31 Ekim 2010 Pazar

ATATÜRK O ÖRTÜYÜ NASIL AÇTI

Yıl 1928...

Çankaya köşkünde Cumhuriyet’in kuruluşunun yıldönümü nedeniyle bir resepsiyon verilmekte.
Resepsiyon sırasında Çankaya’daki diplomatik uygulamanın ne ölçüde “sıkı” olduğunu gösteren bir olay gerçekleşir:.
“Bu olay da Mustafa Kemal’in fese karşı tepkisinin ne kadar güçlü olduğunu ortaya koymaktadır. O sırada Fransa’nın Ankara Büyükelçisi olan Kont de Sambru olayı şöyle anlatır: ‘Kabulde iki yüze yakın diplomat vardı. Uzun fesi ile Mısır elçisi dikkati çekiyordu. Mustafa Kemal, yanındakilere onu alaylı bakışlarla gösteriyordu. Zavallı meslektaşım hiç bir şeyden kuşku duymuyordu. Tam müzik çalarken Mustafa Kemal yerinden kalktı, Mısır Büyükelçisi’nin yanına gitti ve yanında bulunan garsonlardan birinin kulağına bir şeyler söyledikten sonra Mısırlı diplomatın omzuna vurdu. Onu öpecek sandım. Ama çevik bir davranışla birdenbire Mısırlı diplomatın fesini kaptı ve garsonun gümüş tepsisine koydu. Hepimiz Mustafa Kemal’e özgü bu şakayı seyrediyorduk, iyi ki Mısırlı meslektaşım bu büyük adamın şakasını önemsemedi.” (Paraşkev Paruşev, çev: Naime Yılmaer)
O resepsiyon Türkiye için dönüm noktalarından yalnızca biriydi. Fes yasaklanmıştı ve fes giyenlere hoş gözle bakılmıyordu.

Bir Osmanlı geleneği terk ediliyor, onun yerine genç bir cumhuriyetin kurallarınan biri daha yürürlüğe konuyordu.

Değil bir Türk diplomatının veya bürokratının resepsiyona fesle gelmesi, yabancıların gelişi bile “sorun” olabiliyordu nitekim.

Mustafa Kemal’in fese karşı oluşunun temelinde önce “Araplığa”, ardından da Osmanlı geleneğinin sürdürülmesine karşı olmak yatıyordu.

Yani giyim ve kuşamın özgürlük değil değişimle ilgisi vardı.

Bunun da farkındaydı Mustafa Kemal.

Realite de bunu gösteriyordu.

Devrim, topyekün ve tavizsiz bir eylemdi.
BU ÖZGÜRLÜK DEĞİL

Bugüne geldiğimizde, bize masal okumasın “liberal-demokratlarımız”...

Kıyafetin özgürlük olduğunu dayatmasın.

Türban bal gibi bir değişimdir. Bir karşı devrim hareketidir. Bir özgürlük değil.

Mustafa Kemal nasıl dayanamayıp Mısır büyükelçisinin kafasındaki fesi bile gümüş tepsiye koyduysa ve değişimi uluslararası skandalı da göze alarak başlattıysa, iki gün önce Çankaya’daki resepsiyonda Hayrünisa Gül cumhuriyet geleneklerine karşı bir kıyafetle konukları karşıladıysa, Cumhurbaşkanı makamının eli sıkılmadan geçildiyse...

Bunun adı özgürlük değil, değişimdir.
Artık Türkiye farkına varmış olmalı.

Liberal aydınlarımız farkında değilmiş gibi davranmamalı.

Özgürlük adı altında ideolojilerin dayatıldığı gerçeğine sırtını dönmemeli.

Türkiye’de tersine bir değişim başlamıştır. Bu, iyi ya da kötü, Mustafa Kemal’in başlattığı devrime karşı devrim hamlesidir.

Epeyce de yol almıştır.
Bunda başarılı olunacak mı? Türkiye yeniden bazı çevrelerce “arzu edilen” fesli günlere ve onun peşi sıra gelen cumhuriyet öncesi döneme geri dönecek mi?

İşte bu çok zor görünüyor.

İlber Ortaylı’nın da dediği gibi, “Osmanlı döneminde de kıyılar daha ilerici ve aydınlıktı.”

Türbanı “bireysel özgürlük” olarak savunanların yukarıdaki “anekdotu” okumaları gerek.

Benimserler ya da tersi... Ama nasıl ki “baş üzerinden kapılan fes” bir özgürlüğün engellenmesi değil de bir değişimin başlangıcı olarak algılanıyorsa, türbanın da öyle kabul edilmesi gerek. Hangisi mi daha ileri?..

Değişim her zaman ileriye doğru olmuyor elbette...

Hatta 60 yıldır geriye doğru gidiyor.

Ama ortada bir “Stefan Zweig” direnci var.

Referandumun ertesi günü “zafer” ile uyanan AKP, elindekinin “Pirus Zaferi” olduğunu anlamakta gecikmedi.


Direnci hemen gördü.

Ve doğal olarak da kıyamlar hızlandı.

Oktay Ekşi’nin gidişi kıyamların ağır olanıdır.

Geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir artık ve Tayyip Erdoğan’ın, tıpkı Epiruslu Pirus gibi, “Tanrım, bir daha bana böyle bir zafer verme”diyeceği günlere hızla yaklaşılmakta...
Bu bir temenni değil, saptamadır.

