28 Şubat 2010 Pazar

BİRİ MUSTAFA BALBAY’A SÜREKLİ MEKTUP YAZIYOR

Odatv olarak da yakından tanıdığımız biri sürekli Silivri cezaevinde yatan Mustafa Balbay’a mektup yazıyor.
Yazdığı mektupları e mail olarak Balbay’ın Cumhuriyet gazetesindeki adresine gönderiyor.
Aynı iletiyi www.bakiselamlar.com adresine ve Çorum Haber gazetesine gönderiyor.
Aralık 2009’dan bu yana kısa aralıklarla bu iletileri inatla sürdürüyor.
Yazılarda Mustafa Balbay’ın “Ergenekon” nedeniyle tutuklanasından da söz edilmiyor.
Yazılar, yazanın ilk mektuplardan birinde de belirttiği gibi, bir zamanlar yazarların birbirine yazdığı ve edebiyat tarihine “mektup” türü olarak geçen türün “elektronik posta” olarak geçmesi amacını taşıdığı belirtiliyor.
Bir edebiyat türü olarak bu kabul edilir veya edilmez, ama bunu inatla sürdüren odatv yazarlarından A.Mümtaz İdil.
Aşağıda, onun Mustafa Balbay’a yazdığı son mektubu sunuyoruz.
Sevgili Balbay,
Kışı erteleyip Kahire'ye gidelim
Ey sevgili. Meşe ormanı saçlım,
Kendimize bir kötülük yapalım
Bir akşam üstünün aldanışları için
Ahmet ADA
Ahmet Abakay'ı bilirsin. Facebook paylaşım sitesi üzerinden yazışıyorduk ki, çok ilginç bir şey söyledi:
"Başbakan Erdoğan bir de bizi çağırsa, ne hoş olurdu," dedi.
Bilmem izliyor musun, şarkıcılardan oluşan bir grup Başbakan Erdoğan ile kahvaltı yaptı. Demokratik açılım projesi çerçevesinde.
Ben de bununla ilgili bir yazı yazdım odatv'de.
Sanatçının var olan sistemle bütünleşmesinin sakıncalarından söz eden bir yazıydı. Tarık Akan, Rutkay Aziz Tekel işçilerinin yanındayken, diğer 'şarkıcı' ağırlıklı 'sanatçılarımız' kahvaltıdaydı. Üstelik altlarında son model arabalarla.
Yani, statükoya savaş açan sistem yanlıları, statükolarını korumakta hiç zaman kaybetmiyorlar.
Düşünsene Mustafa, senin de aramızda olduğun bir gazeteci grubuyla böyle bir kahvaltıya gitseydik neler olurdu neler. Ne sorular çıkardı.
Aslında Başbakan için de iyi olurdu böyle bir antreman.
Bu arada, yazdığım yazıların hepsinin başına yaşayan şairlerimizden bir dize koymaya karar verdim. Bunu, dün odatv'ye yazdığım yazıda uygulamaya başladım. Böylelikle, yaşayan şairlerimize destek vermenin yanı sıra, edebiyatın tamamen unutulduğu, şiir kitaplarının satmadığı, insanların okumadığı bir dönemden geçiyoruz. Belki yazıyı okumaz insanlar ama iki dize gözlerine çarpar diye düşünüyorum.
Bu yüzden de yukarıya, Ahmet Ada'dan küçük bir alıntı ekledim.
Dün de Ömer Faruk Hatipoğlu?nden bir dize eklemiştim odatv'deki yazıya.
Yazıdan Melih Aşık da bir alıntı yapmış. Beethoven'in Avusturya İmparatoru ile karşılaşmasına ilişkin bir anısı vardır. Üstelik bu öylesine etkili bir karşılaşmadır ki, tablosu bile yapılmış.
Yanında da Goethe var büyük ustanın.
Sanatçı diyince aklıma bunlar geliyor Mustafa.
Aleksandre Dumas Pere geliyor, kavgacı kimliğiyle, Jack London geliyor arsızlığıyla, Camus geliyor başkaldırışıyla, Puşkin geliyor çılgınlığıyla. Binlerce, binlerce sanatçı gelip geçiyor aklımdan.
Böyle olmalı sanatçı tavrı diye düşünüyorum. Böyle pervasız, doğruları kendi bakış açısından gören ve bunu anlatan.
Kuşkusuz her zaman doğruyu söylemiyor sanatçılar da, ama en azından yeni bir bakış açısı ortaya koyuyor, başka bir pencereden dünyayı seyretmemizi sağlıyorlar.
Anton Çehov, Türkçeye 'Bahis' diye çevrilen öyküsünde, bir banker ile bir avukatın ölüm cezası ile müebbet hapis üzerine tartışmalarını anlatır. Belki okumuşsundur. Mazlum Beyhan çevirisi.
Avukat, 'herşeye rağmen yaşamın gerektiğini, ölüm cezasının yanlış olduğunu' söyler, banker ise, ?'ıllarca hapis yatmak yerine ölmenin daha makul' olduğunu iddia eder.
Banker, gecenin ilerleyen saatlerinde, alkolün de etkisiyle avukat ile bahse girişir: Evine yakın bir müştemilatta on beş sene kalması halinde, bütün servetini avukata devredeceğini söyler ve bunu da yazılı olarak beyan eder.
Avukat ilk iki yıl yalnızca içki ister.
İkinci yılın sonunda bankerden piyano ister ve birkaç yıl piyano çalarak zamanını geçirir. Ardından kitap ister, sonra yeniden içki, yeniden kitap, yeniden piyano.
On beş yıl dolmuştur. Öykü de zaten on beş yılın sonunda bankerin evde çaresiz bir biçimde dolaşmasıyla başlar.
Bütün servetini ertesi gün kaybedeceğini anlayan banker çaresizlik içindedir ve elinde tek seçenek vardır: Avukatı öldürmek.
Silahını alır ve avukatın hapis yattığı müştemilata gider.
Kapı açıktır ve içeride de avukat yoktur. Bir not bulur masanın üzerinde:
"Biliyorum ki bahsi kaybettin ve biliyorum ki beni öldürmeye geleceksin"
Böyle şeyleri okudukça kendimi daha güçlü hissediyorum Mustafa.
Ben dışarıdayım ve güce ihtiyaç duyuyorum, ama eminim ki sen içeridesin ama benden daha güçlüsün.
Sevgiyle kal,
A.Mümtaz İDİL,
21 Şubat 2010, 16.05
Odatv.com
28.02.2010 13:20

27 Şubat 2010 Cumartesi

İHSAN DOĞRAMACI’YA BİR DE BU AÇIDAN BAKIN

Karalahana turşusu neden olmaz bilir misiniz? Çünkü karalahana sirkeye kanmaz. Sirkeyi görünce yumuşamaz, sirkeyi görünce çözülmez.

