7 Eylül 2014 Pazar

Robinson Crusoe ilk anarşisttir

Robinson Crusoe’yu ortaokul yıllarında okuduğumda, her çocuk gibi ben de bir adaya hapsolmak istedim.
Yıllar sonra yeniden okuduğumda, aslında Robinson Crusoe’nun ilk anarşist olduğunun da farkına vardım. Ta ki, Cuma ile karşılaşıncaya kadar. Cuma ile karşılaşıncaya kadar Robinson hem işçiydi, hem patrondu, hem tüm üretim araçlarına sahipti hem de üretim araçlarını kullanan kişiydi.
Anarşistlerin savunduğu her şeyi yapıyordu. Bireyin kendi sorumluluğunu bilerek kendi kendinin yöneticisi olması ve yönetici sınıfın bulunmaması.
Cuma ortaya çıkınca sihir bozuldu. Artık Robinson’un kullanacağı bir işçisi vardı, hatta kölesi vardı ve sömürebileceği tek kişi de olsa patronluk mertebesine yükselmişti. Anarşizm de böylelikle tarihe karışıyordu.
Sonra Cervantes’in Don Kişot’u girdi hayatıma. Bu romantik yaşlı adam mevcut düzenle savaşıyordu aklı sıra ama düşmanını yanlış seçmişti. Yel değirmenlerine saldırmakla düzeni asla değiştiremeyeceğini Sancho Panza biliyordu elbette, ama sistemin değişmemesi gerektiğinin de farkındaydı. Zira bütün açlığını Don Kişot karşılıyordu. Artık kapitalist sisteme geçmişti Don Kişot ve köpekbalıklarının sırtından geçinen asalak küçük balıklar gibi, Sancho Panza da sesini çıkarmıyordu.
Ta o zamanlardan mesaj veriliyordu, ama anlamamakta direniyorduk. Ortaklık ancak ortak menfaatler olduğunda devam edebiliyordu. Bunu AKP iktidarında fazlasıyla gördük, ama iş CHP kanadına geldiğinde, ortada bir yanlışlık vardı.
Ne dedi Kemal Kılıçdaroğlu? Demokrasi ortak düşüncelerin toplamıdır. Oysa biz demokrasiyi aykırı düşüncelerin hoşgörüyle karşılandığı bir yönetim biçimi olarak görmüştük. Böylelikle de demokrasinin kendine kertilmiş yeni bir tanımını öğrenmiş olduk.
Konuşmasının 53. dakikasının ardından yine ekledi Kılıçdaroğlu, “asacağım, keseceğim...” Bunun sosyal demokrat bir söylem olduğunu bilmem tekrarlamama gerek var mı? Gerçek surat ortaya çıkıyor ve kendini gösteriyor.
Baştan aşağı tüm Batı edebiyatını örnekleriyle burada sıralayabilirim. Adım adım gitmiş Batı entelektüelizmi. Her adımında insan hakları adına bir küçük taş koymuş ve büyük Fransız devrimine kadar gelmiş. Orada bir hava yaratılmış ama yetmemiş. 1848 ihtilali her şeyi yeniden revize etmiş. Durmamış, toplumsal talepler kıpırdanmaya başlamış, 1905’te Rus halkı Rahip Gapon önderliğinde masum bir istek için Çar’a koşmuş, Çar II.Nikola halkını kurşunlatmış, ardından da 1917 devrimi gelmiş. Üstelik de dünya tam da bir savaşın içindeyken.
Komünizm bir devlet biçimi olarak varlığını gösterirken, 2. Dünya Savaşı patlak vermiş. Yirmi milyon insanını kaybetmiş komünist Rusya. Tam ayakları üzerinde duracakken, perestroyka ve glasnost oyunlarıyla bir anda Batı emperyalizminin kucağına düşmüş. Komünizm filan derken de kapitalist bir ülke haline gelmiş.
Bütün bunlar yaşanırken, benim “zavallı yoksul ülkem”, 1950’lerden başlamak üzere sağ eğilimli hükümetlerin yönetimine terk edilmiş. Komünizmi birinci, irticayı ikinci tehdit olarak gören, bu tehlikelerle mücadele üzerine yetiştirilmiş askerler, komünizm tehlikesi ortadan kalkınca, irtica ile mücadeleyi birinci vazife edinmişler. Vatanı akılları sıra koruyacaklarını düşünerek, irtica hareketinin sakalla, çarşafla, türbanla sınırlı olduğunu sanmışlar. Olmadığını da acı biçimde öğrendiler.
Daniel de Foe’nun ya da Cervantes’in romanlarında bireyin toplum karşısındaki zaafları ele alınmadığı için onların anlattığı dünya farklı. Orada toplum yok, birey var. Bireyler toplumu oluşturdukları ölçüde toplumsal ilerlemeden söz edilebilir. Aksi durumda, bugün yaşadığımız türden bir güruh ile karşı karşıya kalırız ve bu güruh toplumun biçimlenmesine en ufak katkıda bulunamaz.
Tolstoy Anna Karenina veya Savaş ve Barış nehir romanlarını yazarken aklındaki tek önemli şey bireylerin toplum karşısındaki sorumluluklarıydı. Dev romanlar insani zayıflıklar üzerine oturtulmuştu. Dostoyevski ise bunun toplumsal bir kaçış değil, insani bir zayıflık olduğunu vurguluyordu. Turgenyev ise boşvermişlik. Hepsi bu dünyanın daha iyi olması için bireylerin iyi olması konusunda birleşiyordu ki, bu da bir çeşit anarşizmdi.
Sonunda 2. Dünya Savaşı’nın ardından patlak veren “boşvermişlik”, Jean Paul Sartre, Albert Camus, Simon Beauvoir gibi varoluşçu yazarları ortaya çıkardı. Birey önemliydi ve toplumu onlar oluşturuyordu. Bu dünyada eğer bir takım egemen güçler kendi çıkarları için toplumu yönlendiriyorsa, burada bir eksiklik, yanlışlık vardı.
Tutmadı. Vahşi kapitalizm hiçbir şeyi dinlemeden tüm ağırlığıyla dünyayı ezmeye devam etti ve bugünlere geldik.
Kimsenin de umurunda olmadı.
Yeni yazarlar yetişmedi, yeni düşünceler üretilmedi. Proleterya denilen örgütlü işçi sınıfı falan da ortalıkta kalmadı.
Dünya, bir atımlık barut olarak düşünülmeye başlandı ve buna “dini bütün” kesim dahil edilmedi. Onlara bir sonraki hayat vaadedildi.
Şu anda bulunduğumuz nokta da aynen budur. İleriye yönelik tüm umutlarımızın tüketildiği noktadayız, ama birer birey olarak mücadele etmeye çalışıyoruz. Örgütlenmenin elli yıldır kafamıza kakıldığı şekilde yanlış ve yasak olduğunu düşünüp, tek tek mücadelemizi sürdürmeye çalışıyoruz.
Yanlış da tam bu noktada bizi yakalıyor işte.

