26 Haziran 2010 Cumartesi

BU DİZİ 10 YILDA BİTMEZ

Bir haber dolaşıyorortalıkta:  Dostoyevski’nin en ünlü eserlerinden biri kabul  edilen  Karamazov Kardeşler romanının dizi olarak çekilmesiyle ilgili.
Aklıma hemen, Aşk-ı Memnugibi uyarlanırsa, 2020 yıllarının ortasında bile bitme ihtimali olmadığı geldi.
Kolay değil, roman dört cilt...
Şunu hemen belirteyim de, ardından “meydanı boş buldun da atıyorsun,” denmesin.
2001 yılından bu yana, Dostoyevski’nin biyografik romanını yazmakla uğraşıyorum.
Kolay bir yazar değil.
Özellikle de Petraçevski ayaklanmasından sonra, iyice çetrefilli bir yazar haline gelmiştir Dostoyevski.
Petraçevski ayaklanması öncesi yazdığı en ünlü romanı, aynı zamanda da ilk romanlarından biri olan Dvoynik (Türkçe’ye Öteki adıyla çevrildi) müthiş bir “bürokrasi ve memur” eleştirisidir.
Petraçevski ayaklanması sonrasında yazdığı romanlar içerisinde en başarılı olmasa da en ünlülerinden biri sayılan Karamazov Kardeşler, basitçe ele alındığında, elbette Kaz dağları eteğinde bir aileye, 1930 yıllarının koşullarıyla uyarlanabilir.
Kabaca bakıldığında; ahlaksız, sert ve acımasız bir adam olan baba Karamazov ile, oğulları Dimitri, Aleksey, Sverdiyakov ve İvan arasında geçen olayları ele alır.
Buna bir de, hepsini aşık olduğu Gruşenka adında bir kadın dahildir.
Bu kadarı bile, dizi yapılacaksa eğer, yeterli sayılabilir.
Ama Karamazov Kardeşler romanı ne haris bir baba ile dört oğlu arasında geçen basit çekememezlik ile sınırlıdır ne de Gruşenka’ya hep birlikte “yanaşma” ile açıklanabilir.
Dostoyevski’nin, ilk ipuçlarını Suç ve Ceza romanında verdiği, “gerekli ve gereksiz” insan tartışmalarının doruk noktasını oluşturur Karamazov Kardeşler.
Dostoyevski, varoluşçuluk felsefesinin en karamsar doğurganlarından biridir. Yazar için insanlar iki kısma ayrılmıştır: Kötüler ve nedamet getiren kötüler.
Kötüler, asla iflah olmazlar ve cezalarını mutlaka bir biçimde çekerler, ama nedamet getiren kötüler, bağışlanası “insancıklar”dır.
Suç ve Ceza romanındaki Raskolnikov gibi, insanlar cinayet de işleseler, bu kötülüklerinden Tanrıya dönerek kurtulabilirler.
Dostoyevski’nin hemen tüm eserleri, karanlık bir perde görünümündedir. Olumlu kahramanı yoktur, kadın kahramanı yoktur. Kadınlar bir figürdür. Ortalığı kızıştırır ve romandan çıkar giderler.
Budala romanındaki Nastasya Filipovna gibi, amaçları iki arkadaşın arasına girmek veya babalar ve çocukları arasında düşmanlık yaratmaktır.
Ama önemli olan orada kadının düşünsel varlığı, aktardığı düşünce değil, bizzatihi nesnel varlığıdır. Bu, Dostoyevski’nin kafasında hep Adem ile Havva’nın birlikteliğinde, Havva’nı Ademi baştan çıkarması olarak yansır.
Dünya, erkek egemen dünyadır ve kadınlar birer figür olarak ortada dolaşırlar. Aslında bütün kötülüklerin ve insanın dışa atılmışlığının temelinde kadınlar yatmaktadır.
Suç ve Ceza’da baltayla öldürülen yaşlı iki kadının ölümü için Raskolnikov’un gerekçesi, onların artık ihtiyacı olmadığı halde, paraları kendilerine saklamalarıdır.
Karamazov Kardeşler romanının temelinde ise, artık Raskolnikov ile ortaya çıkan “bu dünyaya” fırlatılmışlık ve çaresizlik duygusunu dört kardeş ve bir baba arasında yaşatma vardır.
Tıpkı, Monte Cristo’dan yola çıkarak çekilen “Ezel” gibi, Karamazov Kardeşler de türlü entrikaların canlandırılabilceği bir senaryoya zemin oluşturur. Romana bir şey katmak gibi bir amaç da olmadığına göre, bu dizi, kardeşler arasındaki çekememezlik ile Baba ile kardeşler arasındaki anlaşmazlıklar açısından ele alınacak ve izleyicinin ilgisi bin yıllardır bilinen tema üzerinden hayata geçirilecektir.
Salt konu olarak bakıldığında, çok basit bir konusu vardır Karamazov Kardeşler’in, ama Dostoyevski’nin beyin labirentine bir kez girmeye görsün insan, buradan nasıl çıkacağını da asla bilemez.
Anahtarı yoktur çünkü beyin sarmalındaki tuhaf yaratımların.
Şu kadarını gönül rahatlığıyla ve emin olarak söyleyebilirim ki, eğer Karamazov Kardeşler’den esinlenerek bir dizi gerçekleştirilecekse, bu asla Dostoyevski’nin anlattığı dünya olmayacaktır.
İyilikler ve kötülükler, iyi insanlar ve kötü insanlar şematiğinde çekilirse eğer, elbette izleyici de bulacaktır, ama asla bir Dostoyevski eseri olmayacaktır.
Karamazov Kardeşler, yazarın olgunluk dönemi eseridir ve bu kitapta gerçek ile gerçek olmayanın yaman bir kavgası söz konusudur. Kişiler elle tutulur çapta kötüdürler ve doğal olarak da gerçektirler, ama bu gerçek öylesine şiddetli bir tokat olarak okurun suratına çarpılır ki, okur bir an bunun gerçek olmadığı duygusuna kapılır ve bu duygu asla okuru terk etmez.
Bu yüzden de belki, Dostoyevski’yi okumak, onun yarattığı Mışkin, Verhilov, İvan, Dimitri, Sverdiyakov gibi tiplere “kuşku” ile bakmayı sağlar.
Lebedev gibi tiplemeler (Budala romanındaki yalaka tip), gerçeğe en yakın olan tiplerdir. Tam okur ona alışmışken, İppolit gibi “dengesiz” ve gerçek olmayan bir tip okurun aklını karıştırıverir.
Bilinçaltının karanlık dehlizlerinde dolaşmaktan yorulmazsanız eğer, Karamazov Kardeşler, bu konuda yazılmış en önemli kitaplardan biridir, ama insanı da bunaltır açıkçası.
Filmi çekildiği zaman bile, bu karanlık ve sıkıcı tablo, tüm insani kötülük-iyilik çatışmasına rağmen ortadan kalkmamıştır.
Ama başta da belirttiğimiz gibi, eğer yalnızca birbiri ile ilişkisi “tuhaflıktan” öte geçmeyen baba ve oğullar arasındaki çekişme ve bu çekişmenin tam ortasındaki Gruşenka ile sınırlı kalacak ise dizi, elbette yeni bir “Dallas” nehri ile yaşamaya hazır olması gerek “dizi düşkünlerinin”.
Zaten, Dostoyevski’nin hiçbir eserinin, onun anlamına renk katacak bir “dizi” haline getirilmesi mümkün de değildir.
Yapılan, temayı tırtıklamaktır, özü değil.
Öz tırtıklanırsa mı?
Kimse seyretmez. Kendini niye anlamaya çalışsın ki?