Benim yaşımdakiler üç darbeyi kafalarında vura vura gördüler. Bakmayın şimdi “darbelere karşıyız” diye ortalığı ayağa kaldıranlara, onlar 12 Eylül artıkları olarak bütün bu feveranı gösteriyorlar,

12 Eylül, iki gün önce aramızdan ayrılan İhsan Doğramacı’nın bize bıraktığı YÖK’tür...
Orhan Uğuroğlu’nun bir aralar başkanlığını yaptığı, Hulki Cevizoğlu’nun da onun yardımcılığını yaptığı dönemde Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık Muhabirleri Derneği diye bir dernek vardı. Ankara Bahçelievler tarafında da merkezi bulunuyordu.
1980 darbesinden sonra Turgut Özal Başbakanlığındaki hükümet kurulduğu günlerden bir akşam, şimdi ANKA ajansının başında oturan o sıralarda da muhabir olan Veli Özdemir ile birlikte oraya gitmiştik. Yanımıza da o sıralarda sanıyorum kadından sorumlu devlet bakanı olarak görev yapan Cemil Çiçek oturmuştu.

Yıl 1989... Belki de 1989’un sonu, 90’nın başı...

Konu konuyu açtı ve üniversite hocalarının 1402 nedeniyle görevlerinden alınmasına geldi. Cemil Çiçek, bunun kendi niyet ve istekleri olmadığını, bütün bunların İhsan Doğramacı’nın başının altından kalktığını söyledi.
“Yani 1402 ile üniversiteden kovulanların arkasında Doğramacı mı var,” diye sordu Veli Özdemir...
Cemil Çiçek, bize, Cumhuriyet gazetesinde Ayşe Sayın’ın yaptığı “Flört fahişeliktir” diye verdiği röportajı anlatmaya çalışıyordu. Konu döndü dolaştı, vakıf üniversitelerine geldi.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, 1980 darbesinden hemen sonra Devlet Planlama Teşkilatı’nın başına gelmesiyle birlikte, Türkiye’de vakıf üniversitelerinin yolunun açıldığını, bunun için de İhsan Doğramacı’nın görevlendirildiğini anlattı.
Aradan on yıl geçmişti zaten. 1402’likler ilan edilmiş ve üniversitelerden atılmıştı. Üniversiteler kendi sistemlerini kurmaya başlamışlardı ve artık üniversite hocası olmak için Doğramacı’nın kurduğu YÖK’ün ve Cumhurbaşkanı Özal’ın onayını almak gerekiyordu.
Yıllarca bu böyle devam etti. Aklı başında olan herkes, her üniversite hocası YÖK’e karşı elinden gelen savaşımı yapmaya çalışıyor ve 12 Eylül’ün getirdiği bu sisteme hayır diyor, Doğramacı’yı da suçluyordu.

2002 yılı Kasım seçimleriyle birlikte iktidara AKP gelince, o zaman YÖK’ün başında olan Anayasa Hukukçusu Teziç “karşı görüşlerini” bildirince, bir yığın YÖK mağduru, her şeye rağmen YÖK’ü savunmaya başladı.
Üniversiteler, bilimsel düşüncenin getirdiği bir refleksle yıllar önce Turgut Özal’ın bu ülkeye yaşatmak istediği “ben zenginleri tanırım” yaklaşımına,“bizler de bilimi tanırız” yaklaşımını getirmeye çalıştılar.
İş adamları, tüccarlar VİP salonlarından yurt dışına çıkıp, yine Özal’ın koyduğu “fon” için para ödemezken, bilim adamları, üniversite hocaları yurt dışına çıkış harcı olarak yüz dolar ödemeye mahkum oldular.
Doğramacı’nın kurduğu zihniyet buna asla itiraz etmedi.
Üniversite hocalarının bilimsel makale yazmasını asla ödüllendirmedi.
Kim rektör olacak, o da kimi rektör yardımcısı seçecek, ona baktılar.
Bilkent’i kuran, vakıf üniversitelerinin yolunu açan ve belki de bugün Türkiye’de birçok bağımsız üniversiteyi iktidar baskısından kurtarmanın mimarı olan İhsan Doğramacı, bir yandan Türkiye için çok önemli bir gelişimi sağlarken, öte yandan bir yığın üniversite hocasının bir bankada memur olarak çalışmasına yol açtı.
Öyle sıkıntılı bir dönemdi ki o dönem. Ne İhsan Doğramacı için “hayırsız biriydi” diyebilirdiniz, ne de ondan sonra gelen YÖK başkanlarının koltuklarına sıkı sıkı sarılmasına “haklılardı” diyebilirdiniz.

95 yaşında, neredeyse bir yüzyıl yaşayıp Türkiye için iyisiyle kötüsüyle birçok anı bırakmış bir “bilim adamı” olarak İhsan Doğramacı’yı hep çocuklar için yaptığı hastane ile hatırlayacaktır bu ülke.
Biraz daha ayakta kalabilseydi, zaten onu da Mehmet Haberal gibi, “Ergenekon’dan” içeri alacaklardı.
Bu ülke ne iyiyi tanıyor ne de güzeli seviyor...
Ne deniyorsa onu yapıyor.
Yazık...

A. Mümtaz İdil
Odatv.com
27.02.2010 17:25

26 Şubat 2010 Cuma

UMUDUMA CEVAP BULAMADIM

Beklenmedik bir anda terk edilmişsindir bütün sevdiklerince
Suçlamak istemesende hiç kimseyi üzünçle yanmakta yüzün
Adını bile koyamadığın bir boğunç dolmakta şimdi yüreğine
Ve usulca ağmaktadır gözlerinin peteğine ağulu bir hüzün...
Ahmet Telli

