7 Kasım 2009 Cumartesi

BÖYLE SANATÇI DUYARLILIĞI OLMAZ OLSUN

Amerikalı şarkıcı Joan Baez, yıllar önce Ankara hipodrom alanında (şimdi artık hipodrom falan değil, 12 Eylül’ün diktiği tuhaf bir bina ile terkedilmiş izlenimi veren sağlıksız bir mekan) verdiği konserde, Güney Afrikalı devrimci Steve Biko’ya adanmış şarkısını söylerken, tam da o sıralarda Emniyet Genel Müdürlüğü, şimdi Ankara Emniyet Müdürlüğü olan binaya doğru dönüp duruyordu. Sanki o binadan kaç tane Biko geçtiğini bilir gibiydi.
Biko’yu çoğu insan “Cry Freedom” filmiyle tanıdı. Afrika’nın bu romantik devrimcisi, karakolda işkence altında öldüğünde, tüm dünyada simge oluyordu. En önemli özelliği, hırçın ve acımasız değil, tersine romantik bir devrimci olmasıydı.
Protest müziğin Bob Dylan ile birlikte en büyüklerinden biri olan Joan Baez ise Biko’yu seslendirirken şarkıya devrimcinin tüm romantizmini yayıyordu sanki.
Biko hep akıllarda kalıyordu böylelikle.
Müziğin evrensel “devrimciliği”nin bir parçası olarak Ankara semalarında asılı kalıyordu.
Joan Baez ile birlikte de çalışmış olan ve ondan bir adım daha önde bir devrimci tavır gösteren Mercedes Sosa, 4 Ekim 2009’da böbrek yetmezliğinden öldü.
Sosa, benzersiz sesiyle yalnızca ülkesi Arjantin’de değil, tüm dünyada büyük isim yapmış bir şarkıcıydı.
Kendi deyişiyle bu ününü yalnızca şarkı söylediği için değil, düşündüğü için de kazandı. Düşünmeyi önemsediği için. İnsanları ve adaletsizlikleri düşündüğü için.
Sosa, bu şekilde düşündüğü için de kaderine razı olduğunu belirtmişti.
Dünyada en çok bilinen şarkısı, “Teşekkürler Hayat (Gracia de la vida)” durgun satranç tahtası üzerindeki müthiş potansiyel gibi, insanın tüylerini diken diken eden bir parça olarak kayıtlara geçti.
Öyle ki, yalnızca Arjantin’de değil, tüm dünyada başta ezilen kadınlar olmak üzere, tutsaklar, yoksullar, devrimciler, isyancılar tarafından eylemlerde slogan olarak söylendi.
Tıpkı Afrika kökenli ezilen kara derililerin ünlü şarkısı “We Shall Over Come” gibi.
Joan Baez, Paul Robson, Victor Hara gibi sosyal içerikli şarkılarıyla bir anda tüm dünyanın gözdesi oldu. Bunda, kusursuz sesinin de çok büyük etkisi vardı tabii ki.
Şarkılar, şiirden beslendiğinde ve “populist” yaklaşım gözetmediğinde, dünyanın en etkili iletişim aracı olma özelliğine her zaman sahipti.
Bu etkinin bir de görsellikle süslenmesi, etkiyi birkaç katına kadar çıkarıyordu.
Şimdinin “klip” çabalarının özünde bu yatıyor.
Şarkıcı, içeriği kötü bir şiiri, ezgisi berbat bir “müzik” eşliğinde ve vurmalı sazlara ağırlık verip müziğe ritim kazandırarak kitleleri etkilemeye başladığında, bu “piyasaya” yönelik bir şarkı oluyordu.
Bir de görselliğe “erotizm” eklendiğinde, etki birkaç katına çıkabiliyordu.
Burada garip gibi görünen ama asla garip olmayan bir çelişki barınıyor:
Her iki durumda da, yani iyi bir şiir-çok sesli bir ezgi ve görsellik ile, sıradan sözler, tek sesli ve monoton bir ritim ve görsellik, aynı şekilde kitleler üzerinde etki yapabiliyor.
