27 Haziran 2009 Cumartesi

12 EYLÜL GÜNDEMDE: PEKİ YAKILAN KİTAPLAR HATIRLANACAK MI?

Deniz Baykal’ın, 1982 Anayasası’nın geçici 15. Maddesi’nin kaldırılması ve “darbecilerin” yargılanmasının yolunun açılmasını talep ettiği şu son birkaç gün içinde ortalık yine karıştı.
Yaklaşık 30 yıldır “geçici” olarak duran ve bu anlamda bir dünya rekoru kıran maddenin kaldırılması gündeme gelince, 12 Eylül’ün karanlık günleri de hatıralara düşüverdi yeniden.
AKP’li Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu her ne kadar “Evet, 15. Madde’yi kaldırmak gerek, ama...” diye “ipe un serse” de, Pandora’nın kutusu açıldı bir kere.
O dönemde işkence görmüş, hala da hayatta kalmayı başarabilmiş insanlar konuşma fırsatı bulduklarından, başlarına gelenleri anlatmayı sürdürüyorlar, sürdürecekler de. İnsanlık adına sayısız utançların yaşandığı karanlık dönem, aradan geçen yıllar nedeniyle daha soğukkanlı olarak irdelenebilecek belki de.
12 Eylül’ün karanlık günlerinin bir yığın parametresi var. İşkence, toplantı yasakları, işten atılmalar, üniversitelere baskı, gençliği depolitize etme, Kuran kurslarına hız verilmesi, imam hatiplerin gözde hale gelmesi, tarikatların canlanması, kültür ve sanata vurulan ağır darbeler, korkunun tüm haneleri zehirli sarmaşık gibi sarması, işçi haklarının hasır altı edilmesi, insan haklarının bazıları için “hak” olarak kabul edilmesi vb...
Bir yığın antidemokratik uygulama.
Otuz yıla yakın bir süreden sonra bu sistemli “gericiliğin” hesaplaşması yapılabilecek mi?
Bu yazı, başlığından da anlaşılacağı gibi, işin yalnızca “kitap” bölümünü anımsatmak için yazıldı. Tarih boyunca, bir ülkenin geri bırakılması için insan faktörünün kültürsüzleştirmesi yolunun seçilmesi hep uygulandı.
Örnek mi?
İsa’dan Önce 333 yılı... Kazandığı savaşlardan ötürü adı tarihe “büyük” olarak geçecek olan İskender’in vakit bulup da yaptığı “küçük” işlerden biri de Persepolis kütüphanesini yaktığı yıl. Bilime ve sanata saygınlığı ile tanınan “Büyük” İskender, kazandığı zaferlerin sarhoşluğundan ya da sinirlerinin aşırı bozukluğundan olsa gerek, tarihsel ve “büyük” kararını verir: “Persepolis kitaplığı yakılsın!”
O sıralarda dünyanın en zengin ve büyük kütüphanesi olan Persepolis’te yanan İran Destanı, 12 bin dana derisine altın harflerle yazılı 2 milyon dizelik bir kültür hazinesiydi. “Büyük” İskender, herhalde Persepolis kütüphanesini, Persleri tarihsiz bir ulus haline getirmek için yakmış olsa gerek, çünkü böylelikle, hem Perslerden kurtulmuş, hem de Perslere ait kültür mirasını ortadan kaldırmış olacaktı. Kaynakların belirttiğine göre, kütüphaneyle birlikte yalnızca 2 milyon dizelik Pers tarihi değil, yüz binlerce kitap da yanmıştır.
Her “büyük” komutan gibi İskender de, tüm dünyayı ele geçirse bile, ulusların geçmişini asla ele geçiremeyeceğini biliyordu. Ama aynı zamanda, kültür mirasını yok etmenin, ulusların gelişim süreçlerinde kesintilere yol açacağından da emindi. Tıpkı 12 Eylül’ün görünen ve görenmeyen “kahramanları” gibi...
Çin imparatoru Tsin Che Hoang Ti’nin kitap yaktırma gerekçesinde, tarihi yok etmeye çalışmanın en karanlık temellerini buluyoruz: Hoang Ti, “bilginin insanlığa kötülük getirdiği” gerekçesiyle Çin tarihinin en önemli kitaplarını yaktırmıştır. Üstelik İmparator, kitapları insanların mutluluğu için yaktırdığına yürekten inanmaktadır. Hoang Ti’nin bu muhteşem gösteriyi yaptığında takvimler İ.Ö. 213 yılını göstermektedir.
Çok değil, bundan 67 yıl sonra Neron’dan kurtulabilen bilim sanat ürünleri bir kıyıma daha uğrarken, tarih yeni bir kahraman yaratmanın talihsizliğini yaşayacaktır. Romalılar, Annibal’den sökerek aldıkları Kartaca Kütüphanesini, Alp dağlarında geçirdikleri soğuk eve dönüş gecelerinde yakarak ısınacaklardır.
Dönemin en büyük kütüphanesi olan Roma Kütüphanesi ise Vizigotların gelip yakmasına kadar dünyanın en büyük kütüphanesi olma unvanını taşımıştır.
Tam bu sıralarda Anadolu’daki en büyük kütüphanelerden biri olan Bergama Kütüphanesi Sezar tarafından Kleopatra’ya hediye edilince, Kleopatra’nın, kıskançlıktan mıdır, neden bilinmez, Bergama Kütüphanesi’ndeki bütün kitapları aylarca İskenderiye hamamlarında yaktırdığı söylenir.
Sonuçta İskenderiye Kütüphanesi’ndeki kitapların da başına aynı şey gelecektir. Ancak İskenderiye Kütüphanesini kimin yaktırdığı kesin olarak bilinmiyor. Bazı kaynaklar kütüphanedeki yaklaşık 400 bin kitabın, piskopos Theophilos tarafından yaktırıldığını öne sürerken, diğer bazı kaynaklar kütüphaneyi, Müslümanların İskenderiye’yi ele geçirmesinden sonra Halife Ömer’in yaktırdığını belirtiyorlar.
Söylentiye gore, Amr İbn-ül As, Mısır’ı fethettiği zaman, Halife Ömer’e bir mektup yazmış:
“Burada çok sayıda kütüphane ve içinde binlerce kitap var. Bunları yakayım mı yoksa bırakayım mı?”
Ömer yanıt vermiş:
“Kitapları incele… Eğer yararsız şeylerse, yak. Yok, eğer yararlı şeylerse, yine yak. Çünkü halk, o kitapları okudukça, onlara uymaktan vazgeçmeyecekler, eskiyi unutmayacaklar ve bize, yani yeniye-yeniliğe sürekli düşman olacaklardır!”
Ünlü astronom ve filozof Nasîrüddin Tûsînin bilim dünyasına olan katkılarında adı onunla birlikte geçen ve bilim adamları gözetmekle isim yapan Hülagu Han’ın, Bağdat’ı istilasından sonra, oradaki 36 kütüphaneyi yaktırdığı, bu yüzden de Dicle’nin aylarca kapkara bir su olarak aktığı yazılır. Bütün bunlar olurken yıl 1258 gibi tarihin ilerlemiş dönemine rastlamaktadır. Çoğu el yazması ve tek nüsha olan milyonlarca kitap bir daha geri dönmemek üzere işte bu “yüce” kişiler tarafından yok edilmiştir.
Barbarlık diye nitelenecek kitap yakma olaylarına Hitler öncesi Avrupa’da da rastlanıyor. Arapların İspanya’yı terk etmek zorunda kalmalarından sonra, Ximenes adında bir kardinal ve Şarlman, Endülüs Kütüphanesi’nden taşıdıkları Araplara ait kitapları Granada’nın Bab-ür-remle meydanında, İspanya’nın Müslümanlardan kurtuluşu adına yaktırmıştır.
Fizikçi Pierre Curie bu kıyım için, “Endülüs Kütüphanesi’nden otuz kadar kitap kurtuldu, onlarla atomu parçaladık. Eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı kurtulmuş olsaydı, şu anda galaksiler arasında geziyor olurduk,” der.
Hiçbiri Roma’daki kadar büyük olmamakla birlikte, kitap yakmalar günümüze kadar sürüp gelmiştir. Sözgelimi, 1562 yılında Güney Amerika’da Maya Uygarlığı’na ait kitaplar, İspanyol papazlar tarafından yakılmıştır. 1566 yılında da, muz kabukları üzerine yazılı İnka antolojilerini yakan Pachacuti, bunu görev aşkıyla yaptığını belirtmiştir. Kitap yakma şöhretinden payını alanlardan biri olan rahip Eugene Evraud, eski Polonezya yapıtlarını yaktıktan sonra, Polonezya adalarında Hıristiyanlık hakkında kitaplar yazmaya koyulduğunda tarih 1872’dir.
Kitap yakmanın en ideolojik tabanlı ve hafızalardan asla silinmeyecek olanı ise Nasyonal Sosyalizm dönemine rastlar. O zamana değin yakılan kitaplar, kütüphaneler için öne sürülen gerekçeler pek açık ve net değildir. Ama, Nazi Almanyasının 10 Mayıs 1933 tarihinde gerçekleştirdiği “kitap yakma töreni”, Almanya’nın, geleceğin dünya lideri olacağına inanan binlerce Nazi tarafından desteklenen toplu kitap kıyımıdır.
Çok değil, 25 yıl kadar önce, 1984 yılının Eylül ayında İstanbul’da toplanan İslam Tıp Kongresi’nde, tepsi içinde tıp kitapları yakılmıştı.
Aynı yıllarda Mis sokağında Cumhuriyet Kitap Kulübü’nün kitapları yakılmıştı.
1980 sonrası resmi kurum ve kuruluşların kütüphanelerindeki kitaplar Seka’ya hamur olmak üzere kamyonlarla götürülmüş, SEKA da almayınca yakılmıştı.
Kitabın yararı, dostluğu, kazançları konusunda herkesin bir araba dolusu edecek lafı vardır. Ama söylenen sözler, kitap okuma sevgisini arttırmıyor, belki azaltıyor bile denebilir. Çok satan kitabın çok iyi kitap olduğu savsatası okuma alışkanlığını da bozmaktadır. Kolay ve rahat okuma tembelliği yaratmaktadır.
Avrupa Birliği sürecinde kilit rol oynayacak 6. uyum paketi Meclis'in gündeminde tartışıldığı sırada, o sıralarda Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül 'Ülkeyi özlediğimiz noktaya getireceğiz' derken, 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nden 15 gün içinde öyle iki karar çıktı ki, düşüncenin, ifade özgürlüğünün hâlâ alevlerle boğuştuğunu anladık. Mahkeme Marquis de Sade'ın 'Yatak Odasında Felsefe'si ile Erje Ayden'in 'İkinci Caddenin Çılgın Yeşili' ve 'Hauptbahnof'tan Bir Trene Bindim' adlı kitaplarını imha etme kararı aldı.
Geçtiğimiz yıllarda Ayrıntı Yayınları'ndan Dragan Babic'in 'Son Sürgün' kitabı için 'imha' kararı verilmişti. Dört kitabın da imha edilme nedeni Türk Ceza Kanunu'nun 426 ve 427'nci maddesine dayandırılıyor: “Halkın ar veya hâya duygularının incitilmesi veya cinsi arzuları tahrik ve istismar eder nitelikte genel ahlaka aykırı yayın yapılması”.
Düşün ve sanat dünyası, yayıncılar, okuyucular ve bu ülke bizim diyen herkes diken üstünde. Çünkü kimse kitapların imha edildiği bir ülkede yaşamaktan memnun değil. Ancak TCK'da böyle bir madde var.
12 Eylül gündeme yeniden taşınırken, işin “kültürü yok etmek” bölümüne ve bunun başlangıcı sayılan “kitap düşmanlığı”na mutlaka değinilmesi gerek. Bu karanlık dönemin en karanlık olaylarından biriydi kitap yakmak ve tarihte görüldüğü gibi bu işi gerçekleştiren ülkeler tarihin karanlığına gömüldüler.
Antik çağda Sparta kenti hep savaşçı yetiştirdi. Sakat ve güçsüzleri öldürdü, sağlam ve sağlıklı olanları baştacı etti. Atina ise insanın beynine önem verdi ve kültür-sanat adamları hep kolladı.
Bu yüzden de Sparta elli yıl içerisinde çökerken, Atina iki bin yıldan fazla yaşadı...
Yaşamaya da devam ediyor…