Yıl 1972.
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı bölümünde üçüncü sınıftayım. Sınıf arkadaşım Nevzat Gümüşel ile aynı mahallede oturduğumuz için, birlikte Aşağı Ayrancı’ya kadar yürüdüğümüz günler...
Arada bir Zafer Pasajı’ndaki kitapçılara, Rusça kitap bulma umuduyla uğrardık. Remzi İnanç’ın Toplum Kitapevi de orada olduğu için, Nevzat da Remzi İnanç’ı tanıdığı için, onu da ziyaret ettik.
Remzi İnanç o sırada kısa boylu, zayıf, saçları saman rengine çalan biriyle konuşuyordu.
Biz kitaplara şöyle bir baktık, Nevzat beni Remzi İnanç ile tanıştırdı... Asıl derdimiz ise sahaflara düşen Rusça kitaplar, çünkü Rusça yasak. Okulu var, ama kitapları yasak...
Toplum Kitapevi’nin hemen karşısında Erdal Akalın’ın Dost Kitapevi, yanında da bizim işimize yarayacak Rusça kitapların da zaman zaman düştüğü Savaş Kitapevi var....
Nevzat ile Zafer Pasajı’ndan istediğimizi bulamadan çıktığımızda, “İçeride, Remzi ağabeyin karşısında oturan kimdi biliyor musun,” diye sordu.
Bilmiyordum.
“Yeni kuşak şairlerden Ahmet Telli’ydi... Müthiş bir şair,” diye ekledi.
O yıllarda ne yazarları tanıyordum ne şairleri... Aklım bir karış havadaydı.
1980 faşist darbesinden sonra Bilim ve Sanat ve Yarın dergilerinde yazmaya başladığımda, elimdeki bir dosyayla Dayanışma Yayınları’na uğradığımda, Ahmet Telli ile karşılaştım. Gerçeklik ve Roman adlı ilk kitabım Dayanışma yayınlarından, onun sayesinde yayımlandı.
Üstüne üstlük, benim haberim bile olmadan kitabımdan dokuzunu“Akademi Kitapevi Ödülü”ne göndermişti.
1984 yılının bir Pazar gününde, Cumhuriyet gazetesinde, “Akademi Kitapevi Ödülleri açıklandı,” diye bir haber okudum.
“Araştırma inceleme dalında birincilik ödülüne, A.Mümtaz İdil’in Gerçeklik ve Roman adlı eseri oy birliğiyle birincilik ödülüne...”
Gerisini okumadım zaten. Ne yapacağımı, kimle paylaşacağımı bilmeden öyle oturdum...
Aldığım ilk ve son ödül de bu oldu...
Sonraları Ahmet Telli ile yollarımız arada bir kesişti. Çankaya Televizyonu’nda kendi çapımda program yaparken Ahmet Telli’yi konuk olarak çağırdım. Öteki Yayınevi’nde redaktörlük yaparken birkaç kez karşılaştık.
Sonra, günlük telaşlardan da olsa gerek, birbirimizi aramaz olduk.
Abdülkadir Budak’ın çıkarttığı “Sincan İstasyonu” dergisini almak için Dost Kitapevi’ne uğradığımda, Ahmet Telli’nin yeni çıkan kitabının ilanını gördüm. Yukarıda anlattıklarım aklımdan şöyle bir geçti.
Arkadaşlarımla Mülkiyeliler Birliği’nde buluşacağım için, oraya geçtim. Gelen giden olmamıştı henüz, Hasan Uysal’ın oturduğu masaya takıldım.
Ve Ahmet Telli geldi...
Neredeyse Remzi Kitapevi’nde karşılaştığım kılığı ve haliyle... Saçları artık saman sarısı değil, griydi, ama geri kalan tüm haliyle aynıydı.
Şiirden konuştuk, sanatçılardan konuştuk, Türkiye’nin hangi dönemeçleri döndüğünden konuştuk.
İkimiz de yaşlanmıştık...
Bir şair olarak Ahmet Telli, hala heyecanını ve umudunu koruyordu. Ben de umuduna ortak olmak için çaba gösteriyordum.
Sonra çıktım, Tekel işçilerinin olduğu Sakarya caddesine indim.
Ahmet Telli’nin umudunu orada görmek istediğimden belki...
Ülkemin yetiştirdiği önemli bir şairin umudunu yani...
Puşkin’in tüm Rusya’yı ayağa kaldırdığı bir güç hala var mı diye...
Cevap bulamadım.
Aklıma Konstantin Simonov düştü ansızın:
“Bekle beni ve ben döneceğim,
Yalnız çok bekle,
Kimse beklemese de bekle,
Sarı sarı yağmurlar yağana kadar bekle,
Bekle beni ve ben döneceğim,
Yalnız çok bekle....”

Ataol Behramoğlu’nun çevirisinden aklıma takıldığı kadarıyla...

A. Mümtaz İdil
Odatv.com
26.02.2010 20:23

23 Şubat 2010 Salı

SIRADA NECDET SEZER Mİ VAR?

Tam kendime geldiğimi düşündüğüm bir anda, kanallar zil çalarak geçti: Emekli Orgeneral Fırtına, Emekli Orgeneral Özden Örnek gözaltına alındı... On albay gözaltında. Muvazzaf subaylar ve emeklilerle birlikte 60 subay gözaltına alındı.
Çetin Doğan’ın evinde arama var...
Tam bu sıralarda ben de Mozart ile ilgili bir yazı yazmayı düşünüyordum.
Doğan Yurdakul’u aradım: “Nedir bunlar ağabey,” diye.
Doğan ağabey; izliyoruz Mümtaz, ama sanıyorum bu Erzincan savcılığında çarşafa dolaşan hükümetin bir intikam projesi…
ANKA ajansına gittim. 
Bir şekilde orada çalışıyorum sayılır. Bilgisayarımı kurdum Tahsin İncircigeldi. Kerbela oyununun müziklerini yazan şahıs.
Üç saat kadar onunla oyunu yeniden yapılandırmayı konuştuk.
Tahsin Bey çıktı, ben de Mozart ile ilgili yazı yazmaya kalkıştım ki telefon çaldı.
Arayan çok eskilerden tanıdığım, Ünal İnanç ile de çalışmış bir polis adliye muhabiriydi.
“Şu anda Gölbaşı’nda Necdet Sezer’in evi etrafında bir yığın polis var, bir baksan iyi olur,” dedi.
“Aytaç Yalman’ı da içeri alacaklar, ama asıl bomba Necdet Sezer...”Oğlumun bir arkadaşını aradım, “Acele bana gel, Gölbaşına gideceğiz”diye.
O da geldi.
Telefonum da bozuktu bu arada... Arayanlar bana ulaşamıyor, ben aradığımda da onlara ulaşamıyordum.
Uzun aramalardan sonra eve gelip de normal telefona ulaşınca, Doğan ağabeyi aradım, sonra Barış Pehlivan’ı...
“Necdet Sezer’in evini bulduk, ama ne kapıda polis vardı, ne kalabalık ne de evde bir ışık., dedim.
Sözüne güvendiğim arkadaşımı aradım. “Gölbaşına gittim, ama senin söylediğin kalabalığı orada bulamadım.”
“Öğlen sularında ben oradaydım Mümtaz. Bir yığın polis de evi kuşatmıştı,” 
dedi.
Mozart yazısı yazacaktım, Tahsin İncirci’nin Kerbela eserine yeni bir libretto yazacaktım, aklımda bir yığın yazı konusu vardı. Benim yerime Ercan adlı yorumcunun “Gothe ile Beethoven bir kez Teplitz’de karşılaşmışlardır, üstelik Beethoven, Goethe’nin Egmont adlı serine bir senfoni yazmıştır, kafanızdan hikayeler uydurmayın diyen arkadaşa, bir başka yorumcunun Beethoven’in kitabından İngilizce metni yazdığını gördüm.
Sonra haksız bir eleştiri bu diyerek, Barış Pehlivan’a bir açıklama gönderdim
Tabii ki onlar, bir gazeteci sorumluluğu ile benim yorum yazanlara verdiğim yanıtı yayımlamadılar.
Tam da o sırada Mozart ile ilgili bir yazı aklıma düşmüştü. Tam da o sırada Doğan Yurdakul ile telefonda görüşmüştüm.
Tabii ki Mozart ile ilgili yazımı yazacağım, tabii ki Felix Mendelshon’un bir kasabın aldığı ete sardığı kağıtta Bach’ın kayıp diye bilinen "Passion"larını bulduğunu yazacağım, tabii ki Aleksander Dumas Pere’in Goethe ile kavgasını yazacağım, tabii ki Yaşar Kemal’in bütün bu yaşanlara karşın, Tayip Erdoğan’ın yazarları çağırdığı toplantıya katılacağını yazacağım..
Görevim yazmak çünkü.