Mümtaz İdil
Odatv.com 

31.10.2010 23:15

29 Ekim 2010 Cuma

FİDEL BENİM ARKADAŞIM

Fidel Castro bir köyü ziyareti sırasında, küçük bir çocukla karşılaşır.
“Burnunu kaptırmadan” çocuğun yanına yanaşıp, başını okşayarak:
“Söyle bakalım,” der. “Büyüyünce ne olmayı düşünüyorsun?”
“Doktor...”
“Güzel. Peki, doktor olmanı kim istiyor. Annen? Baban?”
“Hayır. Fidel...”
“Hangi Fidel?”
“Kurtarıcımız Fidel...”
“Sen Fidel’i tanıyor musun?”
“Tabii... Fidel benim en yakın arkadaşım.”
Çocukların gönlünde böylesine büyük taht kuran kaç lider vardır dünyada?
Bu, “karga kovalayan”, boş vakit buldukça kafayı çeken, oyuncağı “Savarona” için ter ter tepinen bir lider “tiplemesi”nin ötesinde bir anlatımdır.
Playboy gibi “Emre Aköz”vari bir derginin ilk sayısında çıkmıştır Fidel’in bu hikayesi...
Sümerbank’ı, Etibank’ı, limanları, sosyal güvenlik kuruluşları, üniversiteleri ile sıfır noktasından yola çıkan cumhuriyetin bugünlere geldiği noktada, dönüp geriye bakıldığında hala tükenmeyen insani değerlerin varlığı, bu ülkenin “dibe vurmadığı”nın göstergesidir.
Bu anlamlı günde elbet yazacak çok şey var.
Binlerce şey... Yıkılan değerlerden, küllerinden yeniden doğmaya çalışan aydın kitlelere kadar bir çok anlatılacak olay, olgu, birikim...
Şu çok önemli ama: Bu ülke bir dirençten doğdu ve bunu yok etme olanağı pek yok. Karşı devrimciler için meydanın boş olmadığı ortaya çıktı, telaş bundan.
Cumhuriyet değerlerinin yıkılması için el birliğiyle çalışan kitleler, “pabucun pahalı” olduğunu gördüler.
Ali Rıza Aydın’ın yazısında belirttiği gibi, onların elinde tarifi kolay bir beyaz süt tanıtımı var. Söyleyecek sözleri kalmadı.
Ama sütün siyah olduğunu söyleyecek binlerce insan bugün cumhuriyet coşkusuyla yeniden kalemlerine sarılmış durumda.
Bu umutla Odatv olarak tüm değerlerimize, topraklarımıza, insanımıza sahip olan aydınlarımızın, okurlarımızın, yorumcularımızın ve gönlü cumhuriyetten yana olanların bayramını kutlarız.

