22 Ekim 2009 Perşembe

SAİD-İ NURSİ’NİN RASPUTİN’LE NE İLGİSİ VAR?

Gerçek adı Grigoriy Yefimoviç Novih.
1872 yılından sonra doğduğu biliniyor. Tarih tam kesin değil.
Sibirya’da, Prokovskoye köylülerinin ona taktığı isim: Rasputin.
Yoksul bir köylü. Kendini yetiştirmeye çalışmış bir din adamı. Çevresinde “aziz peder” olarak anılmayı sağlayacak kadar ağzı laf yapabilen bir yetenek.
Kendi kurduğu tarikatın lideri.
18 yaşında Verhoture’de bir manastıra kapandı ve Hlisti mezhebinin tüm inceliklerini öğrendi.
Müthiş bir hafızası olduğunu fark etti. Girdiği her ortamı hafızasına kaydedebiliyor, okuduğu en karmaşık kitapları rahatlıkla ezberliyor ve anlayabiliyordu.
Müthiş bir konuşmacıydı. Ezberine aldığı tüm bilgileri sentezliyebiliyor ve bunları yeni bir görüş olarak karşısındakilere aktarabiliyordu.
Bunda, bakışlarının ve kendisine yakıştırılan “hipnoz” yeteneğinin de büyük yararı vardı.
Rus Çarlığı yönetiminin yanlışlarla dolu olduğunu, halkın yoksulluktan kırıldığını görüyor ve bunun için de yeni bir yol öneriyordu.
Rusya’nın din öğretilerinden ayrılmaması konusunda çok ısrarcıydı. Ancak, Hıristiyanlığın da tek başına bu işin üstesinden gelemeyeceğini, daha katı kuralların işlevsel hale getirilmesini savunuyordu.
Çok çocuk sahibi olmayı, herkesin günah olarak nitelediği şeylerden çekinmemelerini ve Tanrı’ya kayıtsız koşulsuz inanmalarını istiyordu.
Bolşeviklerden de, Menşeviklerden de nefret ediyordu.
Onun için kurtuluşun yolu koşulsuz bir dinsel yönetimdi.
Rasputin’in en büyük özelliği ikna gücünün neredeyse sınırsız olmasıydı. Olmadık hastalıkları iyi edebilme, insanların ne yapabileceklerini tahmin gücü vardı. Öldürüleceğini ve bunun da Çarlık soyu olan 300 yıllık Romanov’ların da sonu anlamına geleceğini bir mektubuyla Çariçeye bildirmişti.
Müthiş bir zeka, müthiş bir yetenekti Rasputin. Ama yanlış yerdeydi.
Bütün Rusya’yı dolaşıp, müritler edinirken, Romanovların ve Çarlık Rusyası’nın da ayakta kalmasını sağlıyordu.
Çar olmasa bile, Çar katında bir yerde yetkilerle donanmayı arzu ediyor ve bunu da başarıyordu.
Çar Nikola’ya yakın çevreler bundan rahatsızlık duymuş ve Rusputin’i bir tehlike olarak görmeye başlamışlardı.
Ancak, şurası bir gerçek ki, Rasputin’in ne yapmak istediği hiçbir zaman anlaşılamadı.
Yoksul bir köyden çıkıp Kremlin’in tepesine kadar yükselen hayatında güç her zaman elinde olmasına karşın bunu Nikola ve Çar ailesine karşı hiç kullanmadı.
Çar olmaya belki de bir adım mesafesi vardı, ama zorlamadı. Çar üzerindeki etkisini sürdürmeyi yeğledi.
Kralın Arthur’un arkasında duran Merlin gibiydi.