A. Mümtaz İdil
Odatv.com

23.02.2010 11:14

20 Şubat 2010 Cumartesi

KAFKA KADAR OLAMADINIZ

yüzüm cennet-cehennem
yüzüm
anadolu’dur

Ömer Faruk Hatipoğlu


Odatv okuyucularından Halil Gürsoy bana beni hatırlattı açıkçası.
Otuz yıldan fazladır edebiyat üzerine yazı yazan biri olarak, son günlerde neden, üstelik de az bildiğim siyaset konusunda yazı yazdığımı sorgulattı bana.
Kafka’yı hatırlatınca, kendimi de hatırladım.
Hep olumsuzluklar, yanlışlıklar ve umutsuzluklar üzerine yazı yazmaktan bıktığımı o zaman fark ettim.
Sanatçılar(!) açılım için Başbakan’ın yanında.
İbrahim Tatlıses, Özdemir Erdoğan, Erol Evgin…
Altlarında son model arabalarla açılımı açmaya geldiler.
Tekel işçileri de o sırada eylem yapıyordu…
Kafka’ya dönelim… Sanatçıya dönelim yani. 
Kafka, “Dönüşüm” romanını savaşa ve bürokrasiye karşı yazdı. Bir bakıma Sartre ile, varoluşçulukla örtüşüyordu yazdıkları. Kendi istemi dışında bu dünyanın “esiri” olmaktan nefret ediyor ve haykırıyordu.
Öyle sıradan cümleler kurmadan, basitliğe kaçmadan Gregor Samsa’nın bir sabah uyanışını anlatıyordu.
Bin yıllık edebiyat tarihinde ilk kez biri, yataktan kalktığında kendisini hamamböceği gibi hissediyordu.
Ondan sonra isterseniz yatağınızdan kaplan olarak kalkın, tavşan olarak kalkın… Hiç fark etmez… Kafka bunu yaptıktan sonra, gerisi taklitten öteye geçmez.
İşte bizim Başbakan’ın başına üşüşen sanatçılarımız böyle… Hepsi bir taklitin doğurduğu sanatçılar… Ne aralarında Belafonte var ne Kafka, neTarık Akan, ne Rutkay Aziz ne Orson Welles
Aynı duyarlığı Ankara’da, Sakarya’da yapmaları beklenirdi“sanatçılarımızdan”.
Sinemanın dahi çocuğu Steven Spielberg, bizde “Bela” adıyla gösterilen ilk filmlerinden birinde bir kamyonun ortalama bir binek arabasını sıkıştırmasını anlatır. Filmde binek arabasını kullanan dışında kimseyi görmezsiniz, ama iki saat film size sürükler.
Aynı Spielberg, yıllar sonra Jaws’ı çektiğinde, ardından karıncalar, arılar, yılanlar… Bir yığın benzer film çekilmiştir.
Miguel Unamuno“Sis” adlı romanında kahramanıyla diyaloğa girdiğinde, bir yığın yazar bunu daha once neden kendisinin düşünemediğinden hayıflanarak benzer örneklere girmiştir.
Tolkien kendisine bir “orta dünya” yaratıp orada yaşamaya başladıktan sonra, bir yığın yeni dünyalar yaratılmıştır yazarlarca.
Kafka da böyle bir yazardır.
Bir sabah hamamböceği olarak da uyanabileceğimizi göstermiştir bize.
Sırtı kalın, yönetilmeye hazır ve başına gelecekleri bir sabah ansızın öğrenen bir “kahramandır” Gregor Samsa…
Ne Mickey Spilane’nin Mike Hammer’ine benzer ne Ian Flemming’inJames Bond’una…
En çok da Dostoyevski’nin “Öteki” romanındaki memur Goladkin’e veyaÇehov’un “Bir Memurun Ölümü”ündeki İvan Dmitriç Çeryakov’a benzerSamsa.
İstemeden önündeki adamın ensesine hapşırdığı için dayanamayıp ölen Çeryakov’a.
Sanatçı deyince aklıma Halil Gürsoy gibi, bu insanlar geliyor. Halkının sıkıntıya düştüğünde bayrağı eline alıp başkaldıran insanlar geliyor aklıma… 
Önünü ilikleyip Başbakanlık konutuna koşmak yerine, Ankara’nın Sakarya Caddesi’ndeki işçilerin yanına koşanlar geliyor aklıma ve Kafka olsaydı, orada olurdu diyorum.
Sartre’ın Nobel’i reddetmesi gibi, McCarthy dönemini aklayan “Rıhtımlar Üzerinde” filminde oynamanın verdiği utancı hayatı boyunca yaşayan ve Oscar almaya gitmeyen Marlon Brando gibi, tüm baskılara karşın McCarthy’ye “sen de kim oluyorsun,” diye soran Paul Robsen gibi, dünya dönüyor dediği için yanan Bruno gibi…
Goethe ile Beethoven sokakta dolaşırken, Avusturya İmparatoru atlı arabasıyla yanlarından geçer. Goethe, imparatorun geçtiğini fark edince hemen döner ve “esas duruşa” geçer… Beethoven ise yürümeye devam eder.
İmparator arabadan iner ve Goethe’yi hiç görmemiş gibi Beethoven’in arkasından koşar ve “Nasılsınız ekselansları,” diye sorar.
Beethoven, sokakta karşılaştığı bir ahbap edasıyla, “İyiyim, ya siz?” der ve yürümeye devam eder.
Boris Pasternak, SSCB’de öldüğünde, bir tek devlet görevlisi cenazesine gelmemiştir. Öldüğü günün sabahı, Rus sanatçılardan oluşan kırk kişilik bir gurup onu evinden omuzlarında alıp, mezarlığa kadar taşımıştır.
Michelangelo öldüğünde, üzerinde eski bir battaniye, cebinde de üç İtalyan kuruşu bulunuyordu. 
Hiçbiri statükocu değildi, ama statükoya karşı tavırlarını sanatla gösteriyorlardı.
Herakliatos’tan bu yana gelen “diyalektik” kuralların farkındaydılar.
Sanatçılar bunu fark etmelidir önce.
Sanatçı bunlar…
Milena’ya aşk mektupları yazmayı dünyadaki hiçbir şeye değişmeyen insanlar…
d’Anthes’in karşısına korkmadan çıkan Puşkin’dir sanatçı.
Pinochet’nin karşısında dağ gibi duran Neruda’dır, ülkesinden uzaklarda ölen Nazım Hikmet’tir…
Açılım mı?
Kafka’ya soralım en iyisi…

