30 Temmuz 2009 Perşembe

ODATV SANAT ELEŞTİRMENİ MÜMTAZ İDİL DEMİRTAŞ CEYHUN'U YAZDI

'Tüm hayatı boyunca çizgisinden ödün vermedi'

Demirtaş Ceyhun’u 1984 yılında tanıdım. Kişisel tanışmamdı bu. Akademi Kitabevi Ödül töreninde karşılaştık. Asım Bezirci, Ataol Behramoğlu ve Demirtaş Ceyhun...

Üçü de o sıralarda yaman revaçta olan “toplumcu gerçekçilik” akımının önde gelen isimleriydi.

Ben de “Gerçeklik ve Roman” adlı kitabımla bu zincire bir halka daha eklemeye çalışmıştım. Ama Demirtaş Ceyhun’dan da Asım Bezirci’den de haberim yoktu. Ataol Behramoğlu’nu ise aynı okuldan mezun olma dışında pek tanımıyordum.

Behramoğlu’na bir keresinde Puşkin’in bir burjuva şairi olduğunu yazmıştım. Bir şiirinde Puşkin, “Ya tolka meşçanin,” diyordu. Yani, “Ben yalnızca bir küçük burjuvayım.”

Ataol Behramoğlu da, Puşkin’in onru kastetmediğini belirten bir mektup göndermişti.

“Militan” dergisi çıkıyordu o sıralar. Birikim’de Murat Belge Marksizim ve toplumcu gerçekçilik döktürüyordu!

Sovyetler Birliği sallanıyor da olsa, henüz ayaktaydı.

Mihail Şolohov yeni ölmüştü. New York Times dergisi İlya Ehrenburg’u yerden yere vuran bir yazı yayınlamıştı. Allan Robe Grille’nin “Yeni Roman” kitabı elden ele dolaşıyor, Stefan Zweig’in intiharı yeniden tartışılıyordu.

Henry James’ten bu yana romanda kale olan “gerçekçilik” akımı, tüm darbelere rağmen dimdik ayakta ürünler vermeyi sürdürüyordu.

Bu ürünlerin Türkiye’deki temsilcilerinden biri de Yaşar Kemal ile birlikte Demirtaş Ceyhun’du.

Edebiyata doğru yerden bulaşırsanız, “yoksulluk ve aşağılanma” sizi bekliyor demektir. Çünkü vahşi kapitalist dünya asla gerçekçiliği barındırmaz.

Bu yüzden John Steinbeck ancak Vietnam Savaşı’nı öven yazılar yazdıktan sonradır ki Pulitzer ödülünü alabilmiştir.

Demirtaş Ceyhun bunu yapmadı. Onun hedefi aslında Nobel falan da değildi. Bildiğimiz gerçeklerden yola çıkıyor ve bunu anlatıyordu. Geldiği bölge bunun için yeterince malzeme barındırıyordu çünkü. Ama gerçekçilik akımı keskin bir bıçak sırtıdır. Fazla gerçeğe gömüldüğünüzde de basitleşir ve iter.

İşte bu dengeler Türkiye’nin “karşı devrimci edebiyatçıları” tarafından çok iyi kullanıldı ve bilinmeze yolculukların insanların ilgisini daha çok çektiğinin farkına varıldı. Gazetelerde günlük falını okumadan kapıdan çıkmayan insanların giderek çoğaldığını “toplumcu gerçekçiler” fark edemedi.

Ve bu ülke artık toplumcu gerçekçilik nedir unuttu.

Toplumcu gerçekçi yazarlar yalnızca Sovyetler Birliği’nde yaşardı sanki de, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte Şolohov, Ehrenburg, Pasternak, Polevoy, Simonov, Foster, Hemingway, Saroyan, Unamuno ve daha nicesi anılmaz oldu.

Türkiye zaten hazırdı bu akımı “halı altına” süpürmeye. Ümmet ile toplum arasındaki farkı ortaya çıkarır korkusuyla cemaatler zaten karşıydı toplumculuğa. Gerçekçilik ise asla ele alınmayacak bir konudur dinciler için.

Peki “liberal” diye geçinen takıma bakarsak: Onlar için de toplumcu gerçekçilik “miyadını” doldurmuş bir akımdır. Bu tür yazarlar “dinozor” muamelesi görmektedir. Yaşar Kemal büyük lokma olduğu halde, hiç uğramadığı sataşmalara bu dönemde uğramıştır.

Varsa yoksa, metafizik tabanlara dayalı “sanal” dünyaların anlatıldığı ve ucu Stephen King romanları gibi “bilinmeyen güçlere” uzanan romanlar ve yazılar gündeme getirildi.

Demirtaş Ceyhun, “dinozor” grubunun temsilcilerinden biriydi ve tüm hayatı boyunca toplumcu gerçekçi çizgisinden ödün vermedi. Bu yüzden de “büyük kanallarda”, önemli “edebiyat programlarında” boy gösteremedi.

