31 Aralık 2012 Pazartesi

Çorum ona çok şey borçlu

Çorum’a sürgün gönderildim.
Kültür Bakanı İstemihan Talay’dı. Çok sevdiği Tevfik Ketencioğlu uğruna beni harcadı. Sonra onunla da ağır cezalık oldu, ayrı.
 Çorum Kültür Müdürü olarak zaten beni Bülent Ecevit atamıştı, kademe ilerlemesi cezam olduğu için daha üst bir görev alamıyordum. Basın müşavirliği ise bu ceza kapsamı dışındaydı.
O sırada basın müşaviri Ergun Evren ağabeydi. Yerine ben oturdum.
Müsteşar Yardımcısı Tevfik Ketenci ile “papaz” olunca, bakan beni asli görevim olan Çorum Kültür Müdürlüğü’ne gönderdi.
Beni belediyeden Ali Alakoç karşıladı. Rahmetli Ahmet Yalçın’ın önerisiyle oraya gitmiştim. Beni öğretmen evine yerleştirdiler.
Dört buçuk yıl görev yaptığım Çorum Kültür Müdürlüğü böylelikle başlamış oldu.
İki insan benim için çok önemliydi o sıralarda, biri can dostum Gürer Aykal, diğeri hiç tanımadığım ama göğsünde Atatürk rozetini hiç eksik etmeyen Asım Kocabıyık.
Ali Alakoç Hitit Festivali için ne yapacağımızı sorduğunda, ben de Borusan Oda Orkestrasını çağırabileceğimizi söyledim.
İnanmadı.
Yanında Gürer Aykal’ı aradım.
Gürer Aykal’ın elbette müthiş desteği oldu, ama parayı verecek olan Asım Kocabıyık’tı.
Borusan bir otobüs dolusu Anitta Otel’e indi.
Sevgili çocukluk arkadaşım Yaz Baltacıgil ile yıllar sonra orada karşılaştım.
Herkes bir anda Çorum’un antikacılarına daldı.
Akşam, 17 haziran akşamı salonun neredeyse yarısı boştu. Vivaldi’den bir esinti çalıyordu Borusan ve protokol denilen yerde kimse oturmuyordu.
Bir anda İbrahim Karamemet ayağa kalkıp alkışlamaya başladı.
Ardından Ceyhan Mumcu’nun eşi Naciye Mumcu, sonra vali yardımcısı Ahmet Soley, ardından Vali Atıl Üzelgün’ün eşi ve son olarak da Vali Atıl Üzelgün…
Bunu yapan elbette Gürer Aykal ve o sıralarda Borusan Güzel Sanatlar Genel Müdürü Sami Caner’di, ama işin en temelinde, yakasından Atatürk rozetini bir an bile çıkarmayan Asım Kocabıyık vardı.
Parayı o veriyordu. Borusan’ın gelişini, gidişini, orkestrada çalanların kaşelerini karşılayan hep oydu.
Ben tanığım, Gürer Aykal bir kez açılışında bir kez de kapanışında geldiği Hitit Festivalinden para almadı.
Çorum belediye başkanı Arif Ersoy da tüm misafirlerini ağırladı.
Kimsenin farkında bile olmadığı bir Çorum günleri yaşandı o sıralarda.
Hıncal Uluç, “Şimdi Çorum’da olmak vardı anasını satayım” diye yazdı.
Mehmet Yolyapar, Tugay Afat, Ali Alakoç, Avukat Erdal ağabey, bakır sanatçısı Hasan Tuluk ve daha yüzlerce insan destek oldu.
Ama asıl destek hep geride ve isimsiz olarak kaldı: Asım Kocabıyık.
Çorum ve Türkiye ona o kadar çok şey borçlu ki…

Mümtaz İdil

Odatv.com


31.12.2012 02:06

22 Aralık 2012 Cumartesi

Mümtaz İdil: Yemezler Başbakan!

Başbakan ODTÜ’lü öğrencilere laf attı: “Bunlar nasıl öğrenci?”
Öyle mi? Siz konuşacaksınız, kimse yanıt vermeyecek.
Sivil toplum kuruluşları sus pus…
Üniversiteler keza…
Muhalefet desen yok.
Yargı, kendine yöneltilen sataşmaya rağmen gıkını çıkaramamış durumda.
Medya tam çanak durumunda.
Halk suskun.
Bir tek öğrenciler ses çıkarmaya başladı.
Erdoğan için tehlikeli olan da buydu zaten. Bir sarmal ateş gibi her yanı sarması an meselesi Başbakan da onun farkında.
Başına bir şey gelirse, gençlik kanalıyla gelecek. Diğerlerini susturması kolay. Gönder maliyeyi, gönder polisiye güçleri, gönder savcıları…
Öğrenciye ancak biber gazı, tazyikli su ve polis copu gönderebilirsin, gerisi hikaye.
Bu ülkede yalnızca ben konuşurum, diğerleri konuşamaz diyor Başbakan.
Öyle mi?
Sokak ağzı ya da Kasımpaşa jargonuyla, yemezler!
Üniversiteleri ilkokul düzeyine çekmeye çalışıyorsa Başbakan, nafile çaba.
Medyayı, TSK’yı, STK’yı ilkokul düzeyine çekebilir Başbakan, ama gençliği asla!
Gençlik, varoluş nedeniyle ortadadır ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir kalabalıktır.
Parayla işi olmaz, eğitimle sorunları vardır. Ona müdahale edildiği zaman da ayağa kalkacaktır.
Üniversiteler ana okulları değil sayın Başbakan, üniversiteler geleceğimizin yapı taşları.
Kimse sormayacak mı size, 10,5 milyon dolara oğlunuzun ikinci bir “gemicik” aldığını?
Sormayacak, öyle mi?
Gençlik bu mu? Birkaç genç mi bu ülke?
Torunlarımıza kadar borçlandık ve Türkiye kalkınan bir ülke, öyle mi?
Kalkınan kim sayın Başbakan? Sizler mi, bizler mi?
Soner Yalçın’ın dediği gibi, çocuklarımızı bari rahat bırakın. Onlar kendilerince Türkiye’yi bir kıvama sokmaya çalışıyorlar. Kendi geleceklerinden endişe ettikleri için başkaldırıyorlar. Haklılar da.
Ama siz çıkıp onların öğrenci bile olmadığını söyleyebiliyorsunuz.
Oysa onlar ülkelerine sahip çıkan yoksul gençler. Mezun olduklarında iş garantisi bulunmayan ama niye okuduğunu da bilmeyen şaşkın bir kalabalık.
Ayağa kalkıyor ve size itiraz ediyorlar.
Muhalefet bile arkalarında değil, ama onlar itiraz ediyorlar.
Korkmuyorlar, çünkü onların dağarcığında korku yok.
Ama siz onları hizaya getirmeye çalışıyorsunuz, öyle mi?
Bu sizi de, beni de aşar sayın Başbakan. Eğer gençlik kendine aykırı bir ortamda yaşamak istemiyorsa, yaşamayacaktır. Bunun için de sonuna kadar mücadele edecektir. Ne biber gazı, ne tazyikli su ne de gaz bombaları… Onları yollarından çevirmeyecektir.
Sizin yerinizde olmayı hiç istemezdim sayın Başbakan, hem de hiç.
Onur, gençlere güvenmek ve onlarla iyi geçinmekten geçer.
Onları suçlamaktan değil.
Bir de muhalefet denilen garabet bunu anlayabilse.