Mümtaz İdil
Odatv.com
26.06.2010 23:38

20 Haziran 2010 Pazar

“APO’STROF”LU ADAŞIM BENİM

Apostroflu bir adaşım var... Türkçesi “kesme işareti” de,“apostrof”un çok daha derin anlamı var.
Öncelikle insanın aklına apoleti getiriyor.
Sonra da “apo”yu...
Ne kötü...
Bu yüzden Türkçe’yi sevenlerden özür dileyerek ve istemeyerek de olsa kesme işareti yerine “apostrof”u kullanacağım (Dara Çolakoğlu aklıma düşürdü aslında).
Hem de “apo’strof” olarak...
Adaşım, “askeri vesayeti” diline dolamış, ülkemde kendi ordusunu “işgal kuvveti” olarak gören bir akademisyen...
Eşi AKP milletvekili olduğu için, tarafsızlığı da “hanım köylü” ister istemez...
İyi asker ile kötü askeri ayırmasını da biliyor. Ne bileyim, eski genelkurmay başkanlarından bazıları “iyi” askerken, bazı ordu komutanları “kaka”...
Geçen televizyonda yeri göğü inletiyordu: “Komutanı terör örgütünün başında olduğu iddiasıyla sanık olan 3. Ordu’nun terörle mücadele ettiğine kargalar bile güler...”
Ardından ekliyordu: “Ben de gülerim...”
Kılavuzu karga olanın...
Tartışmaya katılan hukukçular, özellikle de Doç. Dr. Ümit Kocasakal apo’stroflu adaşımın üzerine gitti ve biraz da üzdü.
Adaşım dedi ki, “3. Ordu komutanı açığa alınmalı. Açığa alma, devlet memurluğu görevinde vardır.”
Kocasakal da dedi ki, “Madem hakkında iddianame olanları açığa almayı bu kadar önemsiyorsunuz, neden TBMM’de hakkında dünya kadar dosya ve yolsuzluk iddiası bulunanların açığa alınmasını istemiyor, gündeme bile getirmiyorsunuz?”
Deniz Feneri güruhundan isimler söylemek aklına gelmedi zahir...
Adaşım Mümtaz’er bir an duraksadı. Ağzını açacak gibi oldu da, açsa ne diyecek? Sustu.
Zaten programın ikinci bölümüne de katılmadı.
Yandaşı Yiğit Bulut’un çırpınmaları da onu kurtarmadı.
Üzüldüm...
Adaşımı böyle sıkıştırmaları ağırıma da gitti hani.
Aramızda bir “apo’strof” fark var nihayetinde...
Sonra da aklıma geldi: Mümtaz’er adaşıma sormak isterdim bugün...
Şöyle “Poyrazköy” taraflarına doğru bir tur atıp da, “denizden babam çıksa yerim,” tribine girer mi?
O kadar yaklaşmışken yani...
Üstelik de “babalar günü”yken hazır.
Lağvedemiyorsan, yiyeceksin; di mi ama?
Bir şey daha dikkatimi çekti son günlerde, bilmem odatv okurları da farkında mı?
Birden bire bu “iktidara yakın” tayfanın üzerine dinginlik, sakinlik, “akil”adamlık çöktü.
Mehmet Metiner de dün, “kuşatma altında” olduğu halde pek sinirlenmedi.
Savunacak şey kalmadı oysa. Aslında tam da sinirlenecek durum. Gökçek ortamı yani...
Ama sakinler... Tuhaf bir şekilde huzura ermişler gibi...
Beş-altı senedir ekran ekran dolaşıp aynı şeyleri tekrarlıyorlar...
Tıpkı “ağa babalarının” her şehit töreninden sonra “kanları yerde kalmayacak,” dediği gibi.
Yalan da değil, hemen silip süpürüyorlar kanlı toprakları...
Ama, artık bir “savunma avukatı” edalarını bıraktılar. Sakin sakin söylemeye ve sanırım kendilerini de inandırmaya çalışıyorlar.
Ya da daha korkuncu: Gemiyi terk etmeye hazırlanıyorlar.
Ne bilelim biz? Bir pazar günü hem de özelliği olan bir pazar günü. PKK ve işbirlikçi tayfası tabancasının kabzasına bir çentik daha atmıştır, ucuz kovboy ayaklarıyla.
Şehit sayısı 11’di, 12 oldu çünkü...
Ama AB’den sorumlu Devlet Bakanımız Egemen Bağış onlara“oynayabilecekleri” bir alan daha yaratmakta gecikmedi.
Van’da bir toplantıya katılan Başmüzakerecimiz, “Bu sabah saatlerinde maalesef sekiz askerimiz şehit edildi, bu topraklarda doğmuş, büyümüş 12 gencimizin de yaşanan çatışmada hayatını kaybettiğini öğrendik. 20 eve ateş düştü, 20 ailenin acısını paylaşıyorum,” deyiverdi.
Aklı sıra iki tarafa da ve bu arada tabii AB’ye de şirin görünmek.
Ama demezler mi adama, “kör karanlıkta, evini-barkını, sevgilisini, babasını düşünürken ateşe düşen ile, teammüden saldırıya geçenin evi bir olur mu?”
Saldırıyorsan, bedelini ödeyeceğini bilirsin de, saldırıya uğrayan ne yapsın?
Aynı şey mi?
Egemen Bağış’ın (varsa) oğlu, “kolejinde” sınıfın kabadayısından dayak yediğinde, Bağış dayak atanı “bağış”lıyor mu, sormak lazım.
Geçiniz bunları Bakan Bey, bunlar ucuz “mavi boncuklar”...
Eğer, saldıranı da korumak gibi yüce bir amaç içindeyseniz, yolu “açılım”saçmalığını yeniden pişirip sunmaktan daha farklı yol olmalı.
Gelen ekibin içinde Suriyelisi de var, Filistinlisi de...
Onlara mı sesleniyorsunuz şu cümlenizle: “Bu ülkede bütün vatandaşlarımızın anayasal vatandaşlık eşitliği platformunda kardeşliğini sağlama konusunda kararlıyız.”
Kardeşe bak, ağır silahlarla saldırıyor...
Ama “apo’stroflu” adaşımdı benim konum.
Egemen Bağış, kendiliğinden girdi araya...
Hem de bu “babalar” gününde... Niyeyse...
Sen aldırma “apo’strof”lu adaşım...
Kesme işareti yalnızca bir işarettir, insanı “kesmez”...