Bilineni yazmak olarak nitelendiriliyordu bu usta yazarların yaptıkları. Oysa yaşam “aşk, inanç, para ve varoluş” arasında dört koldan sıkışmıştı ve bundan kurtuluşun yolu bireyseldi.

Bu yüzden de yıllardır toplumu kurtarmaya çalışan ekipler, insanlar ve güçler hüsranla sonuçlanan bir hedefe doğru hızla koşmuşlardı.

Demirtaş Ceyhun’u kaybettik. Böyle bir edebiyat-kültür adamını kaybetmenin ne anlama geldiğini edebiyat dünyasını iyi bilenler bilir.

Eserlerini alt alta sıralamanın ve bu eserlerinde ne anlatmaya çalıştığını okurla paylaşmanın burada hiç anlamı yok.

Okur onu kitaplarından tanımalı, Demirtaş Ceyhun’un kitapları, “liberal edebiyatçılara” inat yok satmalı. Hem insanlar yeniden ve daha büyük bir coşkuyla “toplumcu gerçekçiliğe” dönmeli hem de böylesi değerlerimizin giderek şaklabanlaşan ve deforme edilen “Aşk-ı Memnu”, “Dudaktan Kalbe” gibi magazinleştirildiği dönemde, Demirtaş Ceyhun ve benzerlerine sahip çıkmalıyız.

Basma kalıp bir yazı bitişi, ama öyle...

A.Mümtaz İdil
Odatv.com
30.07.2009 00:00

25 Temmuz 2009 Cumartesi

BOLU DAĞINA NEDEN DEMİRYOLU TÜNELİ YAPILAMADI?

