29 Mayıs 2010 Cumartesi

ÖLÜMÜN EN GÜZELİ SANA NASİP OLSUN ÖMER

“Güzel öldüklerini, fiziksel olarak acı çekmediklerini ve güzel öldüklerini düşünüyorum...”

“İlk on dokuz, yirmi ceset çıktığında şanslıydık. Kimlik tespitinde sorun olmadı...”
Ölümün güzeli nasılsa, sana da nasip olsun Ömer...
Arkadaşın Taner’in ilk gün açıkladığı şiddetli patlama sonucu öldükleri savını çürüttüğün için de bir adım öndesin Ömer.
Ömer, bana güzel ölümü anlat... Karbon monoksit gazını solurken aklından geçenleri şöyle bir sıralamak nasıl bir şey, onu anlat.
Empati yap Ömer... Hani güzel güzel ölürken insan ne tür güzellikler düşünür, onları bir anlatıver. Ben dinlerim Ömer, kimse dinlemese de dinlerim.
Önce uykusu mu gelir insanın Ömer, yoksa önce ciğerleri mi yanar?
Kusura bakma, ben bilmediğimden soruyorum. Sen güzel dedin ya, onun için soruyorum Ömer.
Ölümün güzeli nasıl olurmuş, bir anlatıver.
Hitler ya da ne bileyim Göbels bile senin kadar empati kurmamış olmalı ki, fırınlara giden Yahudilerin güzel öldüğüne ilişkin hiçbir kayıt tutmamış.
Rosenbergler de “güzel ölmüştü” anımsarsın, gaz odasında yani...
Hayat güzel ölümlerle dolu, sana da bir parçasını nasip eder Rabbin herhalde Ömer...
Kimlik tespitinde sana zorluk çıkaran 9 can için ailelerinden özür bekleme Ömer, onlar bu işten anlamaz, onlar senin çektiğin sıkıntının ne denli dehşet verici olduğunu bilemez.
Şanslıydın Ömer, en azından ilk on dokuz can için şanslıydın. Sana zorluk çıkarmadılar, kimliklerini çıkarıp sana verdiler.
Recep Bey’in “kader” diye nitelediği zavallıların ölümünü en kaba deyimiyle “sünnet” muhabettine çevirdiğin için bile takdire şayansın Ömer... “Hiç acıtmadık,” diyen sünnetçi gibisin.
Bir ölümün nasıl olduğunu hocaların sana anlatmış mıydı?
Son bir dakikanın nasıl geçtiği konusunda fikrin var mı?
Ya son beş dakika, on dakika... Saatler...
Fikrin var mı Ömer? Acısız mı oldu dersin? Sen onu bile demiyorsun, “güzel öldüler” diyorsun be Ömer...
Senin onları kurtaracağını sanarak öldüler aslında.
Devletlerine güvendiler ve yerin değil beş yüz, bin beş yüz metre altında bile olsalar, senin ve adamlarının onları kurtaracağını umarak beklediler Ömer...
Beyinlerinin bir yanında yukarıda bıraktıkları bebeleri, sevgilileri diğer yanında yakında kavuşmayı umdukları rahmetli yakınları... İki arada beklediler seni Ömer... Seni ve temsil ettiğin devleti...
Ama güzel öldürer değil mi?
Güzel mi, bilemiyorum Ömer, ama öldüler...
Kader işte, ne yapacaksın?
Tanrı sana da “güzel bir ölüm” nasip eder umarım Ömer...