Said-i Nursi tartışmaları yeniden gündeme gelince, Rasputin ile olan benzerlikleri de aklıma geldi.
Hemen hemen Rasputin ile aynı tarihlerde, 1878 yılında Güneydoğu Anadolu’da Nurs köyünde doğdu.
O da müthiş bir hafızaya ve anlama yeteneğine sahipti. En anlaşılmaz konuları ezberleyebiliyor ve bunu analiz ederek çevresindekilere etkili biçimde aktarabiliyordu.
Rasputin gibi o da gerçek adıyla değil, takma adıyla anılıyordu.
Takma adını da kendisi koymamıştı.
Molla Mehmed Emin Efendi, Mir Said Veli, Molla Fethullah Efendi medreselerinde eğitim aldı.
Said-i Nursi de, tıpkı Rasputin’in Verhoture’de aldığı eğitimden sonra köyüne dönmesi gibi, köyüne döndü.
Çok etkili bir konuşmacı ve üstün bir zeka olduğu hep söylendi.
Bir eserinde Said-i Nursi, Şeyh Mehmet Celali medresesindeki eğitimi sırasında yüzlerce kitap okuyup ezberlediğini yazdı. Üstelik okuduğu kitaplar medrese eğitimi dışında kitaplardı.
Bitlis Valisi Ömer Paşa’nın dikkatini çekmesinin nedeni bu etkili kişiliği ve kıvrak zekasıydı. Bu yüzden de kendisine çalışması için konakta yer ayrılmıştı. Yani, “resmi kabul” başlamıştı.
Bundan sonrası Rasputin ile hiç çakışmıyor. Rasputin’in sarayın büyüsüne kapılması ve etkisini artırdıkça sistemle bütünleşmesi Said-i Nursi ile olan benzerliği bir anda ortadan kaldırıyor.
Bunda hiç kuşku yok ki, (Soner Yalçın’ın ilgili yazısından öğrendiğim kadarıyla), devlet kademesinde ve özellikle de Menderes üzerindeki etkisini Rasputin gibi kullanmamış olması yatmakta.
Kim bilir, belki kullanıldığını hissetti veya düşündü.
Belki görevinin bitmediğini düşünüp, Anadolu’yu birkaç kez daha dolaşması ve düşüncelerini yayması gereğini hatırladı.
Ama şurası bir gerçek ki, dönemine damga vuracak kadar etkili bir kişilik olarak tarih sayfalarında yerini aldı.
Bugün hâlâ tartışılıyorsa eğer, bu tartışmanın siyah/beyaz şeklinde olmaması gerekir.
Kürt Said isyanı karşısındaki tutumu bile kişiliği konusunda ipucu verebiliyor.
Eğer bugün, Soner Yalçın’ın da yazısında belirttiği gibi, Gülen cemaati Said-i Nursi’ye eskisi kadar sahip çıkmıyorsa, nedenini araştırmak gerek.
Bu yazı, kimseyi savunma veya karalama yazısı değildir. Bu yazı insanları tanımak için çaba gösterilmesi gerektiğini anlatmaya çalışan bir yazıdır.
Rasputin için hep kötü şeyler yazılmış ve çizilmiş, şaklabanlıkla bile suçlandığı olmuştur.
Ama 300 yıllık Romanov sülalesini temelinden sarsan da Rasputin’dir.

A. Mümtaz İDİL
Odatv.com
22.10.2009 12:00

19 Ekim 2009 Pazartesi

SIRA BAYRAĞA MI GELİYOR

Ne büstleri dikmek sevgi belirtisidir ne de yerlere yıkmak nefret...
Bu ülke yıllardır Atatürk büstleri, resimleri, afişleri sorun oldu. Öyle resimler, afişler yapıldı ki, Mustafa Kemal’in yüzünü bile unutturdu.