Mümtaz İdil
Odatv.com

29.10.2010 11:55

10 Ekim 2010 Pazar

BİR DOSTUMU BÖYLE HARCADIM

1977 yılının Mart ayında, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdikten iki yıl sonra yani, TCDD Ticaret Dairesi’nin hantal masalarında 3412 Model kesiyordum.
Geleceğe yönelik en ufak bir beklentim, idealim, çalışmam ve hazırlığım yoktu.
Paraya ihtiyacım oluyordu ve maaşım yetmiyordu. Kolumun altına Rusça’dan yaptığım Zweig’a ait bir öyküyü sıkıştırıp Bilgi Yayınevi’nin Tunalı Hilmi caddesindeki bürosuna gittim. Çevirim orijinal dilinden olmadığı için kabul olmadı, ama Attila İlhan ile dost olmuştuk.
Çok şey öğrendim Attila İlhan’dan. Önce edebiyatı sevmeyi öğrendim. İlginç öyküler anlatıyor, konuyu hep edebiyatın, özellikle de şiirin inceliklerine getiriyordu.
Şiirin belkemiğini kelimelere yüklenen anlamların çektiğini ve şiirin çevrilemezliğini savunuyordu.
Octavia Paz gibi düşünüyordu. Ama ben o sıralarda Octavia Paz kim, onu da bilmiyordum.
Türkiye’de öykü yazarlığının çok sıradanlaştığından yakınıyordu. Ayşe Kilimci’yi o keşfetmişti ve ileride çok iyi bir öykü yazarı olacağından emindi.
Nazlı Eray’ı biraz “uçuk” buluyordu. En çok özlediği ve dilinden hiç düşürmediği yazar ise Oğuz Atay’dı.
Ben Attila ağabey ile tanıştığımda, Oğuz Atay artık yaşamıyordu.
Bir gün “gezginci edebiyatçıları” anlattı. Jack London, Joseph Conrad, B.Traven...
Ama en hayran olduğu, türünün son temsilcisi olarak gördüğü Andre Malraux’ydu. Umut adlı romanını Türkçe’ye kazandırmıştı. Ama Malraux’ya ayrı bir tutkusu vardı.
“Biliyor musun,” dedi bir gün. “Bu kadar çok dolaşan, dünyayı karış karış gezen Malraux’nun İstanbul’u görmediğine inanamıyordum. Hemen tüm eserlerini okudum, didik didik ettim ama ne Türkiye’ye ne de İstanbul’a geldiğine ilişkin en ufak bir ipucu bulamadım. Ama kendi kendime de bu imkansız diyordum.”
“Bir gün elime çok kısa bir öyküsü geçti. Daha önce de okumuştum sanırım, atlamışım. Orada şöyle yazıyordu: ‘Adamın gözleri öylesine aç, öylesine aç bakıyordu ki, gözleri tıpkı Galata köprüsünde balık bekleyen kedilerin gözleri gibiydi...’”
Derin bir soluk alıp arkasına yaslandı Attila ağabey... Öyküyü anlattığı sürece yüzüme arada bir bakmıştı zaten. Öylesine coşkulu ve kendini kaptırarak anlatıyordu ki...
“Düşün, dedi bana dönüp, adam İstanbul’a gelmekle kalmıyor, Galata köprüsünde balık tutanları ve oltalarına bakan kedilerin gözlerini görüyor.”
Müthiş bir hayranlıkla koltuğuna yaslanmıştı yeniden.
“Yazarlık, diye sürdürmüştü sonra konuşmasını, duyguların ve akla gelenlerin kâğıda dökülmesi değil. Çok daha farklı, çok daha oylumlu bir iş.”
Sonra bana doğru masanın üzerinde neredeyse kafası masaya değecek şekilde uzanıp, “Yazar olmak öyle kolay değil evlat,” demişti.
“Çok yazmak değil, çok okumak belki de bu adamlar gibi çok gezmek gerek... Malraux gibi yazarlar kalmadı. Gezginci yazarların sonuncusuydu. Şimdi artık yakın çevreyi anlatan yazarlar revaçta. Baksana Yaşar’a (Kemal), bir yaprağın ağaçtan düşüşünü üç sayfada anlatıyor. Şimdi ona sorsan kaç türlü tezek var diye, isimleriyle sana dokuz tane sayar. Bir tane parfüm söyle desen bilmez...”
“Bu kötü bir şey mi,” diye sordum.
“Hayır, dedi babanca ve o çok alıştığımız gülüşüyle, elbette kötü değil, ama orijinal de değil. Belki tezek kokusuyla parfüm kokusunun karışması en iyisi...”
Edebiyat ile ilgilenmeyi asla düşünmeyen benim için tam bir dershane olmuştu Attila İlhan’ın küçük mekânı. Sık sık gidiyor, karşısında oturup uzun uzun anlattıklarını dinliyordum.
Beni edebiyat eleştirmenliğine yönlendirdi. İzmir’in Dönemeç dergisiyle ve sevgili dostum Hüseyin Yurttaş ile tanışmamı sağladı.
1977 yılının Nisan sayısında ilk yazım çıktı.
Aynı yılın Ağustos ayında askere gittim. Askerliğim bittiğinde Attila İlhan İstanbul’a taşınmıştı. Ben de TCDD’deki görevime dönmüştüm...
Sonra Bilim ve Sanat dergisindeki çalışmalarım başladı. Attila İlhan “Sanat Olayı” dergisini çıkardı. Ayrı düştük.
Onca yakın ve içten dostluk günlerinden sonra bir kez karşılaştık: Bilgi Kitabevi’nin Sakarya’daki mağazasında, imza gününde.
Çok kırgındı bana. “Sen tercihini yaptın,” dedi. Kitabı imzaladı ama ben de imzaladığı kitabı almadan ve tek kelime söylemeden çıktım. Ben de ona kırılmıştım.
Kalp krizi geçirdiğinde, Buket Uzuner’e beni sorduğunu Buket anlatmıştı.
Cenazesine de gitmedim.
Hayatımda çok önemli bir kilometre taşı olan bir “dostumu” böyle çocukça kaprislerle harcadım.
Elbette çok özlüyorum Attila ağabeyi... Ama benimki kişisel.
Türkiye özlemeli...