Mümtaz İdil
Odatv.com
07.09.2014 13:56

13 Mart 2014 Perşembe

Küçük Prens

Ey açgözlü güruhla, muktedirin 
çevresini saranlar!
Özgürlüğün, insanlığın, onurun cellatlığını yapanlar.
Kanun gölgesinde sinsice bekleşirken sanırsınız ki,
Karşınızda adalet yok, hak hep sussun istersiniz!


Mihail Yuryeviç Lermontov (Şairin Ölümü)


Berkin Elvan öldürüldü. Aşağılık birinin hedef gözeterek attığı gaz kapsülüyle yere yığıldı kaldı. Lermontov’un Puşkin için yazdığı şiirdeki gibi, “onurun esiri olarak” öldürüldü. Artık mağrur başı önüne düşmüş durumda. Katilinin asla bulunamayacağını o da biliyordu, küçücük yüreği kaldıramadı aldığı yarayı.
Berkin Elvan öldürüldü, bu ayıp milyonlarca dolarlarınızdan, ses kayıtlarından, ihale fesatlarından... Ne bileyim, tüm ayıplardan ötedir artık. 14 yaşında bir yavrunun kanı var “destan yazanların” ellerinde, suratlarında.
Gördü mü acaba muktedirler, küçücük yavrunun kağıttan yaptığı uyduruk uçurtmasıyla kapının önünde koşturduğunu. Uçmuyordu o uçurma Berkin, sen koşuyordun, ama o peşinden yerlerde sürükleniyordu sevgili yavrum. Dolar filan bağlı değildi kuyruğuna, uçmuyordu. Kimse sana söylemedi uçurtmanın uçamadığını, sen uçuyormuş gibi koştun hayallerine koşarcasına.
Duygusallığa yer yok Berkin, sevgili yavrum. Artık bizim duygusallıklarımı duyamayacak kadar uzaktasın ve biz bunun hesabını sormakla yükümlüyüz. Bu ülke sınırlarında yaşayan herkes bunun hesabını sormak veya vermek zorunda.
Gördün mü Berkin, senin uyanman için kapında nöbet bekleyenleri polisler kovaladı, gözaltına aldı, tartakladı. 16 kiloya düşmüş bedeninden bile ürktüler, “ya uyanırsa” dediler. Sanki uyansan katilini göstereceksin sandılar. Senden bile korktular Berkin, cılız vücudundan, koynuna düşmüş o sevilesi başından, kapkara gözlerinden korktular.
Korku öyle bir sardı ki muktedirleri Berkin, artık senin simgeleşmenden bile ürküyorlar. Titriyorlar Berkin, inan bana titriyorlar. İnandıkları tüm değerleri yerle bir ettin bir anda. Ölümünle yeri doldurulamayacak bir intikam aldın onlardan.
Ali Derya, Mesut doğunca “hoş geldiniz bebekler” dedim onlara Berkin, ama sen ölünce içimi dehşetli bir korku kapladı. Onları ölümün beklemediğinden emin olamadığım korkusu sardı her yanımı. Korktum sen ölünce Berkin, dehşetli korktum. Yaşımdan utandım, yaşadığım yıllardan utandım ve küçücük bir bedeni ayağa kaldıramadığımızdan kahroldum.
Sözlerin artık bir anlamı yok Berkin, biliyorum. Yeni yaşına girdiğinde “biraz daha büyüdü, artık kalkacak yaşa geldi,” diye sevinmiştik bile. Şakası bile hoştu senin kalkacağın gün neler yapacağımızı anlatmanın. Ama olmadı, ölüm seni kör karanlıklarda değil, sabahın kör ışığında yakaladı.
Biliyor musun Berkin, bundan böyle resmin her tarafı süsleyecek. Bu, seni öldürenlerin bir saniye bile aklından çıkmayacağı kabus olacak. Hepimiz senin o melek yüzünü, koca gözlerini, kapkara kaşlarını yücelteceğiz, yüreğimize yerleştireceğiz. Yedi Haziran şehidi verdi gençlik, en genci, en habersizi, en oyun çağında olanı sendin Berkin ve sen sekizinci oldun. Cebine tabanca bile koyabilirlerdi bunlar Berkin, tutanak tutmuşlardı üzerinde bomba bulundu diye. Daha Jules Verne’i, Küçük Prens’i, Pollyanna’yı bile okumadan seni terör örgütü üyesi yapmışlardı. Uyansan sorguya çekeceklerdi, inan.
Seni öldürenler mutlaka hesap verecekler Berkin, bundan kuşkun olmasın. Mutlaka. Bugünlerde olmasa da yarınlarda ortaya çıkacaktır seni öldürenler. Yürekleri daralacaktır, çocuklarını sevemeyeceklerdir, aynaya baktıklarında çünkü sen onlara bakacaksın aynalarından Berkin, hep seni görecekler ve bir gün ölümü özlediklerini hissedecekler.
Böylesi bir kahır bekliyor onları, ama sen göremeyeceksin yazık ki.
Bu ülkenin yüreğinde insan sevgisi olanları seni asla unutmayacak Berkin, asla! Sen hepimizin çocuğuydun, uyanmanı bekledik uyanmayacağını bile bile. Umut hep vardı, kendini saklamış da olsa, hep vardı.
Artık söyleyecek söz bulamıyorum Berkin, sadece utanıyorum. Başkaları adına utanmanın ne demek olduğunu bilecek kadar büyüyemedin ne yazık ki.
Söz bitti Berkin, yazacak kelime kalmadı.