Ama bir saygıydı, kurucuya bir şükran ifadesiydi, susuldu.
Bu durumdan şikayetçi olan bir çok insanın olduğu da biliniyordu.
Göstermelik bir saygının “devlet” zoruyla yapıldığı izlenimi de ağır basıyordu.
Buna karşı koymayı da 5816 sayılı yasa engelliyordu.
İş buraya kadar zaten mevcut olan durumdu ve bundan yararlanma zamanı gelmişti.
İşte Avrupa Birliği Komisyonu, inceleme raporuna, Türkiye’nin çözüm bekleyen bir çok “sorunu” yerine “ifade özgürlüğünü kısıtlayan” bu yasal düzenlenmenin kaldırılması talebini koydu.
Kokareçi kaldırmayla aynı kefeye sokuşturdu yani.
Dikkat edin, Atatürk’ü eleştirmenin değil, hakaretin serbest bırakılmasını “düşünce” özgürlüğünün içine kattı.
Sokaklarda hayvan boğazlamaya henüz yasak yok.
Eğitimin 40’ar kişilik sınıflarda, öğretmensiz yapılmasına da ses yok.
Sokak çocuklarının birer birer telef olması da AB Komisyonu’nun ilgi alanı dışında.
Milletvekili dokunulmazlığı deseniz, umuru değil.
Yolsuzluklar? AB’ye ne...
Yoksulluk sınırı? O, memleketin “içişleri”. Karışmak olmaz.
Yasaklanan kitaplar, tutuklanan yazarlar, hedef gösterilenler?
Onlar düşünce özgürlüğü kapsamında sayılmaz. Onlar belli bir amaca hizmet eden “militan” grubu. Bu gruplar AB Komisyonu’nun yalnızca anarşiden sorumlu “departmanını” ilgilendirir. Eğer “ülke bütünlüğü”, “milli sınırlar” falan denecek olursa, işte o zaman AB Komisyonu devreye girecek ve bunun hiç de sanıldığı gibi ülke bütünlüğünü hedeflemediğini söyleyecektir.
Ama resimler, heykeller rahatsız etti “can” dostlarımızı.
Onlar bu ülkede her şeyin “güllük gülistanlık” olmasını arzu eden “yabancı” dostlarımız. Bizim iyiliğimizi bizden daha fazla düşündükleri çok açık. Şimdi ülkenin her şeyi, tüm özgürlükleri, demokratik açılımları, insan hakları yerine oturdu, ama o duvarda asılı olan resim yok mu, ah o yok mu...
İşte bütün bu geri kalma süreci, adaletsiz gelir dağılımı, payanda vurulmuş hukuk, susturulmuş üniversite, tarikat atamaları, cinayetler, yoksulluğun getirdiği cinnetler, bir otobüs biletinin bir dolardan fazla olması, aylık gelirin beş yüz doları bile bulmaması, genç nüfusun artık kahvelerde sigara içilmediğinden (bir önemli konu da buydu biliyorsunuz), evinde “online” okey oynaması, kitap fiyatlarının dört kilo eti geçmesi...
Bütün bunların önemi yok.
Bunlar bir ülkenin iç işleridir ve AB Komisyonu, “ilkeli” bir kuruluş olduğundan bunlara karışmaz.
Varsa yoksa, ülke bütünlüğünün çimentosu olan o resim...
O heykel...
O artık neye benzediği bile bilinmese de apartmanlardan sarkan posterler...
Sıra bayrağa geliyor haberiniz ola.
Rengini beğenmeyebilirler.