Mümtaz İdil
Odatv.com
20.06.2010 13:21

19 Haziran 2010 Cumartesi

HÜKÜMETİN GEMİSİ SU ALMAYA BAŞLADI

Bilinen son olayları ayrıntılarıyla tekrar etmenin yararı yok.
İşler, AKP’nin istediği gibi gitmez oldu. Sanki biri rahmetli Bülent Ecevit’in yakındığı gibi, “düğmeye bastı” her şey allak bullak oldu.
Hükümetin icraatlarını her koşulda destekleyen basın mensupları da şaşkın. Artık yanıtlayamayacakları sorularla karşılaşıyorlar.
Diyorlar ki, “Yargıya müdahale etmeyin, saygı duyun. 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk, terör örgütüyle bağlantısı nedeniyle sanık olarak mahkemeye çağrıldı. Hemen onun açığa alınması ve yargı kararının beklenmesi gerek.”
Hemen ardından, “Yargıtay 11. Ceza Dairesi’nin Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner ve aynı davada yargılanan 8 kişi hakkında verdiği karar hukuk dışıdır...”
Artık siyah ve beyaz tamamen ortada. Artık saflar iyice netleşmiş durumda. Eskiden suskun olan “mağdurlar”, seslerini yükseltmeye başladı.
Ülkeyi sel basmasın diye Hollanda tipi inşa edilen baraj duvarları çatlak vermeye başladı. Su sızıyor...
Başbakan telaşlı, “bakın bu son karar örnek oluşturacak, o zaman ne yapacaksınız,” diye sorabiliyor fütursuzca ve telaş içinde.
Silivri duvarları da su almaya başladı artık.
Yıkıldı yıkılacak.