Mümtaz İdil

30 Temmuz 2013 Salı

Birileri aklımızla alay ediyor

Askerliğimi 1977-79 yılları arasında Nusaybin’de seyyar jandarma olarak yaptım. O sıralarda PKK henüz Türkiye’deki hedeflere saldırıya başlamamıştı. Bölgenin seyyar jandarma açısından en önemli aktivitesi kaçakçılıktı.
Türkiye’de yabancı sigara, yabancı tabak çanak, araba teybi, çakmak taşı, fotoğraf kağıdı vb. yoktu. Suriye’den Türkiye’ye geçen kaçakçılar bu gibi malzemeleri geçirirlerdi. En rağbet gören mal ise çaydı.
Karakollar sınıra yakın yerlerde bulunurdu. Bazıları İpek Yol’un gerisinde olabilirdi, ama genellikle İpek Yol’un Suriye tarafına konuşlandırılmıştı.
Kaçakçılığı önlemek için sınırın tamamında olmasa da Nusaybin’in müsait olan yerlerinde, örneğin Tilki Tepe veya Kemaliye karakollarının sınır çizgisinde 28 sıra dikenli tel bulunurdu.
Dikenli telin Türkiye tarafında iki ila üç metre eninde bir iz toprağı hazırlanırdı. İz toprağına bir kuş bile konsa ertesi gün saptanacak şekilde bakir bir toprak olarak tutulurdu.
Dikenli telin öteki tarafı ise mayınlı sahaydı ve kaçakçılar için belli geçiş noktaları vardı. Yıllardır geçiş yapan kaçakçılar bu yolları güvenli hale getirmişti, ama Türk tarafı da bu yolları iyi bildiğinden, güvenli yolun Türkiye tarafına rastlayan kısmına “pusu” adı verilen ve iki askerle korunan çukurlar açmıştı.
Bütün bunları geçmiş zaman kipiyle yazdım, zira şu anda nasıl bir tablo var, en ufak fikrim yok.
Gözetleme kuleleri gündüz geçişleri engellemek içindi. Kaçakçılar da asla gündüz geçmezlerdi. Onların geçiş saati ayın doğuşu veya batışı sırasında olurdu. Zifiri karanlıkta ay ışığının birden bire ortaya çıkması geçici körlük yarattığından kaçakçılar için ideal bir ortam yaratırdı.
Ölüm elbette olurdu, ama kaçakçılar sıkışmadıkça asla ateş etmezlerdi. Bizim taraf ise bir sigara ışığı gördüğü anda bir G3 şarjörünü anında boşaltırlardı.
GENELKURMAY NEYİ SAKLIYOR
Genel Kurmay Başkanlığı’nın dün bin, bugün ise 350’si atlı olmak üzere yaklaşık 2 bin 500 kişinin sınırdan geçtiğini, geçmeye çalıştığını açıklarken “kaçakçı” sıfatını kullanması tamamen yanlış.
Burada neyin saklanmak istediği yakında ortaya çıkacaktır umarım, ama kaçakçılık “mal” taşımayla ilgili bir eylem olduğu için, benim dönemimde olduğu gibi kaçakçılar kendi sayılarının birkaç katı eşek veya katır kullanırlar. Bunlara yükledikleri malları karşıya geçirmeleri halinde kaçakçılık eylemi gerçekleşmiş olur.
Bin ya da iki bin kişilik kaçakçı ekibi olmaz. Hele de bunların yanında karşıya geçirmeye çalıştıkları malları taşıyacak bir araç yoksa, mümkün değildir. Bu insanların kaçırdıkları malları cebinde taşımaları gerekir ki, bu da doğal olarak imkansızdır.