Mümtaz İdil
Odatv.com

22.12.2012 20:33

28 Kasım 2012 Çarşamba

Mümtaz İdil: Pargalı’yı bırak Silivri’ye bak

Hangi diziyi izleyeceksiniz, ben karar veririm, nokta.
Kaç çocuk yapacaksınız, ona da ben karar veririm, yine nokta.
Gazetecilik nasıl yapılır, ben karar veririm, iki nokta.
Nasıl muhalefet yapılacak yine ben karar veririm, üç nokta…
İşte zurnanın zırt dediği yer. Muhalefetin nasıl yapılacağını Başbakan Erdoğan anlatıyor, ama muhalefetten tık yok.
Elbette o zaman bizim izlediğimiz dizilerden tutun da, tutuklu yüzlerce insana kadar garabetler köyü olan bu ülkede yaşamaya çalışmak Amazon ormanlarında dolaşmaya benziyor.
Bunun temelinde ne yatıyor, ona bakmak gerek. Bunun temelinde tarifi imkansız bir korku yatıyor. Artık Başbakan ile ona oy verenler arasındaki uçurum büyüyor. Son bir hamle ile kendisini “başkan” olarak seçtirebilirse Erdoğan, büyük bir rahatlamaya girecek. Ondan sonrasını kontrol altına alabileceği düşüncesinde.
Ama öyle olmayacağını kendi de biliyor.
Başkanlık sistemi, olmaz ya, haydi diyelim bir referandum sonucu altın tepside kendisine sunuldu. Geride kalan toz duman olmuş AKP bir ay içinde dağılacak. Kim gelirse gelsin iktidara, Çankaya’yı zorlayacak. Bu Numan Kurtulmuş bile olsa, bu şekilde gelişecek, öyle olmak zorunda.
Başbakan olarak kalmaya çalışsa, ekonomi yerle bir. Her ne kadar muhalefet ekonomiyi ağzına bile almaktan çekinse de, durum ortada. Yunanistan’dan bile geride olduğumuz bu sitenin haberlerinde yer aldı.
Taşıma suyla değirmenin dönmeyeceğini Başbakan bilmiyor mu, elbette biliyor. Bu yüzden de dizilerden falan dem vurup, gerçek gündemin önüne geçmeye çalışıyor. Muhalif gazeteciler, siyasetçiler de “sazan” misali oltaya takılıyorlar.
Yıllar önce sosyalist Allande’nin Şili’sinde insanlar sokağa dökülüp, tencere ve tavayla yönetimi protesto etmişti. Arkalarında ITT vardı.
Çok değil, ondan birkaç yıl sonra Ecevit hükümetinin kuyruğuna da tencereleri bağlamışlardı ve ülke bir kilo şekere muhtaç hale gelmişti.
Yoklar ülkesinde en yoksulların başbakanı olmuştu rahmetli Ecevit. “Beceremedim” diyemedi de “bulamadım” diyip çıktı işin içinden. Kendi Renault’ya bindi, Meclis ve bakanlarının tümü Mercedes ile seyahat etti. İthali yasaklayacağına örnek olmayı denedi.
Örnek? Bu ülkede örnekler tecvüzcü Coşkun ile Parsadan arasında sıkışıp kalmıştır.
Adalete havale edeceği başka konu yok muydu Başbakan’ın? Yani bu ülkede adalet dört dörtlük işliyordu da, bizler mi farkında değildik? Tek sorun Muhteşem Yüzyıl’daki Pargalının boğazlanması mıydı? Hürrem’in hafif meşrepliği, Mustafa’nın kimliksizliği miydi?
İnsanların çocukları büyüdü Başbakan onlar içerideyken. Adaleti aramak istiyorsan şöyle bir kafanı çevir de Silivri dolaylarına bak. Hapishaneler hiç olmadığı kadar dolu ve sen böyle bir dönemin başbakanısın, bir aynaya bak ne olur.
Sen bilir misin çocukluğunun en çok ihtiyaç duyduğu anda babasız büyümenin acısını?
Bilir misin küçücük elini işaret parmağıyla zor kavrayan bir yavrunun dışarı çıktığında tependen bakmasını?
Bilir misin yavruların da bir gün yetişkin birer birey olmasını göremeden duvarlarla konuşmayı?
Madem adalete bu kadar hakimsin, o zaman Pargalı’yı kurtaracağına içeride yatan onlarca suçsuzu kurtarmıyorsun? Hızlandırın adaleti, kim suçluysa ortaya çıksın, demiyorsun.
Ya da neden onlara dönüp de, “bitirin artık şu komediyi” demiyorsun?
Neden bunca haksızlık, hukuksuzluk varken bir diziyi adalete havale ediyorsun?
Niye Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Doğu Perinçek, Ergun Poyraz, Soner Yalçın, Yalçın Küçük, Hikmet Çiçek ve adını sayamadığım yüzlerce insan içeride yatıyor diye sormuyorsun.
Dizi izleyeceğine, mahkeme izlesene.
Kanuni kendi oğlunu boğdurttu. Sen yüzlerce vatan evladını boğdurtuyorsun.