Dışarıya çıkan “muhalefet grubunu” düşünebiliyor musunuz?
Dışarıda bulunanları kontrol edemezken hükümet, bir de içerideki “bilenmiş” bir muhalefet bavulları hazırlıyor.
Bizim gibiler yedi sekiz yıldır panikte.
Sıradan bir “hal hatır” konuşması, üç gün sonra önünüze “Ümraniye” sorgulaması olarak konabiliyordu. Hala da konabiliyor.
Ama şimdi içeri her girenin, dışarı çıkma umudu bir ay öncesine göre daha farklı.
Şimdi Silivri ve Hasdal, Zonguldak’ta çöken maden ocağı kadar derin ve karanlık değil artık.
Ulaşılamayacak kadar dibe gömme şansları kalmadı insanları.
Durumun özeti bu.
İlhan Cihaner, Çetin Doğan ve bu insanlarla anılan 23 kişi tutuksuz olarak yargılanma gibi, hukuğun temel haklarından birini kullanmak üzere “salıverildiler”.
İlk şok atlatıldı. Artık Silivri ve Hasdal’dan çıkanlar, Sinan Aygün gibi “kabuklarına” çekilip, sus pus da olmayacaktır.
İçeri girmenin bu kadar kolay olduğu hukuk ortamında, dışarı çıkmanın da kolay olduğu kanıtlandı.
Ağır aksak çalışan hukuk, kendini korumaya geçti.
Hukukçular değil, hukuk sistemi kendini koruyor. Yoksa, kanser hücreleri gibi var oldukları ve ortak yaşadıkları “bedenle” birlikte yok olacaklar.
Artık olaylar öylesine çıplak ve saklanamaz hale geldi ki, küçük bir bakkal hesabı bile olayların çözümüne yetiyor.
“Masumiyet karinesi”nin hiçe sayıldığı ve daha mahkeme sonuçlanmadan suçluluğu hükümet ve yakınları tarafından kararlaştırılan, buna karşı çıkmaya çalışanlara da Silivri’yi tehdit olarak gösteren “sistemden” çıkılabileceği görüldü.
Ve panik başladı...
Artık olayların kontrolü “Meclis çoğunluğunda” değil. Bu belli oldu.
Hükümete yakın görüşler de yalnızca “Meclis çoğunluğunun” kendileri için bir güvence olmadığını fark ettiler.
Hukuğun paslanmış dişlilerini gözüpek hukukçular yağladı ve çalıştırdı.
Gelen öyle mal taşıyan kaptıkaçtı değil, gelen dev bir adalet kamyonu...
Ya kenara çekilecek buna karşı duran ya da ezilecek.
Durum budur.

Mümtaz İdil
Odatv.com
19.06.2010 11:46

12 Haziran 2010 Cumartesi

İNSANLIK SUÇU İŞLİYORLAR

On üçüncü yüzyılın sonlarında İngiltere’den kovulmaya başlamalarının ardından, dünyanın her tarafında “istenmeyenler” listesinin başrolünü oynayan Yahudiler, en büyük kıyıma da bilindiği gibi Hitler Almanyası’nda uğradılar.

Bu insanlık suçunu dünya hiçbir zaman unutmadı, ama tuhaf olan, Yahudi düşmanlığı da hep devam etti. Soykırıma uğramış bir kitle olarak Yahudiler, dünyanın yaşam kalitesini yükseltmede çok önemli görevler üstlendikleri halde, kendilerine olan düşmanlığı bir türlü yok edemediler.

Tıpkı siyah ırkı dünya üzerinden silmeye yemin etmiş Ku Klux Klan gibi, hatta onlardan da daha “açık ve göstere göstere” Yahudi düşmanlığı yapılıyor.

Buna yasal kılıf ise İsrail devleti ile örtüştürülüyor. Tüm Yahudileri İsrail’in aşırı sağcı ve ırkçı hükümeti ile aynı teraziye koyanlar, İsrail’in arkasına sığınıp Yahudiler’e veryansın etmeyi kolaylaştırıyor.

Antisemitizm bir suç olmasına karşın, “İsrail” başlığı altında yapıldığında şiddeti zayıflıyor, hatta kimi zaman, Vakit gazetesinin yaptığı gibi, hoyratlaşabiliyor.

Vakit’in internet sitesi Habervaktim, Yahudi Cemaati’nin yayın organı Şalom Gazetesi’nin “Ağa Takılanlar” başlığı altında açtığı köşesini, son zamanlarda tamamen antisemitizm yaparak sayfalarına taşıyor. Böylelikle de “hedef” gösterme işini ve medya tetikçiliğini de başarıyla yürütüyor.

Anayasa Mahkemesi Kararları’nın ‘yok hükmünde’ görebilmeyi öneren Anayasa eski raportörlerinin rahatça dolaştığı bu ülkede, antisemitizmi suç gibi göstermek komedisi de yaşanabilir her an. Komedi, çünkü kimse farkında bile değil antisemitizm yapıldığından.

Bir ülkeyi, yönetimini ve hatta içinde yaşayan aşırı uçları suçlamak, eleştirmek mümkün, ama bunu tüm bir “ırk” savaşımına çevirmek, ancak bizim gibi “yasaların artık geçerliliğini egemenlikle pekiştiren” anlayıştaki “arap demokrasilerinde” görebiliriz.

Habervaktim, güya gazetecilik adına, Şalom gazetesini eleştirir gibi konuya girip, Şalom’a yakın nitelediği gazetecilerin listesini “masum” bir yaklaşım görünüşüyle vermekte hiç sakınca görmüyor.
1789 Fransa İhtilali öncesi, sokak başlarında ellerinde örgüleriyle “giyotine gideceklerin” listesini ördükleri şallara, kazaklara işleyen Fransız kadınlarının yaptığı gibi, Habervaktim de, haber kisvesi altında gazete yazarlarını hedef gösteriyor.

Yapılan yalnızca Yahudi düşmanlığı da değil. Yapılan, böyle bir düşmanlığın insan onuruna yakışmadığını haykıran yazarları, sanatçıları da listeye almak.

Charles Dickens okumalarını önermekten başka bir çaremiz yok Habervaktim yazarlarına. Dickens’in “İki Şehrin Hikayesi” romanını.

Listelemeyi onlardan öğrenseler daha da sanatsal olacak köşeleri.

İşte Habervaktim’in bir yandan antisemitizm yaptığı diğer yandan hedef gösterdiği o liste:
Engin Ardıç, Balçiçek Pamir, Atılgan Bayar, Çiğdem Anat, Soli Özel, Okay Gönensin, Tuncer Bahçıyan, Vivet Kanetti, Mehmet Metiner, Serdar Turgut, Mehmet Altan, Murat Belge, Ahmet Altan, Bekir Coşkun...
Başrolde de Oray Eğin...

