26 Mayıs 2012 Cumartesi

HA GAYRET, FAZIL SAY'I TÜKETECEKSİNİZ

Fazıl Say gibi dünya çapında yetiştirdiğimiz bir sanatçı, dünyanın geri kalmış ülkeleri dışında nerede olsa devlet koruması altındadır.
Kimi ülkelerde ise altın fanus içerisinde saklanır. Üzerine titrenir, her türlü kolaylık sağlanır ve desteklenir.
Ama dedik ya, "muhafazakar sanat" tartışmalarının yapılmadığı, çağdaşlaşma aşamasını kotarmış, devletin başındaki kişinin sanata müdahale etmediği ülkelerde geçerlidir bu.
Hürriyet gazetesinin 6. sayfasında, Fazıl Say hakkında iddianame hazırlandığı ve Twitter'de Ömer Hayyam'ın şiirini yayınladığı için 1,5 yıl hapsi istendiği yer alıyordu.
Aynı sayfada, bir öğretim görevlisinin "forması üzerinde liseli bir genç kız" istediğine ilişkin haber vardı. Öğretim görevlisinin tutuksuz yargılanacağı belirtiliyordu. İşin daha da korkunç ve utanç
verici olanı, öğretim görevlisinin adı gizleniyordu.
Yukarıda Ömer Hayyam'dan alıntı yapan Fazıl Say... Aşağıda uçkuruna sahip olamayan emekli bir öğretim görevlisi...
Yukarıda Amin Maalouf kadar Hayyam düşkünü bir sanat adamımız... Aşağıda öğrencileri teslim ettiğimiz bir öğretim görevlisi...
Elinizi vicdanınıza koyun ve bir an düşünün: Türkiye'ye hangisi yakışıyor? Hangisi bu ülkenin değerlerini uluslararası alanlara taşıyor? Hangisi bir övünç kaynağı? Kendini bilmez, sanat ile ilgisi olmayan ve hatta kıskançlıktan çatır çatır çatlayan üç kişi Fazıl Say hakkında suç duyurusunda bulunuyor, savcılık ise takipsizlik kararı vereceği yerde 1,5 yıla kadar hapis cezası istemiyle iddianame hazırlıyor.
Ötekine gelince, o "kızlar bana hayrandı, o yüzden istedim" diyerekten paçayı kurtaracaktır.
Fazıl Say için hazırlanan iddianamede, şiirin Ömer Hayyam'ın şiiri olduğu hiç dikkate alınmadan, Fazıl Say'ın "Kamusal tartışmaya hiçbir katkıda bulunmayan ve üç büyük dinin mensuplarının ortak değerleri
olan Allah, cennet ve cehennem gibi kavramlara yönelik hisselerini nedensiz yere incitecek ve bu kavramların anlamsız, gereksiz ve değersiz olduğu kanaatini uyandıracak şekilde dini değerleri
aşağılamak kastıyla yazıldığı kanaatine varılmıştır," deniyor.
Şiir Ömer Hayyam'ın... Burada Fazıl Say alıntı yapmış. Aynı alıntıyı Hürriyet gazetesi de yapmış.
Ömer Hayyam da mı yasak bu ülkede? Ucuz olaylar, ucuz yazılar yaratıyor. Kimi zaman "infial" duyguları, yazıları de etkiliyor ve kaliteyi düşürüyor. Fazıl Say için yazılacak binlerce güzel şey varken, bu gibi olaylarla karşılaştırma yapmak bile onun değerine gölge düşürüyor.
Kaç tane insanımız var gururla andığımız? Yoksa, sanatçıdan sayılmayan bir elitist olarak mı görülüyor Fazıl Say? Batı sanatına hayran olan, onlar için çalan ve bu ülke için hiçbir değer taşımayan biri mi?
Futbol takımları niye koşuşturuyor Avrupa ülkelerinde o zaman? Türk Havayolları neden "eurolig" falan düzenliyor o zaman? Mevcut iktidarın Fazıl Say ve onun gibilerden hoşlanmadığı çok açık.
Ama en azından tahammül göstermeleri gerek. Fazıl Say gibi sanatçıları kaybetmemiz, bizi bir kaç kez daha Ortadoğu ülkesi yapmaya itmekten başka işe yaramaz.
Keşke onlarca, yüzlerce Fazıl Say olsa bu ülkede de, kendimizi sanatın her kolunda dünyaya kabul ettirebilsek. Ama bir tanesini bile korumaktan aciz durumdayız. Üç tane kendini bilmez adamın Fazıl Say düşmanlığı, dünya çapında bir değerimizi müziği bırakmanın eşiğine kadar getirebiliyorsa, vay halimize. Fazıl Say'lar kolay yetişmiyor, ama "suç duyurusunda bulunan" az akıllılar bu ülkede sayamayacağınız kadar çok. Gizli tanık bile çıkar aralarından, Fazıl Say'ın tüm eserlerini Chopin'den tırtıkladığını bile söyleyebilir.
Böyle bir ülkeyiz işte...