ONLAR KAÇAKÇI DEĞİL MİLİTANDIR
O halde bu geçişler nedir?
Elbette bir kısmı Suriye’nin Kamışlı kentinde sıkışıp kalan ve savaşın dehşetinden kaçmaya çalışan Suriye halkıdır.
Ama bir kısmı…
Diğer kısmı ise El Nusra, El Kaide, Taliban, ÖSO militanlarıdır. Bunun başka türlü olduğunu düşünmek saflık olur.
Türkiye daha fazla Suriyeli göçmen kabul edecek durumda değildir. Başlarda Esad rejiminden kaçtığı için sınırlarını Suriyeli mağdur vatandaşlara açarak “iyilik” yaptığını düşünen hükümet, bu geçişlerin Türkiye’yi rahatsız etmeye başlamasıyla birlikte ne yapacağını, nasıl engelleyeceğini kara kara düşünmeye başlamıştır. Yanlış dış politika sonucu hükümet, şimdi artık durdurmaya çalıştığı bu gruplara engel olamamaktadır. Dün iki bini aşkın kişinin Nusaybin sınırını zorlaması işin sadece başlangıcıdır. Esad güçleri Suriye’nin kuzeyine hakim olmaya başladıkça ve hatta burayı ÖSO yerine Kürtlere bırakmaya hazırlandıkça, geçişler artarak çoğalacaktır. Bunun en büyük sıkıntısı ve götürüsü, geçen grupların “iaşe ve ibadeleri”nden çok kalabalığın içerisindeki radikal militanlardır.
Türkiye, dün eski Dışişleri Bakanlarından Yaşar Yakış’ın da parmak bastığı gibi, Suriye açmazına girmiştir. Suriye politikasını yanlış yürütmüştür. Şimdi ise, yine Yakış’ın görüşüne göre, Suriye’ye bir şekilde “müdahale” etmesi halinde, bu ülkeden çıkış yoktur.
TSK MİLLETİ APTAL YERİNE KOYUYOR
TSK’nın ise, koskoca milleti aptal yerine koyarak, geçişlerin “kaçakçılık” olayı olduğunu ilan etmesi, artık Suriye sınırının tamamen açıldığının itirafıdır. Sınırda güvenlik kalmadığı gibi, geçişlerin böylesine kontrolsüz yapılması, oradaki otorite boşluğunu da ortaya çıkarmakta, böylelikle de tüm dünyanın gözünde Türkiye’nin zayıfladığı imajını yaymaktadır.
Türkiye Serv döneminin koşullarından daha ağır koşulları içeren bir anlaşmayı imzalamanın arifesindedir. Yine Türkiye, kendi topraklarını kontrol etmekten aciz duruma düşmüştür.
Türk medyası, haberlerini Başbakanlığın talimatları çerçevesinde verdiği için, bölgeden sağlıklı bilgi almanın imkanı yoktur. İki bini aşkın “kaçakçı”nın geçtiğine ilişkin haberler tüm medya tarafından kabul görüp de, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun bugün gerçekleştirdiği basın toplantısında tek bir gazetecinin bile bu sınır ihlaliyle ilgili soru sormaması sınır geçişleri konusunda hükümetin hiçbir önlem almadığı, almayacağı gerçeğini önümüze koymaktadır.
Türkiye giderek daha karanlık ve belirsiz bir şekilde Ortadoğu batağına çekilmekte, sürekli çizdiği kırmızı çizgileri de silmek zorunda kalmaktadır.
Sonunun hiç iyi olmayacağını söylemek için de kahin olmaya gerek yok.