A.Mümtaz İdil
Odatv.com
27.06.2009 00:00

25 Haziran 2009 Perşembe

KANSERLE SAVAŞTA 1-0 ÖNDEYİM

GİRİŞ

Hayatımın bir anda değişebileceğini, bir gün içerisinde, bir ırmağın dev bir kaya parçasına çarpıp ikiye ayrılması gibi, seçeneksiz bir yola sürüklemesine tanık olabileceğimi hiç düşünmemiştim.
Sanki ırmağın benden kopan kollarından biri, ardına hiç bakmadan ve beni kendi başıma bırakıp gitti. O öldü, diye düşündüm. Öldü ve bu yüzden de beni terk etti.
Belki de ölmemişti, ama onu bir daha göremeyeceğim de kesindi.
Aptalca bile gelse bunlar, yaşandı.
Daha fazla düşünecek ne zamanım vardı ne de içimden geliyordu. İkiye bölünmüştüm ve bir parçam başına buyruk ve yine her zamanki başıboşluğuyla önünde uzanan yolda gidiyordu.
Kuşkusuz, başıma nelerin geleceğini bilmiyordum. Bilsem fark eden bir şey olur muydu?
Aslında herkes başına neler geleceğini bilmeden yola çıkar. Gelmemesi için bazı temennilerde bulunur, inancı varsa da dua okur.
Buna normal yaşamda “beklenti” adını veriyorlar. Başına bir şey gelmeden bir işin üstesinden gelmek.
Tereyağından kıl çekmek yani.
Benim de “beklentim” vardı tabii ki yola çıktığımda.
Ama ben tereyağından kıl çekemedim...

3 NİSAN CUMA, ÖĞLEN
3 Nisan Cuma günü, 1993 model eski Mazdamla Bodrum’a gitmek üzere yola çıkmaya karar verdim. Aslında ne bir gün önce ne daha öncesi böyle bir niyetim yoktu. Hiç de öyle Bodrum’a gidip “kafamı dinleyecek” dururum yoktu. Her şeyden önce ödemem gereken banka borçları vardı. Üstüne üstlük, bir konser bağlantısının tam ortasındaydım. Küçük bir gayretle konserleri yapabilir, borçlarımı da bütünüyle kapatabilirdim. Bodrum benim için yalnızca bir çılgınlıktı. Lüks falan da değildi. Dinleneceğim de yoktu. Kendimi biliyordum. Daha rahat içki içebilmek için evden uzaklaşıyordum. Bir hafta boyunca deliler gibi sarhoş olup, ardından Ankara’ya dönecektim. 14-15 saat sürecek bir içkisizlik küründen sonra, yavaş yavaş kendime gelecek, ardından da uzun süre içmeyecektim.
Daha önce çok yapmıştım bunu ve her zaman da yapabileceğimden emindim.
Bodrum’a gitmek isteğim biraz da evdeki durumumdan kaynaklanıyordu. Sıkıntılı bir hafta geçirmiş, eve kimi zaman çok geç gitmiş ve bol da alkol tüketmiştim. Kısacası, dünyanın en iyi insanlarından ve doktorlarından olan karım, bana haklı olarak ciddi anlamda küstü.
Aslında akıllı erkekler bu gibi durumları hemen lehlerine kullanmayı bilirler. Küslüğü bir süre daha devam ettirip, bu süre içerisinde “rahatlarına” bakarlar.
Ama öncelikle ben bu anlamda asla akıllı değildim, ikincisi ve daha da büyük problem olanı, içki içince bütün ilkelerimden ve taviz vermezliğimden feragat edebiliyor, daha da korkunç olanı, gidip olmadık bir yerde sızıyordum
Dolayısıyla ciddiye alınmadığım gibi, şöyle ağzı tadında bir küslük bile yaşayamıyordum.
Yanıma 500 lira kadar para almıştım. Oğluma telefon edip, arabayı bırakmasını istedim. Ben de onu yolda iş yerine bırakacaktım.
Araba geldiğinde tüm eşyalarım hazırdı. Evde bulunan hemen tüm hırdavat malzemelerini de arabanın bagajına yüklemiştim.
Hurda bir Mazda olduğundan, hızlı gitme şansım yoktu. İbre yüz kilometreye vurunca direksiyon sallanmaya başlıyor ve ister istemez süratimi düşürüyordu.
Yolda oğlumu çalıştığı yere bıraktım ve o anda da aklıma yanıma hiç kimlik almadığım geldi. Ne ehliyet, ne nüfus cüzdanı, ne trafik sigortası, ne kasko belgesi ne de benzeri bir kağıt veya karton parçası. Oğlum dönmek istedi, ama yüzüme hınzırca bir gülümseme takıldı. Macera arıyorsam, işte önümde uzanıyordu. Nereye kadar gideceksem, oraya kadar gitmeli ve gerekiyorsa oradan geri dönmeliydim.
“Sen bana kargo ile gönder,” dedim ve onu bırakıp devam ettim.
Bu yolculuk bir başka yaşamın başlangıcı olacakmış ya da hayatımın sonu olacakmış...
Bilemezdim.
İşin tuhaf tarafı, şu satırları yazdığım sırada bile bilmiyorum.

Hikayem son yirmi-yirmi beş günde başımdan geçen tuhaf bir hikayeyi içeriyor. Öyle noktalar var ki, ben açıklayamıyorum. Öyle noktalar var ki, çevremdekiler de açıklayamıyor. Hiçbir şey metafizik değil, hiçbir olayda olağanüstü güçler yok, hiçbir olayda rastlantı söz konusu değil, ama bir tuhaflık var...
Bu yüzden anlatma ihtiyacı hissettim belki.
Anlatmak zorunluluğu hissettim demek daha doğru...