Mümtaz İdil
Odatv.com

26.05.2012 12:45

13 Mayıs 2012 Pazar

GAZETECİ Mİ KİMLİKTİR GAZETE Mİ?


15 yılı aşkın süre, muhabirlikten yöneticiliğe kadar her alanda gazetecilik yaptım. Ama hep sıradan bir gazeteciydim.

Haber koklamasını beceremedim, haber neredeyse tersine gittim, ajans döneminde hızlı hareket etmem gerekmesine rağmen yavaş kaldım, devlet memurluğundan gazeteciliğe geçtiğim için, o sıralarda Dışişleri Bakanlığı Müsteşar yardımcısı olan İnal Batu'nun odasına önümü ilikleyerek girdim (ne de olsa ilk kez bir müsteşar görüyordum.)

ABD Dışişleri Bakanı James Baker, Irak müdahalesi için Türkiye'ye geldiğinde basın toplantısı yaptı, tek kelime anlamadım vs, vs... Gerçi o zaman herkes bir ürkmüştü Baker'ın konuşmasından. Tek kelime çeviri hatası savaş nedeni bile olabilirdi. Özal makul düzeyde konuşmuştu, anlamıştık, ama Baker için Esenboğa iç hatlar bölümünde bütün gazeteciler toplanmış, ingilizcesi iyi olanlar çevirmiş, tartışmış biz de yazmıştık.

Gazetecilik zor meslek, bunu anladım bunca yıl sonra. Öyle, "ben gazeteci olacağım," demekle de olunmuyor. Kimi zaman üzüntülerle, kimi zaman hayal kırıklıklarıyla ve çoğunlukla da endişelerle geçen bir süreci yaşamayı göze almak demek. Ama son zamanlarda tuhaf bir düşünce biçimi su üzerine çıkmaya başladı.

Bu ülkede gazetecilik, insanların kendi kendine verdiği bir "paye" durumuna indirgendi. Kendisini sırça köşküne çeken ve dünyaya bulunduğunu sandığı tepeden bakanlar kendilerine gazeteci demeye başladı. Bu doğal. Kendine gazeteci diyebilir, ama karşılaştırma yapmaya başladılar bir yandan da... Şu gazeteci, bu değil, öteki gazeteci sen değilsin gibisinden. Bunu açıkça da yaptılar, üstülü örtülü de...

Samsun'dan Hatay'a, Edirne'den Ardahan'a tüm Türkiye sathında binlerce, on binlerce yerel gazeteci var. Ama onlar "büyük gazetelerde"yazmadıkları için gazeteciden sayılmıyor. Birinin gazeteci sayılması içinSevilay Yükselir, Nagehan Alçı, Nazlı Ilıcak, Rasim Ozan Kütahyalı vb. gibi isimler tarafından mutlaka tanınması gerekiyor. Kriter bu. Onlar tanıyorsa "okey", tanımıyorsa asla gazeteci değiller. Bir de bunlar namuslarını ortaya koymazlar mı? "Onu gazeteci sayıyorsanız, onuruma yediremem... Bana özür borçlusunuz. Beni karşılaştırdığınız kişi kim? Gazeteci bile değil? Kendine gazeteciyim diyor, ama tanıyan yok..."Böyle gider durur.