12 Eylül sonrası kurulan Özal hükümetinde Ulaştırma Bakanlığı yapan rahmetli Veysel Atasoy Zonguldaklıydı.
Şimdiki Meclis Başkanı Köksal Toptan gibi, o da Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesi mezunuydu.
Ben de daha sonraki yıllarda aynı liseden mezun oldum. Veysel bey bakan olduğunda ben de aynı bakanlığın Eğitim Dairesi’nde “mütercim” olarak çalışıyorum. Sermin hanım İngilizce, Gülcan hanım Fransızca mütercimlik yapıyor. Başımızda Erol bey adında her iki dile de hakim önemli bir mütercim var. Mehmet Bayrak da bizimle çalışıyor, ama onun ne eğitimle ne de mütercimlikle bir ilgisi var. Hüseyin Kılıç da eski daire başkanlarından, kızakta.
Devlet Demiryolları’nın gar binasının bitişiğindeki büyük binasının bir köşesine sıkışmış çalışıyoruz. Bakanın da çalışma odası aynı binada.
Bir gün bulunduğumuz katın bir odası boşaltıldı. Yeni masalar, perdeler, koltuklar alınıp oda yeniden döşendi. Bir yığın dedikodu vardı odayla ilgili. En sağlam dedikodu da bir bakan danışmanının geleceğine ilişkindi.
Nitekim de öyle oldu. Albay emeklisi, uzun boylu, sarışın biri gelip odaya yerleşti. Masasına da kocaman bir Veysel Atasoy portresi yerleştirdi.
Acar Albay çok aktif görünüyordu. Sürekli Bakanın yanına çıkıyor, elinde dosyalarla oradan oraya koşturuyordu.
Sonunda projesini açıkladı: Denizcilik Genel Müdürlüğü’ne ait bir gemiyle uluslararası bir Ulaştırma Sempozyumu düzenlenecekti. Gülcan, Sermin, Erol bey ve ben de projeye dahil edilmiştik.
Gemi İstanbul’dan kalkacak ve Bodrum açıklarına kadar gidip, oradan yeniden İstanbul’a dönecekti. Bu süre içinde de gemide sempozyum yapılacaktı. Ağırlıklı konuklar dünya ulaştırma sistemi üzerine konferanslar verecekti.
Bana düşen; bir Japon, bir Alman, bir Yunanlı ve bir de Avusturyalı konuğu İzmir’de karşılayıp gemiye bindirmekti.
Konukları İzmir’de karşıladım, akşamüzeri İzmir limanına yanaşacak olan gemiyi beklerken de onları sahilde bir yerde konuk ettim.
O sıralarda ağzıma içki koymazdım. Ama konuklarım “sıkı” içiyorlardı. Sohbet koyulaştıkça bardaklar da boşalmaya başladı. Öyle ki, gemi akşamüzeri limana geldiğinde biz hala İzmir Körfezi’ne bakan bir barda içkilerimizi yudumluyorduk.
Resmi iki araç da kapıda bizi limana götürmek üzere bekliyordu.
Limana vardığımızda, Eğitim Dairesi Başkanı yanında Acar bey, Erol bey ve birkaç bürokrat daha bizi bekliyorlardı.
Bana çok kızdılar. Hatta Başkan, “seninle sonra görüşeceğiz,” türünden bir tehdit bile savurdu.
Meğerse konuklarım “çok önemli” konuklarmış.
Gemide öğrendiğim kadarıyla, aralarında en önemli konuk da Japon olan Bay Ok’muş. Bay Ok, Dünya Bankası Ortadoğu Bölüm Şefi görevini üstlenmişmiş.
Bilemezdim.
Asıl mesele de Bolu dağına açılması düşünülen ama bir türlü gerçekleşmeyen demiryolu tunelinin açılmasıymış.
Bunu da, Bay Ok ile müsteşar yardımcılarından birinin yaptığı başbaşa konuşmada onlara çevirmenlik yapmaya çalışırken öğrenmiştim.
Müsteşar yardımcısı İngilizce bilmiyordu. Ama konu öylesine açık ve kısa bir konuydu ki, neredeyse İngilizce bilmesine bile gerek kalmadan anlaşıyorlardı.
Müsteşar, Bolu dağını delip geçecek olan bir demiryolu tunelinin Ankara-İstanbul yolunu çok kısaltacağını bunun da Türkiye için çok önemli olduğunu söylüyordu. Hatta daha da ileri giderek, Bilecek hattında dağları tırmanmak zorunda kalan trenlerin de müthiş yavaşladığından dem vurarak, Dünya Bankası’nın bu projeyi bütünüyle ele alarak Türkiye’nin demiryolu taşımacılığına destek vermesini istiyordu.
Bay Ok ise kesinlikle karşı çıkıyor, Türkiye’nin ısrarcı olması halinde Dünya Bankası’nın benzer tüm kredileri de kesebileceğini söylüyordu.
“İleride,” diyordu Bay Ok, “karayolu geçişi için bir tunel açmak mümkün olacaktır. Ama demiryolu için tuneli unutun.”
Neredeyse otuz yıl öncesinin tartışmasıydı bu. Önemli bir “müzakereye” kulak misafiri oluyor, hatta zaman zaman çeviride yardımcı da oluyordum. Ama konu zaten çok kısa sürmüştü ve Dünya Bankası’nın bu işe asla sıcak bakmadığı Erol beyin de imdada yetişmesiyle Müsteşar Yardımcısına anlatılmıştı.
Bay Ok ile iyi dost olmuştuk.
Müsteşar yardımcısı ile Erol bey masadan kalktıktan sonra Bay Ok bana dönüp, demiryolu projelerinin Dünya Bankası için sıcak olmayan projeler olduğunu anlattı. Karayolu üzerinde durulması gerektiğinden söz etti.
“Türkiye ile Dünya Bankası’nın bir sorunu yok,” dedi. “Sizin çocuklar söz dinliyor. Asıl sıkıntı Mısır. Buradan Mısır’a geçeceğim ve onları ikna etmeye çalışacağım. Eğer ikna olmazlarsa...”
Burada bir hareket yaptı ve tüm konuşmasının net çevirisi oldu: Sanki elinde bir kedi varmış da canını bir sıkışta alıyormuş gibi ya da çamaşır sıkıyormuş gibi hayali bir şeyi boğdu.
Bu, gayriresmi olarak Dünya Bankası’nın Bolu dağlarından geçecek demiryolu tuneline asla izin vermeyeceği anlamına geliyordu.
Nitekim öyle de oldu.
Gazeteciliğe henüz başlamamıştım. Haberin önemini de kavrayamamıştım o sıralar.
Gemide hemen her gazeteden muhabir de bulunuyordu, ama onlar da geminin nefis yemeklerini ve zulada getirdikleri içkilerini tüketmekten, Dünya Bankası’nın bu önemli adamıyla hiç ilgilenmediler.
Buzlanma yüzünden veya aşırı yağışta suyunu boşaltaması nedeniyle sık sık karayollarını sıkıntıya sokan Bolu tuneli açıldığında, Bay Ok’un, dolayısıyla Dünya Bankası’nın Türkiye’ye biçtiği donun giydirildiğini anladım. Yirmi yılı da aşsa, sonunda demiryolu tuneli yerine karayolu tunelinin açılmasına izin verileceğini söyleyen Bay Ok haklı çıkmıştı.
Bizim yeni “taife” ise göreve başlar başlamaz Ankara-İstanbul arasında eski rayların üzerine yeni lokomotif koymakla işi çözeceğini zannetmiş, Pamukova’da proje başlarına yıkılınca da Ankara-İstanbul arasındaki yolun daha kısa olmasını yalnızca Dünya Bankası’nın değil, “Allah’ın da istemediği” görüşünde birleşmişlerdi.

A.Mümtaz İdil
Odatv.com
25.07.2009 00:00