30 Eylül 2010 Perşembe

O MİNİBÜSTEN NASIL CANLI ÇIKTI?

Savaş Görgülü... 
İbn-i Sina Hastanesi Göğüs Cerrahisi bölümünde dört kişilik odada karşılıklı yatıyoruz.
Cumartesi gününden bu yana pek kendimde olmadığımdan, hayal meyal Kapadokya’daki feci kazayı hatırlıyorum.
İşte o kazanın kurbanlarından genç bir doktor adayı Savaş Görgülü...
Arabayı kullanan Doçent Taner Karakaş, kazadan sonra düştüklerinde, Savaş Görgülü’yü ilk uyandıran o olmuş. “Hemotoraksım var, yardım edin!
Tıpçının kazayı anlatması da böyle oluyor işte. Ya da tıpçının ölümü...
Hemotoraks, bizim dilimizle kırılan kaburgaların akciğere girmesi ve kanama yapması.
Hemen tedavi edilmezse, yani kan boşaltılacak tüp takılmazsa hasta ölüyor.
Savaş Görgülü’nün de durumu aynı, ama onun kanaması daha az olduğu ve hastaneye yetiştirildiği için karşımda yatabiliyor. Hatta daha da iyisi, bugün taburcu oluyor.
Nihat Genç’i çok seviyor.
Dün bir ara Nihat Genç arayıp “geçmiş olsun” dediğine kulak misafiri oldu.
Konuşmalardan da çıkarmış olmalı ki, “gelecek mi?” diye sordu.
Kim?” dedim.
“Nihat abi...”
“Nereden tanıyorsun?”
“Tanımıyorum. Yüz yüze tanışıklığım yok, okuyorum bazen de televizyonda görüyorum.”Açıkçası kıskandım. Üstelik, “Siz nereden tanıyorsunuz,” diye sormaz mı...
Yanımda oturan kuzenim, “Mümtaz Abi de Odatv’de yazıyor,” dedi. Açıklama yapma ihtiyacı duydu yani.
Savaş hiç oralı olmadı.
“Nihat Abi gelecek mi?”
“Hayır,” dedim. “Kimsenin gelmesini istemiyorum. Zaten akşam da çıkacağım ben. Yarın yeniden geleceğim.”
“Hepimiz yeni tanışmıştık,” diye devam etti. "Bir tek Taner hoca hepimizi tanıyordu. Galiba öyleydi... Ben hala kazanın şokunu atlatmış değilim. Birtek Cengiz’i tanıyordum... Cengiz Açar. O da beyin travması geçirdi. Şuursuz biçimde yatıyor.”
Her şeyin bir anda olduğunu söylüyür Savaş Görgülü... "Bir anda arabanın yalpaladığını hissettik. Hepimiz uyuyorduk. Düşerken uyandım ve kafamı ve boynumu korumak için ellerimi öne alıp dizlerimi çektim. Gözümü tekrar açtığımda ambulanstaydım. Bir daha açtığıma da burada...”Her kaza öyküsü gibi... Acıklı, korkunç, korku dolu ve nedeni bir türlü kaza geçirenlerce anlaşılmayan...
Şereflikoçhisar’a 30 km. kala sen kalk uçurumdan aşağı uç...
Savaş kendini şanslı hissediyor yine de... Kurtulduğuna seviniyor. Annesi etrafında pervane... Oğlu parmağını kıpırdattığında yerinden fırlıyor. Oysa artık Savaş’ın durumu iyi, ama ana kalbi işte... Öksürse bile tedirgin...
Oysa hemotoraks olayında, akciğerlerde birikan kanı boşaltmak için bol bol adamı öksürtüyorlar. Öksürmezseniz suç... Başıma geldi de oradan biliyorum.
Savaş toparlandı, gidiyor. Gözlerinde müthiş bir yaşam sevinci ve inatla...
Edirne’ye yola çıkacak ilk otobüsle...
Benim duble yol döşeli, kalabalık ama kuralsız ülkemde.