Mümtaz İdil
Odatv.com

28.11.2012 10:30

12 Kasım 2012 Pazartesi

Mümtaz İdil: "Yerli tip" başkanlık sistemi nedir

Ortaya karışık…
AKP’nin ve Başbakan Erdoğan’ın önerdiği başkanlık sisteminin tam adı bu.
Kaz ciğeri, dana bonfile, kuzu sırtı, tavuk budu ve tam ortaya da ızgaradan yeni çıkmış lüfer…
Dünyadaki başkanlık sistemleri incelenecek, en iyileri alınacak ve bundan bir “kolaj” oluşturulup, sisteme oturtulacak.
Vaktiyle bir roman yazarı, bilinen yedi tekniği de kullanarak bir roman yazmış ve kendisine dünya çapında ün getireceğini sanmıştı, ama roman yerine ortaya bir metin bile çıkmamıştı.
Dünyanın aklı yok mu da, kendileri de aynı şekilde bir “başkanlık” sistemini oradan buradan tırtıklayıp en iyi bölümlerini almayı düşünemediler?
Başkanlık sisteminin ne olduğu ortada. Dünya'da monarşi ile yürütülen çoğu ülkede başkanlık sistemi demokrasiye pamuk ipliğiyle bağlıdır.
Başbakan Erdoğan, Brunei dönüşü şöyle diyor uçakta: “Ben illa ABD sistemi olsun demiyorum. Öyle çalışalım ki Türk sistemi olsun. Çok farklı sistemlerin bize faydalı yanlarını alalım, kültürel ve toplumsal yapı farklılığı nedeniyle uygulayamayacağımız yanlarını ayıklayalım. Katılımcı karar alma sistemi oluşturalım, tartışalım.”
Kulağa hoş geliyor, ama kazın ayağı hiç de öyle değil.
Bu arada önemli bir noktaya değinmekte yarar var: Başkanlık sistemi ile diktatörlük arasında ne gibi bir fark var, bunun net çizgilerle ortaya konması gerek. Zira başkanlık sistemiyle yönetildiği iddasında bulunan birçok ülkede diktatörlük hakim durumda.
Başkanlık sistemiyle parlamenter sistemle elde edilen birtakım özgürlüklerin ortadan kalkması tehlikesine karşı ne gibi önlemler alınacağı da merak konusu.
Yürütmenin tek kişinin elinde olmasının doğuracağı sakıncalar ne tür önlemlerle bertaraf edilecek? Bunun yanıtı da yok. Dünyada yok zaten. Dünyada olan, İrlanda veya Portekiz’de olduğu gibi, sembolik başkanlık sistemidir ki, Tayyip Erdoğan’ın asla kabul etmeyeceği sistem de budur. Başbakan Erdoğan için en uygun başkanlık sistemi Güney Afrika, Botswana gibi ülkelerde uygulanan güçlü devlet başkanı yönetimidir.
Büyükşehir yasasının da aslında başkanlık sisteminin bir alt yapısını oluşturmak için hazırlandığı ortada. 14 Büyükşehir’den 29’a çıkartılan bu yasayla, belediyelerin yetkileri il sınırına kadar uzanacak. ABD’deki sistemden kopyalanmaya çalışılan bir bölüm de yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması ve bir çeşit eyalet sistemine geçilmesi. Bir çeşit Japonya’nın da uyguladığı sistemdir bu.
Yeniden sorularımıza dönersek: Uygulanması düşünülen “yerli tip”başkanlık sisteminde, halk tarafından seçilen “başkan” ayrıca bir başka kurul tarafından göreve atanacak mı? Yine bizim yerli malı başkanlık sistemimizde yasama meclisi ile başkanlık birbirini denetleyecek mi, yoksa başkan denetlenemeyecek mi? Kuvvetler ayrılığı sisteminin akibeti ne olacak? Kuvvetli başkanlık sistemi kuvvetler ayrılığı ilkesini zedelemeyecek mi? Kendisini seçen halkın isteği politikaları uygulamayı reddeden bir başkan görevden nasıl alınacak?
Her şeyden önce başkanlık sistemi, yürütmenin tamamen sistem olarak değişmesi anlamına geliyor. Bu ise parlamenter sistemdeki tüm hamlelerin yeniden atılması demek. Yukarıda sorulan tüm soruların da cevaplanmasını gerektiriyor. Bu sorular yanıtlanmadığı sürece, başkanlık sisteminin monarşiye dönüşmesi bir pamuk ipliğine bağlı. İkisi arasındaki farkı dengeleyen ise, başkanı kontrol edecek mekanizmalardan oluşuyor.
Başkanlık sisteminin her aşamada bir diktatörlüğe dönüşme riski var. Hatta, hemen tüm başkanlık sistemlerinin sonunda mutlaka diktatörlüğe dönüştüğüne yönelik hipotezler de mevcut.
Kimi gözlemcilere göre, başkanlık sistemi uygulayan tüm ülkelerde istikrarlı bir demokrasi yaratmadığıdır.
Başkanlık sistemiyle yönetilen Afganistan, Filipinler, Surinam, Tanzanya, Uganda, Zambiya, Sri Lanka, Sudan, Kenya gibi ülkelerde demokrasinin ve özgürlüklerin ne derece geniş tutulduğunu gözlemek yeterli ipuçları verebilir.
Türkiye’nin başkanlık sistemine doğru gittiği şu günlerde; elin oğlu aptal mı da kendine göre dünyada uygulanan sistemlerden “yerli” bir sistem oluşturmuyor? Bunun mümkünlüğü sizce ne kadardır.
Bence yok.
Mümtaz İdil
Odatv.com

