29 Temmuz 2013 Pazartesi

AKP cadı avını kimden öğrendi

Başkan: “Adınız?”
Stander: “Lionel Stander.”
Başkan: “Biz şunu öğrenmek istiyoruz…”
Stander: “Neyi öğrenmek istiyorsunuz?”
Başkan: “Sizden bilgi almak…”
Stander: “Vereyim.. İstediğiniz bilgileri vereyim. Kimlerin yıkıcı çalışmalarda bulunduğunu söyleyeyim. Birtakım fanatikler var. Amerikan Anayasasını hiçe sayıyorlar. Sanatçıları özgürlüklerinden ediyorlar. Yasa tanımıyorlar. Adlarını vereyim mi? Hepsi ırkçı. Zencilerden tiksiniyorlar. Bu herifler…”
Başkan: “Komitemize kimse hakaret edemez.”
Stander: “Hakaret mi? Ben bildiğim yıkıcı çalışmaları anlatıyorum.”
Clardy: “Komünist Parti’ye hiç üye oldunuz mu?”
Stander: “Bakın, bir sürü tanık dinlediniz. Hepsi başlarını döve döve ‘Ah, ben bir zamanlar komünisttim, ama ne yaptığımı bilmiyordum, pişman oldum,’ diye sızlandılar. Beni o muhbirlerle, o aşağılık herflerle, o psikopatlarla bir tutmayın.”
Başkan: “Soruyu cevaplandırmayacak mısınız?”
Stander: “Anayasanın bana verdiği hakkı kullanacağım… ve cevaplandırmayacağım. Kara listeler düzenleyerek, yıkıcı çalışmalarda bulunan, sanata sansür koymaya çalışan fanatiklere yardımcı oluyorsunuz. Ben düşünce özgürlüğüne inanırım. Anayasaya inanırım. Anayasa sorularınıza cevap vermem için zorlamıyor beni.”
Tavenner: “Başka bir şey sormak…”
Stander: “Hiç zahmet etmeyin, cevap vermeyeceğim.” (1)
1917 Sovyet Devrimi gerçekleştiğinde tüm dünyada yarattığı domino etkisini en çok da ABD üzerinde gösterdi. ABD’yi bir “komünizm” korkusu sardı. Bu korku öyle üst düzeylere çıktı ki, 1919 yılında Başsavcı Mitchell Palmer önderliğinde bir “solcu avı” başlatıldı. Ulusal bir korku tüm ülkeye şırınga edildi, herkesin “komünist” olabileceği konusunda bir izlenim yaratıldı.
1919 yılında bu biraz makul görülebilirdi, zira Sovyet Devrimi çok yeni gerçekleşmişti ve ABD de kapitalizmin beşiği olarak bu dalgadan kendini korumak istiyordu.
Ama iş ekonominin batma noktasına gelen 1929-30 kriz dönemine rastladığında iş ciddileşti. Gerçekten ekonomisi tam bir batağa saplanan ABD, ülkedeki hareketlenmeleri bastırabilmek için işi daha sıkı tutmaya karar verdi. Bir yandan ekonomik kriz ile uğraşırken bir de toplumsal başkaldırılarla uğraşacak hali yoktu ABD’nin.
1930 yılında Temsilciler Meclisi’ne bağlı ilk komite kuruldu. Hamilton Fish başkanlığında kurulan bu komiteye de başkanın adı verildi: Hamilton Fish Komitesi. Komite, “ABD sınırları içinde yalnızca komünistlerin peşinde olduğunu” açıkladı. Bu arada Temsilciler Meclisi üyelerinden Samuel Dickstein, asıl tehlikenin Nasyonal Sosyalizm olduğunu öne sürerek, bir komite de Nazizim ile mücadele için kurulması gerektiğini savundu, ama kimse yüz vermedi.
Komite, “Yaşam, Sovyet Rusya ile bir savaştır” sloganını yaymaya başladı. Bu slogan elbette tek başına yeterli değildi. Hemen ardından, Sovyetler Birliği’nin ABD’yi ele geçirmek için geniş bir casusluk şebekesi kurduğu korkusu yaygılaştırıldı. Ülke içinde komünizme sempati duyan herkesin aynı zamanda Sovyet ajanı olduğu iddiası ortaya atıldı ve düğmeye basıldı.
İkinci Dünya Savaşı’nın araya girmesiyle bu cadı avı hızını kesti. Zira ABD, can düşmanı olarak da görse, savaş sırasında Sovyetler Birliği ile işbirliğine girmek zorunda kaldı. Hitler’e karşı her iki devlet de müttefik olarak savaştılar.
Mac Arthur savaşın bitiminden hemen sonra, yani 1945 yılında Rusların Nazilerden daha büyük bir tehlike olduğunu öne sürdü. Avrupa’da savaş bittiği halde, Amerika ve Rusya’nın birbirine düşmesi, ABD’nin Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombası atmasına yol açtı ve iki yüz binden fazla insan anında öldü.
Savaş sonrası Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi diye bir komite kuruldu ve ülkedeki sanatçılar, sinema oyuncuları, gazeteciler, kültür adamları, aydınlar, sendikalar hakkında geniş çapta bir soruşturma başlatıldı. Bu soruşturmalarda hiçbir delile dayalı olmadan suçlananlar işsiz kaldılar, hapse atıldılar ve yoksulluk çekmeye mahkum edilerek itibarsızlaştırıldılar, ötekileştirildiler.