Mümtaz İdil
Odatv.com

30.07.2013 15:48

29 Temmuz 2013 Pazartesi

AKP cadı avını kimden öğrendi

Başkan: “Adınız?”
Stander: “Lionel Stander.”
Başkan: “Biz şunu öğrenmek istiyoruz…”
Stander: “Neyi öğrenmek istiyorsunuz?”
Başkan: “Sizden bilgi almak…”
Stander: “Vereyim.. İstediğiniz bilgileri vereyim. Kimlerin yıkıcı çalışmalarda bulunduğunu söyleyeyim. Birtakım fanatikler var. Amerikan Anayasasını hiçe sayıyorlar. Sanatçıları özgürlüklerinden ediyorlar. Yasa tanımıyorlar. Adlarını vereyim mi? Hepsi ırkçı. Zencilerden tiksiniyorlar. Bu herifler…”
Başkan: “Komitemize kimse hakaret edemez.”
Stander: “Hakaret mi? Ben bildiğim yıkıcı çalışmaları anlatıyorum.”
Clardy: “Komünist Parti’ye hiç üye oldunuz mu?”
Stander: “Bakın, bir sürü tanık dinlediniz. Hepsi başlarını döve döve ‘Ah, ben bir zamanlar komünisttim, ama ne yaptığımı bilmiyordum, pişman oldum,’ diye sızlandılar. Beni o muhbirlerle, o aşağılık herflerle, o psikopatlarla bir tutmayın.”
Başkan: “Soruyu cevaplandırmayacak mısınız?”
Stander: “Anayasanın bana verdiği hakkı kullanacağım… ve cevaplandırmayacağım. Kara listeler düzenleyerek, yıkıcı çalışmalarda bulunan, sanata sansür koymaya çalışan fanatiklere yardımcı oluyorsunuz. Ben düşünce özgürlüğüne inanırım. Anayasaya inanırım. Anayasa sorularınıza cevap vermem için zorlamıyor beni.”
Tavenner: “Başka bir şey sormak…”
Stander: “Hiç zahmet etmeyin, cevap vermeyeceğim.” (1)
1917 Sovyet Devrimi gerçekleştiğinde tüm dünyada yarattığı domino etkisini en çok da ABD üzerinde gösterdi. ABD’yi bir “komünizm” korkusu sardı. Bu korku öyle üst düzeylere çıktı ki, 1919 yılında Başsavcı Mitchell Palmer önderliğinde bir “solcu avı” başlatıldı. Ulusal bir korku tüm ülkeye şırınga edildi, herkesin “komünist” olabileceği konusunda bir izlenim yaratıldı.
1919 yılında bu biraz makul görülebilirdi, zira Sovyet Devrimi çok yeni gerçekleşmişti ve ABD de kapitalizmin beşiği olarak bu dalgadan kendini korumak istiyordu.
Ama iş ekonominin batma noktasına gelen 1929-30 kriz dönemine rastladığında iş ciddileşti. Gerçekten ekonomisi tam bir batağa saplanan ABD, ülkedeki hareketlenmeleri bastırabilmek için işi daha sıkı tutmaya karar verdi. Bir yandan ekonomik kriz ile uğraşırken bir de toplumsal başkaldırılarla uğraşacak hali yoktu ABD’nin.
1930 yılında Temsilciler Meclisi’ne bağlı ilk komite kuruldu. Hamilton Fish başkanlığında kurulan bu komiteye de başkanın adı verildi: Hamilton Fish Komitesi. Komite, “ABD sınırları içinde yalnızca komünistlerin peşinde olduğunu” açıkladı. Bu arada Temsilciler Meclisi üyelerinden Samuel Dickstein, asıl tehlikenin Nasyonal Sosyalizm olduğunu öne sürerek, bir komite de Nazizim ile mücadele için kurulması gerektiğini savundu, ama kimse yüz vermedi.
Komite, “Yaşam, Sovyet Rusya ile bir savaştır” sloganını yaymaya başladı. Bu slogan elbette tek başına yeterli değildi. Hemen ardından, Sovyetler Birliği’nin ABD’yi ele geçirmek için geniş bir casusluk şebekesi kurduğu korkusu yaygılaştırıldı. Ülke içinde komünizme sempati duyan herkesin aynı zamanda Sovyet ajanı olduğu iddiası ortaya atıldı ve düğmeye basıldı.
İkinci Dünya Savaşı’nın araya girmesiyle bu cadı avı hızını kesti. Zira ABD, can düşmanı olarak da görse, savaş sırasında Sovyetler Birliği ile işbirliğine girmek zorunda kaldı. Hitler’e karşı her iki devlet de müttefik olarak savaştılar.
Mac Arthur savaşın bitiminden hemen sonra, yani 1945 yılında Rusların Nazilerden daha büyük bir tehlike olduğunu öne sürdü. Avrupa’da savaş bittiği halde, Amerika ve Rusya’nın birbirine düşmesi, ABD’nin Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombası atmasına yol açtı ve iki yüz binden fazla insan anında öldü.