Kendilerini sırtından itenleri "duayen (ne demekse)" sayıp, Anadolu'nun emekçilerine burun kıvıran "neon ışıklarıyla adları yazılmış" gazetecilerdir bunlar. Kendilerini her gün aynada süzer ve ne muhteşem gazeteci olduklarını tekrarlarlar. Çeşitli yollardan ulaştıkları "köşelerine" muhabir takımının ne güçlüklerle çalıştığını düşünmeden çekilirler. Oysa yazdıkları her yazı, muhabirlerin getirdiği haberlerdir.

Anadolu'nun her kesiminden binlerce havadis, haber merkezlerine yığılır, gazete emekçileri tüm güçleriyle haber yetiştirmek için uğraşırlar, bunlar aradan cımbızla çektikleri üçüncü sayfa haberlerini toplumsal bir bunalımmış gibi sunmaya çalışırlar. Ne siyasi geçmişleri yeterlidir, ne kültürel birikimleri, ne de zekaları. Tek bildikleri kendilerine verdikleri gazeteci kimliği, daha doğrusu gazete kimliğidir. O yüzdendir işte Türkiye'de gazeteciliğin düştüğü pespaye durum. Kendi meslektaşlarına saldırılır, umursamazlar, kendilerine saldırıldığında da ciyak ciyak insan haklarından, onurdan ve haksızlıktan söz ederler. Bunlar "memleketimden gazeteci manzaralarıdır". Suya sabuna dokunmadan sonsuza kadar yaşayacaklarını sanırlar.

Mümtaz İdil
Odatv.com

13.05.2012 15:21

ERDAL EREN İLE CİHAN KIRMIZIGÜL AYNI DÖNEMİN KURBANLARI

12 Eylül faşist darbesinde yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren ile Galatasaray Üniversitesi Enüstri Mühendisliği Fakültesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül'e verilen 11 yıllık infaz cezası aynı şeydir. Erdal Eren davasında da elde somut delil yoktu, Cihan Kırmızıgül davasında da...
Erdal Eren'in gencecik hayatı kurban edildi, aynı ölçüde olmasa da Cihan Kırmızıgül'ün de hayatı bir anlamda kurban edildi. Sebep: "Emsal oluştursun!" Böyle hukuk olur mu? Sivil vesayetin ne aşamalara geldiğinin farkında mısınız? Bir yanda Başbakan bile güya durumdan şikayet edermiş gibi davranırken, diğer yandan mahkemeler ardı ardına tam yetkili kararlar veriyor. Başbakan, "yargıya müdahale edemiyoruz,"mesajını veriyor, ama yine aynı Başbakan, bir telefon ile Galatasaray'ın Şükrü Saracoğlu stadyumunda, kamera ışıkları altında kupayı almasını sağlayabiliyor. Bir bakıma tüm "sivil" otoriteyi tek kalemde çizebiliyor. Başbakan'ın ne kadar "güçlü" olduğu bilinmiyor mu sanki? Nelere, nerelere bir telefonla nasıl müdahale edebileceği bir giz mi?

Bugün anneler günü... Büyük bir olasılıkla binlerce anne oğlu için kaygı duymakta. En sıcak olanını ise herhalde Cihan Kırmızıgül'ün annesi yaşıyor. Bir yanda da tek başına hücresinde oğlunu özleyen Müyesser Yıldız. Bir anne için olabilecek en kötü konumda, binlercesi gibi. Ama onun daha da büyük bir iç ezikliği var: Haksız yere tutuklu olarak yargılanıyor. Kaçacak yeri yok, kaçabileceği tek yer oğlunun kolları. Nasıl olur da böyle bir durumda anneler günü kutlanabilir? Buruk değil mi içiniz, içimiz? 1 Mayıs İşçi Bayramı gibi kutlanıyor Anneler Günü de...