Mümtaz İdil
Odatv.com

10.10.2010 14:23

5 Ekim 2010 Salı

YOBAZLIK NASIL DERİN NEFES ALDI

20 Ocak 1633 şafağında, Galileo Galilei’nin Floransa’daki evinin kapısı büyük bir gürültüyle çalındı.
Yetmiş yaşlarındaki ünlü bilgin, zorlukla bulduğu gözlüklerini takmaya çalışırken gürültü devam ediyordu.
Kapıyı açtığında karşısında Roma Engizisyon Mahkemesi görevlileriyle karşılaştı. Beklediği “misafirlerdi”, ama bu kadar erken değil.
Görevliler hışımla içeri girdiler, evi didik didik aradılar ve Galileo’ya hazırlanmasını ve Roma’ya götürüleceğini söylediler.
“Hava çok berbattı. Sert ve soğuk bir rüzgar esiyordu. Tanıdık yol hüzünlü ve karamsar bir manzara çiziyordu...”
“Galileo’nun içini dayanılmaz bir hüzün kemiriyordu. Hastaydı ve hastalık tüm gücünü almış durumdaydı...  Roma’da kendisini acımasız bir mücadele bekliyordu ve Galileo buna hazırdı.”
Kilise, “Diyalog” adlı kitabını yayımladığı ve bu kitapta Kopernik Kuramı’nı savunduğu için Roma Engizisyon Mahkemesi’ne çıkarılacaktı.
“Ayaküstü ölmek mi? Hayır!” diyordu Galileo. Tam tersine kazanmak ve tamamlayamadığı eserine dönmek istiyordu. “Eğer mücadele ederken diz çökmem gerekse bile kitabımı bitirmeliyim!”
Kendisine eşlik eden görevlilerden biri Galileo’nun eline, Kardinal Berberini’nin bir notunu sıkıştırdı bir ara.
Duruşma günü geldiğinde, yaşlı adam zorlukla ayağa kalktı. Kollarından tutarak merdivenlerden yavaşça indirdiler. Yakın dostu ve evinde konuk olduğu Niccolini ailesinden kimse söyleyecek tek söz bulamıyordu.
Galileo’yu duruşma salonuna getirdiklerinde, Yüksek Din Kurulu odasında üç görevli bekliyordu: Engizisyon Başkomiseri, savcı ve zabit katibi...
Galileo’ya yemin ettirdiler ve ilk soruyu Başkomiser Vincenzo Maculano sordu:
“Roma’ya neden geldiniz?”
“Ben gelmedim. Siz getirdiniz.”
“Roma’ya neden getirildiğinizi biliyor musunuz?”
Galileo, kitabı ile ilgili olduğunu söyleyince Başkomiser “Diyalog” kitabını göstererek “Bu sizin kitabınız mı,” diye sordu.
Daha Galileo yanıt bile veremeden, sonraki soru geldi:
“Kitabı ne zaman yazdınız?”
Galileo yanıtlamak üzere tekrar ağzını açtığında, sonraki soru geldi:
“Siz daha önce de Roma’da, daha doğrusu şöyle sorayım: 1616 yılında Roma’da bulundunuz mu?”
Galileo ağzını açtı...
“Hangi nedenle?”
Galileo henüz hiçbir soruya yanıt veremediğini anlamıştı... Karşısındaki Başkomiser tüm soruların cevabını biliyordu...
Yine de anlatmayı denedi:
“Birkaç kez Roma’ya geldim. Kopernik’in dünyanın hareketiyle ilgili fikrinin kuşku yarattığını duyduğum için geldim. Konunun Katolik görüşlere bağlılığını sorgulamak için geldim. Kendi isteğimle geldim ve Yüksek Din Kurulu üyeleriyle görüştüm. Onlar benden Kopernik Kuramı’yla ilgili bilgi istiyorlardı. Çünkü Kopernik’in kitabı zor anlaşılıyordu. Bunu daha net ve basit biçimde anlatmam gerekiyordu.”
Başkomiser, Galileo’nun Kopernik ile ilgili mahkeme kararını bilip bilmediğini sorup daha cevabını almadan, “Kardinal Bellarmino size bunu hangi yolla iletti,” diye ekledi.
Galileo bir kez daha şaşırmıştı.
Maculano, elindeki bir kağıdı Galileo’nun oturduğu sıranın üzerine bıraktı.
Bu, Kardinal Bellarmino’nun kendisine yazdığı ve yolda eline tutuşturulan mektubun bir kopyasıydı...
Bellarmino mektubunda Galileo’ya, Kopernik Kuramı’ndaki dünyanın hareketi ve güneşin hareketsizliği konusunda yüksek mahkemeye ifade verirken, bunun İncil’e aykırı olduğunu söylemesini rica ediyordu. Bellarmino ayrıca Kopernik Kuramı’nın kutsal kitaba aykırı olduğunu ve bunu savunmanın doğru olmadığını bildiriyordu. Dünyanın hareketinin bir tahminden öte gitmediğini söylemesi gerekliydi.
 “Bunu sizden başka bilen var mı,” diye sorusunu sürdürdü Başkomiser, mektubu biraz daha Galileo’nun önüne doğru iterken.
O zaman Galileo, onların da bilmediği bazı şeyler olduğunun farkına vardı. Hiçbir şey anımsamadığını söyledi.
“Kardinal Bllarmino ile konuşurken Kopernik hakkında bir görüşme geçti mi aranızda?”
Galileo bunu da anımsayamadığını söyledi.
Ama kuşku içindeydi.
Başkomiser Maculano sorunun yönünü değiştirdi:
“Kitabı basmak için Saray’dan izin aldınız mı?”
Elinde Galileo’nun “Diyalog” kitabını tutuyordu.
“Bu çok uzun bir hikaye,” diye söze başladı Galileo. “Kitabımı Fransa’da, Almanya’da ve Venedik’te bir çok yayınevi, büyük paralar vererek basmak istediler.”
“Bir Dominikan var,” dedi hınzırca Maculano... “Kardinal Bellarmino ile yaptığınız konuşmalara kulak misafiri olmuş.”
Galileo terlemeye başlamıştı. “Bu mümkün değil,” diye mırıldandı.
Başkomiser bu kez doğrudan gözlerinin içine bakarak Galileo’ya,“Kendisiyle tanışmak ister miydiniz,” diye sordu.
“Kimle? Dominikan ile mi?”