Savaş sonrası Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi diye bir komite kuruldu ve ülkedeki sanatçılar, sinema oyuncuları, gazeteciler, kültür adamları, aydınlar, sendikalar hakkında geniş çapta bir soruşturma başlatıldı. Bu soruşturmalarda hiçbir delile dayalı olmadan suçlananlar işsiz kaldılar, hapse atıldılar ve yoksulluk çekmeye mahkum edilerek itibarsızlaştırıldılar, ötekileştirildiler.
Onurlu aydınlar, Anayasa’nın kendilerine verdiği hakka dayanarak tanıklık etmemekte direndiler ve bunun sonucunda “Komiteyi aşağılamak”suçundan hapse atıldılar.
Bu arada soruşturmayı yürütenlerin başında, daha sonradan ABD Başkanı olan Richard Nixon, soruşturanların arasında da yine daha sonra ABD Başkanı olan Ronald Regan vardı.
Tam bu sırada olaya Senatör McCharty el attı. İşi daha ileri boyutlara götürerek, komünistlerin devlet dairelerine bile sızdığını öne sürerek yeni bir “cadı avı" başlattı. Rosenbergler işte bu “cadı avı” sonucunda elektrikli sandalyede idam edildiler.
Türkiye’de bir ihbar telefonu ve ardından Mehmet Baransu tarafından savcılığa teslim edilen bir bavul belgenin teslimiyle düğmeye basıldı ve McCharty dönemine benzer bir cadı avı başlatıldı. McCharty dönemine benziyordu, çünkü tıpkı o dönemde mahkemelerde alınan ifadelerde olduğu gibi, savcılığın elinde somut deliller bulunmuyordu. Bu sorgulama daha çok sanatçıların birbirini ihbar etmeye zorlanması üzerine kuruluydu.
Komite’yi terleten isimler de vardı. Eisler kardeşlerden Gerthart Eisler 25 Ocak 1947 tarihinde çıkarıldığı mahkemeye açıkça kafa tutuyor ve açıkça mahkmeye kafa tutuyor, yemin etmiyor ve sonuçta Washington cezaevine oradan da Ellis adasına götürülüyordu.
Lilian Hellman, Paul Robeson gibi onurlu sanatçılar, Komite’ye karşı dik durdular ve hiç taviz vermediler. Onların mahkeme tutanakları dünyada sanatçıların onuru olarak tarihe geçti. Ama mahkemeye çıkan sanatçıların çoğu bir başkasını ihbar ederek ve kendilerinin komünizmden nefret ettiğini söyleyerek “af diledi”, bağışlandı.
Gelelim bizim dünyamıza: Fazıl Say gibi bazı sanatçılar için soruşturmalar açıldı, kimileri için devam ediyor belki, ama bizdeki sanatçıların çoğu Başbakan’a ve onun McCharty benzeri mahkemelerine biat etti, muhbir vatandaşlar türedi, gizli tanıklarla insanların hayatıyla oynandı. Sanatçılarımızdan tık çıkmadı.
Mehmet Ali Alabora hakkında “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne karşı silahlı isyan” suçunu işlediği gerekçesiyle soruşturma yürütülmesi ve hakkında 20 yıl hapis talebiyle dava açılması geldiğimiz son nokta.
Hedefi bizzat Başbakan gösterdi, savcılık ve mahkeme bunu yerine getirmek için kolları sıvadı.
Birçok insanın gözünde M.Ali Alabora olayı bir Lionel Stander, Paul Robeson, Lillian Helman vakasıdır ve onurlu duruşu ile yüreklerde yerini almıştır.
Ronald Regan, Robert Taylor, Gary Cooper, Edward G.Robinson, Elia Kazan gibi dünyaca ünlü oyuncu ve yönetmenler ise bizdeki Yılmaz Erdoğan, Hülya Koçyiğit, Lale Mansur, Orhan Gencebay, Adalet Ağaoğlu gibi hareket etmiş ve ABD hükümetine payandalık yapmışlar.
Tarık Akan, Rutkay Aziz gibi dik duran sanatçıların da önüne geçen Mehmet Ali Alabora’yı büyük bir olasılıkla, tıpkı ABD’deki McCharty döneminde olduğu gibi “arkadaşı” olan diğer “yetmez ama evetçi”lerin ifadeleriyle yargılayacaklar.
Onların seve seve tanıklık edeceğinden ise hiç kuşkum yok. Hiçbiri Lillian Helman gibi, “Beni başkaları hakkında konuşturamazsınız, kendi düşüncelerim dışında kimseyle ilgili tek söz etmem,” demeyecektir. Hiçbiri mahkemeye çağrıldığında Paul Robeson gibi savcı Arens’e, “Bir dakika. Ben de sizin kim olduğunuzu sorabilir miyim” diye sormayacaktır. “Göreviniz,” demeyecektir.
Tarih dik duruşlu sanatçıları “şöhretinden” ve “özgürlüğünden” etmiş de olabilir, ama isimlerini şöhret basamaklarının yaldızlı parıltısında tırmananlar gibi çöplüğe atmamıştır.
Bizde de aynısı olacak elbette.
Göreceğiz.