12.11.2012 16:22

8 Kasım 2012 Perşembe

Mümtaz İdil: Şemdin Sakık olayının perde arkası

Bir hükümet düşünün ki, Sözcü gazetesinin manşetinde olduğu gibi, PKK tanık TSK sanık…
Nereden çıktı şimdi Şemdin Sakık’ın adını gizlemekten vazgeçip de canlı tanık olarak dinlenmesi?
Elbette hükümet için bu tam bir “darbe” oldu. Bunu Adalet Bakanı bilmiyor muydu, biliyordu. Başbakan bilmiyor muydu, biliyordu.
Ama bir anda Şemdin Sakık çıkıp, kendi adıyla ifade vermeye başladı, ortalık karıştı.
Bir hükümet düşünün ki, PKK’nın bir zamanlar ikinci adamı olan Şemdin Sakık’ı askerleri yargılamak için gizli tanık olarak kabul ediyor.
Derken adam kendini ifşa ediyor.
Neden?
Hiç düşündünüz mü, neden?
Nedenini söyleyeyim: Hani anımsarsınız, Başbakan Erdoğan Pensilvanya’ya seslenmiş ve oradaki zata, sizi bekliyoruz, demişti. Oradaki zat da, “koşullar henüz oluşmadı” diyerek reddetmişti.
Şimdi iki taraf birbirine düştü. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ne zaman Cumhurbaşkanlığı gündeme gelse ya darbe olur ya da istenilen kişi seçilir. 
Bana rağmen olamazsın mesajı geldi okyanus ötesinden.
Sana rağmen olurum mesajı gitti buradan.
O zaman, dedi okyanus ötesi, kalk kalkabilirsen bunun ardından: Şemdin Sakık kimliğini açıklayarak ifade vereceğini söyledi.
Mahkeme kabul etmeyebilirdi, ama etti. Sizce niye?
Yargı hala okyanus ötesinde de ondan.
Kılıçlar çekildi.
TSK tabii ki suçlanacak, çünkü 33 vatandaşın öldürülmesini hala açıklayamıyor.
Hükümet de 33 kaçakçının öldürülmesini açıklayamıyor.
İkisinin de elinde kozlar var, ama birbirlerine düşerlerse ortalık yangın yerine dönecek.
Okyanus ötesi Hakan Fidan’ı ifadeye çağırdı ve gövde gösterisi yaptı. Başbakan, bu ülkeyi ben yönetiyorum dedi ve kişiye özel yasa çıkardı.
Burun buruna geldiler.
Bu ülkeyi muhalefetin falan kurtaracağı yok, sonunda AKP’nin amitoz bölünmesi kurtaracaktır. 
Yazıklar olsun, ne diyeyim.
Şemdin Sakık’ı tanık gösterip de, Eski Genel Kurmay Başkanı’nı tutuklayan bir ülke, herhalde dünyada ilk.
Ne İRA yaptı bunu ne Bask milliyetçileri ne de Sirilanka’daki Tamir Kaplanları…
Oslo’da görüş, tamam da, Şemdin Sakık’ı da gizli tanık yapma, ne olursun.

Mümtaz İdil
Odatv.com

08.11.2012 15:50

30 Ekim 2012 Salı

Kılıçdaroğlu Yeltsin gibiydi

22 Ocak 1905’te Çarlık Rusyasında, dünkü 29 Ekim kutlamaları kadar masum bir istekle halk Çar II.Nikola’nın kışlık sarayına bir dilekçe sunmak üzere barışçı bir yürüyüş yapmışlardı. Yürüyüşü Gabon adında bir papaz yönetiyordu. Çarın işgüzar askerleri elinde bayrak ve isteklerini anlatan afişlerden başka hiçbir silahı bulunmayan kalabalığa ateş etti ve bine yakın insanın ölmesine neden oldu.
Benzeri bir olaydı sanki dünkü 29 Ekim yürüyüşü. Faşizm yine faşizmdi ve Ankara’da açıkça yüzünü gösterdi. Çoluk çocuk, genç yaşlı demeden kalabalığın üzerine gaz bombası, biber gazı ve tazyikli su sıktı. Silah kullanılmasına izin verilseydi, hiç düşünmeden mermi de sıkarlardı halkın üzerine, kuşkunuz olmasın.
 
Ankara valiliği baktı ki olay çıkacak kehaneti gerçekleşmedi, kendi olay çıkardı.
KEMAL KIÇDAROĞLU YELTSİN GİBİYDİ
Ama bu kez sert kayaya çarptılar. Kalabalık dağılmadı, CHP milletvekilleri yürekliydi ve özellikle de Kemal Kılıçdaroğlu dört dörtlük bir toplum mühendisliği yaptı. Barikatların üzerine çıkarken, bir zamanlar Boris Yeltsin’in tank üzerine çıkışı kadar gerçekçi ve içtendi.
Bazı köşe yazarları, Cumhuriyet yürüyüşüne katılan insanları ısrarla“Kemalist” olarak niteliyor ve sanki uzaydan gelmiş başka bir kesim olarak görüyor, üstelik kamplaşmayı da körüklüyorlar.
Dün 29 Ekim Cumhuriyet yürüyüşüne katılanları Kemalistler olarak adlandırmak en azından hafiflik, yürüyüşü ucuzlatmaya yöneliktir. Dün halk cumhuriyetine sahip çıkmak için sokaklardaydı. Anıtkabir’e kadar yürümek de “Kemalistlik” ile açıklanamaz.
Yürüyüşü güya destekler ve alkışlar gibi yapıp, böylesine yaftalamalarla küçük düşürmeye çalışmak da bir mücadele yöntemi elbette.
CHP’NİN EN BÜYÜK MUHALEFETİ
CHP, belki de en büyük muhalefetini dünkü yürüyüşte yaptı. Her ne kadar bazı gazeteler inatla görmezden geldilerse de, çoğu bu artık kilometre taşı olarak nitelenecek yürüyüşü vermek zorunda kaldı.
Ulus meydanına geldiğimizde yeterince kalabalık görememek çoğumuzun moralini bozdu, ama biz biraz erken gitmiştik. Sonra, Birinci Meclis’e giden yolu polislerin demir koruganlarla, panzerlerle ve polis arabalarıyla tıkadığını gördük. O yöne yapılacak güçlü bir yürüyüşün bile kolay kolay barikatı aşamayacağı, üstelik bunu sevgili polisimizin gaz bombası, biber gazı ve tazyikli su ile “taçlandıracağı” için işin daha da zor olduğu görülüyordu.
Ama olmadı, bekledikleri gibi çıkmadı. Tüm engellere rağmen barikat aşıldı ve yürüyüşe başlandı. Evet, bunda CHP’nin kenetlenmesi ve yetmiş milletvekili ile orada olması sebep olmuştu. Karşıda polis barikatı vardı, ama bu tarafta da yetmiş milletvekilinden oluşan bir barikat söz konusuydu.
Baştan beridir de bunu söylüyordum, hep söyledim. Bir parti, tek bir organ gibi hareket etmeli. Fazıl Say duruşmasında da aynı kararlılığı göstermeleri gerekti. Şimdi önlerinde Odatv davası var ve o davada da kenetlenmiş olarak orada hazır bulunurlarsa, şikayet ettikleri bir çok konunun pamuk ipliğine bağlı olduğunu da görecekler.
ANITKABİR’E BARİKAT
Ardından Anıtkabir’e yürüyüş başladı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan polisi suçlayıp, “barikatların kaldırılması emrini ben vermedim,” diye yırtına dursun, kimi televizyonlar Anıtkabir’de barikat bulunmadığından yakınır gibiydiler.
Barikat yıkılıp da ardından CHP’nin otobüsleri birinci meslis önünden Anıtkabir’e doğru coşkuyla hareket ettiğinde, artık herkes için yol açıktı.
CHP grup başkanvekili Emine Ülker Tarhan, Anıtkabir resmi kayıtlarından aldığı kalabalık sayısını söylüyordu: 1 milyon 300 bin…
CHP katılmasaydı eğer, polis olayları daha da büyütecek ve halka coplarla da saldırmaya kalkışacaktı, ama karşısında 70 milletvekilini görünce onlar da panikledi ve ne yapacağını şaşırdı.
Ve muhalefet, daha doğrusu CHP uyandı, nasıl muhalefet yapılması gerektiğini anladı; ki Başbakan Erdoğan, “geçen 29 Ekim’de Sn. Kılıçdaroğlu yanımdaydı, yine öyle olmalıydı,” diye istediği muhalefeti göreve çağırdı.
Ama o yaydan çıktı artık. Umarım hedefine varmak için uzun süre havada kalır.
CHP İLE GURUR DUYDUM
Dün CHP’li milletvekilleri ve tüm CHP’lilerle neredeyse ilk kez bu kadar gurur duydum, Kılıçdaroğlu’nu böylesine kararlı gördüm ve umutlandım.
İçim ısındı.
Muhalefetin nasıl yapılması gerektiğini biri kulağına fısıldamış olmalı ya da artık bıçak kemiğe dayandı ve Kılıçdaroğlu da sesini yükseltmesinin zamanı geldiğin ve bir parti disipliniyle hareket etmenin partisine ve Türkiye’ye bir şeyler kazandırabileceğini gördü.
Dün yalnızca 29 Ekim kutlaması değildi, dün bir milattı. Artık herşeyin AKP için güllük gülistanlık olmadığının bir göstergesiydi, bir gövde gösterisiydi.
Ama dikkat etmek de gerek. Bu tür hareketler provakasyona çok açıktır ve daha da önemlisi küçümsenmeye de açıktır.
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Mümtaz İdil
Odatv.com