Daha dün Osmaniye'nin Kadirli ilçesinde otogar inşaatının tavanının çökmesi sonucu on işçi göçük altında kaldı. Son on yılda Türkiye'de yaklaşık 11 bin işçi iş kazalarında yaşamını yitirirken, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı işçi ölümlerini kadere bağlayabilecek kadar ileri gidebiliyor. Böyle bir ülkede yine aynı bakan, Türkiye'nin en büyük işvereni olarak 1 Mayıs'ta konuşma yapabiliyor. İşçiler işverenlerle birlikte halay çekiyor. Anneler günü de böyle bir şey işte. Türkiye'nin kanayan yarası Cumartesi Anneleri neyi kutlayacak peki? Bizim gibi, korkunun sokaklarda kol gezdiği ülkelerde bayramların rengi değişiktir. Her tarafta çiçekler açarken, baharı kutlamanın bile yutkunmak olduğu unutulmamalı. Elbette bu yazıyı karamsar bulanlar olacaktır. Ancak, Türkiye'nin genel havasına bakıldığında karamsarlıktan bir nebze olsun sıyrılmak mümkün mü? Cihan Kırmızıgül olayı, 12 Eylül faşizminden farklı bir tablo yaratmıyor. Özel Yetkili Mahkemeler o dönemin DGM'lerine parmak ısırtıyor. Oldum olasıya, "özel günlere" karşı tepkiliyim. Savaşların neden 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde daha da azdığını açıklayamadığım sürece bu böyle devam edecek. Gazeteciler Günü'nü kutluyoruz, 97'si içeride...  Neyin kutlaması bu?
Yakında Babalar Günü de gelecek. O zaman da aynı coşkuyla kutlayacağız. Oysa hapishaneler ağzına kadar babalarla dolu. Milyonlarca baba işsiz. Dünya Tiyatrolar gününü kutluyoruz, tiyatrolar kapatılıyor. "Bu ne yaman çelişki anne." Yine de mutlu azınlıkta kendilerine yer bulan anneleri yukarıdaki karamsar tablodan ayırıp, bu mutlu günlerini kutlamayı da borç biliyorum (çelişki falan değil, içtenlikle kutluyorum). 

