiyi çözemediği gibi, çözebileceğine ilişkin en ufak bir umut bile taşımamaktadır. Bilinmeyenin eteklerine getirilip bırakılan bu doğmamış çocuk, günümüz felsefecilerinin kucağında kalmıştır ve onu nereye bırakacakları konusunda kesin bir şaşkınlık içindedirler.

Çözümün bu dünyada olduğunu ilk fark eden Marx’a doğru yönelme ise, bal katılmış zehri bir daha içmek gibi gelmektedir. Umutsuzluk, vahşi kapitalizm tarafından da sürekli taze tutulmaktadır. Sonuçta bireyin kendine dönmesi ve yeni bir yaşam yolu yaratmaktan sürekli kaçınması sonucu doğmaktadır.

Dünyayı en karamsar biçimde kavramasına karşın Dostoyevski veya Kiekegaard gibi yazarlar eğer Platon’a, Aristo’ya dönmek yerine, karanlık dehlizlerinde de olsa bir adım daha ileri gitmeyi yeğledilerse, günümüz Marksistleri de yeniden dönüp Marx’a sarılmak yerine, onun Hegel’e yaptığını yapıp, omuzları üzerinde bir adım daha ileri gitmek zorundalar.

Sartre, sıkışıp kaldığı ve artık bunaldığı bir noktada kalemini fırlatıp da, kaynağı olan Kiekegaard’a dönse ve “usta sen haklıymışsın, bu iş buraya kadar,” deseydi eğer, felsefe tarihinde yeni bir yaprak açılmazdı herhalde.
ALGILAMAK VE ANLAMAK

Bu noktada paraşütle aşağı atlayıp, Türkiye’nin durumuna bir bakalım: Sanat tüketimi, az müşterekte de olsa, sanatsal üretim sürecinden haberdar olmayı gerektirir. Eğer bu sürecin farkında değilse insan, elbette rastladığı her “güzel” şeyi sanatsal bir yaratım olarak algılayacaktır. Son derece soyut bir yaklaşım olan “güzellik” ise her zaman sanat eseri olma vasfını taşımamaktadır.

Daha önce de belirttiğim gibi algılamak ile anlamak arasındaki ince ayrımdadır bunun bütün püf noktası. Algılamak, sanat eserini var olduğu veya sıkıştığı kalıbın dışında da görebilmek, izlenimi görüntünün dışında da arayabilmektir. Anlamak ise, bir sanat eserinin verdiği mesaj veya benzeri aktarımı o anda “idrak” etmektir.

Fazıl Say’ın, Mehmet Aksoy’un, Burhan Doğançay’ın, Edip Cansever’in eserleri algılamayı gerektiren eserlerdir örneğin. Anlamak biraz daha zordur. İlk bakışta bir “görkem” sözkonusudur, ama bunun gerisinde, önünde ne vardır ve ne anlatılmak istenmektedir, bu bütünüyle algılama ile ilintilidir. Bu da belli bir kültürü ve eğitimi gerektirir.

Arabesk müziğin kitlelerce çok benimsenmesi onu bütünüyle içselleştirmeleriyle ilintilidir. Anlamaktadırlar ve bu anlama “sempatisiyle” de dinlemektedirler. Çünkü kendisine seslenen bir yakarış, bir isyan bir başkaldırı vardır. Ancak bu başkaldırı tamamen “mistik” ögelere dayanır ve insanın kendi başına üstesinden gelecek bir şey olmadığı öğretilmektedir. Sonuçta bir bilinmeyene dayanan ve yardım isteyen feryattır.

Bunun üstesinden gelmenin tek yolu elbette eğitimdir. Gürer Aykal, “tüm öğretimde müzik seslerinin zorunlu ders olarak okutulması” gerekliliğinden söz ederken, haklı olduğu nokta müziğin sanatlar içinde en soyut noktada olmasından da kaynaklanmaktadır. Müziğin bir eğlenceden çok bir eğitim olarak algılandığı gün, Türkiye’nin “ucube” görüntüleri ve dinletileri bir bir yok olacaktır. Asıl ucubelerin içinde boğuşulduğunun farkına varılacaktır.

Elbette o günler de çok uzakta değildir.

Mümtaz İdil
Odatv.com

06.02.2011 00:39