30.10.2012 11:11

25 Ekim 2012 Perşembe

Şimdi değilse ne zaman olacaksınız

Bir ülkenin kurtuluş bayramı, birkaç bürokrat tarafından engellenemez. Fransa 14 Temmuz'u, ABD 4 Temmuz'u hala kutluyorsa, ben de 29 Ekim'i kutlayacağım elbette... Ama bunu ben anlatmayacağım, bunu Atatürk'ün kurduğu partinin lideri anlatacak.
Parti içinden çatlak ses gibi çıkan Muharrem İnce, Emine Ülker Tarhan, Umut Oran, Gürsel Tekin gibi milletvekillerinin demeç vermesi yetmez. Genel Başkan verecek Ankara valisine yanıtı. İstanbul'a gidecekken, herhalde durumu kavramış olacak ki Kılıçdaroğlu, 29 Ekim'de Ulus'ta olacağını açıklamış. Yetmez! 29 Ekim gününe kadar her gün bu konuda konuşmalı ve ortalığı kabusa çevirmelidir.
Danışmanlarından M.Çakmak her Allah'ın günü çeşitli internet sitelerinde Fetullah Gülen'e methiyeler yazarken, 29 Ekim konusunun bu danışmanlarca gündeme getirileceğini zaten beklemiyordum. Ama bir beklentim vardı. Bu kez AKP mızrağını oldukça ileriye fırlattı ve sonucunu bekledi. Cevap halktan geldi, Cumhuriyet Bayramı'nı kutlayacağını haykıran yüz binlerden, milyonlardan geldi. Ama Kemal Kılıçdaroğlu'ndan bu konuda cılız bir itiraz bile yükselmedi. Bu beni şaşırtıyor. Daha da ötesi, korkutuyor. Burada muhalefet yapmayacaksanız, bu da sizin önünüze konmuş altın değerinde bir muhalefet fırsatı değilse, ne zaman muhalefet yapacaksınız? Türkiye bölündükten sonra sakın ola ki eyalet valilerine kızmayın. Sizin eseriniz olacaktır onlar.
"Biz zamanında söylemiştik," demeyin sakın, çünkü söylemediniz. Ülkenin yaman bir taarruz altında olduğunu kabul etmeden, okyanus ötesine aracılarınızla selam göndermenin bu ülkeye zerre kadar yararı yok.
29 Ekim'de sizin Ulus'taki eski meclis önünde olmanız yetmez, tüm milletvekilleriyle birlikte orada olmanız gerek. Bu, ait olduğunuz partinin kurucusuna saygınızı gösterebileceğiniz son duraktır, böyle biline. Çünkü orada, dokunulmazlığı olmayan yüz binlerce vatandaş hazır olacaktır. AKP bu kitlesel hareket sonunda bir adım geri çekilecektir, ama inanın yeniden ve çok daha vahşice saldıracak ve Cumhuriyet kazanımlarını tek tek yok etmeye devam edecektir. Buna engel olacak tek kurum elbette siz değilsiniz, ama buna en yakın olan sizsiniz. Sakın ama sakın şunu yapıp da arkasına sığınmayın:
Ülkenin çeşitli yerlerinde kutlanacak olan 29 Ekim bayramı etkinliklerine CHP'li milletvekilleri katılacaktır... Bundan daha büyük bir aldatmaca olamaz. Böl-yönet taktiğinin iç uygulamasıdır bu.
29 Ekim bu ülkenin en büyük bayramıdır, ki Kenan Evren adındaki faşist generalin bile gücü yetmemiştir bu bayramı kaldırmaya. Bu ülkenin dinamikleri buna izin vermez, ama sizin de bu ülkenin dinamiklerine öncü olmanız gerekir.
Sizden son kez bir ricam olacak Sayın Kılıçdaroğlu: AKP'ye muhalefet edemiyorsanız, hiç olmazsa kendinize muhalefet edin. O zaman işte güdümlenmemiş bir muhalefetin olduğuna halkı inandırabilirsiniz. Ben elime bayrağımı alıp, cebime limonumu koyup Ulus'ta olacağım ve sizi de davet ediyorum.
Aslolan sizin beni davet etmenizdi, ama geç kaldınız.