Mümtaz İdil
Odatv.com


30.09.2010 14:57

22 Eylül 2010 Çarşamba

GERİCİLER SANATI NEDEN SEVMİYOR

Beyoğlu’nda gerçekleşen saldırı ile Taliban’ın Buda heykellerini yok etmesi arasında hiçbir fark yok.
Aslında son yaşanan olay daha da vahim. Cumhuriyet rejimine, bize öğretilen ilkelere hiç uymayan ilkel bir saldırıdır bu.
Sanata değil, tıpkı Taliban radikalleri gibi insanlığa yapılmış bir saldırıdır. Cinayettir, yeni bir Madımak olayıdır.
Neden?
Biraz kültür ve sanat tarihinde dolaşmamız gerekiyor cevabını bulmak için.
Tek tanrılı dinler ortaya çıkmadan önce, insan silüetleri birer sanat şahaserleri olarak ortaya çıkmıştı.
Totemler, tanrı kıvamında resimler ve heykeller, ürkütücü ve etkileyici silüetler... Hepsi insana ve kendisini yarattığına inandığı tanrıya saygıyı gösteren figürlerdi.
Bunun en güzel örneklerini ilkel komünal toplumlar vermişti.
Sonra paylaşım savaşları başlayınca, yozlaşmanın ilk örnekleri Mısır uygarlığında görülmeye başlandı. Artık insanların elinde “köleler” vardı ve “muhteşem Ramsesler” kendilerini tarihe mal etme peşindeydi.
Aynı dönemde orta Anadolu’da Hititler vardı. Hititler her türlü tanrı kavramına açıktılar. Çantasını ve tanrısını kapan sığınıyordu.
Şupililuma, “bu kadar çok tanrı fazla” dedi. Tanrı sayısı 1066’dan 66’ya düşürüldü.
Silüetleri de Yazılıkaya’nın duvarlarına çaktılar.
Ardından sanat ve kültür tüm ihtişamıyla Avrupa’yı titretirken, abuk subuk gezegenlere tapan Romalılar’ın büstler üzerindeki ustalıkları ortaya çıktı. Öyle ki, dünyanın en çirkin adamlarından biri sayılan Caligula bile, döneminin en yakışıklıları arasında yer aldı.
Kalıp hep aynıydı: İmparator... Hele bir çirkin büst yap...
Sonra bildiğiniz gibi Rönesans dönemi başladı. Alabildiğine özgürlük, alabildiğine rahatlık, cinselliğin bile resmedildiği dönem.
Avrupa’yı kasıp kavurdu.
Bu sırada İslamiyet tüm ihtişamıyla yayılıyordu. Hz. Muhammed öğretisi Başıboş bedevileri hizaya getirdi. Bir birlik sağladı. Ama baktı ki bunlar “güruh”, bazı kurallar da getirdi.
Öncelikle kendi resmini Ramsesler gibi duvarlarda görmek istemedi. Tanrıyı resmetmeyi de yasakladı, bir gizemi yok etmemek için.
Bedeviler, bunu “resim yasak” algıladı.
Resim yasaklığı heykel yasaklığını da getirdi. Sonunda bizim sevgili Taliban’larımıza, Pakistanlı din kardeşlerimize, Mısır gibi bir uygarlığın ortasında oturan Araplarımıza kadar geldi dayandı: Sanat yozlaşmadır...
Kitap, yozlaşmanın ilk adımıdır.
Bu yüzden de İslam Konferansı’nda, Özal döneminde, bir tepsinin içinde kitap yakmadı mı bu herzeler.
Beyoğlu’nda sergi salonlarını basan az gelişmiş kafalar ile Gustave Courbet’in sergisin basıp da “Koltuktaki Çıplak Kadın” tablosunu yok etmeye çalışanlar arasında bir fark yok.

İki kafa da faşist, iki kafa da Taliban, iki kafada yobaz dinci...
Taliban, dünyanın en büyük Buda heykellerini (biri 53 metre biri 35 metre) yerle bir ederken de “bilmediği birine” şükranlarını sunuyordu.
Oysa Hz.Muhammed asla böyle bir şeye izin vermezdi. O bedevileri tanıyordu, o radikallerin farkındaydı, o bir yol göstermeye çalışıyordu.
Ne oldu, aradan daha yüz yıl geçmeden, Avrupa İslamiyetten esinlendi ve yüz yıl “suret” yapılmasını yasakladı.
Sure falan bilmem, ama Hz.Muhammed demiştir ki, insana saygı duyun ve onun yarattıklarına saygı gösterin: Çünkü onu yaratan Allah’tır.
Benim Müslümanım ne yapıyor? Sergi basıyor, İdil Biret konserini engelliyor, bale sanatına bacak gösterisi diye gidiyor...
Dedim ya, Madımak olayından daha vahimdir bu şımarıkların yaptığı.
Bunlar bugün tabloları parçalar, yarın önüne gelen herşeyi...