İki ciddi körlüğüm var benim:
Biri renk körlüğü, öteki yön körlüğü.
Renk körlüğü ile çok fazla başım belaya girmedi. Zaman zaman çevremde ilgi noktası bile oldum. Herkesin merak ettiği, benim renkleri nasıl gördüğüm oluyordu, ben de çocukluğumdan beri ezberlediğim soruyla karşılık veriyordum: “Sen nasıl gördüğünü anlat, ben de anlatayım.”
Renklerin soyut olmasından kaynaklanan bir avantajdı benimki.
“Şunu ne renk görüyorsun,” gibi bir soru karşısında, genellikle aynı soruyla yanıt veriyordum. Tartışma da hızla “kaosa” sürükleniyordu tabii...
Ama yön körlüğü çok farklı. Bugüne kadar da sayısız zararını gördüm. Yakın dostlarım bilir: Birine bir yeri tarif etmeye kalktığımda parmağımı hangi tarafa uzatırsam, arkadaşlarım bilirler ki, söylemek istediğim yer asla gösterdiğim tarafta değil.
Yön körlüğüm bana Afyon’da da “azizlik” etti. Denizli yoluna gireceğime, tabelalara rağmen, Uşak yoluna girmişim. Uşak yoluna girdiğimi de ancak Uşak’a gelince fark ettim.
Dalgın gidiyordum ve durup bir benzincide dinlenmem gerekiyordu, ama devam ettim.
Uşak’ı geçtiğimde saat de akşam sekizi geçmişti.
Denizli 90, yazan bir tabelayı gördüm ve döndüm. Bu arada kendime ve yön körlüğüme ağız dolusu küfür ediyordum, ama bunu tuhaf bir şekilde, şarkı söyleyerek yapıyordum.
Uşak’tan Denizli tarafına döndüğüm yol  Çivril yoluymuş. Yoldaki tabelalardan anladım yine. Çivril yolu ise geliş-gidiş şeklinde. Duble yol değil.
Bir ara içim geçmiş.
Direksiyonun yalpaladığını fark edince, başımı kaldırdım. Bu arada belki karşımdan gelen arabalar korna da çaldığı için uyandım.
Bir arabayla burun buruna geleceğimi fark ettiğim anda, direksiyonu sağa kırdım.
Bir şeye çarpmanın sert sesini duydum en son.
Ve gerisi karanlık...
Uzun süren bir karanlık...
Bir ara uyandığımda ambulanstaydım. Doktor olduğunu sandığım biri telefonla konuşuyordu:
“Evet, merak etmeyin. Sayın müsteşarımızı hızla hastaneye götürüyoruz. Hayır, durumu iyi. Bir şeyi yok gibi görünüyor... Hayır, telefonla konuşacak durumda değil...”
Yine kendimi kaybetmişim.