A.Mümtaz İdil
Odatv.com
19.10.2009 12:00

9 Ekim 2009 Cuma

LİBOŞLARA ALIŞMIŞTIK DA KİM BU DEMOŞLAR

Sovyetler Birliği çökmeden önce, sosyal demokrasi kavramına sıkı Marksistler burun kıvırır ve “sulandırılmış” komünizm ve hatta içi boşaltılmış sosyalizm yakıştırması yaparlardı.
Sosyal demokratlar ve bu ideolojinin yaman savunucuları da müthiş bir Sovyet düşmanlığı içindeydiler.
Kapitalist dünyanın dayanılmaz “tüketici cazibesi” karşısında zaten Sovyetler Birliği’nde rejimin ayakta durabilmesinin olanağı yoktu. Tüm dünya en azından sosyalist bir düzen içine girmedikçe, onun son aşaması olarak kabul edilen komünizmin de bir yaşam tarzı olması mümkün olamayacaktı.
Bunun ipuçları da “demirperde” adı verilen ülkelerde bir kadın çorabının bile tüm iş makinalarını altüst edecek kadar büyük “sükse” yapmasıyla kendini gösteriyor ya da dış dünyada böyle algılanılıyordu.
Toplumcu sistemin çöküşüne kesin gözüyle bakan büyük kapitalist ülkeler, işi sadece zamana bırakmak ve komünist rejimi hapsolduğu çember içinde tutup orada kendi kendine boğulmasını beklemekten başka bir çaba göstermediler.
Zaten başka bir çabaya gerek de yoktu.
Sosyal demokratların rejimi ise, rahatlıkla denenebilirdi tüm dünyada (sosyalizm kelimesi özellikle kullanılmamıştır). Yine aynı sebepten, yani müthiş tüketim iştahı olan insanoğlunun kendi rızasıyla lüksten vazgeçmeyeceğini bilen büyük sermaye, sınırlarını kendilerine sıkı sıkıya kapatmamış olan bu “ideolojiden” asla korkmuyorlardı.
Ama yine de korkanlar oluyordu tabii ki.
Sonunda, onun da sulanması gerekiyordu. Ola ki, insanların aklı çelinir ve merak eder diye.
Şimdi elektrik parasının, su parasının, kiraların insanları ekonomik olarak yerde süründürmesi “hayıflanmalara” neden olsa da, bir gün şansın ve kaderin kendilerine de güleceği beklentisinde olan insanlar, asla bedava hizmet isteğinde bulunmadılar.
Tüm yaşamsal ihtiyaçların karşılanması halinde bile mutsuz olacaklarını, insanı yaşatan ve ileriye götüren şeyin “umut” olduğunu düşünerek, bu dünyanın nimetlerinden yararlanmayı tercih ettiler.
Sovyet rejimi çökmeden önce, sosyal demokrasi bir “entel” rüyaydı sıkı Marksistler için. Marks ideolojisinde zaten yeri de yoktu. İşçi sınıfının sonunda üretim araçlarına sahip olacağı bir rejim, sosyal demokrasi ile mümkün değildi.
Dolayısıyla da, gerek işçi sınıfı gerekse bunun ideoloji bayrağını elinde taşıyan aydınlar tarafından hiç ciddiye alınmıyordu. Başarı şansı yoktu, temellerini bir ideolojiden almıyordu.
Ama Sovyet sisteminin çöküşü ile birlikte sosyal demokrasi hiç olmadığı kadar parladı. Artık “sosyalist enternosyanal”  toplantıları bile “sosyal demokrasi enternasyonali” haline dönüştürüldü.
Sosyalist kültürden alınmış gibi görünen temel ilkeler, aslında tamamen Adam Smith ve John Locke felsefesine dayandırılıyor ve devletçilik yerine özel şirketin palazlanması öngörünüyordu.