Mümtaz İdil
Odatv.com

25.10.2012 10:42

24 Ekim 2012 Çarşamba

Ben artık düşünemiyorum

Düşünebiliyor musunuz, Kurban Bayramı nedeniyle sokaklarda hayvan boğazlamak serbest, İlk Meclis binasının önünde bayrak açmak yasak.
Düşünebiliyor musunuz, 29 Ekim kutlamalarını cumhuriyet balolarıyla kutlayan bu toplum süt dökmüş kedi gibi.
Düşünebiliyor musunuz, kırk yıldır kitaplarını su gibi okuduğum, "Fikrimin İnce Gülü" nü aradığım Adalet Ağaoğlu meğerse yazar bile değilmiş.
Düşünebiliyor musunuz, on yıldır bu ülkenin altı oyulurken payandalık görevini layıkıyla yerine getirip de ansızın işsiz kalan meslektaşlarım meğer ne kadar onurluymuş(!).
Düşünebiliyor musunuz, Kemalizm diye Mustafa Kemal Atatürk'ü sulandıran bir yığın geri zekalı sivil toplum örgütü bu yöntemin hiç de iyi bir yöntem olmadığını yeni anladı.
Düşünebiliyor musunuz, Atatürk; Sümerbank, Etibank, Beykoz kundura fabrikası, Hıfzısıhha, Numune hastaneleri, üniversiteler, yargı sistemi, ordu ve benzeri bir çok şeyi gerçekleştirmesine rağmen, bugün Mussolini muamelesi görüyor.
Düşünebiliyor musunuz, bedelini Barış Pehlivan, Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, Müyesser Yıldız, Sait Çakır, Coşkun Musluk gibi insanların ödediği medya dünyasında birileri çıkıp da "yanlış yaptık" diyebiliyor.
Düşünebiliyor musunuz,  basın dünyasından 61 kişiyi (aslı daha çok) hapse atan ülkem dünya sıralamasında bir numaraya yükseliyor.
Düşünebiliyor musunuz, bu ülkenin futbol milli takımı Macaristan gibi dünya sıralamasında sonuncu sıralarda olan bir takımla oynadığı maçtan 3 farklı skorla yenik ayrılıyor ve utanmıyor.
Düşünebiliyor musunuz, hükümet YSK ile ilgili bir yasa tasarısı hazırlıyor ve bunu ana muhalefet partisi kimseye duyurmuyor.
Düşünebiliyor musunuz, yerel yönetimler yasası gündeme geliyor ve kimse kılını bile kıpırdatmıyor.
Düşünebiliyor musunuz, ülke kılık değiştiriyor ve ulusal medya eşi olmadan düğün yapan kızı manşetlerine taşıyor.
Düşünebiliyor musunuz, aynı anda bayrak asmak yasaklanıyor.
Düşünebiliyor musunuz, Başbakan kendi inancı dışında olanlara veryansın ediyor.
Düşünebiliyor musunuz, biri televizyonlarda ötüyor: "Yargıya güvenmek gerek." Yargı en üst sınırdan daktilo yazan bayanı bile mahkum ediyor.
Dünyanın neresinde var böyle bir tablo? Bu Salvador Dali'nin, Picasso'nun gerçeküstü tablolarından bile daha gerçeküstü.
Düşünebiliyor musunuz, ülkemizi ziyaret eden bir yabancı tecavüze uğruyor, derdini anlatamıyor ve gururuna yediremeyip intihar ediyor.
Düşünebiliyor musunuz, kurban kesen vatandaş kurbanın kanını oğlunun alnına sürüyor ve onun "vicdanlı" bir insan olmasını bekliyor.
Düşünebiliyor musunuz, herkes köşeyi dönmeye çalışıyor ama köşelerin tutulduğunun farkına bile varamıyor.
Düşünebiliyor musunuz, Aziz Yıldırım tutuklanıyor ve ülke ayağa kalkıyor, İlker Başbuğ tutuklanıyor ve normal karşılanıyor.
Düşünebiliyor musunuz, bu ülkenin yetiştirdiği en büyük sanatsal değerlerden biri yargılanıyor ve üç yüz kişi ancak toplanabiliyor.
Düşünebiliyor musunuz...
Ben artık düşünemiyorum.