Mümtaz İdil
Odatv.com

(1) Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi Tutanakları, İhanet Yılları, Çev. Ülkü Tamer, Kavram Yayınları-5, Birinci basım: 1975

29.07.2013 10:13

28 Temmuz 2013 Pazar

İspanya İç savaşı ile Gezi direnişinin ne ilişki var

26 Nisan 1937’de Franko faşizminin İspanya’yı inlettiği sıralarda Bask bölgesindeki Guernica kenti tarihi bir trajedi yaşadı.
Almanlara ve İtalyanlara ait uçaklar, Guernica kentini bombaladı ve 250 kadar sivilin ölmesine kentin de yerle bir olmasına neden oldu. Saldırının acımasızlığı yanında, Avrupa tarihinde sivillere yönelik ilk büyük hava saldırısı olarak tarihe geçti.
Birçok insan da sığınaklara kaçarak hayatta kalabildi. Henüz 2. Dünya Savaşı başlamamış olduğundan, savaşın ilk ayak sesleri olarak nitelendi. Avrupa’yı korkuya boğdu, korkunun egemen olduğu bir “imparatorluk”haline gelmesini sağladı.
Avrupa tedirgindi, zira Guernica’da sivil halka saldıran faşist Alman ve İtalyan güçleri ilk “provalarını” Guernica üzerinde yapmışlardı ve Avrupa halkı bunun tüm kıtaya yayılmasından korkuyordu.
Şehir bombardıman sonrası tanınmayacak hale gelmişti. Pablo Picasso, dehşetin resmini yapmaya koyuldu ve akıllara kazınan dünyanın en önemli tablolarından birini yarattı.
Guernica, Pablo Picasso’nun tablosunda da yansıttığı gibi büyük bir hüzün abidesi olarak anıldı hep, ancak neden bombalandığı konusu yeterince araştırılmadı. Guernica’nın, Franko karşıtı cumhuriyetçilerin geri çekilme yolu üzerinde olması dışında fazla bir özelliği yoktu. Kent cumhuriyetçilerin elinde sayılırdı, ama hiçbir çatışmaya girmemişti. Bu nedenle de kendilerini savunmak için, özellikle de hava saldırısına karşı koymak için silahları yoktu.
Kente saldırının İspanyollar tarafından verilmesi de daha sonraları çok tartışıldı. Guernica cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu bir kent olmasına rağmen, stratejik açıdan vazgeçilmez bir nokta da değildi, cumhuriyetçilerin sayısı da tehlikeli boyutlarda sayılmazdı. Tüm kentin nüfusunun o sıralarda beş bin kadar olduğu sanılıyor. Ama bu kentin neden bombalandığı bugün bile kocaman bir soru işaretidir. Bazı akıl yürütmeler yapılmıştır. Mesela milliyetçilerin bölgeyi tamamen ele geçirmelerini sağlamak amacıyla olduğu öne sürülmüştür. Bir diğeri de yukarıda belirttiğim gibi, cumhuriyetçilerin kaçış yolunu kapatmak için bombalandığı söylenir.
Kent beş kez bombalandı. Oysa kenti bombalama emri verilmemişti. Önemli olan, cumhuriyetçilerin kaçabileceği geri plandaki köprüler ve yolların bombalanması istenmişti. İlk bombalamalar sırasında kent çok büyük hasar görmemişti, ama ardından gelen dördüncü ve beşinci akınlarda hasar biraz daha arttı. Ama henüz asıl saldırı gerçekleştirilmemişti.
Aynı gün öğleden sonra Alman uçaklarının yaptığı saldırı sonucunda sivil kayıplar oldu. Kent bombalanıyordu, ama kent halkı neden bombalandığını bir türlü çözemiyordu.
Keyfi gaz sıkmaya benziyordu bu. Ortada bir saldırı bir tehdit olmadığı halde polisin duran veya yürüyen kitlelerin üzerine nedensiz olarak gaz sıkması gibiydi. Plastik mermiler ise Alman uçaklarıydı.
Türkiye’nin her yeri bir Guernica olmuştu bir ayı aşkın süre. Taksim ve Ankara’nın Kuğulu Park’ı başı çekiyordu. Gün geçmiyordu ki, parklarda toplanan insanların üzerine tazyikli su, biber veya portakal gazı ya da plastik mermi sıkılmasın.
Pablo Picasso, Guernica’nın harebeye dönen halini, kaçışan insanları, ölenleri tablosuna yansıttı ve ölümsüzleştirdi.
Adını öğrenemediğimiz, aşağıdaki fotoğrafı çeken kişi de Guernica İstanbul’u ölümsüzleştirdi. Picasso olsaydı nasıl bir tablo çizerdi, bilinmez ama fotoğraf bile insanın tüylerini diken diken ediyor.
İyi bakın resme: Orada kaçmaya çalışan insanlar birbirlerini ezebilirdi de. Orada ürken insanlar geri dönüp çatışmaya da başlayabilirlerdi. Zira üzerlerine neden su sıkıldığını, neden gaz atıldığını bir türlü anlayamıyorlardı. Yapılan protesto yürüyüşüydü. Demokratik bir ülkede normal karşılanması gereken bir karşı duruştu. Şiddet yoktu. Ama şiddetle karşılık veriliyordu.
Elbette insanlar şaşkındı ve elbette Picasso olsa bir Guernica daha çizerdi bu masum halkın hoyratça itilip kalkınmasını en çarpıcı biçimde çizerdi.
Ama bu fotoğraf da yeter. Tarihe Guernica İstanbul olarak geçecektir. Benzer bir yığın şiddet fotoğrafıyla birlikte.
Başbakan Erdoğan hala Türkiye’deki şiddeti eleştirenlere, “Mısır’ı neden görmüyorsunuz, orada ölenlere niye ses çıkarmıyorsunuz,” diye bağırıyor.
İyi ama bizde “ileri demokrasi” var, onlar ise darbe rejiminde. Hiç elmayla armut toplanır mı?
Neyse, kim bu kareyi yakaladıysa eline sağlık demekten başka söz kalmıyor geriye.
A.Mümtaz İdil
Odatv.com