Mümtaz İdil
Odatv.com

22.09.2010 00:37

20 Eylül 2010 Pazartesi

REFERANDUM BANA O KİTABI HATIRLATTI

Bir direnç olduğu kesin.
Cumhuriyetin inatçı bekçileri, AKP’nin sürüklemeye çalıştığı yola sessizce “hayır” diyorlar.
AKP’nin buna aldırdığı yok. O, yüzde 58’in zafer sarhoşluğu içinde.
Ama geride kalan yüzde 42’lik kitle, ciddi bir “sıkıntı” oluşturuyor onun için.
Henüz farkında değil.
İyi de, direnç nedir?
Bunu en güzel şekilde Stefan Zweig, “Satranç ve Bunalım” adlı öyküsünde anlatmış.
Öyküdeki dünya şampiyonu satranç oyuncusunu başını kaldırıp izleyicilere bakması gibi bir direnç hissediliyor.
Dünya satranç şampiyonlarından biri, şampiyonaya katılmak üzere bir gemiyle seyahat ederken, yolcular kendisiyle maç yapmak ister. Para düşkünü şampiyon, gruplar halinde gemi yolcularıyla satranç oynar ve hepsini kazanır. Sonunda yolcular gruplar halinde toplanıp, hamlelerini bir köşede planlayıp, şampiyonun karşısına öyle çıkmaya başlarlar, ama yine yenilmekten kurtulamazlar.
Bir gün aralarına bir “yabancı” katılır. Oyunu analiz eden gruba hamleyi nasıl yapmaları gerektiğini söyler ve “bu hamleyle ancak beraberliği kurtarırsınız, yoksa yenilgi kaçınılmaz,” der.
Yolcular şampiyonun karşısına gelirler ve “yabancının” önerdiği hamleyi yaparlar.
Şampiyon, tahtada belli bir güçle karşılaştığını anlar ve karşısında duran yolcu grubuna şöyle bir göz atar. O an “yabancıyla” göz göze gelir.
Direnç orada duruyordur işte…Öykü bu kadar değil elbet, o “yabancının” kim olduğu, geçmişi ve satrancı nereden öğrendiği anlatılır, ama bunun konumuzla ilgisi yok.
Konumuz “direnç”.Şimdi artık tüm AKP ve yandaşları böyle bir direncin farkındalar ve göz ucuyla da olsa bu direncin her hareketini izlemek zorundalar.
Yüzde 42’lik oy potansiyelinin hiç de öyle “hafife” alınacak bir oran olmadığının farkındalar. Durum öyle bir hal aldı ki, Kral Lear’de anlatıldığı gibi cumhuriyetçi kitle bir mağarada peşinden gelen ayı ile boğuşmak zorunda olduğunu fark etti.Kendini uçurumdan atmaya hiç niyeti olmadığını gösterdi.
Bu, sıkı ve göz ardı edilemeyecek bir direnç.
Sanırım, Recep Tayyip Erdoğan dışında tüm AKP’de tedirginlik var. Başbakan’da yok, çünkü herşeyin üstesinden geleceği konusunda kendinden çok emin. Bu da aşırı bir güven gösterisine dönüşüyor.
Napolyon’un Rusya seferi öncesindeki gurur ve baş dönmesi ile besleniyor. Nasılsa, önüne çıkan tüm engelleri aşacağına inanıyor.
Bu da ülkeyi giderek daha ayrılıkçı ve sıkıntılı duruma sokuyor, ama Recep Tayyip Erdoğan için bunun fazla bir önemi yok.
Şimdi artık tek hedef kaldı iktidar partisi için: 2011’de gerçekleşecek seçimler.Erdoğan için de Başkanlık sistemi, olmazsa en azından cumhurbaşkanlığı...
Bunlar çantada keklik görünümünde.
Ama Erdoğan dışındaki herkes iyi biliyor ki, “hayır” sayısı bu kadar değildi.
Yüzde 49, yüzde 51 gibi bir oran çıksaydı eğer, bu AKP kurmayları için o kadar büyük tehlike sayılmayacaktı.
Onlar da biliyorlar ki, MHP artık yok. Toparlaması da önümüzdeki seçime kadar mümkün değil.
Geriye kemikleşmiş “Atatürkçü” kesimin oyları kalıyor ki, ürkütücü olan da bu.
“Direnç” bu noktada kendini gösteriyor işte.
Zweig’in şampiyonunun gözlerindeki gibi yani.