Üstelik, birkaç yazar dışında, hemen hemen tümü de “yandaş” diye nitelendirilen yazarlar, ama Habervaktim’in giyotininden kaçamamışlar.

Yazık... Irkçılık nereden ve nasıl gelirse gelsin, insanlık onuruyla bağdaşmaz.
Asıl soru ise şu; bu ülkenin savcıları, dünyaca suç sayılan antisemitizmi yapan ve yazarları hedef gösteren bu gazete / internet sitesi için neden kılını kıpırdatmıyor?

Mümtaz İdil
Odatv.com
12.06.2010 13:41
 

9 Haziran 2010 Çarşamba

KEŞKE ONLAR KADAR “YALNIZ” OLSAK

Önce Ankara Film Festivali üyeliği, sonra Oscar Filmleri adlı bir kitap, ardından Avrupa Filmleri Festivali kuruculuğu, ardından son haliyle Gezici Film Festivali, Eurimages teamsilciliği... Daha birçok sinema etkinliğinin içinde bir adam Ahmet Boyacıoğlu.Aslında tıp doktoru. Genel Cerrah... İhtisasını Almanya’da yaptı.Kırk yıldan fazladır gururla andığım bir arkadaşım. Çocukluğumuz aynı yerlerde geçti, aynı kişileri sevdik, aynı evi paylaştık, aynı arkadaş grubunda güldük, eğlendik, ağladık.Şimdi artık o gruptan sağ kalanlar bile görüşme fırsatı yaratamıyor.Kaybettiklerimiz unutuldu bile.Birbirine deli gibi bağlı, artık pek bulunmayacak dostlukların bir dizi halinde akıp geçtiği çocukluk, gençlik ve orta yaş grubu.Bazılarımız yaşlanamadı. Yaşlananlar da dolambaçlı kulvarlarda birbirini kaybetti.Ankara’da, eski Çankaya sinemasının karşısında, Şili Meydanı’nda yani, Siyah-Beyaz diye bir bar vardır. Toplam iki veya üç kez gittiğim bir yer. Zonguldak’lıların da sıklıkla gittiği hoş bir buluşma mekanı.Doktorluğu bırakıp da kendini tamamen sinemaya verdikten sonra ilk uzun metrajlı filmini çekmeye başladığını söyledi Boyacıoğlu. Ben de bir sabah çekimlerin yapıldığı Siyah-Beyaz’a gittim. Nejat İşler, Taner Birsel, Erkan Can oradaydı. Hep birlikte Tuncel Kurtiz’in kaldığı eve gitmeye hazırlanıyorlardı.Film ile ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Anlatmamıştı Ahmet.“Tam 36 yıl önceydi,” dedi.“Hatırladım,” dedim. “Jean, François... et les autres diye bir filmdi. Adını tam hatırlayamadım.”“Vincent, François, Paul et les Autres... Claude Sautet’in filmi... 1974 yapımı.”“O kadarını hatırlamıyorum. Serge Reggiani, Yves Montand, Michel Piccoli oynuyordu. Onu hatırlıyorum bir tek. Serge Reggiani yazardı, ama artık yazamıyordu. Karısı onu aldatıyordu. Yves Montand da işleri kötü giden bir hurda tüccarıydı. Hatırladığım bu. Biri de doktordu galiba. Ama müthiş bir arkadaşlık vardı aralarında.”“Evet,” dedi Ahmet. “gencecik haliyle Gerard Depardieu ile Stephane Audran da vardı. Bir dostluk filmiydi. Ama bu pek de öyle bir film değil.”Ekip toparlanırken, senaryo ile ilgili birkaç noktaya değindi Ahmet Boyacıoğlu. Bazı yerlerini çekip çekmemeyi, kimi zaman dram içeren sahnelerin tüm çıplaklığıyla perdeye yansımasının izleyiciyi de rahatsız ettiğini söyledi. “Kimi sahneler, izleyicinin beyninde canlanmalı. Yönetmen onun nasıl olduğunu izleyiciye bırakmalı,” dedi.Film vizyona girinceye kadar da görüşemedik. Elbette nasıl bir film olduğunu çok merak ediyordum. Senaryoyu bana göndermiş, ama eklemişti: “Bu son hali değil.”Film vizyona girince olumlu, olumsuz birçok eleştiri aldı. Öncelikle Recep İvedik ile Cem Yılmaz’ın iddalı ve bol reklamlı aksiyon filmleri arasında sıkışıp kalacağı endişesi de vardı. Tıpkı Oscar ödülünün hemen tamamını toplayan “İmparator” filminin Brodway’de küçücük bir sinemada oynayıp, gişe yapmaması gibi.