28.07.2013 03:04

20 Temmuz 2013 Cumartesi

İhsan Eliaçık: İnekleri sevmek Hinduluksa ben de Hinduyum

Gün geçmiyor Türkiye’nin bir ya da birkaç parkında “Gezi” ruhu yaratılmasın.
Toplumun sokaklara dökülmesinden sonda “duran adam” ile sükse yapan ama gerçekten de durma eğilimine giren Gezi hareketi, yeniden ve bu kez çok daha bilinçli ve örgütlü biçimde canlandı.
Örgütlenmesi öyle siyasi değil, ancak hemen her parkta, her gün forumlar düzenleniyor, konuşmacılar katılıyor, siyasi görüşler bildiriliyor ve sloganlar atılıyor.
Dün Kuğulu Park’ta Ethem Sarısülük’ün ağabeyinin, İlhan Cihaner’in ve İhsan Eliaçık’ın konuşmaları vardı. Daha sonra da platforma katılan kalabalıktan söz almak isteyenler konuştu.
Konu daha çok Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ve onun son dönemde yaptığı konuşmalar çerçevesinde döndü. En çarpıcı olanı ise İhsan Eliaçık söyledi: “Başbakan, Hz.Ali’yi sevmek eğer Alevilikse, ben dört dörtlük Aleviyim diyor, ben de inekleri sevmek Hinduluksa ben de dört dörtlük Hindu’yum.
Kuğulu Park ve Güven Park Ankara’da direnişin merkezleri oldu artık. Buna mahalle arasındaki ufak parklar da dahil oldu. Örneğin bu akşam (20 Temmuz) saat 18.00’de Ankara Hoşdere Caddesi’ndeki Ahmet Tunç Parkı’nda “Bu daha başlangıç mücadeleye devam” forumu gerçekleştirilecek.
Benim asıl değinmek istediğim ise, Şimşek Sokak’ta, evimin iki yanındaki “İkizler Eren Onur Demircan Parkı”nda gerçekleştirilen “Mahalleli Buluşması” forumuydu.
Formu, Remzi Oğuz Arık Mahallesi Muhtarı Süleyman Demircan düzenledi. Süleyman bey, yıllardır bu mahallenin muhtarlığını başarıyla sürdürüyor, çalışıyor, boş durmuyor ve yeni yeni girişimlerde bulunuyor.
Şimşek Sokak’ın refrüj bölümünde 1 km.’den uzun yürüme yolu yapılması onun çabaları sayesinde gerçekleşti.
İşin buraya kadarı bir açıklama; asıl önemli olan nokta, parka isimlerini veren çocuklar: Eren ve Onur…
Onlar Süleyman-Necla çiftinin sevgili çocuklarıydı. Yaklaşık 4 yıl önce bindikleri motorsiklete bir otomobilin kırmızı ışıkta çarpması sonucu hayatlarının baharında, daha bıyıkları bile terlememiş iki genç olarak hayata veda ettiler.
Bu büyük acıyı bu satırlara yansıtmanın elbette olanağı yok. Baba da, anne de kendilerini işlerine vererek ve kalan tek evlatlarının üzerine titreyerek yaşama sarılmaya çalıştılar.
Parka Çankaya Belediyesi ikizlerin adını verdi: Eren Onur Demircan…
Süleyman-Necla çifti, siyasi bir hareketin mutlaka muhtarlıkladan başlamasına yürekten inanmış iki devrimci.
Önceki gece onlar da bu forum rüzgarına katıldılar. Üstelik her hafta bunu düzenli hale getirmye çalışıyorlar. Dağıttıkları broşürde mahalle sorunları formu gibi bir yaklaşım görünse de, asıl merkez elbette siyasetti. Mahalleli Buluşması etkinliğine Nazım Hikmet Kültür Merkezi de destek verdi.
Önce Abis müzik grubu, ardından Tuncay Çelen, Coşkun Gök ve Ayşegül Oruçkaptan mikrofona geçti.
Sorunlar konuşuldu, türküler söylendi ve çay-kahve servisi yapıldı.
Eminim mi, Türkiye’nin dört bir yanında bu şekilde “Gezi Parkı” etkinlikleri oluyordu ve ben de sırada bunlardan birindeydim. Coşkulu bir kalabalık, sıkıntılı havayı dağıtmaya çalışan neşeli deyişler, ama kararlı bir siyasi bilinç…
Şurası kesin: Eğer meşru yollardan siyasi bir kazanım elde edilmek ve 11 yıldır tedrici olarak artan AKP zulmünü insanlara anlatmak gerekiyorsa, bu tür platformların sayısız yararı var. Sokaklara döküldüğünde gaz bombaları, sis bombaları, jop ve tazyikli suyla burun buruna gelen çoğu genç insanların, bu forumlarda söz alıp düşüncelerini dile getirmeleri büyük yarar sağlayacak. Herhalde hükümetin polisi her parkı gaz bombasıyla dağıtacak değil.
Siyasi bilinç de, bunun yöntemleri de her gün hızla değişiyor ve iktidar bununla nasıl savaşacağını bir türlü beceremiyor. Faiz lobisi, dış güçler, din düşmanları gibi argümanlar öne sürüyor, ama artık kimse amiyane tabiriyle yemiyor!
Yukarıdaki Süleyman-Necla örneğini özellikle yazdım. Artık dağlarda tek tek ateşler yanmaya başladı Nazım Hikmet’in deyimiyle ve bunları söndürmek imkansız. İş mahallelere yayılmış, oradan semt parklarına, oradan kent parklarına yayılmış durumda. TOMA’lardaki suların oralara ulaşması artık söz konusu bile olamaz.
Süleyman Demircan halkı: Örgütlenme mahallelerden başlamalı.
Muhalefet duyarsa gelecek…
Parklarda çekirdek çitlenip, öteki mahallenin dedikodusu yapılmıyor; resmen siyaset üretiliyor ve bunlar tartışılıyor.
Gördüm ki korkuyu silip süpürmüş bütün mahalleliler, yetiştirdikleri gençlerden utandıklarından olsa gerek oradaydılar.
Mümtaz İdil
Odatv.com

20.07.2013 12:10