17 Ağustos 2012 Cuma

21. YÜZYILIN YENİ KAHRAMANLARI


Uzun zamandır siyasetin ucundan bucağından yazmaya çalıştığım için,
neredeyse asıl ilgi alanım olan edebiyat ve sanat üzerine yazı
yazmadığımı fark ettim. Aslında bu biraz da kendimi kandırma, fark
ettim falan da değil, bal gibi biliyordum. Ülkenin böylesine hızla
bilinmeyen bir kuyuya doğru itildiğini göre göre, insanın içinde
Borges, Sartre, Sait Faik falan yazası da pek gelmiyor.
Okumaya ağırlık verdiğim şu sıralar, okuduğu kitaplar da daha çok
polisiye romanlar. İyi bir polisiye roman iyi bir sanat eseridir, bunu
kesinlikle kabul ediyorum. Romanın en can alıcı noktalarından biri
olan "kurgu", polis romanlarının olmazsa olmazıdır.
Ama bir de buna, Kuzuların Sessizliği'ndeki Annibal Lecter gibi bir
karakteri katarsanız, işte o zaman kütüphanenize rahatlıkla koyup,
arada bir de geri dönüşlerle başvuracağınız bir kitaba sahipsiniz
demektir.
Peter Straub da böyle yazarlardan biri. Cehennem Kulübü diye çevrilen
romanında yarattığı Dirk Dart da, Annibal Lecter'in başka bir
versiyonu.
Roman bana nedense Oscar Wilde'ın "Dorian Gray" romanını anımsattı.
Richard (Dick) Dart da romanın kahramanlarından biri olan Henry'yi. O
zaman şöyle düşünmek daha akıllıca oluyor sanırım: Günümüz romanları
artık ağırlıklı olarak kurguyu barındırmakla birlikte, yeni tipler
yaratarak da romanı daha okunur ve sevilir kılıyor. Önceleri best
seller diye adlandırılan romanlar, edebiyat kapsamında sayılmazdı, ama
yazarlar öylesine güçlü çıktılar ki, dünya edebiyatı onların yarattığı
tipleri birer mit haline getirdi.
Sinemanın da ellbet bunda büyük payı var.
Peter Straub'a gelince, yarattığı kahraman Stieg Larsson'un
Milliennium üçlemesindeki Lisbeth Salander gibi, Susanne Colins'in
Açlık Oyunları üçlemesindeki Katniss Everdeen gibi olağanüstü bir
kahraman çıkartıyor, ama tıpkı Kuzuların Sessizliği'nde olduğu gibi,
olumsuz bir kahraman; çok zeki, çok hızlı düşünen, çok acımasız ve ani
karar verebilen... Üçünün de beyinleri normal insan beyninden çok daha
hızlı çalışıyor.
Bunlar yirmi birinci yüz yılın yeni kahramanları, ama tohumları
yirminci yüz yılda atılmıştı zaten. Polisiyeler ve gerilim romanları
hep ilgi çekmişti, Carter Dickson, Robert Ludlum, Agatha Christie'nin
de içinde yer aldığı onlarca polisiye roman yazarı dünyayı bir şekilde
kasıp kavuruyorlardı ve Dostoyevski, Dickens ve Edgar Allan Poe'nun
kendilerinden yüz yıl önce yaptığını bir kaç adım öteye taşıyorlardı.
Stephen King, bu yazarlar içinde en ünlüsü kuşkusuz, ama onun ünü
yazdığı kitapların hepsinin niteliğinden kaynaklanmıyor. Ününü daha
çok, neredeyse ortalamanın üzerinde bir okurun okuduğu kadar yazmış
olması. Elbette arada kötü örnekleri olan romanları da var, hatta hiç
okunmayacak nitelikte olanları. Cep Telefonu adlı romanı örneğin, ne
gerilimi çağrıştırır ne de insanda huzursuzluk yaratır. Sonunu
mantıklı bir şekilde bağlayamadığı için mistik bağlantılarla bitirmek
zorunda kaldığı onlarca romanı vardır. Dean R.Koontz da biraz
mistizme, fizik ötesine takılmayı sevmekte ve gerilim ögesini bunun
üzerine kurmaktadır.
Clive Custler ise bunlar içinde, onca ününe rağmen en zayıf kurgu ve
gerilimle ortaya çıkan bir yazardır. Kahramanları en tehlikeli
olayları en kolay biçimde çözerken, birbirlerine de sürekli şaka
yaparlar. Ancak Clive Custler'in deniz ve denize ilişkin araç
gereçlerle ilgili inanılmaz bir bilgisi olduğu da yadsınamaz.
Bizde Ahmet Ümit ile Osman Aysu'yu sayabiliriz bu kategoride, ama her
ikisinde de batı romancılarının etkisini bulmak mümkün. Ahmet Ümit'in
binlerce yıl önceki tabletlere dayandırarak yazdığı romanı daha önce
denenmiş bir romandır.
Ancak burada elbette bizim yazalarımıza çamur atmak değil amacım. Bu
nedenle de onların alanlarına girmemeyi tercih ederim. Beni
ilgilendiren, genel anlamda roman sanatında hızla "kriminal"
özelliklerin ağır basması ve okuru bu şekilde "kağıda" bağlamasıdır.
Kitap okumayı hala bir zevk haline getirebiliyorsak, cinayeti, aşkı ve
ihaneti en iyi anlatan yazalara doğru meyletmemiz de normaldir.
Tatil günlerinin belki de en huzur verici yanı bu... Kitaplar, siz ve deniz.