 4 NİSAN
Ayıldığımda, kardeşim başucumdaydı.
Denizli Üniversitesi Hastanesi’nin acil servisinde, sedye benzeri sert bir yatağın üzerinde yatıyordum ve kolumda serum vardı. Kardeşim ile göz göze geldik, ama niye orada olduğumu ve kardeşimin niye başucumda olduğunu anlıyamıyordum. Kaza ile ilgili hiçbir şey yoktu kafamda.
Son derece doğal bir karşılaşma gibi kardeşime saati sordum.
Saat sabahın dördüydü.
Trafik kazalarından sonra, ambulansa alınan hastaların hemen pantolonları yırtılır veya kesilirmiş, nedenini bilmiyorum, ama öyleymiş. O yüzden benim de pantolonumu kesmişler. Başka pantolon da yanımda olmadığımdan, belden aşağı çıplak yatıyordum.
Serum bağlı olmasa, kalkıp sigara içmeye çıkacağım, ama serum engelliyor.
Yeniden uyumuşum.
Kalktığımda sabahın sekizi olmuştu. Serum çıkarılmıştı ve başımda Denizli Üniversite Hastanesi Basın Müşaviri Erhan Aran olduğunu sonradan öğrendiğim genç bir adam duruyordu.
“Ortak dostumuz haber verdi,” dedi.
Kim olduğunu bilmiyordum.
“Mustafa Kirman,” dedi.
Mustafa, Siyah Beyaz gazetesinden beri yakın dostum. Birlikte çalıştık, hemen hemen de aynı zamanlarda ayrıldık Siyah Beyaz’dan. O İstanbul’a gitti, ben Ankara’da devlet memurluğuna döndüm. Döndüğüm de pek iyi olmadı, İstemihan Talay tarafından, bir kapris uğruna Çorum’a kültür müdürü olarak sürüldüm.
İstemihan Talay’a bir türlü anlatamadım.
Bakan, ilk başta Hürriyet gazetesinin sekizinci sayfasına manşet olan ve diğer gazetelerde de önemli yer tutan, Star televizyonunun da birinci haberi olan: İhanet gibi kapris başlıklı haber nedeniyle bana kızmıştı. Çünkü, Cumhuriyetin 80. Yıl kutlamalarında BBC, o sıralarda İstanbul’da yapılmakta olan Offshore yelken yarışmaları sırasında, cumhuriyet şenliklerini de kayda almak istemiş, bu yüzden de bizden bilgi ve belge istemişti.
Basın müşaviri olarak görev yapıyordum.
Kültür gemileri seferden henüz dönmüştü.
Bütün kültür işleri, başkanlığını Tevfik Ketencioğlu’nun başkanlığını yaptığı, aralarında genel müdür, genel müdür yardımcıları, daire başkanları ve şube müdürlerinden oluşan bir komisyon tarafından yürütülüyordu.
Doğal olarak Müsteşar Yardımcısı Tevfik Ketencioğlu’ndan bir yazı ile konuyu anlatıp, etkinliklerle ilgili bilgi istedim.
Ama büyük hatam(!), yazıyı arz ve rica ederim diye bitirmekti.
Önce sekreteri Dilek aradı ve “Siz müsteşarıma rica edemezsiniz,” dedi.
Ben de dilim döndüğünce, yazımın Tevfik Ketencioğlu’na yazılmakla birlikte, muhatabımın kutlama komitesi olduğunu, orada şube müdürü ve hatta memurlar da bulunduğunu, yazım açısından yaptığımın bir hata olmadığını söyledim.
Bir süre sonra Tevfik Ketencioğlu aradı, aynı şeyleri ona da tekrar ettim.
Kabul etmedi ve kendisine “rica” edemeyeceğimi yineledi.
Yazıyı yeniden yazdırdım ve bu kez yalnızca arz ettim, ama ARZ şeklinde yazdım.
Bu hoş olmayan bir “memur” hareketiydi gerçi, ama haksız da sayılmazdım. Çünkü, bütün hiyerarşik yapılanmaya rağmen, bakanlıklarda basın müşavirleri ve özel kalem müdürleri doğrudan bakana bağlı çalışırlar. Zaten kadroları da düşüktür ve yalnızca yetkileri bakana yakınlıklarıyla sınırlıdır.
Bu olay temmuz 1998’de oldu ve İstemihan Talay olayın üzerine gitmedi.
Ta ki, UBA Ajansı haberi yeniden yayımlayıncaya kadar.
Pazar günüydü haber yayımlandığında. Pazartesi günü gittiğimde zaten eşyalarım topluydu ve çantam hazırdı. İstemihan Talay artık benimle çalışamayacağını söyledi, ben de itiraz  etmeden oradan ayrıldım.
Zaten cezalı bir memur olduğum için, ilk atamam Çorum’a yapılmıştı, Çorum’a yeniden atandım.
Tabii hemen rapor aldım, çünkü kısa süre sonra seçimler vardı.
Ama seçimlerde değişen bir şey olmadı.
1999’un ilk ayında Çorum’da başladım.
Bu arada tuhaf bir gelişme oldu: Adnan Keskin hem apartman komşumuz hem de aile dostumuzdur. Aynı binada (kurşunlanan bina) yıllarca altlı üstlü oturduk. Benim başıma bu olaylar geldiğinde de CHP Genel Sekreteri’ydi.
Beni Bülent Tanla ile buluşturdu. Tanla ile Turan Güneş üzerinde bir balıkçı lokantasında balık yedik.
Tanla’nın ve Keskin’in en büyük derdi, İstemihan Talay’ın Korkmaz Yiğit ile buluşup buluşmadığını kanıtlamaktı.
Böyle bir buluşmanın olacağını Mimar Behruz Çinici söylemişti. Behruz Çinici, çok daha önceleri İstemihan Talay ile görüşmek istemiş, bakan ise onu Müsteşar Tekin Aybaş’a havale etmişti. Aybaş da sürekli görüşmeyi erteliyordu. Kim söylediyse, adamcağız bana geldi ve derdini bana anlattı.
Üzeyir Garih ve Korkmaz Yiğit’in, İstanbul’da, 1. derecede SİT alanlarından birinde bir konut projesi yürüttüklerini, buna ise kendisinin de üye olduğu İstanbul Koruma Kurulu’nun engel olduğunu, bu yüzden de Koruma Kurulu üyeliğinden çıkartıldığını söylüyor ve bunun gerçek nedenlerini Bakan’a veya Müsteşar’a anlatmak istediğini belirtiyordu.
Çok uğraştım, ama Tekin Aybaş bir şekilde görüşmekten kaçtı ve görüşmeleri benim yürütmemi istedi.
En büyük hatası da bu oldu.
Benim de hayatımda önemli değişikliklerin başlangıcına imza attı.
Korkmaz Yiğit’i üç kez, Üzeyir Garih’i de iki kez aradım. Olayın ne olduğunu sordum. Çok sinirlendiler ve beni İstemihan Talay’a şikayet ettiler.
Bir akşam üzeri Bakan konuyu açtı ve “Mümtaz bey,” dedi. “Siz basın müşavirisiniz, gazeteci değil. Lütfen basın müşaviri gibi davranın.”
Yanına çağırdı, ama gitmedim.
Ertesi gün gidip, özür diledim ve artık karışmayacağımı söyledim.
İş işten geçmişti.
Çorum sürgününden sonra Bülent Tanla ile balıkçıda buluştuğumuzda, bana Kormaz Yiğit ile Bakan’ın Bakanlık’ta görüşüp görüşmediklerini sordu.
Korkmaz Yiğit’in bakanlığa geldiğini ancak Bakan ile görüşüp görüşmediğini bilmediğimi söyledim.
Korkmaz Yiğit’in bakanlığa geldiğini biliyordum. Özel kalemdeki arkadaşlara, Korkmaz Yiğit geldiğinde bana haber vermelerini söylemiştim.
Onlar da uğradığında bana telefon edip, “Korkmaz Yiğit burada,” demişlerdi.
Ama Bakan ile görüşüp görüşmediğini öğrenemedim.
Bu yüzden de “görüştüler” diyemiyordum.
Tanla çok güvenmedi bana, ama arada Adnan Keskin olduğu için sanırım, İstanbul’a davet etti. Bildiklerimi Noter huzurunda tekrar edecektim.
İki gün sonra İstanbul Dedeman Oteli’ndeydim. Tanla’nın bürosu da yürüyüş mesafesindeydi. Büroya gittiğimde Behruz Çinici’nin de orada olduğunu gördüm. Sanırım Koruma Kurulu işlerini yürüten Asuman Çavuşoğlu da oradaydı (sanırım adı buydu).
Notere bildiklerimi anlattım, ama görüştüler demedim. Çok ısrar ettilerse de, bunu söyleyemeyeceğimi defalarca belirttim.
Tanla da, Keskin de çok kızdı bana. Kendilerini aldattığımı düşündüler.
Sonunda Adnan Keskin ile İstemihan Talay Kanal D’de kapıştılar.
Sekreterlerimden Meral, kimle telefonla konuşursam konuşayım, günü ve saatiyle hatta süresiyle not ederdi.
Adnan Keskin’e, Kormaz Yiğit ile telefonla konuştuğumu göstermek için bu çizelgelerin fotokopisini vermiştim.
Keskin de, Kanal D’de İstemihan Talay ile yaptığı tartışmada, bu notlar sanki Bakan’ın telefon notlarıymış gibi havada sallayıp, “Görüştüğünüzü biliyoruz Sn. Bakan, kayıtları burada,” diye blöf yaptı.
İstemihan Talay yutmadı tabii... Kağıtların da bana ait olduğunu bir şekilde öğrenmişti.
İşte Çorum’a çivi çakmamın, İstemihan Talay bakanlıktan ayrılıncaya kadar da geri dönemeyişimin asıl nedeni bu oldu.
Ne CHP söz verdiği gibi bana yardımcı oldu ne de İstemihan Talay, “bu çocuk galiba haklıydı,” diyerek beni yeniden Ankara’ya almaya razı oldu.
Çünkü, Müsteşar Yardımcısı Tevfik Ketencioğlu ile ağır cezada görülmek üzere mahkemelik oldu. Üstelik bunu ben ona aylar önce söylemiştim.
Dinlememişti.
O da kurtarmadı beni.
Adnan Keskin’in havada salladığı kağıtları asla unutmadı.
Ortada bir şeyler döndüğü kesindi. Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürü Kemal bey, Tevfik Ketencioğlu ve İstemihan Talay, bu olaydan kısa süre önce, Koruma Kurulunda karar çıkmayınca Asuman Çavuşoğlu’nu acele Ankara’ya çağırmışlardı. Hatta Asuman hanımın iddiasına göre onu tehdit bile etmişler, imzalanması için gayret göstermemekle suçlamışlardı.
Ancak buna tanık olmamıştım.
Bildiğim tek şey, bu inşaatın durmasıydı.
Behruz Çinici de benimle bir daha asla görüşmedi.
O da bana kızgındı belli ki...
Korkmaz Yiğit ile İstemihan Talay buluştular, demem onlar için öylesine önemliydi ki...
İşte İstemihan Talay bu inadımı asla öğrenemedi.
Namusluluğumdan değil, korktuğumdan söyleyememiştim.
Eğer buluşmadılarsa, çok büyük bir yalan söylemiş olacaktım ve ortaya çıkması da çok kolaydı. Zaten yeteri kadar kullanılmıştım CHP tarafından.
Daha sonra, yıllar sonra yeniden konuyu açmak istediler. Avukatları Levent Gök beni Etkin Yayınevi’nde ziyaret etti, Başkan’dan da selam getirdi, ama daha önce verdiğim ifadenin dışında bir ifade vermeyeceğimi söyledim. Bir daha da aramadı.
Kaza sonrası nedense bu olay aklıma gelmişti. Rastlantının zorunluluğuna inanan, ama şansa asla inanmayan biri olarak, bu olayın da gelişmesinden bir tuhaflık seziyordum.
Erhan Aran gece iki buçuğa kadar başımda beklemiş. Tomografiye girmeme, kan tahlillerime, serum ile beslenmeme ve daha bir çok şeye yardımcı olmuş.
Kazaya tanık olan bazı kişiler telefonla sağlığımı korkarak soruyorlarmış Erhan’ın söylediğine göre, burnum kanamadan çıkmış olmama ise şaşırıyorlarmış.
Hala tam olarak kendimde olmadığımdan, ne demek istediklerini anlamıyordum. Bana göre arabanın başına gidip, ufak tefek kaporta hasarına rağmen aynı arabayla Ankara’ya dönebileceğimi düşünüyordum.
Kaza Denizli’ye 
60 kilometre mesafede, Çivril-Çal kavşağında meydana gelmişti. Erhan’ın dediğine göre araba Çal Jandarma Karakolu’nun bahçesine çekilmişti ve eşyalarım da Jandarma’nın “nezarethanesi”ne yığılmıştı.
Hemen bilgisayarımı sordum. Üç bin dolar verdiğim bilgisayarım, arabadaki en değerli eşyaydı.
“Bilgisayar yok,” dedi Erhan. “Yine de bir kez daha sorayım jandarmaya.”
Sordu, ama yoktu.
Polise ve jandarmaya haber verildi.
“Mutlaka buluruz,” diyorlardı.
Kaza sırasında bir halüsinasyon görmüştüm. Kardeşime ve yeğenime de anlatmıştım. Kazadan sonra hayal meyal gördüğüm bir görüntüye göre, biri bilgisayarımı almış, koyu renkli bir arabaya doğru gidiyordu.
Bilgisayarımı biri çalmıştı... İlk akla gelen buydu.
Hastaneden çıktık. Arabaya gidip, işlemleri yapmamız gerekiyordu. Ben hala arabayla döneceğimi sanıyordum.
Çal Jandarma Karakolu’na gelene kadar, yolda birkaç kez kusmak zorunda kaldım. Midemde bir tuhaflık vardı.
Karakola gelip de arabayı görünce gerçekten kustum. Araba paramparçaydı. Ön cam tamamen küçük parçalar halinde içe çökmüş, tam kafamın hizasında ise iyice yapışmıştı. Arka cam yoktu. Oturduğum koltuğun baş koyacak kısmı fırlamış, arka camın iç tarafına düşmüştü. Bagaj kısmı öylesine kötü yamulmuştu ki, durduğu yerde içindeki eşyaları görebilmek mümkündü. Bagaj kapağı neredeyse yırtılmış ve yukarı kalkmıştı. Tampon ayrı bir yerdeydi. Ön farlar, motor, ön kapak tamamen dağılmıştı. Araba takla atmıştı ve ön camın kafamın üzerine inmesine neden olacak kadar tavanı eğmişti.
Araba, değil kullanılacak halde, hurda olarak satılacak halde bile değildi.
Tam o sırada telefon geldi. Arayan Ünal İnanç’tı. Çok kısa konuştu:
“Evladım, bilgisayarın vereceğim numarada. Git al, bir de teşekkür et. Bu insanlar lazım olur.”
Tık... Başka bir şey söylemeden kapattı Ünal ağabey.
Bilgisayarımı bulmuştum.

