10 Aralık 2009 Perşembe

DOMUZ GRİBİNİ BIRAK ŞİDDETE BAK

Batılı bilim adamlarının bir kısmı, şiddetin bir virüs eğilimi gösterdiğini öne sürüyorlar. Öyle ki, daha da ileri gidip, şiddetin yaygınlaşmasının o dönem verem, bu dönem de domuz gribinden farklı olmadığını söylüyorlar.
Bu durumda domuz gribi salgını karşısında paralize olmuş Türkiye’nin şiddet karşısında çok daha çaresiz kaldığını görüyoruz.
Domuz gribi için, Başbakanı karşısına almış olan Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın nafile çabalarına rağmen, hiç olmazsa bir aşı söz konusu.
Şiddet virüsünü yok edecek bir aşı da yok.
Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde, şiddetin canlının doğasında olduğu kanıtlandı. Ancak bu kanıtlamanın laboratuvar ortamında yapıldığını hatırlatan virüsçü bilim adamları bu görüşü eleştiriyor ve tek başına olmadığını, çevresel ve fiziksel faktörlerin de çok büyük etken olduğunu belirtiyorlar.
Şiddetin giderek arttığı toplumlara bakıldığında, şiddetin bir virüs eğilimi gösterdiğini savunan bilim adamlarının haklı olduğu insanı ürkütüyor.
Irak buna en ciddi ve yakın örnek.
Türkiye de aday ülkeler arasında.
Sosyologlar, şiddetin kaynağında yoksulluğun, çaresizliğin ve gelecekten umudu kesmenin yer aldığını hatta bunların en büyük artırıcı neden olduğunu söylüyorlar, ama şiddetin bir virüs gibi yayılmasında“şerhlerini” saklı tutuyorlar.
Ama şiddetin toplumsal bir virüs olarak yayıldığını savunan bilim adamları da, “madem böyle, o halde binlerce yıldır süregelen aile içi şiddeti yoksulluk, çaresizlik, gelecekten umudu kesme argümanları ile açıklamak ne derece mümkün” diye soruyorlar.
Diğer yandan da, ekonomik rahatlıkları yerinde olmasına, gelecek gibi kaygıları olmamasına rağmen şiddetin yine de bu çevrelerde de artmasını açıklamanın imkansızlığına dikkat çekiyorlar. Hatta, ekonomik durumları yerinde olan kitleleri, tarih boyunca en büyük şiddete baş vurduğunu bile öne sürüyorlar.
Medyanın bu olayda çok büyük rolü olduğunu belirten David Phillips gibi bilim adamları da, şiddetin artışında bunun “vitrinleştirilmesinin” rol oynadığını savunuyor. Hatta David Phillips, yayınlarıyla bunu bilimsel olarak kanıtlamış durumda.
Şiddetin, bir anlamda “medyatik” olması, bu tür haberlerin cazibe odağı olması da şiddeti artıran önemli etkenlerden.
Yine sosyologlar, medyatik kişilerin, sözgelimi Marilyn Monroe, The Doors’un efsanevi solisti Jim Morrison, Elvis Presley, Nirvana’nın intiharlarının ardından, intihar vakalarının arttığına dikkat çekiyorlar.
Bu, bireyin kendine uyguladığı bir şiddet olarak ön plana çıkıyor.
Ancak, bu büyük bir rahatlıkla “dışa” dönük hale gelebiliyor. Asıl tehlike de bu.
Yine araştırmacı David Phillips, spor diye kabul edemediği boks maçlarından sonra, şiddetin arttığını iddia ediyor. Ona göre Muhammed Ali'nin 1975 yılında yaptığı iki karşılaşmadan sonra, ölüm olaylarında müthiş bir artış olmuş. Yine Manila’daki bir karşılaşmanın ardından 108 kişi şiddet sonucu öldürülmüş. Phillips, bunun normalin 26 kat fazlası olduğuna dikkat çekiyor (Bilim Teknik Dergisi, Temmuz 1987, s. 38-39, 47).
Münevver Karabulut cinayetinden sonra, failin belli olması ve yakalanmış olmasına rağmen, benzer cinayetlerde artışın olması, bu savı doğrular nitelikte.
Sonuçta, şiddet şiddeti doğuran bir virüs etkisi de yapıyor. Bunu reddetmek olanaksız.