Bu kadar basit olmamakla birlikte, temelinde bu yatıyordu.
Devlet elinden büyük sermayeye devredilen “kârlı müesseseler” kârın paylaşımını en aza indirgemek adına emek gücünü azaltırken, pazarlama ve reklam işini en uç boyutlara kadar götürdüler. Buna razı olan devletin mali sistemleri de, çoğunlukla bu tür harcamalarda ya vergi indirimi uyguladı ya da vergiden muaf tuttu.
İşçi, giderek işlevselliğini kaybetmeye mahkum oldu.
Bunu teknolojinin baş döndürücü ilerlemesi de destekledi.
Eskiden “delinin posteki” saydığı gibi (bilindiği gibi bu deyiş de bir Osmanlı paşasının tımarhanede delilere uyguladığı tedavi şeklinden gelmektedir) evraklar arasında boğuşan insan gücü yerine, aynı işi onlarca ve hatta yüzlerce insan yerine bir tuşla yapabilen makineler kullanılmaya başlandı.
İşçi sınıfı gücünü iyice yitirdi. Biraz daha hakkını istemeye kalksa, kapının önüne konmakla tehdit edildi. Sendikalar sembolik hale geldi vb...
Bu bir süre sermaye grupların rahatlattı.
Artık komünizm tehlikesi tamamen geçmişti. Daha da önemlisi, işçi sınfı haddini artık biliyordu ve başkaldırmak, maaş artışı istemek, sosyal haklara kavuşmak, sağlık giderlerinin karşılanmasını talep etmek gibi “şımarıklıklar” yapamayacaktı.
Ama sistem, tam rayında gidiyor denirken yeniden tıkandı.
Yoksul kalan büyük bir kesim harcamalarını kısmak, zorunlu olmadıkça mal ve hizmet satın almamak yolunu seçti.
Böyle olunca da insan gücü yerine makinelerin kullanılmasının getirdiği karlılık tehlikeye girmeye başladı.
Makineler iyi çalışıyordu, ama para harcamıyordu. Mal ve hizmet tüketmiyordu.
Adam Smith yeniden ortaya çıkmıştı, ama bu kez “karşı taraftaydı”.
Çıkmaz giderek açmaza dönüşüyordu.

Nitekim kemerlerin biraz serbest bırakılması, çalışmıyor olsa da insanların harcamaları için ellerine birkaç kuruşun tutuşturulması gerektiği farkına varıldı.
Ekonomi, eğer onu kullanan kitle varsa ayakta durabiliyordu ancak.
Tüm karşıtların birliği gibi. Herakleitos’un “aşağı olmadan yukarıyı tanımlayamazsınız” öz deyişi gibi.
Harcama yoksa, kâr da olamazdı.
Diyalektik, tüm kurnazlıklara rağmen devreye girmişti.
Bunu artık hiçbir “tinsel” ideoloji ile daha fazla yürütebilmek mümkün değildi.
İnsanların açlıktan ölmeleri halinde onları cennette hurilerin karşılayacağı söylenebilirdi belki, ama bu gibi durumda insanlar açlıktan ölmeyi de tercih edebilirlerdi.
Bu, insan neslinin azalmasına ve dünyanın daha paylaşılabilir bir dünya olmasına neden olabilirdi belki, ama ne kadar az insan olursa, kâr payları da o kadar düşecekti.
İnsan gücüne ihtiyaç azalmıştı belki, ama insan harcamasına ihtiyaç her zamankinden daha fazlaydı.
Bu durumda, gereğinden çok daha ileri fırlatılan mızrak, bir parça öne düşmek zorundaydı.
Bu yüzden de mızrak töreni yeniden yapılandırılmalıydı.
Şimdi oradayız işte...
Yarışmayı da -inanın bana- “demoş”larla “liboş”lar birlikte hazırlayacaklar.