ÜÇ KURTARMA HİKAYESİ
Kaza olduğunda, beni ilk kim buldu, ilk kim müdahale etti, bilgisayarı kim aldı, arabayı kim çekti? Bütün bunlar soru işaretiydi benim için.
İşte üç hikaye:
1.        Arabanın kontrolünü kaybedip de direksiyonu sağa kırdığımı ve ardından şiddetli bir çarpma sesi duyduğumu hatırlıyorum, gerisini bilmiyorum. Bir anlatıma göre, arkamdan gelen otobüs durmuş ve aralarında doktor da bulunan bir kalabalık beni arabadan çıkarmış. Onlara göre araba tavanı üzerinde ters dönmüş vaziyetteymiş. Bacağım ön konsola sıkışmış, kırıktan kuşkulanmışlar. Çimlerin üzerine yatırmışlar ve 112’ye haber vermişler.
2.        Bilgisayarımı korumaya alan Celil adlı arkadaş benim yuvarlandığımı görünce durmuş, beni arabadan çıkarmış, 112’ye haber vermiş. Daha sonra otobüs gelince de bilgisayarı da alıp oradan uzaklaşmış. Ancak, Ünal İnanç ile bağlantısını bulamadım.
3.        Ben yuvarlandığımda, tam karşı yoldan çekici geçiyormuş. Beni arabadan ilk çekici şoförü çıkarmış ve 112’ye haber vermiş. Sonra da arabayı Çal Jandarma karakoluna çekmiş.
Bunların hepsi de kısa aralıklarla doğruydu kuşkusuz. Ancak,  bir çılgınlık sonucu ehliyetsiz ve kimliksiz yola çıktığım halde, yoldayken benim adımı soyadımı ve en azından mesleğimin bir parçasını bilen doktorlar bunu nereden öğrenmişti?
Orada da iki veya üç öykü bulunuyor.
Birincisi, ben yuvarlandıktan hemen sonra, başıma her kim geldiyse, telefonum çalıyor. Telefonu biri açıyor. Ufuk Dağlı benimle konuşmak istediğini söylüyor. Telefonu açan, durumumu anlatıyor: Arkadaşınız trafik kazası yaptı. Şu anda arabadan yeni çıkardık. Çimlerin üzerine yatırdık. Durumu iyi gibi görünüyor.
Bir süre bocalayan ve ne yapacağını şaşıran Ufuk, birkaç dakika sonra yeniden arıyor. Bu kez bir doktor çıkıyor karşısına:
“Arabadan çıkartırken zorlandık. Arkadaşınız baş aşağı duruyordu. Araba ters dönmüştü. Sıkışan bacağında kırık olabilir. Şu anda 112 acili aradık. Ambulans yolda. Ensesinde de hassasiyet var.”
Doktor kaza yerini ve bölgeyi anlatıyor Ufuk’a.
Ufuk hemen Denizli Üniversite Hastanesini arıyor, oraya kimliğimi veriyor ve Müzik Bölümü başkanı Osman Akbulut’u bulmaya çalışıyor.
Bu arada ambulans gelene kadar sürekli telefon ediyor.
Ambulanstayken de doktorlarla konuşuyor.
Eşime haber veriyor.
Tuhaf olanı. Eşimin haberinin olması ve onun da sağı solu dehşet içinde telefonla araması...
Bir başka öykü, Sinan Ergun adlı arkadaşımın beni merak edip araması. Yine telefona birisi çıkıyor, benzer öyküleri anlatıyor.
Sinan hemen Kelime Ata’ya haber veriyor. O da Mustafa Kirman’a. Kirman da Denizli Üniversite Hastanesi’ndeki arkadaşı Erhan Aran’a haber veriyor. Erhan hemen hastaneye gidiyor ve ambulansı gönderip beni beklemeye koyuluyor. Bu arada Ankara ile de görüşmelere devam ediyor.
Başka bir öykü de, çekici şoförünün beni bulması ve beni arabadan çıkartıp 112’ye telefon etmesi. Bu arada da arkadan gelen otobüstekilerin inip benimle ilgilenmesi ve telefon trafiğinin başlaması...
Bir tek bilgisayarımı korumaya alan Celil’in öyküsünü bilmiyorum.
Sabah kalktığımda, burnumun bile kanamadığını, tüm tahlillerimin yapıldığını, tomografimin çekildiğini ve kırık veya benzeri bir hasarımın olmadığını öğrendiğimde kardeşim çok şaşırmıştı. Hastaneden taburcu edildiğimde bile hala inanamıyordu.
Bir beze sarınıp, kardeşimin arabasına bindim ve Çal Jandarma karakolunda ifade vermeye ve arabayı Denizli’ye çektirmeye karar verdim.
Bu sırada Denizli’de de bir tanıdık arıyordum.
Araba hurda olmuştu ve hurda fiyatına en az kazık yiyerek satmak zorundaydık. 500 TL’ye razıydık. En azından çekici parasını çıkarmalıydık.
Maliye Bakanlığı’ndan arkadaşım Süleyman Toyan’ın Denizli’de kız kardeşi vardı ve kocası Hasan da vergi dairesinde müdürdü. Süleyman’ı aradım ve arabayı nereye bırakabileceğimiz konusunda yardımcı olmasını istedim.
Söylediği adrese gittik. Önde hurda taşıyan çekici, arkada biz.
Sonra kardeşim gidip bilgisayarı Celil beyden aldı.
Ankara’ya yola koyulduğumuzda akşam olmak üzereydi.
Yol boyu göğüs ağrısı ve kusmayla her yüz kilometrede bir mola vererek gece yarısı Ankara’ya vardık.
Evdekiler uyumuştu. Eşim de beni bir “suçluymuşum” gibi sessizce karşıladı.
Kim bilir, belki de suçluydum.

5 NİSAN
Gece göğüs ağrılarım kalmadı. Uzun bir süre kazanın şokunu atlatamadığımdan uyuyamadım. Sabaha kadar döndüm durdum. Aklımdan tüm hayatım geçiyor, yaptığım hatalar üzerime üzerime geliyordu. Bomboş bir hayat yaşadığımı mırıldanıyor, neden ölmediğime de hayıflanıyordum açıkçası.
Gözümü kapadığımda hep karşımdan gelen arabayı görüyor ve son anda direksiyonu kırışım aklıma geliyordu. Neden yolu şaşırdığıma kızıyor, birkaç dakikalığına da olsa, yol kenarında neden dinlenmediğimi kendime sorup duruyordum.
Ama yaşamda “keşke” olmadığını hep kendime tekrar eden biri olarak, sürekli dönüp duruyor ve artık yapacak hiçbir şey olmadığını bilerek kendi kendimi yiyordum.
Bu kaçıncı “salaklığımdı” ve yaşamım hep bu salaklıklar üzerine kurulu olarak mı yürüyecekti?
Kazadan burnum bile kanamadan çıkmış olmama herkes “verilmiş sadaka” yaftası yapıştırıyordu, ama ben pek öyle bakmıyordum. Bana daha çok, “dur hele, öyle kolayca kaçıp gitme yok. Daha çekeceklerin var,” mesajı gibi geliyordu.
Pazar günü, yani 5 Nisan çok sıkıntılı geçti. Evdekiler kurtulduğuma pek sevinemiyordu, çünkü araba hurdaya çıkmıştı. Gerçi 1993 model Mazda’ydı ve araba zaten hurda durumdaydı. Ama “kör ölür badem gözlü olur” misali, hiç yoktan ayaklarımızı yerden kesen bir arabaydı ve yenisini almaya kalksak en az 5-6 bin lira vermek zorundaydık.
Tüm Pazar günümü, “şöyle olsaydı, böyle olsaydı,” diyerek geçirdim. Ne düşünürsem düşüneyim, asla rahatlayamıyordum. Üstelik dehşetli bir mide bulantısı ve kusma içindeydim. Halsizliğim de çok artmıştı. Yemek yemede zaman zaman güçlük çekiyordum. Özellikle ilk lokmayı aldığımda, dehşetli bir ağrı göğsüme çöküyor, bir anda yere yığılıyordum. Daha sonra ise rahatlıyordum tuhaf bir şekilde.
Nedense, aklımdan kazayı kovmaya çalıştıkça aklıma Bakanlıktaki günlerim geliyordu. Ne çok didişmiştim Bakanla, genel müdürlerle, müsteşar yardımcılarıyla.
Nurcan Tokar diye bir müsteşar yardımcısı vardı. Basın müşavirliği görevime başladığım ilk gün atışmıştık. O yüzden de beni hep “potansiyel düşman” bellemişti ve yıldızımız hiç barışmadı.
İstemihan Talay’ın “gözde” müsteşar yardımcılarının başında geliyordu ve Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü ona bağlı olduğu için de tüm sanatsal faaliyetlerde “dediği” oluyordu.
Ben de sürekli itiraz ediyor, sanat politikasının yanlış olduğunu her fırsatta dile getiriyordum. Kadın nefretle karşılıyordu her yaptığımı.
Sonunda kapıştık.
Bir başka hatam da, böylesine derin çizgiler çizerekten bir “kadınla” kapışmak olmuştu.
Hıncını mutlaka alacaktı.
Çorum sürgünümün bir ayaklarından biri de o oldu.
Daha sonra ANAP’tan milletvekili aday adayı oldu ve şöyle bir deklarede bulundu:
“İlk fırsatta gelip Kültür Bakanlığı’nın başına oturacağım!”
İstemihan Talay ile ipler de o zaman koptu.
Milletvekili olamayınca geri dönmeye çalıştı, ama İstemihan Talay almadı.
İki müsteşar yardımcısı beni hedef göstermiş, İstemihan Talay da ikisini de dinleyerekten beni gözünden uzak yerlere sürmüş, üstelik tüm kültür müdürlerine araba tahsis ettiği halde, bana araba tahsis etmeye yanaşmamıştı.
Zaten dört senelik Çorum maceram sırasında bir kez bile Çorum’a gelmedi.
Karşılamayacağımı, hatta o gün ortalıkta bile görünmeyeceğimi o da biliyordu.
Her iki müsteşar yardımcısı için kendisini zamanında uyarmıştım ve beni dinlemek yerine beni sürmüştü.
Her ikisiyle de kavgalıydı artık. Kendi adıma haksız da olsam, onlar konusunda haklı çıkmıştım ve İstemihan Talay gibi “zeka vakfı üyesi” bir kişinin kolaylıkla anlayabileceği bir durumdu bu.
Kültür Bakanlığı’nda, çok nitelikli insanlarla karşılaştığım gibi, yerini hazmedemeyen bir yığın yönetici ile de karşılaştım. Nasıl davranacağımı, ne yapacağımı bilemeden, yeldeğirmenleriyle savaşır gibi savaşmaya çalıştım. Sağlığımdan da oldum. Alkole de bulaştım. Memuriyetin kurallarını bilmeden, memur yapılmıştım. Dış politika muhabiri olarak ANKA’da işe başladığımda, memuriyetten geldiğimden, hem de baremin dokuzuncu derecesinde memuriyetten geldiğimden, Dışişleri Müsteşarı İnal Batu’nun odasına girerken kapıyı çalıp, önümü iliklediğimi anımsıyorum.
İçeri girdiğimde de ne göreyim, Sedat Ergin ile Nur Batur İnal beyin karşısına oturmuş kahvelerini yudumluyor. İnal Batu beni uzaydan gelmiş bir yaratık gibi baştan aşağı süzerek “ne istediğimi” kibarca sordu.  Sedat ile Nur’un bakışlarını yaşamım boyunca unutmayacağım herhalde.

