12 Kasım 2010 Cuma

YAŞAR KEMAL BANA NEDEN PEZ.... DEDİ?

Yazarlığın aklımda olmadığı, ama çeviri ile hayatımı kazanabileceğimi sandığım yıllarda, Refik Baydur’un (o sıralarda Kimya-İş Sendikası başkanıydı, 1970’li yılların ortaları) aracılığıyla Cem Yayınevi’ne Tolstoy çevirisi için gitmiştim. O sıralarda Cem Yayınevi’nin başında rahmetli Oğuz Akkan bulunuyordu.
Ben Oğuz beyle başarısız bir görüşme yaptığım sırada içeri, Yaşar Kemal girdi. Yüzünü asla unutmadım. İnce Memet’in baskısı ile ilgili görüşmeye gelmişti. Yaşar Kemal çıktıktan sonra Oğuz bey onun Yaşar Kemal olduğunu söyledi, öyle öğrendim.
Pek ilgilendiğimi de söyleyemem.
Aradan yıllar geçtikten sonra, 1993 yılında, Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nde görev yaptığım sırada bir İstanbul seyahatim oldu. Artık edebiyatçı sayılırdım. 1984 Akademi Kitabevi İnceleme Eleştiri Birincilik Ödülü’nü “Gerçeklik ve Roman” adlı kitabımla kazanmıştım. Yaşar Kemal’i de biliyordum.
İstanbul’daki işleri hallettikten sonra 23.55 uçağıyla Ankara’ya dönecektim, ama bizim Telif Hakları İstanbul Müdürü Asaf Koçtürk beni Çiçek Bar’a götürdü. Sinema ile ilgili koltuğa oturduktan sonra, her İstanbul’a gidişimde Çiçek Bar’a uğrar olmuştum.
Bir masada rahmetli Onat Kutlar, Hüseyin Yaygınsoy, adını bilmediğim tuhaf şapkalı bir bayan ve birkaç sinemacı daha oturuyorduk.
Ansızın elinde viski bardağı ile Yaşar Kemal masamızda bitiverdi. Hemen yanımdaki sandalyeye de oturdu.İkinci viskisini yudumlamaya başlamıştı ki, birden aklına yanında oturduğum geldi herhalde, Onat Kutlar’a, “yahu bu delikanlı ile beni tanıştırmayacak mısınız Onat,” dedi.
Onat ağabey, “Mümtaz İdil Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürü Yaşar ağabey,” dedi. “Ankara’dan gelmişti, bu gece de dönüyor yanılmıyorsam.”
Yaşar Kemal bir süre Onat ağabeye baktı, ardından bana döndü. Kalın sesiyle, “Yoksa sen şu bizim bildiğimiz A.Mümtaz İdil misin,” dedi.
Çok onurlanmıştım. Yani, Yaşar Kemal beni bir şekilde duymuştu.
Utangaç bir halde, “Evet,” dedim.
“Şu Gerçeklik ve Roman’ı yazan?”Yine utangaç bir halde, “evet” diye mırıldandım.
Sonra “Gerçeklik ve Roman” kitabımdan bir yığın yeri konuştuk. Özellikle de Dostoyevski’nin bir dönüm noktası olduğunu iddia ettiğim bölümlerden.
Yalnız,” dedi. “Selim İleri’den fazla söz etmişsin.”Selim İleri’den neden söz ettiğimi açıklamaya çalıştım. Özellikle de “Cehennem Kraliçesi” romanında neden Bülbülün’e bir kez bile “eşcinsel” demediği halde, Mehmet’in başına sürekli “Marksist” kelimesini eklemek zorunda kaldığını anlattım. Mehmet’in Marksistliği kitapta kendini gösteremiyor, dedim. Turgenyev neden “Babalar ve Oğullar” romanında Bazarov’u anlatırken bir kez bile “nihilist” demez? Siz kitapta onun nihilist olduğunu anlarsınız. Roman yazmak bu değil midir?
Yaşar Kemal’in konuşma hoşuna gitmişti. Masadakilerle pek ilgilenmiyorduk. Ama benim kalkmam ve 23.55 uçağına yetişmem gerekiyordu.
Tam kalkmaya hazırlanırken Yaşar Kemal bana dönüp, “Memurluk mu yapıyorsun şimdi,” diye sordu anlamsızca.
Evet,” dedim.
Sunturlu bir küfür savurup, “senin yazman gerek oğlum,” dedi. “Ne kadar maaş alıyorsun orada?
Maaşımı söyledim.
“Bırak orayı, o kadar parayı ben sana vereyim. Sen yeter ki yaz,”dedi.
Telefonunu da verdi ve ben biraz sevinçli ama biraz da kuşkulu oradan kalkıp, uçağa yetişmek üzere arabama bindim.
Ertesi sabah Ankara’daki odama geldiğimde, saatin on olmasını bekledim. Aklıma koymuştum bir kere: Yaşar Kemal kafayı bulmuştu da mı bana o övgü dolu sözleri söylemişti, yoksa gerçek miydi?
Telefonu rahmetli karısı Tilda açtı. Bir süre Yaşar Kemal’i vermemeye çalıştı, ama Yaşar ağabey herhalde adımı duyunca telefona geldi.
Merhaba Mümtaz,” demesini bekliyordum, ama demedi.
“Hala memuriyette devam mı ediyorsun pez...” dedi.
Yani bir insan küfür yer de, mutlu olur mu? Oldum. Demek ki, bir gün önceki konuşmayı unutmamıştı. Demek ki, bir gün önce benimle yaptığı konuşmanın sebebi iki duble viski değildi.
Sonra dostluğumuz devam etti Yaşar ağabey ile. Onurlu ve kıvanç duyduğum bir dostluk oldu hep. Öteki yayınlarından çıkan Dostoyevski’nin Budala eserinin çevirisini gönderdiğimde de, “bugüne kadar okuduğum en iyi Budala çevirisi,” demişti.
Yıllar sonra, iki oğlumla birlikte Antalya’ya, bir dostun düzenlediği denizle ilgili bir etkinliğe gittiğimde, Türkizi otelinde karşılaştık. Bir başka masada oturuyordu. Heyecanla yanına gittim, halini hatrını sordum.
Sonra kendi masama, karımla iki oğlumun oturduğu masaya geçtim. Küçük oğlum daha 4-5 yaşlarındaydı, ama büyük 18 yaşına basmıştı ve ilk kitabı “Bilinmeyene Yolculuk”u yayınlamıştı.
Bir anda Yaşar ağabey masamıza geldi. Büyük oğlum Barış çok heyecanlandı. Küçük hiçbir şeyin farkında değildi doğal olarak.
Uzun süre bizle oturdu ve Barış ile konuştular. Barış o günü hiç unutmadı. Kuşkusuz ben de hiç unutmadım. Masamıza kadar gelmesi ve iki oğlumla da bir arkadaş gibi sohbet etmesi unutulmaz bir anıydı.
Ama yine de hayırsızlık benden geldi. Kaç kez İstanbul’a gittiysem de, kaç kez kendisine uğrayıp, bir diğer Dostoyevski çevirim olan “Delikanlı” romanını kendisine vereceğimi söylesem de, olmadı.
Yine de yüreğimin bir yerinde tüm sıcaklığıyla varlığını hissettiğim için mutluyum.
Seversiniz, sevmezsiniz. Ama bu toprakların yetiştirdiği en önemli edebiyat insanlarından biri...
Benim de “dostum” diyebileceğim bir insan...
Az onur değil aslında.

Mümtaz İdil
Odatv.com

12.11.2010 21:31

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.