Mümtaz İdil
Odatv.com


24.10.2012 00:08

16 Ekim 2012 Salı

Mümtaz İdil: Bu ülkeyi anarşistler kurtaracak

MHP sıkıntılı. Parti kendini AKP’nin payandası gibi mi görüyor? Devlet Bahçeli bir Numan Kurtulmuş olma fırsatını mı kaçırdı? MHP’nin, artık neredeyse ayrı görüşleri paylaştığı AKP tarafından ilhakı mı söz konusu?
Kafamı sürekli meşgul eden sorulardan biri bu.
MHP’nin önde gelenlerinin savunması, AKP’in elinde hala birtakım kasetler bulunduğu iddialarına ilişkin... Doğal olarak da MHP, AKP’nin olası bir “şantajı” ile karşı karşıya olduğu söyleniyor…
Olabilir de, olmayabilir de.
Ama bence bu doğru değil. Eğer bir partiysen, bütün “şantaj” ihtimallerini, koşullarını yok edersin, senin ardından gelen bayrağı alır ve yürür. Sonuçta, kişilerin özel hayatını şantaj malzemesi olarak kullananlar da “k.ç üstü” oturur.
Bu kadar basittir bu. Eğer koltuk sevdan yoksa.
Ya da Deniz Baykal gibi, Okyanus ötesine bir selam gönderir, biat ettiğini bildirirsin.
Ama işin içinde bence daha farklı bir durum var, olmalı.
Numan Kurtulmuş, lideri olduğu HAS Parti’den ayrılıp da AKP’ye ilhak olduğunda, MHP lideri bir fırsatı kaçırmış oluyordu. Aslında plan, MHP lideri Bahçeli’nin başbakan, Erdoğan’ın da cumhurbaşkanı olmasıydı. Buna Devlet Bahçeli ayak sürüdü. Erdoğan ise Devlet Bahçeli’nin tüm “uysallığına” rağmen, kontrolü her zaman elinde tutamayacağı bir lider olduğundan hareketle tüm cazip yanlarına rağmen MHP tabanını AKP içinde eritemeyeceğini farketti. Başarabilse, AKP’nin 2023’ü rahatlıkla görebileceğini de hesaplayabiliyordu.
Cılız bir CHP muhalefeti, BDP’in oynadığı oyunların “milliyetçi” kanadı aşamayacağı hesaplarıyla, AKP tamamen aletranifsiz bir parti durumuna gelecekti.
Güney Amerika’nın Nobel Ödüllü yazarı Miguel Asturias’ın “Yeşil Papa” romanında, ABD’nin bir muz cumhuriyeti olan Guatemala’yı ilhak etme girişimi anlatılır. Romanın kahramanı Geo Maker Thompson’un ağzından anlatılan ilhak hikayesi, kıl payı rastlantılar sonucu gerçekleşmez. Ama Guatemala sonuçta bir Amerikan sömürgesi gibi yönetilmeye başlanır.
MHP’nin durumu da tıpkı Asturias’ın romanındaki Guatemala gibidir. HAS Parti gibi tamamen ele geçirilmiş değildir, ama ipler Tayyip Erdoğan’ın elindedir, Devlet Bahçeli’nin değil.
Sonuçta, MHP ne yapacağını bilemeyen bir parti durumuna gelmiştir. Parti sözcüsü Oktay Vural’ın ABD ile bağlantıları da artık partinin ayakta kalmasına, umut olmasına yetmemektedir.
Eski siyasetçilerden biri, “MHP’nin eski günlerini arıyorum,” demişti. “Bir zamanlar solculara sokakları dar eden MHP ve Ülkücü gençlik, şimdilerde sus-pus oturmuş, olayları izlemekte. Tek intikam araçları solcular mıydı?”
Haksız sayılmaz. MHP gibi son derece hareketli ve anarşist bir parti ve onun bıçkın üyeleri, AKP’nin iktidar olması ve ona koşut Devlet Bahçeli’nin MHP’nin başına geçmesiyle süt liman olmuş durumdalar.
Gerçi bu AKP iktidara gelmeden önce de böyleydi. Devlet Bahçeli, Ülkü Ocakları hareketini kontrol altına almış, hatta bir anlamda yerle yeksan etmişti. AKP’nin sürdürdüğü “din” faktörünü kendisinin de kullanabileceğini hesap ederek, iktidara yürümeyi hedeflemişti. Buna tabii ki bir de milliyetçilik maskesini giydirmişti. Hem Türkçülük ön planda tutulacak ve sınırlar korunacaktı, hem de din elden gidiyor feryatları atılacaktı.
Oysa misak-ı milli sınırları AKP’nin umuru bile değildi. Hakkari Türkiye sınırları içinde olmuş veya olmamış, önemli değildi. Artık, “orda bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür,” teraneleri bir anlam ifade etmiyordu. Hakkari Türkiye sınırları içinde olmasa da olurdu.
MHP’nin bir türlü siyasi çemberine alamadığı bu yaklaşımdı. Kayserili bir vatandaşın Hakkari ile ilgisi yoktu, ama MHP de, CHP de bunun farkına varmamakta direniyor, küçük çocukların coğrafya atlasında sınırlarımı ölçmesi gibi bir yaklaşımla, sınırlarından bir adım geri çekilmemesi üzerine politika üretiyordu.
AKP akıllı davrandı ve gezmediği, görmediği toprakların kendisine ait olmadığına karar verdi. Mustafa Kemal Atatürk’ün çizdiği sınırların artık geçerli olamayacağına karar verdi. Buna tüm Atatürkçüler, ulusalcılar karşı çıktı, çıkıyor.
Ama bu “ip atmakla” olmuyor. MHP bunu anlayamadı. Ülkenin her bir köşesinin aynı ağırlıkta olduğunu da CHP anlayamadı.
Türkiye, batısındaki tüm zenginliği doğusundaki yoksulluğa ve savaşa harcadı.
Her birimizin cebindeki üç kuruşun bir kuruşunu çaldı. Çocuklarımıza harcayacağımız paraları sınırları güya korumak adına çarçur etti. Değişen bir şey olmadı.
Ulusalcılar (yurtseverler demiyorum), ne olursa olsun toprak bizimdir anlayışıyla yaklaştılar. Kendileri sütün kaymağını yediler, sütün suyla harmanlanmışını diğer insanlara sundular.
AKP ne zaman sıkışsa MHP yardımına koştu.
AKP ne zaman sıkışsa CHP de yardımına koştu.
Aristo mantığına göre, AKP hep doğruyu yaptı.
Ama Türkiye şunu anladı: Bu ülkenin gerçekten yurtseverleri vardı ve bunların CHP veya MHP ile uzaktan yakından ilişkileri yoktu.
Şuna yürekten inanıyorum ki, bu ülkeyi anarşistler kurtaracaktır. Ne CHP ne de MHP… AKP zaten uzatmaları oynuyor.