“Gişe beni ilgilendirmiyor,” diyordu Ahmet, ama izlenmesini de istiyordu. Sinema sanatında, başta Fransız ve İtalyan sineması olmak üzere Avrupa sinemasının aksiyonu bol, kahramanları olağanüstü ve teknolojisi ulaşılmaz Holywood sinemasının çok önünde olduğuna hep inandığı için zaten Avrupa Filmleri Festivali projesini başlatmıştı Ahmet.Sinemanın yaşamdaki dramı da, güldürüyü de, aksiyonu da bütün çıplaklığıyla verme görevi olmadığını düşünerek yapmıştı Siyah Beyaz filmini.Dostlukların artık tükenmeye, ölümlerin artmaya, adres defterlerinden isimlerin silinmeye başladığı dönemde çekilmiş bir olgunluk filmi.Film, Türkiye’de pek alışılmamış şekilde, vizyondan çekildikten sonra Ankara Kızılay Büyülü Fener sinemasında yeniden gösterime girince, Ahmet ile buluşmaya karar verdim.“Film sonuçta Ankara’da, 26 yıldır açık olan bir bar ve sanat galerisini eksen alıyor,” diye başladı söze. “Vizyona gireli altı hafta oluyor, diğer kentlerde hala bazı sinemalarda oynuyor. Ama Cuma günü Büyülü Fener’de yeniden gösterime girdi. Film, orta ve yukarı yaş grubunca çok ilgi gördü, ama genç kuşak pek ilgilenmedi. 35 yaş altı insanlara pek birşey anlatmıyor galiba film. Çünkü filmin karakterleri zaten bu yaşı aşmış ve sorunlarını bu yaştan sonra birbirleriyle buluşarak, ama anlatmayarak geçiştiren tiplerden oluşuyor. Türk sinemasının son zamanlarına bakarsan, orta yaş ve üzeri için çekilmiş hangi film var? Türkiye’nin de genç nüfus olduğunu düşünürsek, henüz benim filmimin anlattığı döneme gelmemiş insan sayısı çok fazla. O yaşa gilmiş olanlar ise, zaten filmi gerçek yaşamda yaşıyorlar. Ancak beni en çok rahatsız eden, sinema filmlerine belli bir kategori yüklenmesi. Yani bir filmin yalnızca dram, yalnızca komedi veya aksiyon olarak sıfatlandırılması yanlış. O zaman film gerçek yaşamdan uzaklaşıyor. Yaşam yalnızca dram veya komedi değil ki. Bunun için ele aldığım film ile hayatı anlatmaya çalıştım. Bir Ankara filmi, ama Ankara’yı anlatan bir film değil Siyah Beyaz.Filme yalnızlık yakıştırması da yapıldı, oysa yalnızlık filmi değil. Şöyle etrafımıza bir bakalım, kaçımızın buluştuğu ve herşeyini paylaşabildiği beş arkadaşı var? Günümüzde kaç kişi hafta sonu beş arkadaşıyla kaçamak yapabiliyor?Kimi “bar” filmi dedi. Oysa bar bir mekan. Bir yerde geçmesi gerekiyorsa, bu da barda geçiyor. Öyle insanı çarpan bir özelliği yok gibidir barın. Ama aslında o barda bir araya gelen insanlar için çok özel bir yerdir.Entelektüel yalnızlığı anlattığı söylendi filmin, dram dendi, yalnızlık filmi dendi... Elbette bunlar, iyi ya da kötü izlenen bir sanat eserine yaklaşım. Ben filmi çekerken bu kategorilerin hiçbirini hayata geçirmeyi düşünmedim. Hayatın kendisini anlattım. Bir bölümünü. Bir gerçek tarafını, o kadar. Mafya yok, tabanca tüfek yok, intikam yok, katil yok, adam kaçırma, fidye isteme yok, Söyler misin bana, bu saydıklarımın hangisi yaşamımızda var. Kimin yaşamında, kaç kişinin hayatında mafya, intikam, cinayet, fidye var? Bunların olmadığı ortam gerçek hayat. Bu kavramlar üzerine kurulu filmler asıl hayattan kopuk filmler.Beş arkadaşın birbiriyle dostluğu.Filmden çıkan çoğu insanın dört arkadaşı bile olmadığını ve kendini yalnız hissettiğini biliyorum. Bu düşünülüyorsa eğer, film amacına ulaşmış demektir. Çünkü biz filmdekilerden de yalnızız aslında.”Boyacıoğlu ile bunları konuştum. Kırk yılı aşan dostluğumuzun bir ucundan çekiştirerek. Çocukluğumuzda yanımızda olan, ama artık soğuk bir rüzgârı bile esmeyen dostluklarımızı düşündük ve sustuk.Sinemanın “Monte Cristo” ile ucuz “Baba” versiyonlarından kurtulacağını düşündük herhalde...