Onurlu aydınlar, Anayasa’nın kendilerine verdiği hakka dayanarak tanıklık etmemekte direndiler ve bunun sonucunda “Komiteyi aşağılamak”suçundan hapse atıldılar.
Bu arada soruşturmayı yürütenlerin başında, daha sonradan ABD Başkanı olan Richard Nixon, soruşturanların arasında da yine daha sonra ABD Başkanı olan Ronald Regan vardı.
Tam bu sırada olaya Senatör McCharty el attı. İşi daha ileri boyutlara götürerek, komünistlerin devlet dairelerine bile sızdığını öne sürerek yeni bir “cadı avı" başlattı. Rosenbergler işte bu “cadı avı” sonucunda elektrikli sandalyede idam edildiler.
Türkiye’de bir ihbar telefonu ve ardından Mehmet Baransu tarafından savcılığa teslim edilen bir bavul belgenin teslimiyle düğmeye basıldı ve McCharty dönemine benzer bir cadı avı başlatıldı. McCharty dönemine benziyordu, çünkü tıpkı o dönemde mahkemelerde alınan ifadelerde olduğu gibi, savcılığın elinde somut deliller bulunmuyordu. Bu sorgulama daha çok sanatçıların birbirini ihbar etmeye zorlanması üzerine kuruluydu.
Komite’yi terleten isimler de vardı. Eisler kardeşlerden Gerthart Eisler 25 Ocak 1947 tarihinde çıkarıldığı mahkemeye açıkça kafa tutuyor ve açıkça mahkmeye kafa tutuyor, yemin etmiyor ve sonuçta Washington cezaevine oradan da Ellis adasına götürülüyordu.
Lilian Hellman, Paul Robeson gibi onurlu sanatçılar, Komite’ye karşı dik durdular ve hiç taviz vermediler. Onların mahkeme tutanakları dünyada sanatçıların onuru olarak tarihe geçti. Ama mahkemeye çıkan sanatçıların çoğu bir başkasını ihbar ederek ve kendilerinin komünizmden nefret ettiğini söyleyerek “af diledi”, bağışlandı.
Gelelim bizim dünyamıza: Fazıl Say gibi bazı sanatçılar için soruşturmalar açıldı, kimileri için devam ediyor belki, ama bizdeki sanatçıların çoğu Başbakan’a ve onun McCharty benzeri mahkemelerine biat etti, muhbir vatandaşlar türedi, gizli tanıklarla insanların hayatıyla oynandı. Sanatçılarımızdan tık çıkmadı.
Mehmet Ali Alabora hakkında “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne karşı silahlı isyan” suçunu işlediği gerekçesiyle soruşturma yürütülmesi ve hakkında 20 yıl hapis talebiyle dava açılması geldiğimiz son nokta.
Hedefi bizzat Başbakan gösterdi, savcılık ve mahkeme bunu yerine getirmek için kolları sıvadı.
Birçok insanın gözünde M.Ali Alabora olayı bir Lionel Stander, Paul Robeson, Lillian Helman vakasıdır ve onurlu duruşu ile yüreklerde yerini almıştır.
Ronald Regan, Robert Taylor, Gary Cooper, Edward G.Robinson, Elia Kazan gibi dünyaca ünlü oyuncu ve yönetmenler ise bizdeki Yılmaz Erdoğan, Hülya Koçyiğit, Lale Mansur, Orhan Gencebay, Adalet Ağaoğlu gibi hareket etmiş ve ABD hükümetine payandalık yapmışlar.
Tarık Akan, Rutkay Aziz gibi dik duran sanatçıların da önüne geçen Mehmet Ali Alabora’yı büyük bir olasılıkla, tıpkı ABD’deki McCharty döneminde olduğu gibi “arkadaşı” olan diğer “yetmez ama evetçi”lerin ifadeleriyle yargılayacaklar.
Onların seve seve tanıklık edeceğinden ise hiç kuşkum yok. Hiçbiri Lillian Helman gibi, “Beni başkaları hakkında konuşturamazsınız, kendi düşüncelerim dışında kimseyle ilgili tek söz etmem,” demeyecektir. Hiçbiri mahkemeye çağrıldığında Paul Robeson gibi savcı Arens’e, “Bir dakika. Ben de sizin kim olduğunuzu sorabilir miyim” diye sormayacaktır. “Göreviniz,” demeyecektir.
Tarih dik duruşlu sanatçıları “şöhretinden” ve “özgürlüğünden” etmiş de olabilir, ama isimlerini şöhret basamaklarının yaldızlı parıltısında tırmananlar gibi çöplüğe atmamıştır.
Bizde de aynısı olacak elbette.
Göreceğiz.

Mümtaz İdil
Odatv.com

(1) Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi Tutanakları, İhanet Yılları, Çev. Ülkü Tamer, Kavram Yayınları-5, Birinci basım: 1975

29.07.2013 10:13

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.