A. Mümtaz İdil
Odatv.com

20.02.2010 15:10

19 Şubat 2010 Cuma

YİNE YAZI İŞLERİ YİNE GAF

Erzurum ve Erzincan savcıları“senin savcın, benim savcım” tartışmasını başlattı. 
Birçok köşe yazarı, konuşmacı bir şekilde “taraf tutmak” zorunda kaldılar veya öyle göründüler. Böyle olmak zorundaydı da. Çünkü ortada somut bir olay var ve bir şekilde bu olayın yorumlanması gerekiyor. Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir başsavcı bir başka savcı tarafından tutuklanıyor. Ne söylerseniz söyleyin, bir tarafa doğru eğilmek durumundasınız.

Arada bir “muhalif isimleri” de konuk eden NTV’deki Yazı İşleriprogramında bu kez Cüneyt Ülsever vardı.
Her zamanki formatındaydı program, konu adalet sistemindeki depremdi ve köşe yazılarından parçalar sunuldu.
Ruşen Çakır, “Şimdi de bir savcıyı tutmak, diğer savcıyı suçlamak gibi toplum ikiye bölündü,” türünden bir şeyler söylerken. Cüneyt Ülsever, Ruşen Çakır’ın sözünü tamamladı:
“Senin savcın, benim savcım yaratılıyor demek istiyorsun..”
Tam Ruşen Çakır “evet,” diyecekti ki, Cüneyt Ülsever, bir anlamda tüm konuşmayı özetleyecek ve gerçektende birçok insanın gözünden kaçan bir ayrıntıyı ortaya koydu:
“Yalnız dikkatinizi çekerim. Her iki savcı aynı durumda, konumda değil. Savcılardan biri tutuklandı, öteki görevden alındı. Biri, “ergenekon” şablonu içerisinde ne zaman çıkacağı belli olmayan bir tutuklama altında. Ayrıntıları, suçlamaları bilmiyoruz. Ergenekon şablonu altında iki seneye yakın süredir içeride olanlar var.”Bu ciddi ve önemli bir saptamaydı.
Mirgün Cabas devreye girdi hemen: “Reklamlara giriyoruz. Reklamlardan sonra bu konuda bir iki dakika daha duracağız. Cüneyt Ülsever’e de geldiği için teşekkür ederiz...”Bu kadar...
“Senin savcın” içeride tutukluyken, “benim savcım” sabahın köründe dosyayı apar topar gönderecek kadar özgür...

Dayanamadığım için yazıyorum. 
Bireysel bir başkaldırı benim yapmak istediğim.
Baykal ile ilgili bir satır yazı yazdığım için eleştirildim. Yaptığım hata, grup toplantısı diye yazmaktı. Oysa basın toplantısıydı. Basın toplantısını izleyenler bana hak verirdi mutlaka. HSYK Başkan Vekili, Baykal’dan önce konuştu ve adalet sisteminin değiştirilmeye çalışıldığını söyledi.
Baykal’dan daha sert, daha çarpıcı ve ortalığı ayağa kaldıracak bir açıklama bekleniyordu.
Ne dedi Baykal o basın toplantısında: “Bu işlerin uygun olmadığını, doğru olmadığını...” söyledi. “Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir başsavcının başka bir savcı tarafından tutuklandığını” söyledi. Ne Ergenekon nedeniyle savcının tutuklandığından bahsetti, ne savcı Cihaner’in daha önce konuyla ilgili verdiği rapordan söz etti. 

Ne de ilk kez, Başbakan Erdoğan’ın kendisinin belirleyemediği bir gündem değişikliği ile karşı karşıya kalındığını vurguladı. Başbakan’ın neden sessiz kaldığını da sorgulamadı. Söylenecek yüzlerce şey varken, hiçbirini söylemeden ve hiçbir heyecan göstermeden bir basın toplantısı yaptı ve sanki yasak savdı.
Evet, benim karşı olduğum buydu.
Baykal, son yüzyılın en büyük “muhalefet” ortamında yetişmiş bir siyasetçidir.
Türkiye, McCarthy dönemindekinden daha çarpıcı bir “cadı avı” içindedir. Kimin ne zaman başına neyin geleceğinin bilinmediği bir karanlıkta el yordamıyla yürümektedir. 
Bir vatandaş olarak arkasına tüm yüksek yargıyı almış muhalefetten daha fazla şey beklemek yanlış mı?
Bütün bu olaylara karşı Baykal’ın yaptığı açıklama ise, sıradan bir açıklamanın bile gerisinde kalmıştır. 
Beklentim daha fazlaydı, onu yazdım.
Baykal, Erzincan’da bir savcının bir olayın üzerine gittiğini, bu yüzden de başına bunların geldiğini söyledi.
Bu kadar mı?
Doğan Yurdakul’un hatırlattığı gibi, ortada “senin savcın, benim savcım”tartışması falan yok. Ortada, yalnızca “benim savcım” veya daha geniş anlamıyla “benim yargım” hükmü var.
Ne diyor İstanbul Barosu Başkanı Muammer Aydın: “Bu yargılamayı yalnızca Yargıtay yapabilir.” 
Ne cevap veriyor Diyarbakır Barosu Başkanı Mehmet Emin Aktar: “Bu ayrı bir tartışma, bunu ayrıca tartışırız. HSYK’nın apartopar toplanıp, savcıların yetkilerini alması yanlıştır, yetki aşımıdır... Yargı bağımsızlığına müdahaledir HSYK’nın yaptığı...”Buyurun barolar savaşına...