Mümtaz İDİL
Odatv.com


20.09.2010 00:40

13 Eylül 2010 Pazartesi

GALİPSİNİZ AMA KALEMİMİ BIRAKMIYORUM

Hiç can yakmadım, kimseyi incitmedim, sıraların ön saflarında dolaşıp, kendimi göstermeye de çalışmadım.
Yalana yüz verip, itibar kazanmayı düşünmedim. Devlet daierelerinde, meşin kolluklu memurların aşağılamalarıyla karşılaştığımda sesimi çıkarmadım. Dolmuş kuyruğunda sırayı bozmadım, oğluma hep sevecen davrandım, komşular gürültü yaptığında duvarları yumruklamadım, vahşet haberlerinde kanal değiştirdim, sıkıldıkça şiir okudum, sergi dolaştım, güzel olanı insanda aradım, insana yakışmayan şeyleri elimden geldiğince reddettim. Hiç bir canlıyı öldürmedim. Öldürmeyi aklımdan bile geçirmedim. Ölümü de hiç düşünmedim.
Beni öldüreceklerini de aklımdan geçirmedim.
Ama öldürüldüler!
Yakarak öldürdüler…
Şimdi işte orada, yanan binanın bir köşesinde saçımdan bir tel, gömleğimden bir ip öylece duruyor ve belki de beni arıyor. Onlar şu anda benden daha canlı. Onlar en azından acı çekmediler, suyu ve üşümeyi özlemediler. Duygusal, öyle değil mi? Kömürleşmiş bir ceset kadar duygusal...
Ölmeden biraz önce, son bir gayretle dışarı bakıyorum. Kapının önünde bağırıp çağıran, tekbir getiren insanlara... Her biri sanki gladyatörlerine öldürme emri veren Neron...
Hepsinin baş parmağı toprağı gösteriyor. Hepsi bir ötekine “öldür” emri veriyor. Öldürüyorlar bizi ve dışarıda portakal sarısı temmuz güneşi bizimle birlikte batıyor. Nasıl kıskanıyorum onu, suya batıyor diye.
Aklıma deniz kıyısı akşamlarının yakamozları takılıyor. Alacakları bir, beş, otuzbeş, otuzyedi can... Hepsi bu...
Duman boğazımı yakıyor. İçerisi ağustos ortasındaki “ölüdeniz”kıyılarından daha sıcak ve daha ölü... Bütün yaşantım yeniden gözümün önünden geçiyor. Borç alıp ödeyemediğim Hüseyin’i düşünüyorum. Kim ödeyecek? Muz istedi birden canım. Birazdan öleceğim ama canım muz yemek istiyor. İdam mahkûmlarına bile ölmeden önce son isteğini sorarlar, dışarıdaki cellatlar acaba sorarlar mı son isteğimi?
Tanrım çok sıcak!..
Oğlumun sesi kulaklarımda, karım da ona kızıyor, “babanı rahatsız etme”diye. Son bir kez sarılmayı ne çok isterdim... İzin verirler mi acaba?
Saçmalıyorum...
Gittiğim yerden dönüp, onları görebilecek miyim? Onlar beni görmese de, ne yaptıklarını, benim için ne kadar gözyaşı döktüklerini izleyebilecek miyim?
Aman sende!.. Onların ne kadar acı çektiklerini görmek mi? Kalsın...
Her bekletinin korkutucu sürprizleri giderek ısınan bedenimi bile üşütüyor.