Mümtaz İdil
Odatv.com

16.10.2012 22:26

14 Ekim 2012 Pazar

Mümtaz İdil: Soner Yalçın nerede, nasıl davranırdı

Kimse “bayram değil, seyran değil” demesin. İki hafta sonra bayram. Bu yazı ise asla bir bayram yazısı değil. Bir anı, bir iç ezilmesi, bir sıkıntı, bir isyan…
Soner Yalçın ile dostluğum yirmi yıl öncesine dayanır. Aynı gazetede çalıştık. Birlikte yazı kurulu toplantılarına katıldık. Hikmet Çiçek ve Doğan Yurdakul da vardı o sıralar çemberin içinde.
Doğan Yurdakul ile daha yakındık, zira onunla hem daha uzun süre çalıştık hem de aynı katta haberlere birlikte bakar, bir yığın da komik şeyler üretirdik. Hasan Uysal da bizleydi.
Soner Yalçın kendini göstermeyi hiç sevmeyen kimliğiyle aramızda ayrı bir saygınlığa ve sevgiye sahipti. Her zaman çok sakin ve kontrollüydü. Kendinden söz etmeyi sevmez, genel konulardan, ders vermeden konuşmaya çalışırdı.
Bir gün Doğan Yurdakul ile birlikte “Reis” kitabını yazmaya karar verdiler. Müthiş hummalı bir çalışmaydı. Öteki yayınevinden çıkacaktı. Ben de elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyordum. Bölümleri okuyor, düzeltmeler yapıyor kimi zaman da aklım yettiğince müdahale ediyordum.
Soner ile Yurdakul kitabın teşekkür bölümüne benim de adımı (hem de en başa) yazmaya karar verdiler. Gereksiz olduğunu söylememe rağmen kararlılardı. Emek verdiğimi düşünüyorlardı. Sonra Soner’in önerisi geldi: “Seni editör olarak yazalım,” dedi. “Böylece teşekkürden de daha ağırlıklı olur ismin.” Yine aldırmadım.
Kitabın Öteki yayınevinden çıkan baskılarında gerçekten editör olarak ismim yayınlandı, ama yayınevi değişince tabii benim ismim oradan uçtu, gitti. Aldırmadım. Önemi yoktu benim için.
Kitabın basılmasına yakın baskı sayısı güdeme geldi. Öteki yayınevi ilk baskının beş bin olmasını istiyordu, ben ise on binden aşağı olmaz diye diretiyordum.
Öteki yayınevi beş bin bastı. Neredeyse bir günde kitap tükendi. Yayınevi hemen, bu kez on bin baskıya girişti. Yaptı mı, yapamadı mı, takip edemedim. Ama kitap çok ilgi gördü.
Sonra Soner İstanbul’a gitti ve ilişkimiz de kalmadı. Telefon ile bile görüşmedik yıllar boyu. Ne zamanki ben Etkin yayınevinde biyografi romanları serisinin başına geçtim ve ilk üç kitabımız Caligula, Rasputin, Kanuni çıktı, Soner’i telefonla aradım. O sıralarda Cüneyt Özdemir ile birlikte 5N1K’yı yürütüyorlardı.
Bir arkadaşı geldi ve Kanuni kitabının yazarı Erdem Anılan ve benimle bir söyleşi yaptı. Soner’in desteği çok büyük yarar sağladı ve bir anda insanlar biyografik romanlar yazan bir yayınevinin farkına vardılar.
Yine aradan yıllar geçti. Bu kez rastlantı olarak Odatv ile karşılaştım. Soner’in sitenin sahibi olduğunu biri söylemişti bana yanlış anımsamıyorsam. Cep telefonu numarası aynı olduğundan, hemen telefon ettim. Doğan Yurdakul’un da onunla birlikte olduğundan haberim yoktu. Birlikte birçok kitap daha çıkarmışlardı, ama Odatv’de de birlikte çalıştıklarını bilmiyordum.
Soner hemen kabul etti yazı yazmamı. “Bizim kültür sanat muhabirimiz ol,” diyerekten destek verdi. İlk yazım ise kültür ve sanatla ilgisi olmayan bir yazıydı. Çok uzun bir yazı göndermiştim. İnternet sitelerinde uzun yazıların çok fazla okunmadığını da düşünmeden yazmıştım: Kansere karşı 1-0 öndeyim, başlığını taşıyordu yazım.
Siyasi bir yazıydı.
Soner sürekli destekledi yazılarımı. Arada bir konuşuyorduk, ama hepsi sitenin daha çok okunması için neler yapılacağı üzerineydi. Bilmediğim bir alan olduğu için uçuk-kaçık öneriler getiriyordum, ama Soner herzamanki serikanlılığıyla beni yatıştırıyordu. Örneğin, sitenin yorumcularının birbirleriyle haberleşmelerini sağlamak istiyordum. Olmaz, diyordu Soner. “Böyle bir şey yaparsak, sanki birilerini örgütlüyormuş gibi oluruz.”
Siteyi takip edenler bir araya gelip yemek yemek istiyorlardı. Bütün hepsinin mail adresi bizde olduğundan, bunu yapmak ancak Odatv yönetimi ile mümkündü. Soner buna da aynı gerekçeyle karşı durmuştu.
Yorumlarımız ve yorumcularımız Türkiye’nin gündemini belirleyecek kadar ciddi yazılar yazıyor ve belki de tüm Türkiye’nin en fazla yorum yazılan sitesi saygınlığını koruyorlardı. Tabii bu, sitenin düzenini bozmaya çalışan bazı “çıkıntılar”ca bombalanmaya, sabote edilmeye ve çarpıtılmaya başlandı. Bunları ayıklamak çok zor oluyordu. Hala da süren bir sıkıntıdır bu. Yorumları düzgün olan ve asla siteyi zor durumda bırakmayacak yorumlar yazan bazı kişilerin rumuzları veya isimleri kullanılarak yorumlar gönderiliyor ve eğer gözden kaçacak olursa, site için büyük sıkıntılar yaratıyordu.
Sorumlu yazı işleri müdürü durumundaki Barış Pehlivan sürekli emniyete ifadeye gitmek zorunda kalıyordu.
Soner Yalçın bu sıkıntıları da göğüslüyor, bizi sakinleştiriyor ve herşeyin normal yolda gitmesi için elinden geleni yapıyordu.
Antalya’da, başkanlığını Fazıl Say’ın yürüttüğü Piyano Festivali’nin açılışında biraz daha açık konuştuk. Sıkıntısı, Odatv’yi bir şekilde Ergenekon’a bulaştırmaya çalışmalarıydı. Bu nedenle yorumların ve yorumcuların çok daha dikkatli takip edilmesi ve onların bir örgüt gibi hareket etmek istemelerine karşı koymamız gerektiğini, bunu bir tuzak olduğunu söylemişti.
Hak vermiştim.
Ama benim hak vermem yetmemişti.
Üç ay sonra Ergenekon’dan içeri alındı. Hepimiz alındık…
Korktuğu başına gelmişti. Bekliyordu belki de… Yapmadık, ama yine de o “damgayı” yedik.
Artık Soner Yalçın’ın da bizler gibi tutuksuz yargılanmasını bekliyoruz. Umarım tutuklu olarak yargılandığı son duruşma olur 16 Kasım’daki.

Mümtaz İdil
Odatv.com

14.10.2012 17:08