Mümtaz İdil
Odatv.com

13.05.2012 14:55

11 Mayıs 2012 Cuma

MÜMTAZ İDİL: YUH ÇEKEN OLMAZDI, OLMADI DA

Şefik Kahramankaptan, benim tanıdığımdan çok önceleri Gürer Aykal'ı tanıyor olmalı. Neden "Acaba 'yuh' çeken çıkacak mıydı?" diye bir yazı yazdığını merak ettim. Söz konusu konseri ben de izledim. Doğan Sinangil'in dünya prömiyeri olarak çalınan eseri aradan önceki ikinci parçaydı.
Ben müzik eğitimi almadım. Eseri ancak "beğeni" düzeyinde eleştirebilirim. Sanırım Şefik Kahramankaptan da benim gibi, yani müzik eğitimi yok. SBF-Basın Yayın Yüksekokulu'ndan mezun. Bizler beğenimizle hareket etmek durumundayız. Teknik olarak bir eleştiri getirmek haddimizi aşar, bilmem yanılıyor muyum?
Gürer Aykal, bu ülkenin yetiştirdiği ender sanatçılardan biri ve belki de en önemlisi. Bu önem, onun yalnızca "şefliğinden" kaynaklanmıyor. Kurduğu orkestralarla, yönettiği orkestralarla, Türkiye'nin her noktasına üşenmeden gitmesiyle, çok sesli müziği Mustafa Kemal Atatürk'ün talimatları doğrultusunda bir "hammal" gibi sırtında taşımasıyla önemli.
Çorum Hitit Festivali'ne üç kez Borusan ile ve ücret almadan geldi. Son gelişinde ise hiç unutamam, izleyici ile bir diyalog kurdu. Hangi enstrümanın hangi hayvanı veya havanın hangi koşullarını seslendirdiğini anlattı. Çalacakları, Vivaldi'nin çok bilinen "Dört Mevsim" adlı eseriydi.
Seslerin kesilmesinin ardından gelen alkışlara da değindi ve hatta izleyicilerin nerede alkışlaması gerektiğini elindeki "baget" ile yönlendirdi.
Gürer Aykal, artık sahne ustalığını çoktan aşmış bir müzisyen-şef olarak, izleyici ile mutlaka bir diyaloga girme ihtiyacı hissediyor ve iyi de yapıyor. Müzik dinleyicilerini uyarıyor, coşkulandırıyor, heveslendiriyor ve duygularını paylaşıyor. Bu pek alışılmış bir durum değil bizim sahnelerimizde. Rahmetli Hikmet Şimşek de televizyon programlarında yapardı aynı şeyi. Mutlaka eserin öyküsünü anlatırdı. Bu, izleyici açısından son derece "epik" bir durum. İzleyici ile orkestra ve şef arasındaki kalın duvar bir anda yıkılıyor ve izleyici kendisini sahnede hissedebiliyor. Donuk ve otomatikleşmiş hareketlerle sürdürülen bir konser, izleyici ile orkestra arasında soğuk bir duvar oluşturuyor.
Gürer Aykal işte bu duvarı yok etmek için zaman zaman şakayla, zaman zaman ciddileşerek birkaç kelime etmeyi alışkanlık haline getirmiş. O gün, yani Bilkent'te Doğan Sinangil'in eseri çalınmadan önce de izleyicilere yönelik konuşmalar yaptı Gürer Aykal, Şefik Kahramankaptan bunu hiç anmamış bile.
Bestecinin hemen ön sırada oturduğu bir durumda, eserin zor bir eser olduğunu ve müzik tarihinde ilk dinlendiği anda yuhalanan eserlerin de bulunduğunu şaka yollu söyledikten sonra, "bestecisi de burada, eser bitince yuhalamak yok," diyerek bir espri yaptı. Bestecinin önünde yaptı bunu. Gülerek yaptı... Zor bir eser olduğunu duyurdu böylelikle.
Kahramankaptan bilmez mi ki, Gürer Aykal nezaketinde bir insanın bunu şaka dışında yapmayacağını? Çok sesli müziğe olan saygısı nedeniyle bu uğurda verilen çabaları asla küçümsemeyeceğini? Gürer Aykal bunu baştan yapar, çok zahmetli geçen provaları elinin tersiyle iter ve bildiği ve daha önce çalıştığı bir eseri sahnelerdi. Bu kadar sıkıntıya girip, dünya prömiyeri olarak sahnelemek üzere normalin iki kat fazlası çalışan bir orkestrayı yönetmek yeterince esere ve bestecisine saygı gösterdiği anlamına gelmez mi?
Gelelim izleyiciye...
Elbette "yuh" diyen çıkmayacaktı. Böyle bir şey olması, zaten bir avuç çok sesli müzik seven insanın sözlüğünde yoktur. 18. ve 19. Yüzyıllarda böyle şeylerin Kıta Avrupa'sında görülmesi normaldi, çünkü yüzlerce besteci binlerce bestesiyle bir yarış halindelerdi. Çok sesli müzik bütün batı ülkelerini kuşatmış durumdaydı. Beğeniler olduğu kadar beğenmezlikler de rahatlıkla dillendirilebiliyordu. Günümüzde ise, özellikle de Türkiye'de çok sesli müzik kendini salonlara hapsetmiş durumda. Bu uğurda gösterilen her çaba, başta benim tanıdığım Gürer Aykal olmak üzere hemen tüm müzik adamlarının baştacı durumundadır. Zaten bir avuç insanız şurada. Fazıl Say'ın neredeyse ülkeden kovulma durumuna geldiği böyle ortamlarda, sorunlar dağ gibi büyümüşken, dönüp bağcı ile uğraşmanın, eften püften eleştirilerle varolan değerlerimizle ilgili kafalarda soru işareti yaratmanın anlamı var mı?