Giordano Bruno da benim kadar, buradaki arkadaşlarım kadar acı çekmiş midir?
Onun da canı muz istemiş midir?..
Bakkaldan aldığım son sigaranın parasını vermiş miydim? Eğer vermediysem çok ayıp olacak...
“Bana birşey olmaz,” diyordun. Bak oldu işte. Sonsuza dek yaşayacağını sanıyordun, oysa en sona sakladığın şiiri yazamadan, fotoğrafı çekemeden, türküyü söyleyemeden gidiyorsun işte... Ölüm bu kadar basit miymiş?
Tuhaf, artık duman da rahatsız etmez oldu. Dehşetli uykum var. Sol bacağımdakı yanıkları da hissetmiyorum. İyi ama, nereye gidiyorum ben, biz? Daha yapacak o kadar çok işim var ki...
Neden bizi yaktılar? Behçet kurtuldu mu acaba? Ya Asaf? Asım Ağabey, Aziz Bey?
Oğlum, sana bir kez sarılabilseydim keşke... Nasıl kokuyorsun burnumda. Minicikken ayaklarını ağzıma sokardın, kafama patilerinle vururdun... Gözlerini çok özledim, şimdi yaşla dolacaklar... Ağlayacaksın değil mi, baban için gözyaşı dökeceksin değil mi? Ama lütfen kinlenme yavrum, kin insana yakışmayan tek şeydir. Unutma ki, bizleri bir yada birkaç insan öldürmedi, bizi öldüren orta çağ karanlığının refah kaygısı. Bunu da Allah’a sığınarak yaptılar Tetikte ol, ama sakın kinlenme. Ne dersin, dışarıdakilere yalvarsam, seni bir kez gördükten sonra üzerime benzin döküp kendimi yakacağımı söylesem, seni bana gösterirler mi? Seni çok özledim, çok şeyi özledim ama bir tek seni çok özledim.
Yaşamı özledim ve beni öldürüyorlar. Yaşamı en çok özlediğim şu dakikada yakıyorlar beni ve ellerim sana ulaşamayacak kadar karardı artık.
Küle dönüyor oğlum...
Tanrım, çok sıcak. Bir tek sıcak rahatsız ediyor artık. Suyu, yağmuru özlüyorum... Tepeleme kar yağsın istiyorum başımın üzerine... Acı hissetmiyorum artık...
Ama çok sıcak...
Annenle tanıştığımızda da hava çok sıcaktı, biliyor musun?
O zaman da suyu çok özlemiştim. Yaşam, uç noktaların umarsız seçiciliğiyle dolu, istemin ve tercihin dışında da ölebiliyorsun işte... Hem de yanarak...
Yeter artık, ölüyorum. Acı da duymuyorum. Ama dışarıdakilere, beni yakanlara acıyorum, çocuklarına anlatacak birşeyleri olmadığı için, geçmişleri ve gelecekleri asla olmayacağı için, aynada kendilerini gördüklerinde kendi gözlerine bile bakamayacakları için acıyorum. Zavallı kullanılmışlar, cahiller, inançsızlar ve…
Bu da gülünç bir teselli belki, ama şu anda yapabileceğim hiçbir şey yok.
Hoşçakalın...
Sen de hoşçakal oğlum…
Galipsiniz, ama kalemimi bırakmıyorum.