A. Mümtaz İDİL
Odatv.com
 09.10.2009 12:00

6 Ekim 2009 Salı

FAŞİZM TEHLİKESİ “HAMDOLSUN” GEÇTİ Mİ

Faşizm bu ülke için tehlikeydi.
1970’li yılların sonunda, Akıncılar adlı bugünün dinci ekibi teşkilatlanmasını yürütürken, solculardan çok faşistlerle tartışıyor, boğuşuyordu.
Hızlandırılmış öğretmen çıkışları bu kesim için yapılmıştı, ama faşistler de ucundan yemleniyordu.
Bizim, “burnu bir karış havada” sosyalistlerimiz ise bu iki ideoloji yoksunu güruhun birbirine girmesini ellerini ovuşturarak seyrediyor, hatta hafiften Akıncılar’a destek bile çıkıyordu.
Faşizm bu ülke için tehlikeydi.
Değil mi ki İspanya’ya da böyle çaktırmadan ve hızla gelip çöreklenmişti.
Ama İran’a mollaların nasıl çöreklendiğinin hiç önemi yoktu.
Otuz yıllardır, kırk yıllardır iktidara uzaktan bakan ya da kıyıcığından bir köşesine sığınan sosyal demokrasimiz de, eline geçen bu “nadir” fırsatta sadece “demokratlığını” gösterip, “sosyalliğini” unuttuğu için, kadrolaşmada bir arpa boyu yol gidemedi.
Yerli sosyal demokrasi düşünce üretmek yerine lider ürettip tükettiğinden, kendi içindeki sorunları aşıp da “sosyal” sorunlara ulaşamadığından hep “demokrat” kaldı.
Zaten Kristof Kolomb tarifine “cuk” oturan bir çizgi izlemişlerdi: Nereye gittiklerini bilmeden yola çıkmışlardı, vardıkları yerin neresi olduğunu bilemediler... Zaten gemi de kendilerine ait değildi.
Böyle olunca da “kadrolaşma” asla sorunları olmadı.
Adam Smith vari, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” politikası uyguladıklarından, bugünün “liberallerini” yaratmakta epey yardımcı oldular.
Asıl sorunları faşistlerdi.
Faşizm bu ülke için tehlikeliydi.
Nereye geldiler? Kimliklerini nasıl koruyacakları sorusuna.
Sosyal tarih insanı bağladığından olsa gerek, gıklarını çıkaramaz oldular.
“Yapmayın, bu kardeşi kardeşe düşürmekten başka bir şey değildir. Etmeyin, insanlar arasına ayrımcılığı sokmayın,” söylemini bozuk plak gibi tekrarlar durur hale geldiler.
Bir zamanlar burun kıvırdıkları, “tehlikedir” diyenlere arka çıktıkları ülkeler tek tek yıkıldıkça avuçları patlayana kadar alkışladılar. Bu arada Alman, Fransız gibi Avrupa sosyal demokratlarına göz kırpmaktan geri kalmadılar.
Boris Yeltsin’i tankın üzerine çıkıp parlamento bastığı için hayranlıkla izlediler.
Kendi parlamentosunun beşyüz metre yakınına işçileri sokmayan iktidarların da sırtını sıvazladılar.
Yine eleştiri, eleştiri ve eleştiri denecektir bütün bu yazılanlara.
Bireyler tek başlarına kendi eksenleri etrafında dönebilirler ancak. Çember çizebilmek için iki kişi de yetmez. Bu potansiyel hep vardı “sosyallerin” elinde, ama bir mayıs alanlarına bile gitmekte “imtina” ettiler.
Dünyanın en hızlı muhalefetini, en etkin muhalefetini yapabilecekleri ortamlarda “taraf” değiştirmeyi daha uygun buldular.
Ayakta kalan birkaç “aydın” insanın yaka paça sürüklenip, azılı katillere bile uygulanmayan yöntemlerle kelepçelenip “tıkılmalarına” ses çıkarmadılar.
Dokunulmazlıkları olan “milletin sesi sosyal demokratlar”, dokunulmazlıklarını “başka” gerekçeler için saklamış olsalar gerek, gidip mazlumun yanında yer almadılar, nutuklarını seçim meydanlarına sakladılar.
Ola ki, sesleri kısılır diye belki...
Faşizm bu ülke için tehlikeydi.
Bu yüzden ulusal çizgileri korumakta bile ürkek davrandılar.
Faşizmin ne olduğunu bile sorgulamadan, ülkesini seven herkesi “faşist” konumuna getirdiler.
Akıncılar’ın da, sonradan büyüyüp de “milli görüş” olanların da işine gelen buydu zaten. Onlar faşistlerle uğraşmayı zaten becermişlerdi. Asıl tehlike, kafasının çalıştığı sanılan “liberal” kesimdi.
Baktılar ki, onlar daha da kolay lokmaymış.
Ne sendika kaldı, ne sivil toplum örgütünün sesi, ne üniversiteler ne de bağımsız yüksek yargı...
Baksanıza, DİSK Başkanı Süleyman Çelebi ayağından vuruluyor.
Saldırganın ve saldırı olayının “nereye” bağlanacağı sizce malum değil mi?
Faşizm bu ülke için büyük tehlikeydi.
Hamdolsun geçti...