14  NİSAN’A KADAR
14 Nisan’a kadar yaklaşık on gün bol alkol ve sıkıntılı düşüncelerle geçti. Hep aynı şey aklıma geliyor, neden böyle bir şey yaptığımı sorgulayıp duruyordum. Bu arada arabanın durumunu telefonla kontrol ediyor, satışı için gerekli belgeleri hazırlamaya çalışıyordum. Aslında hiçbir şey de yapmıyordum.
Göğsümdeki ağrı tamamen geçmişti. Sağ bacağımda, kalçama yakın bir yerdeki küçük bir ağrı dışında hiçbir sıkıntım da yoktu.
Ünal İnanç’ı arayıp da, “beni nasıl buldun ağabey,” diye sormayı da hiç istemiyordum.
Kurthan Fişek aramıştı yoldan ve geçmiş olsun demişti.
Tekrar aradı, “Yahu Mümtaz, Ünal’ın nereden haberi oldu,” diye sordu. Bilmediğimi söyledim. “Bana da söylemedi,” dedi.
Ünal İnanç ve bilgisayar işi tam anlamıyla gizem içindeydi ve çözmek de istemiyordum. Zaten umurum da değildi.
Arabanın halini gören hemen herkes, “arabadan sağ çıktığım” için duacı olmamı söyleyip duruyordu. Ama benim aklımda bambaşka şeyler vardı.
Kafamdaki “neden” soruları dışında, neredeyse eski hayatıma dönmüştüm bile. Huzursuzluk, bir arabayı saçma sapan bir gerekçeyle şarampole yuvarlayıp elden çıkarmış olmamdan kaynaklanıyordu. Yalnızca o da değil, yapmam gereken bütün işleri bir kenara bırakmam için bir “vesile” olduğunu da düşünmeye başlamıştım. Canım hiçbir şey yapmak istemiyordu ve neredeyse ucuna geldiğim bir işi de kaybetmek üzereydim.
Sabahları son derece yorgun ve isteksiz kalkıyor, üst üste içtiğim sigaralarla kendimi oyalıyordum. Tipik bir “depresyon” tablosu çiziyordum yani.
Durmaksızın sigara içiyor, arada bir de içki yuvarlıyordum. Canım sıkkındı ya, bunun hıncını bir yerden almalıydım mutlaka.
İçki sonrası, ayılmaya doğru daha çok, bir mide bulantısı ve kusma isteği başlıyordu.
Hafta sonuna kadar böylece gitti.
Hafta sonu evde müthiş bir kavga çıktı. Artık sevgili karımın ve çocuklarımın dayanacak pek hali kalmamıştı. Gündüzleri sürekli uyuyan, geceleri de sürekli içip dolaşan bir adam halindeydim.
Ağrım sızım yoktu.
Ama bir tuhaftım. Yemek yemediğim için pek bir şey hissetmiyordum.
11 Nisan cumartesi gecesi bir lokma ekmek yediğimde, yere yıkılacak kadar şiddetli bir göğüs ağrısı hissettim.
Ağrı çok sürmedi, ama sabaha kadar alnımda boncuk boncuk ter, sırtımda ise tarifsiz bir ürpertiyle, açık televizyonun başında öylece bekledim.

14 NİSAN
Sabah hemen toparlandım ve kardeşime haber verip, Güven Hastanesi’nden endoskopi için randevu almasını söyledim. 17 Mayıs’tan önceye gün vermiyorlardı. Yine de kardeşim, mutlaka hastaneye yatmamı ve serum bağlatmamı istiyordu.
Aysun’a, yani eşime, tedavi olmak için hastaneye gideceğimi yineledim. O da arkadaşı dermatolog Şule Öncel’i aradı. Şule Magnet’te çalışıyordu ve oradaki bir arkadaşından benim için endoskopi randevusu almıştı.

15 NİSAN
Ertesi gün öğleden sonra Magnet’e gittik. Gittiğimizde saat 3,5’tu, saat beş olduğunda hala doktor bizi içeri almamıştı. Girişteki bankoda oturanlar ise, doktorun saat beşte çıkıp gittiğini söylüyorlardı. Muayene odasına giren hemşireler de bizi gördükleri halde, hiçbir şey söylemiyorlardı.
Sinirlendim ve oradan ayrıldım. Şule’ye de haber vermedim.
Ertesi gün Bayındır’a gitmeye karar verdim. Gazetecilikten arkadaşım Levent Uyanıker Bayındır Hastanelerinin basın müşavirliğini yapıyordu. Ayrıca Hastanelerin genel müdür yardımcısı Yaman Zorlutuna’yı hem tanıyordum hem de ortak bir yığın arkadaşımız vardı.
Yaman’a ulaşamadım, ama ertesi gün saat 11’de Levent beni beklediğini söyledi. Kardeşimle bu kez oraya gittik. Doktor muayene etti, ancak endoskopi için 385 TL istedi. Oysa ben emekli sandığına bağlı olduğum için çok az bir para vereceğimi sanıyordum. Meğerse Bayındır hastanelerinin emekli sandığı ile anlaşması yokmuş.
Oradan ayrıldık. Medicana’ya gitmeye karar verdik.
Kardeşim beni evime bıraktı. Yine uyku, yine yılgınlık ve saçma sapan kuruntular.

19 NİSAN
Öğlene doğru evden çıktım ve Ayrancı’da annemlerin evine gittim. Amacım Güven Hastanesi’ne yatmak ve kendime serum bağlatmaktı. Ama oraya gidince kendimi daha iyi hissettiğimi fark ettim. Ağrım yoktu. Sigara almaya evden çıkmak için bahane ararken, birden göğüs ağrım şiddetlendi ve kusmaya çalıştım. Bunun nedenini biliyordum aslında. Daha önce içtiğim içkilerden sonra hep oluyordu bu, ama bu kez biraz farklıydı. Hafif de olsa göğsümde bir ağrı hissediyor, ne kadar uğraşırsam uğraşayım kusamıyordum.
O halimle annem ve babam görmesin diye, bana ayırdıkları odaya girip kapıyı kapattım ve yere çöktüm.
Yaşantımı kendi kendime zehir ediyordum. Anlamsız üzüntüler, gereksiz kaygılar, bir incir çekirdeğini bile doldurmayan sorunlar, kavgalar, huzursuzluklar, çalışmama isteği, önümdeki bir yığın fırsatı uyuyarak tepmeye çalışma...
Neden oluyordu bütün bunlar? Her insanın yaşamında bu veya benzer dönemler geçiyordu mutlaka, ama bendeki son beş senedir sürekli artarak gelişen bir yayılma gösteriyordu. Her gün daha kötüye gittiğimi düşünüyordum. Amacım yoktu sanki. Bir yığın çeviri yapıyor, kitap okuyor ve daha çok felsefe üzerine denemeler yazıyordum. Aklın çevresinde dolanıyor, onun zeka ve mantık ile ilişkisini kurmaya çalışıyordum. Duygusal tepkiler ve yakınlaşmalar konusunda aklın ne gibi “kalkanlar” geliştirdiği, kurnazlığın ise aklı nasıl tuzağa düşürdüğünü kafama takmıştım.
Sıradan bir bakışla, deliriyordum sanki.
Oblomov gibiydim. Bir bardak su içmek yerine, susuzluğumu bastırmayı yeğliyordum. Meyve yemek istersem vazgeçiyor, sigara ile isteğimi söndürüyordum. Böyle böyle gelmiştim bu günlere ve şimdi bir elbise dolabının dibinde, nispeten yabancı bir evde, hastaneye yirmi metre ötede kıvranıp duruyordum.
Neden? İnsan kendini neden böyle bir “cendereye” sokar diye düşünüyordum hep. Ayağa kalkıp, eskisi gibi “fıldır fıldır” olmak, taşı sıksam suyunu getireceğimi hissetmek istiyordum. Kalkıyordum ve karar veriyordum yapmaya, ama yine aklıma kaza, orada kaybettiklerim, daha önce yaptıklarım, ondan öncekiler... Hepsi birden başıma üşüşüyordu. Bir gün sonra yapmak zorunda olduklarımı düşündükçe, iyice yığılıyor ve ağrının geçmemesini bekliyordum. Ağrı beni oyalıyordu çünkü. Ağrı bir bahane oluyordu.
Dayanamayacak hale gelince, Güven Hastanesi’nin aciline gitmeye karar verdim. 82 yaşındaki babamın da yardımıyla, asansörü olmayan apartmanın beşinci katından aşağı indik. Benim için sorun değildi belki ama, zavallı adamcağız yeniden çıkacaktı bu merdivenleri.
Hastaneye acil girişinden girdik. Beni hemen acilin köşesindeki bir yatağa yatırdılar ve yeşil bir örtüyle de çevremi kapattılar. Artık kendi küçük odamda, yatağımla ve serumumla başbaşaydım.
Bir süre sonra acil doktoru geldi. Endoskopi istediğimi söyledim. Acil servisinde böyle bir hizmetin o anda olmadığını, ancak sabah yapılabileceğini söyledi. Sonra beni tomografiye götürdü. Tahliller için kan aldı vb.
Hiçbir şeyi umursamıyordum. Boşuna uğraşıyorlardı. Daha farklı bir şey hissediyordum vücudumda.
Serum biter bitmez hastaneden kaçtım. Yukarı çıktığımda kendimi yine çok iyi hissediyordum. Dışarı çıkıp bir dolaşacağımı söyledim babama. Anlamıştı. Anahtarı aldı ve cebine koydu. Beni dışarı çıkarmamaya kararlıydı.
Sabaha kadar hır gür içinde geçti. Sabaha doğru dalmışım.
Kardeşim geldiğinde hala uyuyordum.