Mümtaz İdil
Odatv.com
09.06.2010 01:41

6 Haziran 2010 Pazar

ACILARIN DEĞİL BEATLES KUŞAĞININ ÇOCUĞUYUM

Gençliğimde, Beatles ortaya çıkıp da uzun saçlarıyla babamı kızdırdığında, ilk önemli anlaşmazlığımızı yaşamıştım.
Bugünün çocukları gibi düşünmeye kendimi zorladığımda, “rap” müzikten bile hoşlanabilir, en azından anlamaya çalışabilirim.
Şimdiki gençlik ile “empati” kurmanın bir yolu da, insanın kendi gençliğini gözlerinin önüne getirmesinden geçiyor.
Oysa kendi gençliklerinde, önü sıra giden gölgelerinde bile saçlarını tarayan kuşak, şimdi artık ya tümüyle beyazladığından ya da hiç kalmadığından, o günlerin haşarılığını unutmuş görünüyor.
Öte yandan, geleceği hususunda umut bile veremediğimiz gençliğe, “disiplinli” ol, diyor. Şiddet bir eğitim yöntemi değil...
Gösteriye dönüşüyorsa, bunun da adı disiplin değil.
Hiçbir öğretmen, ergenlik çağındaki bir çocuğu, rüyalarında bile yakasını bırakmayan aşkının önünde zor durumda bırakamaz.
Bugünün gençleri mi?..
Ne verdik, ne istiyoruz?
Sigarayı neredeyse bir nefeste tüketen bir babanın çocuğunun cebinde sigara paketi bulduğunda dövmesiyle, disiplin arasında bağlantı var mı? Ya da eve sarhoş gelen çocuğunu hırpalamayla?..
Bıraktı mı sigarayı?
MADALYONUN DİĞER YÜZÜ
1980 öncesi kuşağın üniversiteye girme derdi, şu günümüz gençliği ile karşılaştırılmaz bile. Günümüzdekiler, en az 5 “sınav” geçerdikten sonra üniversite kapısına dayanıyorlar. Sınava giren öğrenci sayısı azdı, lise mezunları bile iş bulabiliyor, hatta askerliklerini yedek subay olarak yapabiliyorlardı. Dershaneler bakkal dükkanlarıyla yarışmıyordu.
Günümüzde üniversiteyi bitirmek de insan gibi yaşamak için bir garanti olmaktan çıktı. Geleceğini kurtarmaya ve kotarmaya çalışan seksen sonrası gençliğin kendine ayıracak hiç zamanı olmadı. Sabahın kör karanlığında başlayan koşuşturma, gecenin bir yarısında derin bir solukla yatak odasında sonlanıyordu. Bir yanda devam etmek zorunda olunan bir örgün eğitim, öte yanda devam edilmesi gereken “hedef” eğitim arasında sıkışıp kalan bir gençlik...
Disiplinsizlik mi öğrencilerin bu sorunlarını daha derinleştirdi yoksa onların eğitime inançlarının kalmaması mı onları disiplinsiz yaptı?
Değilse, hedefleri önceden çizilmiş, yapacakları planlanmış birer robot haline gelmek mi onları raydan çıkardı?
Karşı koymayı özgürlükle eşitlediler, düzene başkaldırıyı saçlarıyla, etekleriyle, pantalonlarıyla, ayakkabılarıyla göstermeye çalıştılar, hoşgörü ile karşılanmadılar.
Hiç kolay değildi sabahın alaca karanlığında, daha oyun çocuğu iken sırtına hayat sorumluluğu yüklenmiş bir birey olarak kalkıp yollara düşmek. Evden en erken çıkıp da en geç döneni olmak. Müziği dolmuşlarda, sinemayı televizyonlarda gören, gazete okumak yerine iki problem fazla çözmek için odasına kapanan, kimi zaman bu dehşet verici sıkıntıyı üzerinden atabilmek için saatlerce duvara bakan bir kuşağı yaratmak, yasaklayıcı “disiplin” zihniyetiyle kolay oldu.
Sistemi elinde tutanlar için bu sessiz “potansiyel” rahat durmalı ve “okuyup, adam olmalıydı”.
1980 darbesi bunun için yapılmıştı. Aklını çeler diye aileler çocuklarına kitap bile almaz oldular.
Sonra da “eti senin kemiği benim” pazarlığına giriştiler. Şimdi de eğitime hiç değinmeden “disiplin” şart diyebiliyorlar.
KUŞATILMIŞ OLMAK, KUŞATILANIN SUÇU OLMAMIŞTIR HİÇBİR ZAMAN
Kuşatmayı kırmak ise kuşatıldığının farkına varmasıyla gerçekleşebilir. Oysa ne kuşatılmışlığın farkına vardı bugünkü gençlik ne de kuşatmayı kırmaya çalıştı.
Matematik ve fen ağırlıklı sorular yumağında, kendilerini geliştirmeye çalışmak yerine yalnızca başarılı olmak öğretildi onlara. Başarının da ölçüleri belliydi: Sınav kazanmak.
Ben olsam gençlerin yerinde, şöyle haykırırdım:
“İstekleriniz çok ağır ve acımasız iken, karşılığında yalnızca karnımızın doyması ve gece üzerimizin örtülmesi, size beni disipline davet etme hakkı veriyor mu?
Kurs paramı vermek sizi sorumluluktan kurtarıyor mu?
Veli toplantılarını teklemeden izlemek?
Öğretmenin ağzından, “çok zeki ama...” yalanlarını dinlemek?
Kurstan, okuldan kaytarmaya çalışan bir çocuğun ‘parası verilmiş’ bir haktan öte özgürlüğü olduğunu nasıl kabul etmezsiniz?
Neden ayağa kalkıp da en üst perdeden, ‘son sınıfların ikinci sömestrinin gereksizliğini’ haykırmaz da doktor doktor dolaşıp heyet raporu ararsınız?
Daha üniversiteye girmeden ihtiyarlayan, mutsuzlaşan, sorumluluğu bin kat artan çocukların eve ‘gemileri batmış tüccar’ gibi suratsız ve bitkin girişini kendinize karşı bir tavır olarak nasıl algılarsınız?
Takılan plağın düzgün çalması için atılan tekme gibi, atılan tokatla beyinlerimizin tıkır tıkır çalışacağını mı düşünüyorsunuz?