Mümtaz İdil
Odatv.com

17.08.2012 17:31

7 Ağustos 2012 Salı

MÜMTAZ İDİL: KİM BU AKINCILAR

Benim askerlik yaptığım dönemde Tuzla Piyade Okulu’nda manzarayı umumiye şöyleydi:
2 bin kişilik piyade okulunu hızlandırılmış eğitim enstitüsü mezunları doldurmuştu. 1977 yılında askerliğini yedeksubay olarak yapmaları için çoğu eğitim enstitülerine “hızlandırılmış” eğitim vermişlerdi. Öğrenci olaylarının da etkisiyle, iki ay içinde iki yıllık eğitim enstitüsünü bitirenler bile oldu.
Bu da en çok, imam hatip çıkışlı eğitim enstitüsü mezunlarına yaradı. Askerliklerini hiç beklemedikleri anda yedeksubay olarak yapma olanağına kavuştular. Zaten büyük birikim vardı. Eritmek de gerekiyordu. Kısa dönem daha önce çıkmıştı ve bir kez daha da düşünülmüyordu. Öğrenci olaylarının yatıştırmak için hem eğitimi hızlandırmak hem de zamanı gelenleri boş gezip de olay çıkarmasın diye askere almak da güya akıllıycaydı.
Benim gibi, mezuniyetinden çok sonraları gelenler de vardı, ama azınlıktaydık. Çoğu daha üniversite veya yüksek öğrenim bitirecek yaşta bile değillerdi askere alındıklarında.
Üstelik de Ağustos ayında acemi eğitime başlamıştık ve şimdiki gibi Ramazandı.
Ağır eğitim şartlarına rağmen oruç tutmakta direnen ve bu isteklerini de kargaha kabul ettirenler için iftar saatine göre yemek yiyebiliyorduk. Ayrıca sahurda da yemek çıkıyordu. Ama öğlen yemekleri tam bir karmaşaya dönüşmüştü. Eğitim aksıyordu. Bayılanlar oluyordu. Uyanamayanlar aç aç oruç tutmaya çalışıyor, kimi gündüz nöbetlerinde bile uyuyup kalıyordu.
Disiplin allak-bullak olmuştu yani.
Ama oruç tutmakta direnenler bir bir pes etmeye başladı. Akıl işi değildi çünkü. Sahura kalkamıyorlar ya da hem sahur hem nöbeti üst üste yapmak zorunda kalıyorlardı.
Birkaç gün içinde yavaş yavaş bölükler düzene girdi. Oruç tutan neredeyse hiç kalmadı ve öğlen ve akşam yemekleri de zamanında yenmeye başlandı.
Bir öğle yemeği sırasında genelde olduğu gibi yine üzüm hoşafı vardı. Tam çala kaşık hoşafa saldıracaktık ki, içimizden biri, “ben bunu yemem, içinde sinek var” dedi. Baktım benim hoşafta da iki sinek yarışıyor...
Karşımda imam hatip çıkışlı enstitü mezunları oturuyordu. İçlerinden biri, kaşığıyla sinekleri hoşafa iyice batırdı ve, “sol kanadında kötülükler ve pislikler vardır, sağ kanadında temizlik ve iyilikler. Her iki kanadı da batırırsan bir birini götürür. Temiz olur,” dedi ve afiyetle içti.
Gözlerime inanamadım.
Baktım, hepsi sinekleri batırıp batırıp hoşafı içiyorlar.
Sonradan bazılarıyla dost olduk. Aralarında İslam kültürünü derinden bilen ve kendini diğerlerinden ayrı tutanlar da vardı.
Akıllılarından biri, “bizim en büyük düşmanımız solcular değil,” demişti. “Biz ülkücülere düşmanız.”
“Siz kimsiniz,” diye sormuştum safça.
“Biz Akıncılarız,” demişti. Bir şey de anlamamıştım açıkçası. “Ne kadar çoksunuz,” diye abuk da bir soru sormuştum.
“Tahmininden çok fazla,” demişti ciddi bir biçimde. “Yirmi yıl sonra iktidardayız.”
Hiç inandırıcı gelmemişti. Ortalık kavruluyor, millet birbirini boğazlıyordu, ama Akıncılar diye bir grup yoktu ortada.
Şimdi anlıyorum adı Kemal olan soyadını unuttuğum devre arkadaşımın ne demek istediğini. Anlamaktan öte, yaşıyorum.
Bugünlere son on yılda gelmedik. Hatta Kemal’in söylediği kadar çabuk da olmadı. Yirmi yılda gelmediler, sabırla tam 25 yıl beklediler.
İğne oyası gibi işlediler toplumu. Alıştırdılar, kendilerini sevdirdiler, kabul ettirdiler ve geldiler. Kabul edilinceye kadar da kendilerini hiç göstermediler. Saygın olmaya özen gösterdiler, gerekirse sizinle bilardo oynadılar, pop müzik dinlediler, resim sergilerine gittiler, kahvelerde okey oynadılar... Ama sabrettiler.
Hadi gel de anımsama şimde ağustos böceği ile karınca masalını... Biz hep saz çaldık, onlar hep “kışa” hazırlık yaptı.
Masalı bile masal diye okumuş geçmişiz.
Yalan mı?
Cumhuriyet kazanımları tek tek elden gidiyor, geçtim artık solcuların kendi içindeki kavgalarını, ülkücüler ile solcular, 12 Eylül darbesinde kimin daha çok kayıp verdiğinin hesabını yapıyor.
Yakında kavga edecek toprak bulamayacaklar, haberleri yok.

Mümtaz İdil
Odatv.com

07.08.2012 11:54