Buna Hegel şöyle yanıt veriyor:
“İlkel kulak eşlikli müzikten, katılabileceği müzikten hoşlanır.”
İlkel kulağı Hegel, asla bir hakaret anlamında kullanmıyor. Onun için eğitimsiz veya kalite karşılaştırması yapabileceği müzikler içinde bulunmamış kişilerin kulakları “ilkel” kulak tanımına giriyor.
İlkel komünal toplumların tamtam sesleriyle tüm sanatlarını icra etmeleri de buradan kaynaklanıyor.
Bir kez dinledikten sonra ıslıkla çalınabilen veya mırıldanması kolay olan müzikler, doğal olarak akılda kalıyor ve benimseniyor.
Oysa müzik bundan sonra başlayan bir etki yaratıyor. Hoş vakit geçirmek, kendinden geçmek veya yemek yerken sevgilinin gözlerine bakmak gibi bir amacın daha ötesinde amaçlar taşıyor.
Toplumsal bilincin harekete geçmesinde en büyük etken müzik olmasa, ne mehter marşları doğardı ne de askeri marşlar.
Savaşlarda müziğin büyük etkisinin olması ve insanları saldırı motivasyonuna getirmesi de bundan.
Öte yandan, işin çirkin tarafı savaşta müziğin kullanılması oldu.
Nazilerin Yahudileri fırınlara gönderirken klasik müzik çalmaları müzik tarihi için utanç olmadı elbette, çünkü müzik tarihi bununla anılmadı hiçbir zaman.
Tarih boyunca sanatçı duyarlılığı bu iki müzik türünden birini seçerek kendini gösterdi. Toplumsal olayları hicveden, yoksullara cesaret veren ve kitleleri harekete geçiren törensel müzikler hep mevcut iktidarlar için “tehlike” oluşturdu ve yok edilmeye çalışıldı.
Ancak uğraşılan şey öylesine soyut ve yakalanamaz bir “düşmandı” ki, asla engellenemedi.
Bu yüzden de müziği yok etme çabası yerine egemen iktidarlar müzik dinleme beğenisinin kanallarını değiştirme yoluna gittiler.
Her şeye boş vermeyi ön plana aldılar, bu dünyanın anlamsızlığını vurgulayan sözleri baş tacı ettiler, altın plaklarla ödüllendirdiler, sanatçıları “kral ve kraliçe” ilan ederek, tüketimi hızlandırdılar.
Sonuçta, müzik bir alışkanlıktı ve bu alışkanlığın iyi kullanılması halinde, protest veya devrimci içerikli müzikler piyasadan çabucak silinecekti.
Eskiler ise bir nostalji olarak kalacaktı.
Çok az sanatçı işin bu tarafındaki tehlikeye göğüs gerebildi.
Para, şöhret ve kısa yoldan “sınıf atlama” gözlerini kamaştırdı ve müziğin en “pespaye” türlerine imzalar atıldı.
Kontratlar yapıldı. Kaderciliğin yol gösterdiği, kendi yapamadığı işleri başkasına havale etmenin baş tacı edildiği ve belki de en karanlık olanı, “aşk” temasının bir feryada dönüştüğü müzikler pazarlandı.
Oysa müzik bir çaba işiydi, ama bu hep saklandı.
Müzik dinlemenin ciddi bir iş olduğu göz ardı edildi. Müzik dinlemek hep bir eğlence olarak algılandı.
Yalnızca müzik konusundaki sanatçı duyarlılığı da böyle insanların eline kaldı.
Yazılı sanatlardaki sanatçı duyarlılığı ise bir başka sefere...
Mercedes Sosa’yı bir kez daha anmış olalım, yeter.
A. Mümtaz İDİL
Odatv.com
07.11.2009 12:00


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.