Mümtaz İdil
Odatv.com

11.05.2012 01:30

7 Mayıs 2012 Pazartesi

ENGELLİ ÖĞRENCİLER DE İSTİSMAR EDİLİYOR

Milli Eğitim Bakanlığı, 6 Ocak 2011'de Resmi Gazete'de yayımlanan "Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezleri Yönetmeliği" ile yepyeni bir uygulama başlattı. Ancak bu uygulamanın "suiistimale açık"olduğu da görünüyordu.
Nitekim, yönetmeliğin Resmi Gazete'de yayınlanmasından hemen sonra 2010-2011 Eğitim-Öğretim Yılı Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezleri Teftiş Rehberi'ni yayımladı.
Hem yönetmelik hem de teftiş rehberi bütün ayrıntıları kapsıyordu ve rehabilitasyon merkezi açacak kişilere kaçamak noktaları bırakmıyordu.
Örneğin, yönetmeliğe göre rehabilitasyon merkezleri "özürlü sağlık kurulu raporu düzenlemeye yetkili sağlık kurum veya kuruluşlarınca verilen raporla asgari % 20 özürlü olduğu tespit edilen, özel eğitim değerlendirme kurulları tarafından da eğitsel değerlendirme ve tanılamaları yapılarak destek eğitimi almaları uygun görülen görme, işitme, dil-konuşma, spastik, zihinsel, ortopedik veya ruhsal özürlü olan bireyleri" kapsıyordu.
Rehabilitasyon ve özel eğitim ise şöyle tanımlanıyordu: "Özel eğitim ve rehabilitasyon: Dil-konuşma gelişim güçlüğü ile zihinsel, fiziksel, duyusal, sosyal, duygusal ve davranış problemleri olan özel eğitim gerektiren bireylerin engellilik hâlini ortadan kaldırmak ya da etkilerini en az seviyeye indirmek, yeteneklerini en üst seviyeye çıkarmak ve topluma uyumlarını sağlamak, temel öz bakım becerilerini ve bağımsız yaşam becerilerini geliştirmek amacıyla yapılan çalışmaları" kapsar.
Ve tabii ücret: Öğrenci ücretlerinin tespit ve tahsili, 11 Şubat 2009 tarihli ve 27138 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Özel Öğretim Kurumları Öğrenci ve Kursiyer Ücretleri Tespit ve Tahsil Yönetmeliği hükümleri doğrultusunda yapılacaktır. Rehabilitasyon merkezlerine öğrenci başına Milli Eğitim Bakanlığı da katkıda bulunacak ve öğrenci başına 200 TL gibi bir miktarı Rehabilitasyon Merkezi'ne verecektir. Rehabilitasyon merkezlerinde Milli Eğitim Bakanlığı'nca destek ve eğitim giderleri karşılanacak gruplar yediye ayrılmıştı: Görme, işitme, dil-konuşma, spastik, zihinsel, ortopedik ve ruhsal özürlüler.
Ellerini ovuşturarak bu işe girenler olacaktı tabii... Para garantiydi, mantar gibi rehabilitasyon merkezleri kurulmaya başlandı. Öğrenci sayısı ne kadar artarsa, devlet desteği de o kadar artacaktı. İlk olay 20 Eylül 2011 tarihinde Şanlıurfa başta olmak üzere 5 il ve 10 ilçede patlak verdi. Bir ihbarı değerlendiren polis özel rehabilitasyon ve eğitim merkezlerine eş zamanlı operasyon düzenledi.
Operasyonda, aralarında kamu görevlilerinin de bulunduğu (kamu görevlileri olmadan bu merkezlerde yolsuzluk yapmak neredeyse imkansızdı çünkü) 50'den fazla kişi devleti zarara uğratma, yolsuzluk, resmi evrakta sahtecilik ve rüşvet suçlarından gözaltına alındı.
Derken, geçtiğimiz ay Edirne'de benzer bir olay yaşandı. Edirne Olay ve Edirne Kent Haber gazetelerinin verdiği habere göre, Edirne polisi MEB Rehberlik ve Araştırma Merkezi ve dört özel eğitim ve rehabilitasyon merkezine eş zamanlı operasyonlar yaparak bu merkezlerdeki dokümanlara el koydu. Edirne Milli Eğitim Müdürlüğü'ndeki bazı memurların ifadelerine başvuruldu. Rehabilitasyon Araştırma Merkezi'nde (RAM) eğitim gören öğrencilere kötü muamele yapıldığı iddiası vardı. Ama işin daha vahim tarafı, merkeze hiç gelmediği halde kayıtlı öğrenciler bulunduğu ve bunlar için Milli Eğitim Bakanlığı'ndan ödenek alındığı iddiasıydı. Gazetenin iddiası, Rehabilitasyon Merkezi'ndeki rehber öğretmen C.D. ile Özel Eğitim Öğretmenleri A.T ve H.S. tarafından düzenlenen raporların usulsüz ve bir kuruma menfaat sağlayıcı olduğuydu. Konuyla ilgili olarak Edirne Cumhuriyet Başsavcılığı'nın geniş kapsamlı soruşturma yaptığı öğrenildi. Şanlıurfa, Edirne ve diğer illerdeki bu olaylardan sonra ülke çapında özürlü öğrencilere eğitim ve hizmet vermek üzere kurulan özel rehabilitasyon merkezleri yakın takibe alınacağı belirtiliyor.