A. Mümtaz İDİL
Odatv.com
          06.10.2009 12:00

2 Ekim 2009 Cuma

AHMET ALTAN NEYİ SAVUNUYOR?


Ahmet Altan’ın Taraf’ta yazdığı, Milliyet’in de birinci sayfadan verdiği yazı, gazetenin “vuruşarak mı, uyuşarak mı” geri çekileceği tartışmasını da beraberinde getirdi.
Ama meseleye bir de Ahmet Altan’ın yazdığı yazı ve Milliyet’in bunu önemsemesi açısından bakmak gerek.
Evet, tüm duygusal yazılar gibi, Ahmet Altan’ın yazısı da bir çocukların ölmemesi konusunda düşünen herkesi etkileyecek bir yazı.
İşe bu açıdan bakıldığında, yani masum bir yavrunun bir roketle vurulması açısından bakıldığında, istediğiniz kadar duygu sömürüsüne gidersiniz.
Yazı, “bunlar yaşanmasın,” mesajı içerisinde kalsa, evet, dersiniz. Ahmet Altan haklı bir konuda sert ve etkili bir tavır koymuş.
Ama işin öyle olmadığını çok açıkça görüyorsunuz.
İş yeniden “Kürt açılımına” vardırılıyor ve açılım da bu olayla “duygusal” bir şekilde savunuluyor.
Olmaz.
İşe bu açıdan bakmak, Ahmet Altan gibi “diyalektik” konusunda da bizlere “ders vermeye kalkan” yazarlardan geldiğinde, “one minute” demek hakkı var.
Trafik kazalarında, yollarda meydana gelen kan gölünü, minicik bebeklerin parçalanmış vücutlarını yazı konusu yapıp da, “trafik sorununa çözüm” üretebiliyor muyuz?
Açılım, açılım diye sürekli konuşulan bu olayı muhalefet liderlerine açıklamak için iki üç tane roket gönderip, beş on daha can alınca, açılım haklı mı çıkacak?
Açılımın ne olduğu bilinmiyorsa ve bu açılımın çocukların roketlerle ölmesini de engelleyeceği savunuluyorsa, neden Ahmet Altan dönüp bir de öteki tarafa “yahu şu açılımı artık bir açın,” demiyor da, bu olayı “duygusal” bir bahane olarak öne sürüp, muhalefeti çığırtanlığa, hesap sormaya çağırmıyor.
Neden kendisi bu hesap sormanın başını çekmiyor?
Askeri roketin aldığı can kadar ABD ve AB yapımı PKK silahları da can almadı mı?
Askerlerin eline “terörü çöz de nasıl çözersen çöz,” kağıdını uzatıp ardından da patlayan her mayının arkasında “ordu” damgası aramak daha ne kadar sürdürülecek?
Ev sahibinin suçunu hep bildik de, hırsızı hiç mi suçlamayacak Ahmet Altan?
Ordunun yaptığı her hatayı dolaylı veya dolaysız “darbe” çığırtkanlığıyla, düşmanlıkla açıklamaya çalışmak niye?
Ergenekon davasındaki usülsüzlükleri, Sağlık Bakanı’na “vatan haini” demediği kanıtlarıyla ortada olduğu halde 2 ay hapis cezasına çarptırılan çocukları, baklava hırsızlığından gençliği çürüyenleri, “trafik canavarı” diye sanal bir canavar üretip suçu ona yükleyen karayolları ve trafik polisi teşkilatının aymazlıklarını unutacağız…
Cem Garipoğlu “öykülerini” Matruşka bebekleri gibi ardı ardına birbirinin içinden çıkarıp gündem belirleyeceğiz…
Ülke her gün gündem değiştirirken, elektriğe yüzde bilmem kaç zam yiyeceğiz…
Açılımı savunmak da askerlerin savurduğu bir roketin bir kızı parçalamasının duygusallığına getirilecek.
Kolay mı öyle?
Muhalefet liderlerini suçlamak başka şey, kendi ve çevresi dışında kalan tüm kitleyi suçlamak bambaşka bir şey.
Ceylan’ı vuran roket eğer “açılımın” içini doldurmaya yetiyorsa, bugüne kadar kundağında ölen, fotoğrafları gazetelerin birinci sayfalarını çocukları gördüğünde neredeydiniz diye sorarlar adama?
O zaman da bir açılım vardı da kimse dönüp bakmıyor muydu?
O zaman bu “sert” kalem niye iki satır karalamadı?
İnsanların artık kendini, ülkesini savunması öylesine bir “keskin kılıç” haline getirildi ki, biraz ülkeni sevmeye kalktığını söylesen, kimse suçlamasa bile kendi kendine irkiliyorsun “faşistleşiyor muyum?” diye.
Bu hale geldik artık Ahmet Altan, bunu niye yazmıyorsun?
Neden bir Kürt açılılımını tartışıyoruz da bu açılımın kime ve neye karşı olduğunu tartışmıyoruz. Yani bir karşıtların birliğinden söz edemiyoruz. Kürtler neye açılıyorlar. Karşısında kim var.
Dolaşın şu ülkeyi bir tane Türk bulamazsınız. Kime sorsanız ya kökü Çerkez’dir, ya annesi Rodos’tan gelmiştir, ya babası eski Yugoslav göçmenidir ya da dedeleri Rusya’dan kaçmıştır…
Avrupa Birliği ülkelerine gitmek istediğinizde, ne yazık ki pasaportunuzda TC yazdığı için, vize alamazsınız. Alsanız da burnunuzdan getirirler.
Ama Kürt kimliğiyle başvurursanız eğer, kapılar ardına kadar açılır, iş imkanı bile sağlanır.
Amerika’nın şu sıralar kara derililerden çektiğini çekiyor ülke.
Kimse bu ülkede veya başka ülkelerde çocukların ölmesini istemiyor.
Ama herkes vatandaş olmak istiyor.
Kimse “Türk” olduğunu bağırmak istemiyor.
Ama “Kürt” mızırdanmasını da kaldıramıyor.
Ülke bölünüyor ve taraflar yerini alıyor.
Cepler açılmış bekleniyor…
Henüz “Türk” diye toparlayabileceğiniz bir kitle yok. Zaten, kimi faşist söylemler dışında, hiç de olmadı.
Ama Kürt Açılımı her yerde…
Bir roket bir yavruyu vuruyor,
Ahmet Altan bunu “açılım” ile açıklıyor.
Bir gazete de manşetine taşıyor.
Eh, ne diyelim.