Galileo, Bellarmino ile Floransa’da, üniversite kantininde konuşurken çevrelerinde bazı insanların dolaştığını şöyle böyle hatırladı, ama Dominikan olduklarından emin değildi.
Olmadıklarından da... Sustu.
“Peki,” diye devam etti Maculano. “Şansölye’den kitabın basılması için izin aldınız diyelim, Kendisine, Yüksek Din Kurulu tarafından daha önce size verilen talimatlardan da söz ettiniz mi?”
“Bunu gerekli görmedim,” dedi Galileo. “Ona bir şey söylemedim çünkü bu kitapta ben dünyanın hareketi ve güneşin hareketsizliği düşüncesini işmemiyor ve savunmuyordum. Aksine, Kopernik’in öğrettiğinin tam tersi bir düşünceyi savunuyor ve kanıtlıyordum. Üstelik Kopernik’in öğretisinin ne kadar zayıf ve inandırıcılıktan uzak olduğunu kanıtlamaya çalışıyordum.”
Galileo’yu o ana kadar sorgulayan Yüksek Din Kurulu Başkomiseri Vincenzo Maculano’nun kafası karışmıştı. Galileo bir anda taktik değiştirmiş ve Kopernik Kuramı’nın anlamsızlığını kanıtlamak için kitap yazdığını söylemeye başlamıştı.
Engizisyon hakimleri, Galileo’nun daha sert bir soruşturmaya alınması gerektiğini tartışıyorlardı. Toskana Kralı’nın yarattığı o olağanüstü yumuşaklığın ortadan kaldırılması ile ancak Galieo doğruları söyleyecekti!
27 Nisan 1633 tarihinde Vincenzo Maculano, Papa’nın bizzat emri doğrultusunda Galileo’nun itiraf etmesini sağlamaları için Kardinalleri ikna etti. Plana göre Başkomiser Maculano, Galileo ile yalnız görüşecekti. Kardinaller, izleyiciler, hakimler... Hiçkimse olmayacaktı.
Görüşme aklı başında iki insan gibi geçti. Maculano tüm görüşme boyunca Galileo’ya, görüşmenin resmi bir nitelik taşımadığını söyleyip durdu. Savunmasının sıradan insanlar tarafından inandırıcı bulunabileceğini, ancak Yüksek Din Kurulu’nun bunu kabul etmeyeceğini anlattı.
Galileo için bir çıkış yolu vardı. Kitabın neyi anlattığı konusunda kimsenin bir fikri yoktu. Bu belli olmuştu. Onlar, “Diyalog” kitabında Kopernik Kuramı’nı çökerttiğini ispatlamasını daha doğrusu bunu mahkeme huzurunda itiraf etmesini istiyorlardı. Kitabı daha sonra yok etmek çocuk oyuncağıydı Kilise tarafından.
Ama yine de “Diyalog” kitabını hiç yazmamış gibi kabul etmelerininin mümkün olmadığını, bunun için “küçük çapta da olsa” bir cezanın söz konusu olduğunu söyleyerek yeniden tartışmaya girdi Vincenzo.
Uzun tartışmalar sonunda Galileo kendisine önerilen çözüm yolunu kabul etti. Küçük bir cezayla Engizisyon’dan kurtulabilecekti.
Başkomiser Maculano, bu itirafın hemen ertesi duruşmada yapılmasında ısrar etti. İtiraf daha sonraki duruşmalara bırakılmamalıydı. Sanık kendi isteğiyle mahkeme huzuruna bir sonraki duruşmaya çıkacak ve itiraf edecekti.
30 Nisan 1633 tarihinde Galileo, Yüksek Din Kurulu’nun toplantı salonuna geldi ve kendisini dinlemeleri ricasında bulundu. Kürsüye çıktı ve konuşmaya başladı:
“Günlerce, bu ayın 12’sinde hakkımda yapılan soruşturmayı ve on altı yıl önce Yüksek Din Kurulu’nun talimatıyla bana, o sıralarda şiddetle yerilen dünyanın hareketi ve güneşin hareketsizliği hakkındaki düşünceyi savunmayı ya da öğretmeyi yasaklayan talimatın iletilip iletilmediğini düşündüm; tüm iyi niyetime karşın, acaba dikkatsizliğimden dolayı okuyuculara aktardığım yanlış bir düşünce var mı diye incelemeye karar verdim. Okuyucular ve yöneticiler bu düşüncelere dayanarak, yalnızca benim itaatsizliğime değil, aynı zamanda Kutsal Kilise’nin emirlerine karşı geldiğime dair de sonuçlar çıkartabilirlerdi.
Gerçekten bunların tamamen inandırcı olmadığını ve tamamen çürütüleceğini düşünüyordum ve hâlâ düşünüyorum. Bu yaptığıma mazeret olarak doğruyu söylemek ve itiraf etmek zorundayım ki ben kendi amacıma tamamen aykırı olan bir yanılgıya düştüm...”
Galileo yılmış ve çözülmüştü...
Yetmiş yaşındaki bu dev bilim adamı, hayatının son birkaç yılını huzur içinde geçirebilmek için, Kilise baskısı karşısında geri adım atmıştı.
Hayatının geri kalan kısmını “Benim hapishanem,” dediği Arcetri’de geçirecekti.
Pozitif bilimin “babası” sayılan, bilim dünyasının ilk kilometre taşlarından Galileo Galilei’nin Engizisyon Mahkemesi’nden çıkarken “dünya yine de dönüyor,” dediği o dönemin bir “şehir efsanesinden” başka bir şey değildi.
Tüm çevresince, ilerici olarak bildiği tüm arkadaşlarınca ihanete uğrayan ve yalnız bırakılan bu büyük bilim adamı, tüm yobazlığa ve gericiliğe ancak 70 yaşına kadar direnebildi.
Büyük acılar çektikten ve yalnızlığa hapsedildikten tam sekiz yıl sonra da Arcetri’de yaşamı sona erdi.
Öldüğünde tarih yaprakları 8 Ocak 1642’yi gösteriyordu ve 78 yaşındaydı.
Her aydınlık, yürekli ve mücadeleci insanın ölümünden sonra olduğu gibi, yobazlık derin bir nefes almıştı.
Şimdilik...