21 NİSAN VE SONRASI
Medicana’ya gittik. Prof. Dr. Ülkü Sarıtaş muayene etti ve endeskopi için ertesi günü, yani 21 Nisan Salı gününü verdi. Gece 11’den sonra bir şey yemeyecektim ve sabah saat 11.30’da hastanede olacaktım.
Denilen saatte orada oldum. Endoskopiye aldılar.
Yemek borum ve midem korkunç durumdaydı. Serum bağladılar ve 24 saat damardan besleneceğimi, ağızdan hiçbir şey, su dahi almayacağımı söylediler.
İki gün sırt üstü, 8 ünite sıvı alarak yattım.
Kalktığımda 41 kilo yüz gramdım.
Akşama doğru raporum geldi. Alınan parça, biopsi için patalojiye gönderilmişti. Raporun bir yerinde, “Ozefagus ca?” yazıyordu ve aynen yazdığım gibi de sonunda soru işareti vardı. Ama ne eşim ne de ben konduramamıştık. Sol kaburgalarımdan biri kırık olduğu için, onun gölgesinin düştüğünü sandı eşim.
22 Nisan akşamı da Aysun, sınıf arkadaşlarıyla buluşmak üzere Foça’ya gidiyordu. Ben de katı yiyecekler yememek, sıcak çay içmemek ve sigarayı azaltmak koşuluyla çocuklarla birlikte kalmıştım. Biyopsi için hiç bir endişe duymuyorduk.
Cuma günü biyopsi sonuçları geldi: Özefagus CA.
Aysun apar topar Foça’dan aynı gün döndü.
Cumartesi doktorlarla görüşüldü.
Pazartesi yatış işlemim yapıldı.
Bir hafta tetkikler sürdü.
Hafta sonu evde geçirmeme izin verdiler.

4 Mayıs 2009 Pazartesi günü ameliyata girdim. Hiçbir şey hatırlamıyorum doğal olarak. Uyandığımda acil servisteydim ve hiç acı duymuyordum. Her tarafıma kablolar, tüpler vb. bağlanmıştı.
Erken yakalamıştım kanseri. Doktorlara göre erken yakalama şansım yüzde sekizmiş...
Ameliyat sonrası yapılan tetkiklere göre “metastaz” yok, kan değerlerim ve diğer değerlerim normal... Söylendiğine göre, “şimdilik” kanserle savaşta bir sıfır öndeyim.
A.Mümtaz İdil
odatv.com

25.06.2009 00:00

20 Haziran 2009 Cumartesi

ÇORUM'DAKİ BÜYÜK KIYIMIN SORUMLULARI KİM?

Kültür bakanlarından İstemihan Talay’ın bana kızıp da, “istikamet Çorum” demesiyle birlikte, yakın dostlarım üzülmeyeyim diye Çorum hapishanesinde “sürgün yıllarını” geçiren ünlüleri anlatmaya başladılar. Öyle ki, Çorum’a sürgün değil de yazar olmaya gidiyormuşum gibi heyecanlandım. 
Beş yıla yakın görev yaptığım Çorum’da, tabii ki “yazarlığıma” katkısı olabilecek çalışmaları asla başaramadım. 
Ama çok ilginç bir şey öğrendim. Görevim gereği zaten öğrenecektim, ama benimki daha erken ve biraz da rastlantıyla oldu. 
Kültür bu ülkede böyle bir şey işte... Çoğu zaman o size çarpar ve farkına varırsınız, değilse, sizin gidip de onu bulmanız söz konusu bile değildir. 
Hitit uygarlığının tepesinde oturan Çorumlular yalnızca Hititlerin Güneş Kursu’nu Ankara’ya kaptırmakla kalmamışlar, Mısır uygarlığı ile başat giden Hitit uygarlığını merak edip de sormamışlar bile. 
Yoksa ellerindeki malzeme tüm dünyayı ayağa kaldıracak kalitede. Nitekim Mahfi Eğilmez bunun farkında olduğu için müthiş destek verdi Çorum’a, ama birkaç kişiyle olmuyor tabii ki. 
Japon İmparatoru geldiğinde soluğu Hattuşa’da alıyor da, bizim “imparatorlardan” daha bir teki bile Boğazkale’yi görmemiştir. 
Sorun İstemihan Talay’a, Hattuşa’ya hiç gitmiş mi? Üstelik de en uzun süre o koltukta oturan Kültür Bakanı olduğu halde. 
Köksal Toptan gidememiştir elbette, 20 gün kaldı. Hüseyin Çelik, niyeti olsa da gidemezdi üç ay bakanlık yaptı, İsmail Cem, Ercan Karakaş vb... Hepsi kısa süre yaptılar bakanlık, hangi bir yere gitsinler ki?
Hitit ile ister istemez uğraşacaktım. 
Çorum’daki ilk günlerim Öğretmen Evi’nde geçti. Sabah valilik binasına giderken de yolum üzerindeki Hasan Paşa Kütüphanesine uğramayı alışkanlık haline getirmiştim. 
İşin açıkçası, kütüphanede bir yığın “talimatname” türü kitap arasında ilgimi çekenler daha çok polisiye romanlar oluyordu. Günde bir tane bitirmeye başlamıştım sıkıntıdan. 
Derken mahzeni öğrendim. 
Hasan Paşa Kütüphanesi’nin, Türkiye’nin en zengin el yazma kitap depolarından birinin üzerine oturtulduğunu rastlantıyla öğrendim. 
İlgimi çekmez diye memurlar bana söylememişler. Yani, bakmışlar ki kitaba düşkünüm ve okumaya çalışıyorum, nasılsa mahzendeki kitapları da okuyamam, söylemeyle gerek görmemişler. 
Kitapların hemen hepsi Arapça ve Osmanlıca çünkü. 
Envanteri istedim, gözlerim daha da büyüdü: 3692 cilt kitap içinde 7263 adet kitap bulunuyordu. 
Anahtarın biri kütüphane müdüründe bulunuyormuş, biri de il müdüründe, yani bende. 
Oysa bana kimse anahtar da vermemişti. 
Bir ara Ankara kitapları istemiş, kitaplar kamyonlara yüklenip Ankara’ya gönderilmiş, ama bir çoğu geri gelmemiş. 
Daha sonra konuştuğum bu işin uzmanı kütüphaneciler, söz konusu kitapların yerlerinden oynatılmaması, aksi durumda kuru yaprak gibi dökülebileceğini söylemişlerdi. 
Bunun nedeni, kitapların da belli bir nem ve karanlığa alışmalarıymış. Ankara’ya gönderildiği zaman başlarına gelenleri sormama gerek kalmamıştı o zaman. Kitapların bir kısmı yolda “telef” olmuştu demek ki... 
Böylesi bir kitap kıyımına bir de TCDD’de çalıştığım sıralarda tanık olmuştum. TCDD’nin mahzen gibi kuytu bir köşesinde bir kütüphanesi vardı. Özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında basılmış kitaplar ile Fransızca yayınlar depolanmıştı. 
12 Eylül ile birlikte, benzer devlet kuruluşlarında uygulanan şey, TCDD kütüphanesine de uygulandı ve oradaki kitapların hemen hepsi “işe yaramaz” damgasıyla SEKA’ya gönderildi. 
Bir tane kitap aşırdım bu kıyım sırasında. 
1881 yılı baskılı, Fransızca yazılmış “Demiryolları Talimatnamesi” adlı kitap. Hala kütüphanemde, sırf eski olduğu için durur. 
Aynı kıyım Çorum Hasanpaşa Kütüphanesi için de yapılmaya çalışılmış. 
Ben oradayken Ankara kitapları yeniden istedi ve Bursa İhtisas Kütüphanesine taşınması için bastırdı. Sonuna kadar savaştık Çorum olarak ve kitapları vermedik. 
Konya ve İstanbul’dan çağırdığımız iki uzman bir hafta kadar mahzendeki kitapları incelediler ve rapor hazırladılar. Onların raporuna göre Hasan Paşa Kütüphanesi’ndeki kitapların değeri “baha biçilemez”.
Uzmanların raporuna göre, Hasan Paşa Kütüphanesi mahzenindeki kitapların büyük çoğunluğu “ilmi ve edebi” eser. Çok az “dini eser” bulunuyormuş. Bu rapor Çorum Kültür İl Müdürlüğü’nde duruyor. 
İşin garip tarafı, böylesine zengin bir kaynağı kimsenin incelemeye değer görmemesi. 
Yani, şimdi Paris, Moskova, Londra gibi kentlerin kütüphaneleri varken, sen git Çorum’a, gir Hasan Paşa Kütüphanesi’nin karanlık ve nemli mahzenine, yak bir idara lambası... 
Olur mu yani? 
  