Bilgilendirme, öğrenme kaynakları tükendiğinde paçasına sarılacağımız insanlar oldunuz mu? Lavosier kanununu, üç dikme teoremini sorduğumuzda kaç taneniz yanıt verdi?
Sizin de parmağınız, egemen ideolojinin gösterdiği hedefi gösterdi bize hep: ‘Önce kapağı bir üniversiteye at, sonra da iyi bir işe. Kurbağa kalbinin üç gözlü olması yaşam boyu hiç lazım olmayacak belki sana, ama sen yine de öğren... Düzene biat et... Siyaset, sanat, akıl yürütme, kendini yetiştirme gibi konuları bize bırak, biz hallederiz…
Biz 12 Eylül çocuğuyuz, neyin gerekli olduğunu biz biliriz.’
Sanki bu ülkenin şu anki durumundan sizler sorumlu değilmişsiniz gibi, sırça köşkünüzden aşağı bakıp da, “şimdiki gençlik” diye ahkam kesmek ne kadar hakkınız ki?
Şımarık gençlik, mutlaka hak ettikleri dersi almalılar, dediğiniz kendi çocuklarınız mı?
Sizce eğitim yalnızca okulda mı verilir? Öyleyse, sofraya geç kaldım diye horozlanmak niye?
Etimi verdiniz, kabul de, kemiğimi de mi verdiniz?
Dolmuşlarda Viyana valsleri çaldı da biz mi dinlemedik? Elimize fırça ve boya tutuşturdular da resim mi yapmadık? Eve piyano aldınız da tuşlarında kedi mi dolaştırdık?
Televizyonlarda “çiçek” resimleriyle kapattıkları sigara dumanını suratımıza üfürdünüz de, sigaraya mı başladık? Kompozisyon kurallarını yerle bir ettik de ‘takdir’ mi edildik?
Kandırmayalım birbirimizi hiç, futbol maçını ya da altın gününü aşıp da size ulaşamadığımızda, “çok işiniz” olduğunu anlatan “duygu” kapılarından da mı dönmedik?
Jöle sürmediğimizde başımızı okşadınız da, biz mi anlamadık, ki jölelediğimizde havalara sıçradınız?
Evlat sevgisini karnını doyurmakla eşit kıldınız da, fark etmedik mi sandınız?
Sınıfın “haylazı” olmanın, zekâdan kaynaklandığını düşünüp, yönlendireceğinize, gerektiğinde öğretmenle aynı safı tutup, Tanrı aşkına, sınıfın en uslu ama en aptalı olmamızı tercih ettiniz de, biz de yuttuk mu?..
Kısa yoldan hayatın göbeğine ittirmeye çalıştınız bizi, sırf buna kanmadığımız için belki, hâlâ “çocuksu” onurumuzla dolaşabiliyoruz.
Biz çok daha zor koşullarda yaşamaya çalışıyoruz, bunun farkında bile değilsiniz.
Beni siz yarattınız.”

Mümtaz İdil
Odatv.com
06.06.2010 12:57

3 Haziran 2010 Perşembe

TED KOLEJİ'NDE SKANDAL

27 Mayıs 2010, günlerden Perşembe...
Elalem 27 Mayıs darbe mi, devrim mi, onu tartışıyor. Tam tamına elli yıl sonra.
Bu sıralarda Türkiye’nin en “güzide okulu” olma yolunda dev adımlar atan, Ortadoğu ve Balkanlar’ın en büyük kampüsünü kuran Türk Eğitim Derneği’nin Polatlı kampüsünde tuhaf şeyler oluyor.
O sabah, TED Polatlı Koleji Lise Müdürü Aynur İmre, “arama” yapılması talimatı veriyor.
Elli yıl önce benim başıma da gelmişti böyle şeyler: Arama... Üzerinizde yasak bir şey yoksa bile ürkersiniz. Hani olur ya, biri cebinize bir şeyler komuştur...
Çocuk aklı işte.
Aramayı bizzat gerçekleştiren Aynur İmre, doğal olarak, okulda bulundurulması daha önceden yasaklanmış olan cep telefonu, i-pod dinleyiciler, MP3’lere geri verilmek üzere el konuyor.
Olayın bundan sonrası zaten “okullara şenlik”.
Okul Müdürü Aynur İmre, öğrencileri okul lobisinde topluyor.
Kız –erkek öğrencilerin saçlarını gelişigüzel kesiyor.
“İnfazı” bizzat yapıyor. Daha da tuhafı, Aynur İmre saçları bizzat kesmeyi iş ediniyor. Arada bir dönüp öğrencilere, “nasıl, güzel kesmiş miyim,”diyor.
Alkış bekliyor.
Komediye bakar mısınız? Alkışlamayan öğrenciler bu kez “tehdit” altında.
Polatlı kaymakamının oğlu bir arkadaşıyla birlikte kendini dışarı atarak kurtarıyor.
Olay görüntülü olarak kaydediliyor.
Müdire Aynur İmre, aynı zamanda TED vakfı okullarının genel koordinatörü.
Yani oradaki öğretmenlerin işvereni...
Bir tek kişi müdire hanıma karşı çıkıyor, kendi kızı.
Sayıları yirmi kadar olan “yoluk” öğrenciler toplu halde ilçede bir berbere götürülüyorlar. Aynur İmre Hanım Odatv’nin sorularına, “Evet, diyor, okulumuzda böyle bir arama yaptık. Saçı uzun olan öğrencilerimizi berbere gönderdik, ulaşım ücretini de biz karşıladık. Ama size kim söyledi bunu?”
Birçok veli ve öğrencinin bu olayı çevresine anlattığı söyleniyor kendine.
Suskunluk...
Ardından “siyasi” bir açıklama: “Kolejimizin gelişmesini baltalamak için uydurulmuş hikayeler bunlar...”
Müdüre Hanım, saçı boyalı veya meçli kızların da saçını kesiyor. Kurallarına uyulmadığı gerekçesiyle kızların buluzunu, eteğini kesiyor.
Böyle bir Müdire yani...
“Talibanlara” bile taş çıkartacak kadar sert...
Pedagoji eğitimini Kabil’de almış gibi...
Türkiye’nin bir numarası olmaya soyunan ve hatta bu konuda kendini bir numara olarak gören TED kolejlerinin yönetim zaafı göstermemesi gerekir.
Değilse, “en büyüklük” yalnızca bina olarak kalır.

Mümtaz İdil
Odatv.com
03.06.2010 14:40