A.Mümtaz İdil
Odatv.com


19.02.2010 14:16

13 Şubat 2010 Cumartesi

İŞTE KAFASINA BEYOĞLU’NDA CAM DÜŞEN ECE TURHAN’IN YAŞADIKLARI

Ece Turhan’ı duymuşsunuzdur. Beyoğlu İstiklal Caddesi’ndeki Fitaş Sineması’nın bulunduğu binanın altıncı katından düşen 7,5 metrekarelik camın altında kalan ve yaşama dört elle sarılıp, hayata dönmeyi başaran Ece Turhan...
Müthiş bir yaşam arzusuyla hayata bağlanmanın öyküsünü yeniden yazan bir kız çocuğu Ece Turhan.
Aşağıda okuyacağınız, onun birkaç gündür televizyonlarda yayımlanan gözleriyle ilgili hikayesinin ayrıntılarıdır.
Ece Turhan, geçtiğimiz yılın haziran ayı içinde babası ile birlikte bir özel televizyon kanalında sağlığının “mucizevi” gelişmesiyle ilgili bir programa çıkmıştı. Bir hafta sonuydu.
Ankara’da sıradan bir evin oturma odasında adamın biri uzanmış televizyon seyrediyor, karısı da ortalığı topluyordu.
Ece Turhan da televizyondaydı o sırada ve yakınıyordu: “Tanrıya şükür neredeyse tamamen sağlığıma kavuştum. Bir tek sorunum gözlerimde. Cep telefonuma gelen mesajları ve bilgisayarıma gelen iletileri okuyabilsem, dünyanın en mutlu insanı olacağım...”
Adam fazla üzerinde durmadan kanal değiştirmişti ki, karısının mırıldanmasını duydu: “Bana gelsin her şeyi okutayım.”
Gazetecilik mesleğinden de geldiği için olsa gerek adam bir anda karısına dönüp, “Sen ciddi misin?” diye sordu.
Ankara Üniversitesi, Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda “Az Görme Rehabilitasyon Merkezi”nin yöneticisi olan karısı, “Elbette,” diye yanıtladı kocasını. “Tam benim hastam. Gelsin, iki gözü de tam görür.”
Ertesi gün adam, söyleşiyi yayımlayan kanalın Ankara temsilciliğini aradı:
“Benim karım göz doktoru. Ece Turhan ile ilgili dünkü yayınınızı izledik. Eşim, Ece’nin gözlerini tedavi edebileceğini söyledi. Sakın yanlış anlamayın, karımın muayenehanesi yok. Üniversite hastanesinde. Ece Turhan’ın cebinden beş kuruş para çıkmayacak. Sizden tek isteğim, Ece Turhan veya ailesinden birine ulaşıp, telefonlarımızı ona vermeniz.”
Bir hafta bekledikten sonra, bir yanıt gelmediğini gören adam, bu kez kanalın İstanbul’daki merkezine telefon edip, aynı notu bıraktı.
Yine yanıt alamadı.
Bir gün facebook adlı paylaşım sitesinde, “Ece Turhan Aramızda” başlıklı bir özel alanla karşılaşınca, oraya da aynı notu bıraktı.
Adam ve karısı Ankara dışına tatile gittiklerinde, geçtiğimiz yılın ağustos ayı başlarında yani, bir telefon geldi.
Arayan, Ece Turhan’ın babası İhsan Turhan’dı. Doktordan randevu istiyordu. Ağustos sonuna randevu verildi.
Ece Turhan, Ankara’nın Akdere semtinde, 50. Yıl Parkı içinde ve kapısında “Park Sağlık Ocağı” yazan, Ankara Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’na geldiğinde, babasına sitem ederek ağlamaya başladı: “Beni bir yığın ünlü hastaneye, göz bankalarına, bu işin uzmanlarına götürdün kimse çözemedi de, bula bula bir sağlık ocağını mı buldun baba.”
Baba İhsan Turhan ise, “Bir umut kızım,” diyerek Ece’yi doktora görünmesi için razı etti.
Birkaç saat sonra Ece Turhan “Park Sağlık Ocağı”ndan çıkarken ağlıyordu. Ama bu kez mutluluktan.
Ece, dürbün gözlükler takıldığı zaman, her iki gözüyle de tam olarak görebilmeyi başarmıştı.
Artık yalnızca cep telefonundaki mesajları veya bilgisayarındaki iletileri değil, aynı zamanda on puntoyla yazılmış gazete sayfalarını bile okuyabileceğine inanıyordu.
Tek sorun, “rehabilitasyon” sorunuydu artık. Bol bol çalışması ve kendine bir bakış oluşturması gerekiyordu.
Hepsinden de önemlisi, görünüşü hoş olmayan dürbün gözlüğe alışması gerekiyordu.
Ama yine de, aletle de olsa, tam olarak görmeyi başarmış ve başına gelen korkunç kazanın son “arazını” da üzerinden atmıştı.
Gazeteci kimliğinden kaynaklanan heyecanla, adam bunu yazmak istedi, ama karısı razı olmadı.
Bu hikayede adam diye söz edilen, odatv’den tanıdığınız A.Mümtaz İdil. Ece’nin gözlerini yeniden kazanmasını sağlayan da karısı Prof.Dr. Aysun İdil.
Yazarımızdan, kendi üslubuyla olayı hikaye etmesini istedik, ama razı olmadı. Yazmak da bize düştü.
Odatv.com
13.02.2010 15:59