Mümtaz İdil
Odatv.com
13.09.2010 20:48

6 Eylül 2010 Pazartesi

BU KADAR MI KORKULUYOR “HAYIR” DENMESİNDEN

Bertholt Brecht’in “Bay Keuner’in Öyküleri”kitabındaydı sanırım. Yıllar önce okuduğum için ancak hatırlayabildiğim kadarını yazabiliyorum:
“Bay K evinin camından sokağa bakıyordu. Kaldırımda yürüyen genç ve alımlı bir kız gördü. Hayranlıkla bu güzelliği izlerken, tam o sırada kızın yanından iri yarı, suratsız, karanlık görünümlü bir adam geçti. Adamın gölgesi kızın üzerine vurdu. Kız soldu, karardı, çirkinleşti...”
Brecht’in sözünü ettiğim öykü kitabı paragraf düzeyindeki kısa öykülerden, değinmelerden oluşuyordu ve Ahmet Cemal çevirisiydi.
Öykü aklıma, dün kazandığımız Fransa maçını izlerken geldi.
12 yürekli adam, Yılmaz Özdil’in deyişiyle de 13. dev adam da kenarda. Hasta haliyle takımını yalnız bırakmamış. Üstelik tedaviyi de kabul etmemiş... 4 faullü Tanyeviç...
Müthiş bir takım oyunu. Müthiş özveri ve inanılmaz bir savaş...
İnsanın tüm duygularını allak bullak eden, ruhunu titreten, yeri göğü inleten bir zafer...
Tanyeviç’in “alan savunmasını” yeniden yaratışı...
Ne derseniz deyin...
Bilemem daha önce kaç kez yendik Fransa’yı, kaç kez de boynumuz bükük döndük...
Ama dünkü maçta takımımız bir buldozer gibiydi...
Eh, beşte beş galibiyetle gelmişlerdi.
Ama ah o Basketbol Federasyonu Başkanı Turgay Demirel yok mu...
Ah o yok mu...
Ah o “alımlı kızın” üzerine düşen koca gölge...
Çelebi Efendi hatırlattı önce...
“Hayır, dedim, öyle demedi... Dememiştir... Olamaz... Yani ‘12 Eylül’de iki heyecan yaşayacağız,’ dedi. Ben öyle duydum...”Çelebi Efendi kendinden emin, ‘Ben gazetelerin yalancısıyım,’ dedi.
İnanamadım.
Sonra da Çelebi Efendi’nin yazısında okudum.
Fransa maçı öncesi:
“Basketbol Federasyonu Başkanı Turgay Demirel, Başbakan’a Dünya Şampiyonası finalinin 12 Eylül’de oynanacağını hatırlatarak, ‘İnşallah 12 Eylül’de çifte zafer’ demiş.”Tıpkı Bay K’nın öyküsündeki gibi...
Sonra aklıma Koç Tanyeviç geldi... Türk Milli Takımı’nı dünyanın en prestijli takımlarından biri yapan Tanyeviç...
Ardından tüm yüreklerini sahaya yalnızca bu ulus için, asla Turgay Demirer veya başkası için değil, bu ulus için koyan 12 pırıl pırıl genç insan aklıma geldi...
Belki biraz koçlarına “armağan” için...
Ama asla başka bir şey değil... Asla biri veya birileri için değil.
Bir ulus için... Milli Takım forması için.
Bay K’nın anlattığı genç kızın üzerindeki karanlık gölge dağıldı, yeniden o pırıl pırıl güzellik ortaya çıktı.
Misak-ı Milli sınırlarını tartışmaya açan, ülkeyi bölünme sınırlarında dolaştıran, alt kimlik-üst kimlik tartışmaları yaratan, insanları kendi ülkesinde yabancılaştıran bir siyasi anlayışın, spora uzanan en üstteki temsilcilerinden birinin böyle bir şeyi siyasi malzeme olarak kullanması nasıl açıklanabilir?
Nedir bunun bedeli? İkramiyesi? Ederi?
Sahaya çıkan Milli Takım... Bir “kıymet-i harbiyesi’ varsa eğer...
Kurum, okul, şirket takımı değil ki...
12 Eylül’de Milli Basketbol takımımız Dünya Şampiyonu olursa, bu nasıl referandum sonucunda çıkacak “Evet” ile karşılaştırılabilir?
Bu kadar mı şirazesi çıktı bu işin, bu kadar mı korkuluyor “Hayır”denmesinden? Şimdi mi ihtiyaç var “ret edilen, kabul edilmeyen, horlanan” milli duygulara?
Bu mudur karşısına çıkan tüm takımları devirmeye yemin etmiş Milli Takım’dan çıkarılacak tek mesaj?
Bu, iktidar olmakla ülkeye sahip olmayı sanmaktır beyler... Dikkat lütfen.
Milli Maç ve referandum... İkisini de “maç” olarak gören “demokratik” bir iktidar...
Hey! AKP'ye oy vermeyen yüzde 53... Anlıyor musunuz şimdi?
Tugay Demirel ve benzerlerinin gözünde bizler "Fransız" kaldık.
Pes doğrusu...


Mümtaz İdil

Odatv.com


06.09.2010 12:58