31 Aralık 2010 Cuma

AYRILIYORUZ FARKINDA MISINIZ

Benim yaşımdakilerin artık adres defterlerinden isim silmeye başladıklarını biliyorum. Kuşağımdaki insanların bir kısmı zaten öldü gitti. Ama asıl yitip gidenlerin bu dünyada kalıp da gelişmeleri görenler olduğunu düşünmeden de edemiyorum.
Öyle ya, müthiş bir insan öğüten değirmenle yeniden karşı karşıyayız. İlkini 12 Mart 71’de, ikinci ve daha korkuncunu da 12 Eylül 80’de yaşadık. İkisi de bu günleri hazırlayan, düşmanı aydın, okuyan, düşünen gençler olan askeri darbelerdi.
Şu anda yaşananlar da o darbelerin sonuçları elbette. Ama artık düşünen, okuyan gençler yok. Bu nedenle darbe de sessiz ve derinden gerçekleştiriliyor. Okumaya zamanı yok şimdiki gençlerin. Hepsinin aklında iş, yeni bir hayat, gelecek kaygısı var. Okumak alabildiğine lüks. Üstelik de dünyada benzeri olmayan bir pahalılık ile sunuluyor.
Benim kuşağım bilir: Yazarlıktan para kazanmak çok zor, hatta olanaksız bir şeydi o sıralarda. Yazarlık, sosyal bir statü edinmek için verilen bir uğraştı. Kimilerinde ise vazgeçilmez bir tutku.Ne zamanki artık yazarlık da “para” etmeye başladı. Yazarlar türedi ve türetildi. Hiçbir konuyu derinlemesine incelemeyen, akılda ne varsa anlatılan kimi zaman da “karşılaştırmalı dedikodu” günceleri sunan bir akım aldı başını yürüdü. İstenen buydu ve doğal olarak da egemen ideoloji tarafından desteklendi.
KUŞAK DEĞİŞTİElbette benim kuşağımın hepsi, benim gibi ekonomi ile sanat açmazına düşmedi. Kendini gelişmekte olan düzene çabuk uydurabilenler sunulan “yapay cenetten” paylarını aldılar. Sosyalizme bakışı değiştirdiler, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü ve ABD’nin Irak’a getirdiği “özgürlüğü” ayakta alkışladılar.
Hesaplar ters de çıksa, zaman onları yalan uçurumunun kenarına da bıraksa, yeni bazı kulplar bularak ve özellikle de geçmişi “lanetleyerek” statülerini korudular veya daha da ileri götürdüler.
Bunlar kim diyecek olursanız, Kızılderili deyişiyle bir elin parmaklarından çok daha fazlalar. Bütün “hakim” köşeler, “hakim” yayınevleri, “hakim” iletişim ağları onların emrinde. Ne bileyim, dünyanın en eski insani zayıflıkları olan aldatma, ihanet, tutku, hırs gibi değişmez insani zaaflara kucak açmasını öğrendiler.
Ama bu arada bir başka kuşak, bu dünyaya tutunmaya çalışan ve kendince dürüst olan bir kuşak ise çok daha ağır bir darbenin ağırlığında ezildi, ezilmekte de devam ediyor.
Sisteme uymak istese de artık sistem onu kabul etmiyor.
Statükoculukla, “puta” tapmakla, gelenekseli korumaya çalışmakla suçlanıyor ve tutucu ilan ediliyorlar.“Hayır, hiç de öyle değil,” diye haykırmaya kalktığında da bu insanlar, seslerini sadece çevresindeki arkadaşlarına duyurabiliyorlar. Onları da zaten tek tek kaybediyorlar. Artık yolun sonuna az kaldığı için de gelecekleri de yok.
Gelecek, gençliğe ait bir beklenti bilirsiniz. Önünüzde zamanınız varsa geleceğiniz de var demektir.
Bizim geleceğimizi elimizden birkaç kez aldılar. Şimdilerde ise “yaşamamızı” bile istemiyorlar. Bütün kazanılan cumhuriyet değerlerini tek tek elimizden alırken, buna karşı koymaya çalışmayı bile “statükocu, faşist ve bağnaz” suçlamalarıyla engelliyorlar.