Mümtaz İdil
Odatv.com

Kaynak: Galileo, yazan: Alfred Engelbertoviç Ştekli, Çev: Eldar Rüstemzade-Ayneşur Öztürk, Redaksiyon: A.Mümtaz İdil, Etkin Yayınevi, 4. Baskı: Mart 2010.

05.10.2010 14:32

4 Ekim 2010 Pazartesi

ARABESKİN HAKKI BULUT’U VARSA MEDYANIN DA YİĞİT BULUT’U VAR!

Gelin küçük bir aritmetik oyunu oynayalım:
Yiğit Bulut + Hakkı Bulut = ?
Bulut parantezine alalım: Bulut (Yiğit+Hakkı) = X
Arabesk Müzik + Arabesk Medya = ?
Arabesk parantezine alalım: Arabesk (Müzik+Medya) = X
X yerine değerlerden birini koyalım: Bulut (Yiğit+Hakkı) = Arabesk (Müzik+Medya)
Bulut = Arabesk (Müzik+Medya)/(Yiğit+Hakkı)
Karmaşık oldu biraz ama sonuç şu: İsimleri, işlerini, yaptıklarını falan düşünmezseniz eğer sonuç şöyle çıkıyor:
Bulut = Arabesk
Biri medyanın arabeski
Biri zaten arabesk müziğin kralı
İkisi de mütevazı ve iddiasız işe başladılar. Hatta başarı bile çizgilerini pek değiştirmeyecek gibi görünüyordu.
Hakkı Bulut, “İkimiz Bir Fidanız” adlı başarılı eserini “arabesk” formatında bestelemedi. Format daha çok “kırılmış” türkü lezzeti veriyordu. İzler vardı belki ama, yine de arabesk formatından ayrılan en önemli yanı, “yıkım, perişanlık, çaresizlik, bedbahlık, kader” izleri taşımıyordu.
1969 yılında bir yarışmada birincilik aldıktan 1971 yılına kadar aynı formattan da dışarı çıkmadı. Sevilen bir sanatçı olarak da yerini korudu.
1971 yılından sonra ne olduysa oldu ve Hakkı Bulut’ta müthiş bir değişim başladı. Arabesk müziğin temellerini atan ardı ardına müzikler bestelemeye başladı. Teslimiyetin, ağlamanın, kaderciliğin, güdülenmenin... Kısacası insana ait tüm aşağılanmaların erdem diye gösterildiği bir anlatım biçimine girdi. Müziğin şekli tamamen türkü formatından çıktı, zaten hiçbir zaman yanaşmadığı Türk Sanat Müziği formatını da “pas” geçti. Oysa o alanda da değişim müthiş bir hızla arabeske kayıyor, Saadettin Kaynak ile “deforme” olmaya başlayan Klasik Türk Müziği, Hakkı Bulut için büyük bir malzeme oluşturuyordu.
1980 sonrasının kültür yozlaşması Hakkı Bulut’un da işine yaradı ve“Seven Kıskanır” şarkısıyla TRT yasağını da deldi.