Mümtaz İdil
Odatv.com


07.05.2012 16:49

1 Mayıs 2012 Salı

1 MAYIS'I NASIL "ÇOCUK BAYRAMI"NA ÇEVİRDİLER

"Ey işçi!
Bugün hür yaşamak hakkı seninken
Patronlar o hakkı senin almışlar elinden.
Sa'yınla edersin de "tufeyli"leri zengin,
Kalbinde niçin yok ona karşı yine de bir kin?
Rahat yaşıyor, işçi onun emrine münkad;
Lakin seni fakr etmede günden güne berbad.
Zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden,
Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden.
Sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün,
Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün."
Yukarıdaki şiir Türkiye'de yazılan ilk 1 Mayıs şiiri... 1923 yılında yoksul bir kantarcının kızı olan Yaşar Nezihe'nin yazdığı şiir, 1923 Haziran'ında "Aydınlık" dergisinde yayınlanmış... Türkiye'de ilk 1 Mayıs kutlamaları da aynı tarihe rastlar. (Tülin Eraslan'ın gönderisi) Şiir daha uzun, ama buraya hepsini almadım. Önemli olan bir mesajı iletmek, şiirin güzelliğini tartışmak değil. 1923 yılından bugüne işçi haklarının ne hale geldiğini anımsatmak için... 1 Mayıs ikinci çocuk bayramımız kutlu olsun...
Sendikal haklar askıda, grev hakkı yok, kotalar sınırlandırılmış, işçi yanlısı sendikaların kapısına kilit vurulmak üzere, hak arama söz konusu bile değil, çocuk işçilerin hakları ortalıkta, asgari ücret meydanda...
Neyin bayramı bu?
1 Mayıs İşçi Bayramı'nı "çocuk bayramı" düzeyine indirdiler. İdeolojik yaklaşımın da dışına çıkıldı. Dinci gruplar da "ezilen ezilendir" sloganıyla 1 Mayıs'a iştirak ettiler. Sulandırdılar... Nazilerin Yahudi bayramı kutlamalarına benzemeye başladı iş. 1 Mayıs bir direniş simgesidir, halinden memnun kitlelerin kucaklaşması değil. İşçilerin, emekçilerin gövde gösterisidir. Mevcut sömürü düzenine gözdağı verilmesidir. Ama AKP işin kolay tarafını buldu: "Bırakınız çocuklar eğlensin..." Bayramı gerektirecek ne var ortada? Hangi kazanımlar var? Ne oldu da 1 Mayıs İşçi Bayramı, 1 Eylül Dünya Barış günü gibi kimliksizleşti? Upton Sinclair'in kemikleri sızlıyordur. Yine de bir gövde gösterisidir deniyorsa, zaman gösterecek.

