18 Mart 2010 Perşembe

SANATIN İÇİNE NASIL TÜKÜRDÜLER?

1564 yılının 18 Şubat cuma günü, yani bundan 446 yıl önce, Roma’nın varoşlarından birinde Marcel Corvi’ye yakın Fonari Sokağı’nda duran arabadan, kara giysilere bürünmüş dört adam koşarak 212 no.lu eve girer.

İçeride, demir bir karyolada kaskatı kesilmiş, hareketsiz, yaşlı bir adam yatmaktadır. 

Kara giysili adamlar, birer icra memuru titizliğiyle odadaki eşyaların envanterini çıkarmaya başlarlar. 

Ceviz bir sandığı hışımla açarlar ve içindeki 8190 Duka ile 200 Skudi’ye el koyarlar. Paraların bir bölümü bakır kutular içinde, bir bölümü de eski bir mendile sarılmıştır.

Fonari Sokak, 212 no.lu eve giren Roma Sulh yargıcı Tommaso de Cavalieri ile Daniele de Volterra, üzgün bir yüzle Leonardo Buanarroti’ye bakarlar.

Amcanız ölmüş, bay Buanarotti,” der, sulh yargıcı Cavalieri, “Evde de sizin işinize yarayacak doğru dürüst bir şey yok. Zavallının, ölmeden üzerine zorlukla çekebildiği şu keçi postundan başka... Sandıktan çıkan paralar ise borçlarını bile ödemeye yetmeyecek kadar değersiz. Üzgünüm...

Leonardo Buanarotti, amcası Michelangelo Buanarotti’nin kanı çekilmiş yüzüne bakarak derin bir soluk alır: 

Keşke, birkaç yüz yıl sonra doğsaydım... İşte o zaman onun mirasçısı olmak harika olurdu...

Demir karyolada cansız yatan vücut, “Konuşsana!” diye çekicini fırlattığı ünlü Musa heykelinin yaratıcısı Michelangelo’dan başkası değildir. 

Roma’da, San Pietro in Vincoli Kilisesi’ndeki bu ünlü heykeli herkes bilir.

Mermerin konuştuğunun bir simgesidir.

Zaten Michelangelo da o yüzden çekicini fırlatmıştır. Konuşması gerekirken sustuğu için.

500 yılı aşkın zaman diliminde, üstelik de Katolik mezhebinin tam ortasında bir Musa heykeli, tüm dünyanın hayranlığıyla öylece oturmakta...

Sanatın bin yıl daha dünyayı etkileyeceğinin habercisi olarak umut dağıtmakta.

Bu sütunlarda hep sanatın gücü ve kitlelere verdiği coşku anlatılmak istendi. Putperestlikten yakasını zor sıyıran Müslüman dünyası, yıllar boyu heykel sanatına, putlardan gelen bir “irkiliş” içinde kuşkuyla baktı. Günümüzde bunun etkisi azalmakla birlikte, hala kimi belediyelerde kendini gösteren “müthiş” heykel düşmanlığı, kaynağını bu ilkellikten almakta.

İnsan vücudunun mermerde bile olsa suretinin yaratılması korkutucu olmakta.

Dünya sanatının ulaştığı aşamalarla buluşması her açıdan kesilen ülkemin insanları, bu yüzden elli sene önce yazılmış romanlardan türetilen yeni versiyon dizilere çakılıp kalıyor. 

Üstelik giderek de daha kısırlaşan bir toplum yaratılıyor. 

Sanatın ivme kazandıran, geleceğe umutla bakmayı sağlayan “adrenalin” salgısı yerine, Oblomov’un uyuşukluğunu aşılıyor.

Bir zamanlar, İsmail Cem’in genel müdürlüğünü yaptığı TRT’de, Leonardo Da Vinci’nin hayatı gibi programlara yer verilirdi. Dany Kane’in müzik programları, çok sesli müziğin sevilmesine yol açardı.

Beğeni yelpazesi genişlerdi kısacası ve bu da düşünce yelpazesinin de genişlemesine neden olurdu.

Sanatın içine tükürülmeye başlanan dönemlere gelindiğinde, heykellere, resimlere, edebiyata bir düşmanlık başladı. 

Sanatın belli bir ideolojiyi taşıması kabul edilebilirdi, ancak bu ideolojinin kabul edilip edilmemesi için seçeneklerin de sunulması gerekliydi.

Bu yapılmadı.

Yapılan, insanların özgürce düşünme haklarının elinden alınmasıydı. 

Tüm ileriye dönük sanatsal hamleler, çırpınışlar muhafazakar ve giderek de bağnaz çevreler tarafından engellendi.

Her şey “kendiliğinden” anlayışına bırakıldı ve bunun dışına çıkmanın bedelleri anlatıldı.

Seka gibi verimli fabrikalar kapatıldı, kağıt ithalata bağlandı. Kitap fiyatları vasatın üzerinde kazancı olanların bile “elini yakmaya” başladı.

Sergi salonları kentin en ücra köşelerine taşındı.

Okullarda resim ve müzik dersleri “geçiştirildi”.

Pop müzik ilahlarını yetiştirdi ve hayran kitlesi oluşturdu.

Resim sanatı bir ticari meta haline getirildiği için, yaygınlaşması imkansızlaştı.

Eskiden herkesin hayal ettiği, hevesle gittiği fotoğraf dernekleri cazibesini kaybettüi.

Bir tek sinema sanatı bu muhafazakar saldırıdan kendini koruyabildi. Özellikle yurtdışında ödüllendirilen Türk sineması, yurt içinde de gişe yapmaya başladı.

İşte tam bu sırada, bu sanatın kolunu kesemeyeceğini anlayan muhafazakar kesim, kendi sineması ile rekabete başladı.

Sanatın hiç başlamayan Türkiye serüveni, hala başlamak için kendine bir yol arayarak çırpınıyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarının bile gerisine düştüğünü kabul eden kimi aydınlar, ellerinden geldiğince şiiri, tiyatroyu, heykeli, romanı, müziği sevdirmeye çalışıyor.

Bu, geç kalmış bir savaşım olsa da, sanat mutlaka kazanacaktır demek insanı umutlandırıyor.

Ergenekon, Balyoz, Erzincan, Özel Yetkili Savcılar, Deniz Feneri, Darbe, TSK, HSYK, Yolsuzluklar, Mehmet Altan, Cengiz Çandar, Ahmet Altan...

Bütün bunları bir kenara bırakıp böyle bir yazı gerekli arada bir diye düşündüm.
Hepsi bu...

A. Mümtaz İdil
Odatv.com


18.03.2010 01:26

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.