Şiddet, insanın doğasında var olan korumacılık güdüsü gibi reddedilemeyecek biçimde olan bir dürtü.
Bu, bireysel düzeyde aile içi veya yakın çevrede ortaya çıkıyor ve engellenemiyor. Medya bunda önemli rol oynuyor elbette.
Bunun daha tehlikeli olan boyutu ise, toplumsal bir misyon olarak üstlenilmesi. O zaman şiddet, Nazi Almanyası’nda olduğu gibi, kitlesel öldürmelere dönüşebiliyor. Bu, Stalin’in söylediği gibi, “bir kişiyi öldürdüğünüzde cinayet, kitleleri yok ettiğinizde ise savaş” diye çağrılıyor.
Savaş, burada tüm şiddetin üzerini örtüyor ve şiddeti uygulayanı en azından kendi içinde veya bağlı bulunduğu grup içinde haklı konuma getiriyor.
O yüzden, Serap Eser’i yakarak öldüreni bir kenara bırakıyorum, Madımak Oteli’ni gözünü kırpmadan ateşe verenler de, Reşadiye’de 10 askeri pusuya düşürenler de aynı “fabrikanın” ürünü.
Onlar kendilerini “şiddet” uygulayan olarak görmedikleri sürece, şiddete maruz olanlar dışında bunun bedelini ödeyecek kimse kalmıyor ortada.
Sonuçta, şiddet zaten insanın içinde varolan bir hayvansal dürtü olduğuna göre, bu dürtü kitlesel imhalara kadar vardırılabilir ve yönlendirilebilir.
Nitekim, bugün uygulanan şiddetin temelinde de bu virüs yatıyor.
Bu, aşısı olmayan virüs öylesine büyük bir tehlike içeriyor ki, varlığını unutturmaya, gözden kaçırmaya kadar vardırabiliyor işi.
Nitekim, domuz gribinde tek tek ölümleri sayan, sağlık bakanlığı, bazı medya kuruluşları şiddet sonucu ölenlerde böyle bir “sayım” işine girmiyorlar.
Trafik canavarı diye yarattıkları hayali bir canavarın pençesine düşenleri tek tek sayıp, ardından toplu rakamlar verirken, teröre bağlı şiddeti görmezden gelebiliyorlar.
Korkutmak istemediklerinden mi, panik yaratmak istemediklerinden mi?
Tabii ki değil.
Yokmuş gibi görmek işlerine geliyor da ondan.
Bu nasıl bir “işe yaramadır” diye sorulacak olunursa, dikkatin bu yöne çekilmesi halinde toplumsal bir “uyanışın” hayata geçmesinden çekinmelerindendir.
Terör sözcüğünün böylesine uluorta kullanılması sonucu, kimliğini de kaybetmesiyle, ortaya çıkan “bireysel” şiddet daha vahim gösterilmeye başlandı.
Stalin’in sözü gibi, Münevver cinayete kurban giderken tüm gündemi kaplıyor, ama teröre bağlı öldürülen kişilerin “ağıtları” gömülünceye kadar sürüyor. Sonra bitiyor.
Terör, şiddetin dışında tutuluyor, bilerek ve bilmeyerek.
Çünkü, tedirgin ve ürkek toplumları yönetmek çok daha kolaydır, çünkü yönetime karşı şikayetleri olsa bile, başkalarına olan güveni sarsıldığından, birleşip de karşı koymak, yani başka bir deyişle örgütlenmek gibi bir yola asla başvuramazlar. Güven sarsılmıştır, her an her köşede şiddet kol gezmektedir, sevgi bastırılmıştır vb… En yakın dostuna, akrabasına ve hatta zaman zaman kendisine bile güven duymayan ürkek bireylerden oluşan bir toplum yaratılmıştır.
Bütün bunlar, insanın doğasındaki şiddet duygularını harekete geçirmeye yeter. Aile içinde şiddet uygulayan kişiler, bunu sokağa taşırmak eğilimindedir zaten ve fırsatını buldukça da yerine getirecektir. Potansiyel şiddet unsurları, kültürsüzlükten de kaynaklanan bir cesaretle, evinden çıkıp sokaklarda dolaşmaya başlamıştır.
DTP’nin kapatılması halinde, bir galon şiddet virüsü şehir suyuna boşaltılacaktır.
Bu, domuz gribinden de tehlikeli bir virüstür. Üstelik aşısı da yok.
Aman dikkat...
A.Mümtaz İdil
Odatv.com
10.12.2009 00:35

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.