Mümtaz İdil
Odatv.com

01.05.2012 14:13

SIRADA CSO, OPERA-BALE VE SİNEMA VAR

CHP'nin kültür politikalarını gözden geçirmesi gerekiyor. Eğer bu ülkede tiyatro özelleştiriliyormuş gibi yapılarak devlet memurlarının eline veriliyor ve repertuarları yetkisiz kişiler tarafından hazırlanmaya başlıyorsa... Sanatçılar bunun henüz başlangıç olduğunu, baskının ve kuşatmanın giderek büyüyeceğini, çemberin sanatçılar için daralacağını biliyor.
Kemal Kılıçdaroğlu tiyatro sanatçılarının eylemine destek verirken, Başbakan Erdoğan'a cevap veriyor yalnızca. Oysa durum, Başbakan'ın söylediğinden çok daha vahim durumda. "Siz kendinizi ne sanıyorsunuz," diye sorduğu topluluk elbette sanatçılar. Kılıçdaroğlu da yanıt veriyor: "Onlar sanatçılar, asıl sen kendini ne sanıyorsun," diye... Bu mu yapılanlara karşı koymak? Başbakan'ın cevabı son derece basit: Başbakanım, diyecektir. Soru bu olmamalı. Daha doğrusu burada soru bile sorulmamalı. Ortada bir eylem var, sanatçılar da bu eyleme bir karşı eylem koymuş durumda.

Tiyatroyu sokağa taşıyacaksınız. Bunu da CHP kültür kolu yapacak. Bütün illerin meydanlarında Shakespeare dönemindeki gibi sokak tiyatroları kurulacak. Ama bir kişiyle, ama on kişiyle tiyatro sahnelenecek. Halkın katılımı sağlanacak, epik tiyatronun tüm incelikleri ortaya konacak. Çünkü bunun arkasından sırada opera, bale ve daha ilerisinde sinema var. Daralmalar bu şekilde tek tek gelecek. Devlet eliyle sanat olmaz, devlet sanata karışmaz dediğiniz anda, Başbakan'ın "uyanık" danışmanları devlet tiyatrolarını örnek gösterecekler ve "o halde bunlar da kaldırılmalı" diyeceklerdir. Bunun için yasa değişikliğine de gideceklerdir, hiç kuşkunuz olmasın. Oysa Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü ile Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü özel statülü genel müdürlüklerdir. Öyle canınız istediği zaman repertuarına karışamazsınız, canınız istediği zaman tiyatro-bale oyuncularını kapının önüne koyamazsınız, canının istediği zaman tiyatronun-operanın kapısına zincir vuramazsınız.

Mustafa Kemal Atatürk bugünleri görmüş demek ki, o zamandan önlemini almış. Öyle sert bir kayadır ki Devlet Tiyatroları ve Devlet Opera Balesi, adamı zıvanadan çıkartır. Neden böyle bir şeye gerek görmüş Atatürk? Tiyatronun gelişmesi için. Bütün dünyada da bu böyledir. Ya devlet tiyatro ve opera sanatını destekler ya da doğrudan kendisi müdahil olur. Çünkü tiyatro ve opera-bale masraflı sanatlardır.

Özel tiyatroların oynayamadığı aksesuarı bol ve sahne prodüksiyonu pahalı oyunları devlet üstlenir, ama yukarıda olduğu gibi: Yani devletin olanakları kullanılır, ama bürokrasinin dişi buralara geçmez. Bir ülkenin başbakanı o ülkenin sanatçılarına "siz kim oluyorsunuz," diye soruyorsa, bunun cevabını muhalefet vermez. Cevap sanatçılardan zaten gelecektir, hiç kuşku duyulmasın. Muhalefetin burada yapması gereken, kendine ait belediyelerde bu sanatın varlığını daha yükseklere taşımaktır mesela. Mesela kaynak aktarımı yapmaktır tiyatroya. Türkiye'nin önde gelen sanat adamlarının buralarda görev almasını sağlamaktır.

Daha henüz hükümetin el atmadığı opera ve bale sanatı için kolları şimdiden sıvamalıdır. Değilse, muhalefet yalnızca Başbakan'ın söylediklerine cevap verecek, hükümet de bildiğini okuyacaktır. Acilen CHP'nin sanatçılarla bir toplantı yapması ve alınması gereken önlemleri onlarla tartışması gerekiyor. Çok geç kalmadan. Mümtaz İdil Odatv.com



Mümtaz İdil
Odatv.com

01.05.2012 12:02