12 Şubat 2010 Cuma

KÖŞE YAZARLARI NEREYE KOŞUYOR

Ertuğrul Özkök, 11 Şubat tarihli Hürriyet gazetesinde yayımlanan, bu sütunlara da alınan “Postmodern faili meçhuller” başlıklı yazısında bir “dönüşümün” ipuçlarını veriyordu. Dün ise önceki günkü yazısının son cümlesine benzer bir cümleyle “Yeter yahu” başlığıyla girmiş. Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’a gönderme yaparak.
Asimetrik bir savaşın varlığına artık inandığını söyleyerek...
Bu, önemli bir gelişmedir. Hem Türk basını adına önemli bir gelişmedir hem de kamuoyunun bilinçlenmesi açısından önemlidir.
Yıllarca Hürriyet’in genel yayın yönetmenliğini yürüten Özkök’ün, özellikle Pazar yazılarındaki olaylara yaklaşımı ve üslubu göz önüne alınırsa, kaleminin gücünden, dilinin kıvraklığından kuşkulanmak mümkün değil.
Eksik olan, belki bulunduğu konumdan belki de “değişim” safsatına yürekten inanmak istediğinden, uzunca süre Pazar yazılarındaki güçlü kalemini asla çuvaldızı hükümet icraatlerine batırmamıştı.
Şimdi ise, iki gündür vulgarizme kaçmadan askerlere yapılan saldırıları eleştiriyor.
Böyle bir kalemin “geç de olsa” kendine gelmesi, daha da önemlisi bazı şeylerin farkına vardığını belirtmesi medya için çok olumlu bir gelişim.
Ne de olsa Türk medyasının amiral gemisinin eski kaptanı direksiyonu hafif sola verip, “karayele” karşı yelken açmıştır.
Seversiniz, sevmezsiniz, ama önemli bir dönüm noktasıdır bu.
Ertuğrul Özkök’ün askere yapılan “amansız” saldırı karşısında “yeter yahu” diye çığlık atması, medyada onu izleyen, yakın olmaya çalışan, ondan etkilenen bir yığın insanı etkileyecektir.
Nitekim gözle görülür biçimde köşe yazarlarında “sığ sulara çekilme”harekatı başlamıştır.
“Eski tüfekler” şimdiden, az kullanılan eşyalardan başlamak üzere bavullarını doldurmaya başladılar bile.
Hiç meraklanmayın. Hepsinin, “ne olur ne olmaz, gün olur devran döner,” türünden mutlaka bir iki yazısı vardır geçmişe dönük.
Hemen onlar piyasaya sürülecek ve “ben bir zamanlar şunları yazmıştım hükümeti uyarmak için,” diye söze başlayacaklardır.
Yine onlar ekranları dolduracak, yine “necip” basınımızın köşe taşları onları konuk edecek, yine “tecrübeler” konuşacak, yine “bu mağdurlar” birbirlerini ağırlayarak “tartışma” programları hazırlayacaklardır.
Bu dönemin çilesini çeken bir yığın “ilkeli” insan, günah çıkartanların sıkıntılarını dinleyen “papaz” muamelesine tabii tutulacaktır.
Hiç kuşkunuz olmasın.
Aslında böyle bir gelişmeyi şu aşamada engellemenin olanağı yok. Bunun nedenlerini çok ciddi biçimde irdelemek gerek. Neden, cumhuriyeti sürekli“statüko” olarak değerlendiren bu kesimin, kendi statükoları için ilkeleri de dahil bir çok şeyi feda ettiğini mutlaka incelemek gerek. Statükoya karşı olanların, kırk yıldır hiç gündemden düşmemesini nasıl açıklayabildiklerine bakmak gerek.
Bugün elli yaşına gelmiş birçok insan, gazetelerin “köşelerini kapmış” yazarların ancak doğal eleme yoluyla köşelerini bıraktığını iyi bilir.
Şimdiden duymaya başlamışsınızdır, dikkat edin: “Bu hükümetin ilk dört yılında yaptıklarına kefilim, başta çok iyi bir hamle yaptılar, değiştiklerine bizi inandırdılar, Avrupa Birliği üyeliği için çok cesur adım atarak işe başladılar, öyle devam etselerdi...”
Bu, aynı zamanda sorunların daha da büyüyerek üzerimize geldiğinin uyarısıdır.
Sağda paylaşım bitti, sıra merkezde paylaşıma geldi.
Zaten ne diyordu mağdurlar, zenciler, ikinci sınıf vatandaşlar grubu iktidara gelmeden önce? “Yıllarca itilip kakıldık, şimdi artık sıra bizim.”
Sıraları geldi, alacaklarını aldılar ve gitme zamanları yaklaştı.
Bunun gerginliği de suratlarına yansıyor. “Askeri vesayetin” amansız düşmanları da, işin suyunu çıkardıklarının farkına vardılar.
Ama ok yaydan çıktı artık. Destekledikleri “cadı avı”nın bu boyutlara geleceğini kendileri de tahmin etmiyordu.
Daha da önemlisi, kendi açtıkları deliğin kocaman bir tunele döndüğünü görünce, denetimsiz bir “asimetrik” savaşın kendileri için de tehdit oluşturmaya başladığını fark ettiler.
Biz alıştık da, yeni gelenler için “safları sıklaştıracak mıyız” onu bilmek zor.
Korkunç olan ise, gelişlerinde attıkları sloganlar olacak: “Ordu hepimizin ordusu, asker hepimizin askeri... Orduyu yıpratmayalım...”Bakın işte o zaman ordu soluk alacak ve kışla temizliğine başlayacaktır...
Süngüsü zaten düştü çünkü...
A. Mümtaz İdil
Odatv.com
12.02.2010 21:41