A.Mümtaz İdil 
ODATV.COM
20.06.2009 00:00

17 Haziran 2009 Çarşamba

HEP EMRE KONGAR ANLATACAK DEĞİL YA...

Yıl 1993…
Fikri Sağlar Kültür Bakanı. Emre Kongar da Müsteşar...
Mithat Sirmen Dış ilişkiler Genel Müdürü...
Ben de, gazetecilikten memurluğa terfi etmiş biri olarak, Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nün başında oturuyorum.
Oturuyorum oturmasına, alışamadığımdan olsa gerek, açıkçası hiç ayık dolaşmıyorum.
Telif hakları Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri haline gelmekte. Korsan yayınlar artmış, video kasetler yerini yavaş yavaş CD’lere bırakıyor, ama Kültür Bakanlığı’nın bu konuda ciddi bir hazırlığı yok.
Aslında yalnızca Kültür Bakanlığı’nın altından kalkabileceği bir iş de değildi o sıralar telif hakları konusu. Konu Belediye Yasası’ndan tutun da, İçişleri Bakanlığı, Maliye Bakanlığı ve hatta Basın Yasası’na kadar çok geniş bir alanı kapsıyor.
Nitekim, 5846 sayılı Telif Yasası hala bir ayağı topallayan bir yasa olarak ortalıkta dolaşmakta.
İşte tam CD’lerin telif hakları için baş belası olmaya başladığı, dünyanın bu konu için yoğun çaba gösterdiği sıralarda Müsteşar Emre Kongar makamına çağırdı.
Telif hakları konusunda ABD Ticaret Bakanı’nın, Fikri Sağlar’a bir mektup gönderdiğini, Elçilikten yetkili bir “özel temsilci”nin mektubu kendisine teslim edeceğini, aynı şekilde Dış ilişkiler Genel Müdürü Mithat Sirmen’i de çağırdığını söyledi Emre bey.
Akşamüzeri odasındaydım. Mithat ağabey de gelmişti. Mithat Sirmen’i gazetecilikten tanıdığım için, onunla hiç “müdür-memur” ilişkimiz olmamıştı.
Şimdi adını anımsamadığım ABD’li temsilci ile Emre bey hararetli bir konuşmaya girdiler telif hakları konusunda. Müsteşar arada bir bana ve Mithat Sirmen’e dönüp, konuşmasını onaylatıyordu, ama işin doğrusu ben pek de ilgilenmiyordum konuşulanlarla.
Sonunda ABD’li özel temsilci süslü bir zarf içinde, ABD Ticaret Bakanı’nın mektubunu, Fikri Sağlar’a iletilmek üzere Emre beye teslim etti.
Emre bey Mithat Sirmen’e dönüp, “Yahu Mithat,” dedi. “Sn. Bakan İngilizce bilmez biliyorsun, şunu hemen bir çevirelim de, Bakan beye sunalım.”
Mithat ağabey hemen, “Sn. Müsteşarım,” diye itiraz etti. “Konu bize yabancı. Telif hakları konusu genel müdürlüğün işi. Mümtaz’ın bu konuda çok iyi çevirmenleri var. Hemen hazırlar, size gönderirler.”
Emre beyin de aklı yatmış olmalı ki, mektubu bana uzattı.
Saat 17 sularında Necatibey caddesindeki Genel Müdürlük binasındaydım. Daha yerime henüz oturmuştum ki, telefon çaldı. Arayan Emre Kongar’dı.
“Mümtaz,” dedi davudi sesiyle, “biliyorsun mektup çok önemli. Bakan beye hemen sunmamız gerekiyor. Çeviriyi hemen istiyorum. Hemen!”
“Peki,” dedim gerekli nezaket cümleleriyle birlikte ve gerçekten konuya hakim çevirmenleri yanıma çağırdım. İki dakika sonra Günay (şu anda telif haklarından sorulu genel müdür yardımcısı), Özlem ve Esra odaya girdiler.
Odaya girdiler girmesine, ama ben mektubu bir türlü bulamıyordum.
Ceplerime, elimdeki dökümanlara, makam aracına, geçtiğim yerlere, yoldayken uğradığım masalara...
Her yere baktığım halde bulamadım.
Çevirmenler evlerine gitti, saat 18’i geçti, ama mektup ortada yoktu.
Tam o sırada Emre Kongar yine aradı ve mektubu sordu.
“Sn. Müstaşarım,” dedim yalan söylemeye hazırlanarak, “Mektup hassas bir mektup.  Çevirmenler hala üzerinde çalışıyorlar, ardından da benim okumam gerek. En ufak bir yanlış yapmamamız gerekiyor. Yarın sabaha hazır olacak efendim.!
Kısa bir sessizlikten sonra, Emre bey,  “Sabah sekizde masamda istiyorum,” diye gürledi.
Yeniden aramaya başladım mektubu, ama ne mümkün.
Sonra aklıma, Emre beyin odasında unutmuş olabileceğim aklıma geldi. Emre beyin de sırf bu yüzden beni sıkıştırdığı...
Akla yakın tek ihtimal buydu.
Bu durumda mektubun sabah saat sekizde Emre beyin masasında olma ihtimali de kalmıyordu.
Ertesi sabah Emre bey sekizde aramadı, ama dokuzu biraz geçe aradı.
Ben ise işimi önemli ölçüde halletmiştim.
“Öğlene doğru yanınızdayım Sn. Müsteşarım,” dedim. Yine karşıda bir sessizlik oldu ve telefon kapandı.
Bir saat sonra yeniden aradı. Yine öğlene doğru yanında olacağımı söyledim. Mektup çevirideydi çünkü.
Sabah işe gelir gelmez ABD Büyükelçiliği’nde bir ara birlikte çalıştığımız bir arkadaşımı aradım ve sıkıntımı ona anlattım. Bu tür mektupların “kripto” yoluyla geldiğini ve bir örneğinin de elçilikte olduğunu biliyordum.
Arkadaşım biraz “mırın-kırın” ettiyse de, yarım saat içinde mektubun orijinal halini gönderdi.
Gerisi de çevirmenlerin elindeydi zaten.
Gerçekten öğleye doğru, elimde çeviri Emre Kongar’ın karşısındaydım.
Odasına girdiğimde Emre bey önündeki dosyaları imzalıyordu. Girişime de pek aldırmamış gibiydi. Başını kaldırmadan, “Evet?” dedi.
“Mektubun çevirisini getirdim Sn. Müsteşarım,” dedim.
Dehşetle dosyalardan kaldırdığı koca gözlerini gözlerime dikerek: “Ne mektubu?” diye sordu.
Artık işi iyice anlamıştım ve keyfini çıkarıyordum.
“ABD Ticaret Bakanı’nın mektubu Sn. Müsteşarım. Dünden beri kaç kez istemiştiniz hani?”
Emre bey bir süre yüzüme baktı. Gözlerimi kaçırsam, hemen yandaki çekmeceye bir göz atacaktı sanki.
Bir an sonra ben de, o da oyun oynamayı bıraktık.
“Bana bak,” diye gürledi. “Ben seni biliyorum. Sen mutlaka bu mektubun bir kopyasını elçilikten almışsındır!”
“Ben gazeteciyim efendim,” dedim.
“Bir daha yaparsan bacaklarını kırarım,” dedi babacan bir ifadeyle.
İkimiz de birbirimize gülümsedik, ikimiz de kendi yalanlarımızı içimize gömdük.



A.Mümtaz İdil yazdı
odatv.com
17.06.2009 00:00