A.Mümtaz İDİL
Odatv.com
02.10.2009 12:00

1 Ekim 2009 Perşembe

BİZİM BU YAŞANANLARLA NE İLGİMİZ VAR?

Simon Bolivar, Latin Amerika’nın “kurtarıcısı” ünvanını hak etmiş bir devrimciydi. Büyük hayali, ülkesi Venezuella’nın da dahil olduğu Büyük Kolombiya’yı kurmaktı.
Yardımcısı General Sucre, “Vatanımızı yabancıların egemenliğinden kurtardık. Şimdi ise onu, kurtarıcıların elinden kurtarmamız gerekiyor,” diyordu.
Bu öyle bir cümleydi ki, yalnızca tüm Latin Amerika tarihini özetlemekle kalmıyor, gelecekte kurulacak yeni cumhuriyetleri de içine alıyordu.
İki ucu keskin bir sözdü.
Her kesimin arkasına sığınabileceği, doğruluğu tartışmasız olan sözlerden biriydi.
Türkiye için cümleyi uygulamaya kalkarsak eğer, “ikinci cumhuriyetçi” takımı bu içeriği rahatlıkla kullanmakta. Onlara göre özetle, “Türkiye bir kurtuluş savaşı vermiş ve ardından da cumhuriyeti kurmuştur. Ancak bu cumhuriyetin merkeziyetçi ve devletçi tutumu, ülkenin gelişmesinin önünü kesmektedir. Bu nedenle de vatanı yabancıların egemenliğinden kurtaranlara karşı onlardan vatanı yeniden kurtarmaya soyunmak gereklidir.”
Evet, ikinci cumhuriyetçi ve AB kriterlerinin “işine gelen” uygulamalarına tam destek veren “liberal” kesim bunu rahatlıkla kullanmaktadır.
Madalyonun öteki tarafına bakıldığında ise, ülkenin asıl sahibi olan emekçiler, bu vatanı kurtarmak için top yekün savaşa girdikleri halde, sonunda elindeki ve avucundakileri yeniden burjuvaziye kaptırmışlardır. Bu durumda yeni bir kurtuluş savaşı gerekmektedir. Ulusalcılığı savunanlar da generalin sözlerine sırtını dayamaktadır.
İki cepheden bakıldığında da Latin Amerika’lı generalin sözleri yerine oturuyor.
Ortada, iki bakış açısının da savunabileceği bir “doğruluk” söz konusu.
Zaten, siyasetle ve ülkenin gidişiyle salt ertesi günü kurtarma açısından ilgilenen büyük kesimin kafasını da karıştıran bu. Bir tarafı dinleyip hak verirken, öteki tarafı dinlediğinde daha çok hak verebiliyor.
İşte burada medya gücü kendini gösteriyor. Hangi görüş daha çok savunulursa, o görüşe yöneliş daha çok artıyor.
Latin Amerika için General Sucre’nin sözleri geçerli oldu. Çünkü ne zaman ülkeden yabancılar kovulsa, yine yabancıların “atadığı” diktatörler iş başına geldi.
Bu yüzdendir ki Latin Amerika hala bir kurtuluş savaşı içindedir.
Çünkü Orta ve Güney Amerika halkı ekonomik sıkıntıdan hiç kurtulamadı. Çünkü halk yoksulluk ve günü kurtarma çabası yüzünden kendi asıl sorunuyla hiç ilgilenemedi. Çünkü zengin toprakların kendisine ait uçsuz bucaksız verimlilik bahşettiğini asla anlayamadı.
Önce Hıristiyanlık ablukaya aldı bölgeyi ve buna sınırsız destek veren diktatörler iktidara getirildi. Venezuella’da elli yıla yakın iktidarda kalan Antonio Lopez buna en güzel örnek oluşturdu.
Orta ve Güney Amerika halkı “ateşli” İspanyol kanı taşıdıklarını her fırsatta gösterdi. Ülkelerde bağımsızlık savaşları için sayısız harekat gerçekleştirildi, ama hepsi daha doğmadan bastırıldı ve yok edildi.
Öyle ki, ilerici düşünce taşıdığı düşünülen herkesin evi arandı, Voltaire veya Rousseau’nun kitapları bile “sakıncalı” bulunarak toplatıldı.
Kuzey Amerika’nın bağımsızlık savaşını anlatan “resimli romanlar”ın okunması yaygınlaştırıldı.
Her zaman güven odağı olarak öne sürülen askerler, asla işe toplumsal barışı getirmek üzere hareket etmediler. Her “askeri darbe” bir diktatör yarattı. Askerler, hiçbir zaman kendi istekleriyle darbe yapmaya kalkışmadılar. Yapmaları gerektiği söylendi ve yaptılar. Karşı çıkanlar ise yok edildi.
Ülkeyi daha da geriye götürdü. Kiliseler doldu taştı ve insanlar tek kurtarıcı olarak gördükleri “siyasi liderlerden” kopup, Tanrı’ya yöneldiler.
Tam bu sıralarda da ABD’nin “ilhak” harekatı başladı. Nobel Edebiyat Ödül’lü yazar Miguel Asturias’ın “Yeşil Papa” kitabında anlattığı gibi, Orta Amerika ülkelerinde müthiş bir kargaşa yaratıldı. Ülkesini “kurtarıcılardan” kurtarmaya çalışan geniş halk kesimlerini baskı altına aldı. Güney Amerika, tarihinde hiç görmediği bir “işkence ve baskı” dönemine girdi.
Ardından, dayanılmaz bir yoksulluk.
Bu,  tehlike çanlarının da çalması demekti.
Bazı ödünler verilmeliydi. Yeni “diktatörlerin” daha yumuşak yüzlü olması gerekiyordu.
Denendi, ama olmadı. Diktatörlük, yapısı gereği yumuşak yüzlülüğü kaldırmıyordu.
Peronlar gitti.
Pinoche gibileri geldi.
Orta ve Güney Amerika bu yüzden hala Simon Bolivar’ın “kurtarıcılığını” arıyor ve sırf ABD’ye kafa tuttuğu için belki Chavez’i hak etmediği kadar da destekliyor.
Dünyanın tüm yoksul ülkeleri, hala kendilerini kurtaracak bir Simon Bolivar arayışında çırpınıp duruyor.
Oysa kendilerinin kurtarıcı olduğunu fark eden ülke halkları başlarını dik tutuyorlar.
Kurtuluşun bir kişide değil, kendilerinde olduğunu biliyorlar.
“Godot”yu beklemeye gerek yok, çünkü “Godot” hiç gelmeyecek.
Zaten hiçbir zaman hiçbir yere de gelmedi.

A. Mümtaz İDİL
Odatv.com
01.10.2009 12:00