MEDYANIN YİĞİT’İ
Bir de parantezin diğerine bakalım şimdi: Yiğit Bulut.
Yiğit Bulut’un tırmanışı Hakkı Bulut’tan da hızlı oldu. En büyük şansı Namık Kemal Zeybek’in damadı olarak başlaması denebilir.
Sonra ekonomi üzerine yazılar yazmaya, konferanslar verdi. AKP hükümetine karşı öylesine karşı, öylesine eleştireldi ki, bir çok programda IMF ile pazarlıkların başladığı dönemlerde anlaşmanın çoktan imzalandığı iddiasında bulunuyordu.
Yani yaklaşık 4 yıl önce...
Üniversite kampüslerinde, televizyon kanallarında, STK’ların toplantılarında... Kısacası her yerde amansızca hükümetin ekonomi politikasını eleştirmeye başladı.
Bulutların kaderindeki benzeşmeden kaynaklanıyor olsa gerek, bir süre sonra Yiğit Bulut için de yükselme dönemi başlıyor.
Uzatmaya gerek yok: Habertürk TV’nin genel yayın yönetmeni oluyor ve “talihsiz” bir şekilde “Sansürsüz” diye bir programa başlıyor.
Talihsiz, çünkü programı hiç de sansürsüz olmadığı gibi, Başbakan Erdoğan’dan “internet ve yazılı basına müdahale edecek RTÜK benzeri bir yapı” kurulmasını istiyor.
Başbakan bile gülümsüyor...
Buraya kadar olanlar zaten bilinen şeyler.
İki bulut arasındaki benzerlik de yalnızca iki: Soyad benzerliği ve arabesk benzerliği...
Değilse, Hakkı Bulut ile Yiğit Bulut arasında “kişilik” benzetmesi söz konusu bile olamaz. Zaten bu bizi de ilgilendirmez.
Sonuçlar ve yöntemler önemli bizim için.
Türkiye’nin müzik gelişimini temelden dinamitleyen “arabesk” müziğin yaratıcılarından biri olan Hakkı Bulut, yalnızca müziğin yozlaşmasına değil, aynı zamanda müziklerine yazdığı sözlerle insanların da köleleştirilmesine büyük “katkıda” bulunmuştur.
Üstelik de yola çıktığında Hakkı Bulut, böyle bir müziği kendine hedef seçmemişti.
Aynı şekilde Yiğit Bulut da yola çıktığında, “sansürsüz” diye bir programı yapmayı aklına koymuş bile olsa, bunun için Başbakan’dan yardım isteyecek kadar işi “komikleştireceğini” herhalde düşünmemişti.
AĞLAMA VE YALVARMA
Mesele burada düğümleniyor. Mesele, yozlaşmanın ve kötü gidişin bayrağını açtığını bile bile insanların, kişisel çıkarları için bu yolu savunma yoluna gitmeleridir.
İki yıl boyunca Kamuran Akkor ve benzeri şarkıcıların “İkimiz Bir Fidanız” şarkısını seslendirmelerine ses çıkarmayan, bir maddi talepte bulunmayan Hakkı Bulut, ne zaman ki arabesk tarza dönüp de kitlelere seslenmeye ve beğenilmeye başladıktan sonra, yazdığı müzikte de “vahşileşmeye” başlamıştır.
Artık tüm beklenti ağlama ve yalvarma üzerinedir.
Yiğit Bulut için de durum aynıdır. Bakmayın şimdi oturduğu TV’nin başındaki azametine. Rüzgar ters esmeye başlamıştır artık. Doğan grubundan ayrılıp da Ciner grubuna geçtiğinde de, bunun Türk medyasının 11 Eylül’ü olduğunu söylemişti.
Öyle olduğu belli oldu... Ama ne yazık ki Yiğit Bulut’un iddia ettiği şekilde değil.
Agresifliği kendine bir hayat anlayışı olarak seçtiğini söyleyen Bulut, bunu Habertürk’te oldukça sıkı bir şekilde uyguladı gibi göründü. Bekir Coşkun da son örneği oldu.
Oysa bu sertliği uygulayan kendisi değildi elbette. Kendi yerini korumak için üzerine gelindiğinde, elinin altında tuttuğu “sarı öküzleri” teslim etti, o kadar.
Bu sertliği de medyada kimse yutmadı zaten.
Şu ise, arabeskin son damlası oldu artık:
“AK Parti’nin siyasi görüşüyle benim siyasi görüşüm arasında çok büyük uçurumlar var. Medyada çalıştığım 10 yıl içinde şunu gördüm: Türkiye’de yerleşik bir düzen var. Bankalarıyla, medyasıyla, iş adamıyla, mankeniyle, oyuncusuyla… Bunların hepsi birbirine kenetlenmiş durumda. Ne zaman bu adamların oluşturduğu mekanizmaya birisi çomak sokmaya çalışsa, bir irtica yaygarası kopuyor. O irtica yaygarası sonrası her şey tekrar formatlanıyor. Onlar yine Türkiye’de yerlerini korumaya devam ediyor. Türkiye’de gerçekten yerleşik bir Ergenekon var: Siyasi, finansal, medya, magazin Ergenekon’u var. AK Parti bunları ilk defa yerinden oynatmaya başladı.”
Hayat bize bu iki Bulut ile birlikte iki alanda arabeskin sınırlarını gösterdi.
Başka alanlarda da var elbet.
Ama en çok ağlayan kesim bunlar...
Diğer alanlar diğer yazıya...

Mümtaz İdil
Odatv.com
04.10.2010 00:25

2 Ekim 2010 Cumartesi

O GAZETELERİN BAM TELİ NE?

