19 Aralık 2009 Cumartesi

BU YAZARLARI OKURKEN BİR DE BU AÇIDAN BAKIN

Ünlü Rus yazar İvan Turgenyev“Babalar ve Oğullar” romanında, kendisinden sonraki kuşağı derinden etkileyecek bir tip yaratır: Bazarov.Bazarov, nihilizmin romanda ortaya çıkmış karakteridir.
Turgenyev, roman boyunca hiçbir yerde Bazarov’un nihilizm kelimesini kullanmaz, ama kitabın son sayfasını çevirdiğinizde, aklınıza bir“hiçlik” düşer.
Daha sonra bu kavram Nietzche ve Kiekegaard’ın elinde iyice yoğrularak, varoluşçuluk felsefesine kadar uzanacaktır.
Konunun bir ucundan tutan ama nihilizmden salt Turgenyev nedeniyle kaçıp, düşüncesini daha çok inanca bağlayan Dostoyevski ise, bilinçaltı hiçliği gündeme getirecek, bir başka anlamda nihilizmi savunmaya kalkışacaktır.
Aslında gerek Dostoyevski’nin gerekse Turgenyev’in “altını çizdiği” hiçlik kavramı, her iki yazarı da yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkacak bir toplumsal “başkaldırıya” doğru sürükleyecektir.