KANDIRILMIŞ GİBİYİMİsim vermeden yazılan bu tür yazılar herkesi olduğu kadar beni de rahatsız ediyor. Ağzımı doldura doldura, aşağıya yazmam gereken isimleri gecenin bir saatinde haykırıp duruyorum. Ama bunu yazmanın bir yararını da görmüyorum. Geride kalan ve 1980 öncesinin “etik” değerlerini korumaya çalışanları saymaya kalkışmak daha az yer tutacaktır diye düşünüyorum. Bu bir umutsuzluk ise, evet şimdi ben de başını bağlayıp, sakalını bir karış bırakan ve yeşil takkesini de giyerek esintiye kendimi terk eden ama hala duraklarda dolu geçen otobüslerin durmasını beklerken, önünden BMW X7 jipiyle geçen “dava” arkadaşını görüp de aldırmayan kandırılmışlar gibiyim.Kandırılmışlığın hiç böylesine yaygın olduğu bir dönem daha yaşamadı Türkiye.
Birkaç gün önce Gazi Hastanesi’nde bir yakınım ameliyat oldu. Üç kişilik bir koğuşta yatıyordu. Solunda Yüksekova’dan gelmiş bir “Kürt” vardı, sağ tarafında da özel timde görevliyken aldığı çeşitli yaralar nedeniyle hastaneye düşmüş genç bir polis.
Polis, düşman gibi gördüğü Yüksekovalı Kürt odada olduğu için içeri girmekte zorlanıyor, girdiğinde de mutlaka Kürt’e laf atıyordu. Yüksekovalı ise kendisine laf atıldığından habersiz öylece oturuyordu.Tam hasta yakınıma yardımcı olmak üzere başucundayken, polise bir telefon geldi. İstemeden kulak misafiri oldum, çünkü ilginç bir konuyu konuşuyorlardı. Karşı tarafın ne dediğini duyamıyordum doğal olarak, ama polisin konuşmasından işin “vehameti” belli oluyordu.
Konu kısaca iki bayan canlı bombanın, tüm tariflere, dağıtılan resimlere karşın emniyet güçlerinden kurtulup, ortadan kayboldukları ile ilgiliydi.
Polis endişeyle tekrar tekrar eşgallerini veriyor ve nasıl önlem almadıklarını sorguluyordu.
İki canlı bomba! İkisi de emniyetin elinden sıvışmayı başarmış...
Eğer hastanede konuşulanlar bir “mizansen” değilse, ortada ciddi bir tehlike var demektir. Kadınlardan birinin çok zayıf ve boyalı sarı saçlı olduğunu anlayabildim ancak. O da polis eşgalini tekrar ederken aklımda kaldı.
Polis Yüksekovalı’yı unuttu, Yüksekovalı ise zaten onun orada olduğunu bile farkında değildi. Henüz Yüksekovalı “ayrışma moduna” girmemişti veya çoktan ayrışmıştı da, “bunu siz yeni fark ediyorsunuz salaklar,” diyordu.
Bilemem.
Ama bir yanda vücudunun tüm “çevikliğini ve canlılığını” yitirmiş bir polis, hala telefonun ucundaki arkadaşlarına talimatlar yağdırmaya çalışıyor, öteki yanda başka birileri ise sabah vücutlarına değecek “bıçağın” soğukluğunu düşünüyor.Aynı odadalar. Birbirlerini “boğacak” kadar iyi tanıyorlar. Biri yaşamının doğal bir parçası haline getirdiği “ayrışmayı” sindire sindire otururken, öteki “kullanıldığını” düşünerek gençliğine yanıyor.
Ben de ikisinin de dışında bir yerlerde bütün bu olan bitenin ne demek olduğunu düşünüyorum.
Canlı bombalar...
Cansız bombalar...
Canlı nefretler...
Cansız nefretler...
Canlı düşmanlar...
Cansız düşmanlar...
Ayrılıyoruz, farkında mısınız?

Mümtaz İdil
Odatv.com

31.12.2010 22:00

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.