2 Şubat 2010 Salı

TELEVİZYON İZLERKEN BUNA DİKKAT EDİN

“Bu programda sanal reklam uygulanmaktadır...”
TV’de alt yazı geçer bazen, rastlamışsınızdır.
Ne demek bu? Bilen var mı?
Birkaç kişiye sordum, şöyle açıkladı: “Diyelim ki bir sokak ortasında geçiyor olay, duvarda veya arka planda film karesine giren bir ürünün isminin geçmesi...”Bu sanal bir reklam mı?
Niye sanal? Çünkü, doğrudan ürün reklamı yapılmıyor, dolaylı olarak yapılıyor.
O zaman niye “dolaylı reklam” değil de, sanal reklam?
Bu, aklıma yıllar önce seyrettiğim bir Komiser Colombo filmini ve onun üzerine yazdığım, ama hiç yanıtını bulamadığım bir “soru/yazı”yı anımsattı.
O zamanlar böyle alt yazı geçmiyordu televizyon kanallarında.
Komiser Colombo dizileri oynandığında ise, yalnızca TRT vardı, anımsarsanız. Böyle bir konu aklıma bile gelmemişti.
Filmin konuyla ilgisini anımsatmakta yarar var: Film izleyen bir adam, filmin ilk yarısında, müthiş susuzluk çekerek kalkar ve lavobaya gider, orada da öldürülür. Colombo da adamın niye filmin ilk yarısı bitmeden kalkıp da dışarı çıktığını, onu lavobaya gitmeye neyin zorladığını araştırır. Sonunda nasıl olduğunu öğrenir.
Maktulü lavobaya gitmeye zorlayan şey, filmdeki karelerden biridir.
Bilindiği gibi, sinema filmlerinde saniyede 24, televizyonda saniyede 25 kare geçmektedir.
“Subliminal Entertaintment” 
adı verilen bir yöntemle, bir zamanlar ABD’de uygulama şöyleydi: Sinema filmlerinin her yirmidört karesinden birine veya televizyon filmlerinden yirmibeş karesinden birine bir imge yerleştirilir. Bu, reklamı yapılmak istenen bir objeye ait de olabilir, kişiye de...
Göz, bu görüntüyü algılamaz, ama beyin algılar. Diyelim ki, yukarıda sözü edilen filmde olduğu gibi, ilk yarım saat içinde filmi izleyen birine, 24 karede bir kare sürekli su içen bir adam veya akan bir su resmi konduysa, istemsiz olarak kişide bir susama veya benzeri bir istek yaratılabilir. Uzmanlar bunun olabileceğini kabul etmektedirler. Bu yüzden de, ABD’de bu tür reklam yapımı yasaklanmıştır.
Yalnızca susamak gibi masum bir istek dışında, bu yöntemin haksız rekabete yol açtığı, daha da önemlisi, insanları yönlendirmede çok büyük rolü olduğu da göz önünde bulundurularak, bu tür reklam veya etkileme yoluna gitmek sakıncalı görülmüştür.
ABD’nin bunu nasıl ve hangi yöntemle yasaklayabildiği konusunda bilgi pek yok. Onların da belki RTÜK gibi bir kuruluşları var ve bu kuruluş ciddi bir çalışmayla, “rastgele” zaman ve yerlerde baskın düzenleyerek filmleri denetliyor olabilir. Akla gelen bir yöntem bu. Ya da, “ihbar” sistemi çok güçlü çalıştığından, haksız rekabetin önüne geçebilmek için kuruluşlar birbirlerini kontrol altında tutuyor da olabilir.
Ama bu iş doğrudan devlet tarafından yapıldığında durum nasıl kontrol altına alınabilir, işte bu sorunun yanıtı hiç yok.
Ya da, devletin bu işle ilgili bir yasası olmaması ve denetlemenin mümkün olmadığı ortamlarda, böyle bir sistem ortalıkta dolaşıyor ve insanları etkiliyorsa, bunu ortaya çıkarmak ve engellemek mümkün mü?
Ne yazık ki bu sorunun da yanıtı yok?
Böyle bir denetim mekanizması da yok zaten.
Bu yöntem hiç akla geldi mi, kullanıldı mı, o da belli değil.
Eğer, “yandaş” diye tabir edilen kanallardan herhangi birinde, örneğin her 25 karede bir Bülent Arınç’ın, Recep Tayip Erdoğan’ın gülümseyen ve kucaklayan bir resmi veya çatık kaşlı bir muhalefet lideri konduğunda bunun yaratacağı etkinin boyutunu hesaplayabilmek mümkün değil.
Tersi de mümkün kuşkusuz, ama teknolojiyi ve yönetimi elinde tutan kesimin bunu yapması daha kolay gibi görünüyor.
Böylelikle de, moda deyimiyle sanal bir “icraatın içinden”, istense de istenmese de insanın beynine işleniyor demektir...
Bunun çok çeşitli ve daha “tehlikeli” boyutları olduğu da düşünülürse, ABD’nin neden böyle bir yasak getirdiği daha kolay anlaşılır.
Bu “sanal reklam uygulaması”nın nasıl bir şey olduğu bir şekilde ortaya çıkarılmalı ve nasıl olduğu anlatılmalı. Televizyon ekranının altından geçen yazı, bir yasal zorunluluk mudur ki, böyle bir yazı yazılmaktadır, bu da belli değil.
Eğer yasal bir zorunluluksa, bu zorunluluk neden doğmuştur? Yazılmadan önce de bu “reklam” sistemi uygulanıyordu da, bunun için bir “itiraz” mı oldu?
Bunlar, yanıtını bilemediğimiz sorular.
Tuhaf bir rastlantı, Rutkay Aziz’i “Oradaydım” adlı belgeselde izlerken, aklım onunla ve Tunç Başaran ile birlikte ABD’ye, “Piyano Piyano Bacaksız” filminin Oscar Yabancı Film Aday Adayı olması nedeniyle gittiğimiz günler aklıma geldi.
O sıralardaki Los Angeles başkonsolosumuz Mehmet Emre’nin konsoloslukta verdiği kokteyle, Komiser Colombo’yu oynayan Peter Falk da eşiyle birlikte gelmişti.
Peter Falk, Aaron Speeling’in uzun süre metin yazarlığını üstlendiği ve yönettiği Colombo dizilerinden sonra, kendi imkanlarıyla diziye devam etmek istemiş, ama aynı “zeka parıltılarını” bir türlü yakalayamadığından olsa gerek, çekimleri bırakmıştı. İlgi kalmamıştı çünkü Komiser Colombo’ya.
O zaman, iki arada bir derede sorma fırsatını bulmuştum Peter Falk’a, böylesine müthiş ilgi duyulan diziyi neden bıraktıklarını o ise çok aydınlatıcı bir yanıt vermemişti.
Sonra, yukarıda sözünü ettiğim filmden çok etkilendiğimi ve bunun gerçekten mümkün olup olmadığını sormuş, o zaman öğrenmiştim ABD’de yasaklandığını. Üstelik de, Peter Falk’ın bana söylediğine göre, o filmden sonra tartışmalar başlamış ve yasaklama da dizinin o bölümünün gösteriminden bir süre sonra gelmişti.
Baştaki “meraklı” sorumu yineliyorum: Bu sanal reklam dedikleri nedir?
Bilen var mı?
A.Mümtaz İdil
Odatv.com
02.02.2010 18:35