Birinci ve İkinci dünya savaşlarını yaşamış, arada tüm dünyayı derinden sarsan 1929 ekonomik krizini de geçirmiş olan dünyanın yalnız insanları, sığınacak bir kavram peşinde koşmakta yerden göğe kadar haklıydı.
Bir yanda Karl Marks ve Frederic Engels’in yolundan giderek kurulmuş bir SSCB bulunmaktaydı, öte yanda ise bu sistemin bir “faşist” sistem olduğunu, kurtuluşun “liberalizm” olduğunu savunan bir başka cephe tüm gücüyle dünyayı ele geçirmeye çalışmaktaydı.
Çin ise henüz emekleme dönemindeydi.
Bu karmaşık dönemi atlatabilen yazar sayısı da çok fazla olmadı. Sartre, Camus, Beauvoir gibi Fransız yazarların başı çektiği nihilizm ve devamı existansializm ile ayaklarını yere basıp, bu dünyaya tutunmaya çalışanGorki, Ehrenburg, Şolohov gibi yazarların arasında iki kutuplu dünyanın çekişmeleri yaşandı.
Her iki kutup da bir noktada buluşmayı bekliyor ve umuyordu, ama olmadı. Liberal dünyada yaşayan yazarlar kendi konumlarındaki müthiş sömürüden ve vahşi kapitalizmden şikayet ediyordu, diğer uçta bulunan yazarlar da baskıdan ve faşizmden dem vuruyorlardı.
Ortada, söz gelimi “sosyal demokrasi” denilen uyduruk bir felsefede buluşmaya çalışıyorlardı, ama nafile. Çünkü, sosyal demokrasi denilen şey kocaman bir aldatmacaydı ve iki taraf da bunun farkındaydı.
Bunu zaten en iyi şekilde siyasetçiler kullandılar ve hiç bir zaman hayata geçmemiş bir ideolojiyi kağıt üzerinde de olsa hayata geçirdiler.
Böylelikle vahşi kapitalizmin ve komünizmin önüne geçebileceklerini sanıyorlardı. İdeolojilerinin teorik yapısını hem komünizmden hem de kapitalizmden aldıkları “seçme” kurallarla düzenliyorlardı.
Ama tutmayacağı da gün gibi ortadaydı.
En azından bir süre oyalayacağını düşündüler belki ve haklı da çıktılar.
Toplumlar, hiç yaşamadıkları bu “sosyal demokrasi” düzenini çok benimsediler ve Thomas Moore’un ütopyasından bu yana yaratılan en büyük ütopyaya dört elle sarıldılar.
Çünkü kapitalizmden yılmışlardı, çünkü komünizmden korkuyorlardı.
İkisini de ret eden böyle bir sistem, en akla uygun sistemdi.
Akla uygundu, ama pratiğe uymayacağı hiç düşünülmemişti.
Yeniden Turgenyev’e dönecek olursak, Turgenyev ve o dönem Rus yazarlarının arasındaki “sanatsal” çatışmanın özünde de aslında bu yatıyordu.
Bir yanda Lenin’in daha sonradan Mayakovski’ye bile tercih ettiğini söylediği Çernişev’in toplumsal önerileri, Belinski’nin ayağı yere basan somut eleştirileri ile bezenen bir Rus edebiyatı tüm “devrimci” kesimleri etkilerken, diğer yanda insanın “karanlık” içyüzünü gözler önüne seren Kiekegaard, Dostoyevski ve Nietzche gibi bencilliği ve insanın güvenilmezliğini öne süren yazarlar arasındaki kavga hiç eksilmeden sürdü gitti.
Aslında bu kavga birden bire 19. Yüzyılın ortasında çıkmadı kuşkusuz. Daha önceki edebiyat dünyasının dev yazarları arasında da benzer biçimde kavgalar sürmekteydi. Balzac’ın ünlü Veutrin tiplemesiyle yarattığı“tutku”, onu ilk kez Rusça’ya kazandıran Dostoyevski’yi de derinden etkilemişti. Ama öte yanda, kollarında ölen Balzac’a büyük bir dostluk beslemesine rağmen, düşünce olarak hiç de ona yakın olmayan bir Victor Hugo, sanatın toplumsal işlevini bir gergef gibi işleyen eserler yazmakla meşguldü.
Toplumsal olayların tam ortasında yaşayan ve çağını yansıtmaktan kaçamayan tüm bu yazarların ortak tek bir noktası vardı: Kendilerine bir sıfat yakıştırmamak. 
Bunu romanlarında veya diğer eserlerinde de görmek mümkün olmadı.
Ne Hugo, ne Balzac, ne Dostoyevski ne de adını sanını bile duymadığımız Rus edebiyatının en büyüklerinden biri kabul edilen Karamzin, kendisi için bir “tanımlamada” bulunmamıştır.
Sartre’ın eserlerinde onun Marksist felsefeyle boğuştuğunu, ona eklemlemeler yaptığını ve bunu yirminci yüzyılın bunalım edebiyatına uydurmaya çalıştığı bilinir, ama Sartre’ın hiçbir eserinde kendisini Troçkist olarak nitelediği görülmemiştir.
Oysa bir anlamda Sartre’ın yaptığı, Troçki’nin siyasette yapmak istediği ile örtüşmekteydi. Edebiyattaki “kalıpların” artık bırakılması gerektiğini söylemenin ötesinde Sartre, sürekli bir devinimden bahsetmekteydi.
Ama kendine bir isim hiç yakıştırmadı.
Ne o, ne Camus ne de Beauvoir...
Biz onları “varoluşçu” olarak anmaya başladık.
Gorki’ye Marksist dedik, Samuel Becket’e de “bunalım edebiyatı”...
Ta uzaklardan, ABD’den Wiliam Faulkner ağırlığını edebiyat dünyasında hissedirince de, Şolohov’un nehir romanları tartışılır olmaya başladı.
Sonra Soljenitsin çıkıp, İvan Denisoviç’in bir gününü yazdı. Tüm edebiyat dünyası geriye doğru şöyle bir bakıp, Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” adlı kısa romanını yeniden irdelemeye başladı.
Tüm zamanların en “karanlık, karamsar” yazarlarından biri olan Dostoyevski’nin haklı olup olmadığı tartışmaya açıldı. Kadın düşmanıNietzche yeniden gündeme geldi ve Dostoyevski ile aralarındaki garip benzerlikler tartışıldı.
Edebiyat dünyası bu tartışmalarla uğraşırken, Ehrenburg yeniden ve yeniden yargılanırken, Paris Düşerken romanının satır aralarındaki “karşı devrimcilik” çözülürken...
Biz 12 Eylül darbesi ile bir yandan öteki yana kurumuş söğüt yaprakları gibi dağıldık gittik.
12 Eylül öncesinin “Marksist” yazarları, düşünürleri köşe kapmaca oynamaya başladığında, sandık ki dünya değişiyor ve yerini yeni sistemler alıyor.
Sandık ki, Marksizm de kendi diyalektiği içerisinde yol alıyor ve yeni ürünlerini bu yolla yansıtıyor.
Oysa ilk başta öğrendiğimiz şeyi en son hatırlama alışkanlığımızı, refleksimizi unuttuk: Sanatçılar çağını yansıtır, ilkesini...Fark edemedik ne yazık ki, Selim İleri’nin “Cehennem Kraliçesi”romanındaki kahramanına neden “Marksist Mehmet” dediğini, Ahmet Altan’ın “Sudaki İz” romanında kahramanlığını “sobayı çıplak elle tutacak” kadar ileri götüren Korkut’unun aslında bir Rahmetov kopyası olduğunu, Hulki Aktunç’un Bir Çağ Yangını romanındaki “kedi bıyıklılar, kedi bıyıksızlar”ının Faulkner’i çağrıştırdığını, Latife Tekin’in, köye dikiş makinesi getiren babasının, Marquez’in “buz” öyküsüne benzediğini...
Tıpkı ilk romancılarımızın Fransız edebiyatından etkilenerek kaleme aldığı ve toplumsal konuları yansıtmaktan çok “burjuva yaşamının” sıkıntılarını yansıtan romanlarını fark edemediğimiz gibi.
Türk edebiyatı, çok ilginçtir ama, en başarılı örneklerini daha çok şiir sanatında vermiştir. Yazılı sanatların en güç, başarılması en zor kolunda böylesine büyük başarılara imza atmış olmanın temelinde ise bu işin kolaya kaçmasından kaynaklanan yaygınlığı yatmakla birlikte, asıl neden binlerce yıldır biriken ve kişinin de farkında olmadan özümsemek zorunda kaldığı “kültür”dür.
Belki de bu yüzden, yazının en başından beri anlatılmak istenen noktada şairler hep suskun ve geri planda kalmıştır. Ortaya koyduğu ürünün daima daha iyisinin bir altında olduğunu düşündüğünden şairler, hiç ortalığa çıkıp kendilerini “şair” olarak takdim etmemişlerdir. Kendilerine en“utangaç” şekliyle, yazar demekte bile çekinceli davranmışlardır.
Dizeleri şarkılara döküldüğünde bile anımsanmamaktan da hiç gocunmamışlardır. Türk edebiyatının suskun ve sessiz savaşçıları olarak, dillerde dolaşan dizelerinden mutlu olmayı yazarlığın onuru saymışlardır.
Kartvizitine “şair, roman yazarı” yazarak kimse yazar olamayacağı gibi, kimliğine “sosyal demokrat, marksist, ulusalcı” diye yazan kimse de bu vasıfları taşımaz.
Bazarov işte bu yüzden dünyanın ilk ve en ünlü nihilistidir.
Turgenyev kartvizitine yazmamıştır.
Bilmem ne demek istediğimi anlatabildim mi?..
A. Mümtaz İdil
Odatv.com
19.12.2009 19:28

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.