Bülent Kutlutürk’ün Bekir Coşkun’a yaptığı iş teklifi, herhalde birçok “yerel gazete” yöneticisinin yüreğini hoplatmıştır: “Ben niye düşünemedim,” diye.
Malatya Yenigün gazetesi sahibi ve başyazarının önerisi bir zekâ ürünü ve muhteşem bir atlatma...
Yerel gazetelerin çektiği sıkıntıları büyük gazetelerin de rahatlıkla bulunup alındığı yerlerde yaşayanlar bilmez.
Bu bana Çorum’daki 4,5 yıla sığan “bitmez-tükenmez” anılarımın kıyısına götürdü bıraktı yine.
Bütün memuriyet hayatım “arsızlıkla” geçtiği için, Çorum da aynı şekilde arsızlıkla başladı tabii. Gittiğimin üçüncü ya da dördüncü günü Çorum Haber gazetesine gittiğim halde, Vali Atıl Üzelgün’ü ziyaretim tam bir ay sonra olmuştu.
Sevgili valim (bu bir içtenlik ve nezaket söylemidir, yanlış anlaşılmasın. “Benim” değil yani) şöyle gözlük üzerinden bana bakıp babacan sesiyle “Hiç gelmeyeceksiniz sanıyordum Mümtaz Bey,” demişti.
Çorum Haber’e uğradığımı söylemem falan kurtarmadı beni tabii. Bir memurun ilk görevi, atandığı (ben sürülmüştüm) ilin mülki amirine gidip, “ben geldim,” tekmili vermesiymiş.
Emekliliğime altı yıl kala bunu da öğrenmiş oldum böylelikle. Bu da bana iyi bir ders oldu.
Çorum Haber’e gelince... Beni 4 yıldan fazla o ile bağlayan ve bu bağlılığımı hâlâ yazılarımla sürdürdüğüm inanılmaz bir enerji kaynağı oldu.
Gazetenin sahibi ve başyazarı Mehmet Yolyapar büyük bir içtenlik ve dostlukla kapılarını sonuna kadar açtı. Daha önce gazetecilik yaptığım için de yazılarımı beklediğini de söyledi.
Öyle uzun uzun da konuşmadık pek. Ben hemen döneceğimi sanıyordum Ankara’ya o da fazla kalmayacağımı düşünüyordu Çorum’da herhalde.
Ve Çorum Haber’de bana bir köşe verdi Mehmet Yolyapar ve haftanın 6 günü yazmaya başladım. Zaten gazete 6 gün çıkıyordu (gelin de Hasan Tevfik’e hak vermeyin şimdi).
Arada Ankara’ya da yazı yetiştiriyordum (gerçekten Hasan Tevfik bana “hasta” demekte haklı galiba. Bir ara Kamil Park da rahatsız olmuştu).
Sonuçta, bir yıl sonra Çorum Haber’in bir muhabiri gibi deliler gibi yazıp çizmeye başladım. Çorum’daki zamanımın iki önemli eğlencesi vardı yazmak ve briç oynamak.
Bir gün Mehmet Yolyapar’a, “yahu abi bu gazete nasıl ayakta duruyor,” diye sordum. “Bu kadar çalışan var, kocaman bina, matbaa, kağıt... Tüm bu masraflar?..
Öylesine, geyiğine sorulmuş bir soruydu bu aslında.
Ne bileyim “bam” teline vurduğumu...
Hiç unutmuyorum Mehmet Yolyapar’ın o gün söylediklerini:
Resmi ilanlar, aboneler ve reklamlar... Gelirlerimiz bunlar. Giderleri sorma tabii.
Ama güçlükler bununla kalmıyor ki Mümtaz. Elimizi kolumuzu bağlayan en önemli unsur, ticari kaygılar nedeniyle bağımsız davranamamak.

Bu da ne şimdi?.. Ben öylesine sormuştum, diyecektim ki...
"Siyasi bir eleştiriye girdiğin zaman, yerel kurumlar mesela sivil toplum kuruluşları, sanayi ticaret odası, ticari kuruluşlar reklam nedeniyle önünü kesiyor.
Eğer bir yazı işleri müdürü ve dört muhabir bulundurmazsan resmi ilan vermiyor devlet. Yazı işleri müdürünün de sarı basın kartlı olması gerek, bunu biliyorsun.

Bunları aslında biliyor en azından tahmin ediyordum
Ama zaman ilerledikçe daha büyük bir baskının farkına vardım: Türkiye çapında dağıtılan gazetelerde bir hükümet baskısı olduğu artık hissediliyor ve tartışılıyor.
Yerel gazetelerde hükümetin baskısı dışında (valilik veya belediye başkanlığı da orada hükümet oluyor tabii ki), ticari kuruluşların baskısı da var, üstelik şehrin ileri gelenleri de karışıyor zaman zaman...
Daha da korkuncu ve o günlerde Mehmet Yolyapar’ın değinmediği konu var: Mahalle baskısı...Şu moda deyimiyle dillerdeki kimliği giderek değişen mahalle baskısı, yerel basının tam başının üzerinde sallanan malûm kılıç.
“Bir gün, diye devam etmişti Mehmet Yolyapar, bir adam geldi gazeteye. Belediye ve ona bağlı bir kuruluş ile ilgili şikayetini bildirdi ve ‘beni savun, bu senin görevin’ dedi.
Tamam da, dedim, sen benim gazetemi alıp okuyor musun? Kırk kuruş veriyor musun?
Hayır,’ dedi. 'Okumuyorum.’
Beni savun diye buraya geliyorsun, ama benim kendimi koruyabilmem için bana abone olan bir kuruluşla kavga etmemi istiyorsun, nasıl yapacağım ben bunu?
Almanya’da bir seminerdeki konuşmada şunları öğrenmiş Mehmet Yolyapar: Ülkede yerel gazeteler on bin ila 30 bin arasında aboneye sahipmiş. Bu yüzden de, en azından küçük baskılara göğüs gerebiliyor, yeni abone sağlayabiliyor veya elindeki abonelerle varlığını sürdürebiliyormuş.
“Bizde ise, diyor Yolyapar, 1000 ila 1100 abonesi olan bir yerel gazete iyi durumda sayılıyor. Sermayeye karşı Alman vatandaş o kırk kuruşu veriyor ve gazetesini koruyor.”
Yerel gazetelerin sorunları bu kadarla da bitmiyor kuşkusuz. Kar amacıyla şirketi ayakta tutmak çok zor, ancak prestij amaçla elde tutulabiliyor. Üç sokak ötedeki terzi veya berberin daha çok kar ettiğinden de emin yerel gazete sahipleri, ama ne yazık ki onlar gazeteci... Öbür mesleklerden pek anlamıyorlar.
Ah, en önemli meseleyi unuttum tabii...
Yerel gazetelerin başında oturan patronların çoğu Mehmet Yolyapar, Bülent Kutlutürk gibi gazeteci...
İş adamı değil.

Mümtaz İdil
Odatv.com
02.10.2010 23:09