Mümtaz İdil
Odatv.com
29.05.2010 23:15

24 Mayıs 2010 Pazartesi

AYDINLARI NASIL YALNIZ BIRAKTINIZ

Önce Çorum Baro Başkanı Mahmut Bayatlı konuştu, ardından Türkiye Barolar Birliği Başkan Vekili Berra Besler...
Sonra konuşmacılar, sırayla: Doç. Dr. Ümit Kocasakal, Prof. Dr. Ersan Şen ve Emine Ülker Tarhan...
Süheyl Batum’un da adı yazılıydı masada, ama belli ki CHP Kurultay’ı için Ankara’da kalmıştı...
Bir tane AKP yanlısı avukat, hukukçu... hatta izleyici bile yoktu.
Koskoca Çorum, Anitta Oteli’nin orta ölçekteki salonlarından birini bile dolduramamıştı.
Gelenler, hukuğun ağır toplarıydı.
YARSAV, başkanı ve başkan yardımcısı Nuh Hüseyin Köse ve bazı üyelerle birlikte resmen çıkarma yapmıştı.
Balıkesir Baro Başkanı Muzaffer Mavuk ve yardımcısı Yaşar Meyvacı da oradaydı.
Ankara Baro Başkanı Vedat Coşar, Sinop Baro başkanı Ali Galip Ergül’ün yanı sıra Gümüşhane, Niğde, Tekirdağ baro başkanları veya baro üyeleri salonda yerini almıştı.
Çorum zayıf kalmıştı. 
Ümit Kocasakal da, Emine Ülker Tarhan da çok “sıkı” konuşmalar yaptılar. Siyasi egemenliğin yargıyı da ele geçirmek için yaptığı hazırlıkların bir parçasının bu Anayasa değişikliği olduğunu ve bunun 12 Eylül Anayasası’sını değiştirme yalanı arkasına sığındığını söylediler.
Ersan Şen’in konuşması daha etkili ve gerçekçi oldu. Şen, kendisini ilgilendiren konunun hukukun üstünlüğü olduğundan yola çıkarak, “istiyorsanız siz bu savunmamdan laikliğin elden gittiğini çıkartın, isterseniz yürütmenin yargıyı ele geçirmeye çalıştığı anlamını... Bu sizin yaklaşımınız olacaktır. Ama asıl sorun, hukuğun üstünlüğünün yok olmasıdır. Bu elden gittikten sonra, ne laiklik söz konusu olacaktır ne de kuvvetler ayrılığı. Hamasi yaklaşımları bir kenara bırakın. Çıkın sokaklarda, yargının yasama ve yürütme tarafından ele geçirildiğini anlatın. Bu sizin geleceğeniz için de hayati önemdedir. Geçiniz laikliğin elden gittiğini, ilk üç maddeninin hukuğun arkasından dolanarak değiştirilmeye çalışıldığını. Bunlar gerçekleştirilmeye çalışılıyorsa, hukuğun temel ilkeleri elden gittiği içindir.”
Ersan Şen, siyasi olmayan ama hukuk faciası olarak nitelenebilecek bazı örnekler de vererek, “Bu sizin sorununuz. Bununla mücadele edecek savcılar, avukatlar, hakimler... hepinizin sokaklara çıkıp bunu anlatmanız gerek. Bu yargının sorunu,” şeklinde, oldukça sert ama etkili bir konuşma yaptı.
YARSAV Başkanı Emine Ülker Tarhan, referanduma götürülmek istenen değişikliklerin HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin “hukuk” normundan çıkacağını savundu.
Ümit Kocasakal ise bütün yapılanların cumhuriyet ile kavga olduğuna dikkat çekti.
Çorum dışından gelen, Çorum’un yürekli Baro Başkanı sayesinde yapılmak istenen tüm hukuğa karşı savaşı korkusuzca anlatan üç konuşmacı da, yalnızca ve yalnızca kuvvetler ayrılığının demokrasi için olmazsa olmaz koşul olduğu üzerinde tam anlamıyla yırtındılar.
Çorum ne ilk duraktı onlar için, ne de son olacaktı. Ama gittikleri yerlerde tüm meslektaşlarından istedikleri, kendileri gibi yılmadan ve korkmadan getirilmek istenen değişikliğin hukuk devletini ortadan kaldıracak bir değişiklik olduğunu çevrelerindekilere anlatmalarını istemekti.
Çorum’da da bunu istediler.
Yorgun geldiler, yorgun döndüler. Ne çevreyi dolaşacak vakitleri vardı, ne eğlenecek kadar kalabildiler ne de “caka satacak” alımlı, süslü konuşmalara ve sohbetlere girdiler.
Akşam onurlarına verilen yemeğe de katılamadılar.
Mustafa Kemal’in neferleri gibi, yeni bir göreve koşar gibi aceleyle Çorum’dan ayrıldılar.
O sıralarda Ankara’dan kurultay haberleri geliyordu.
Günün en anlamlı olaylarından biri de, kısa süre önce yitirdiğimiz, Türkiye Barolar Birliği başkanını anma töreni oldu. Mahmut Bayatlı, bütün duygularını dökerek yazdığı şiiri, gerçekten ağlayarak okudu ve herkesi derinden etkiledi.

Kendisinden izin almadığım için, şiirine bu yazıda yer veremiyorum.
Ama mutlaka yayınlanması ve belki de rahmetli Özok için şiirin resmileştirilmesi gerek.
Sekiz yıl önce Çorum’dan ayrılırken, Çorum’un en iyi oteli olarak gösterilen Anitta, iki katlı bir binaydı.
12. katından, Çorum’un gelmiş geçmiş en iyi valilerinden biri olarak anılan şimdi Danıştay’da görev yapam Atıl Üzelgün’ün büyük çabalarla ve neredeyse “suçlu” olmayı bile göze alarak bitirdiği ve şu anda Finlandiya’da, dünyanın en iyi müzeleri seçiminde birincilik için en büyük adaylardan biri olan Çorum Müzesi’ni seyrederken, bir zamanlar bu kentte görev yapmakla ne kadar şanslı olduğumu düşündüm.
Çorum artık bıraktığım Çorum değildi.
Herkes de bunun farkındaydı.
Ve herkes hukuk “kaplanlarını” dinlerken, sokaklarda halka da aynı düşünceleri anlatmaya söz vermiş gibiydiler.
Ve yine üç hukukçu da, yapılmak istenen değişikliğe karşı durmak ve muhtemel referandumda “hayır” demek için, hukuğu düşünmekten çok çocuklarını ve Türkiye’nin geleceğini düşünmeyi anlattılar.
Getirilmek istenen “yürütme” darbesine karşı koyabilecek tek unsurun yargı olduğunu ve bunu anlatmak için ille de hukukçu olmak gerekmediğini küçük çocukların bile anlayacağı bir dille aktardılar.
Ayrılırken, bıraktığım Çorum’un gerçekten gerilerde kaldığını düşünüyordum.

Mümtaz İdil
Odatv.com
24.05.2010 02:54

21 Mayıs 2010 Cuma

“CEZALARINI ÇEKER BÖYLE ÖLÜRLER...”

Zonguldak...Adı bile kara...
Karaelmas, Karadon, Kara Deniz...
Eğrelti otlarının ağaç gibi yerden fışkırdığı, yapraklarını kara kömür tozlarının kapladığı, ağaçları, denizi bile kara Zonguldak...
Kapkara bir kent.
İşçilerin kasklarındaki ışığın aydınlatamadığı ölüm çukurlarına Çinçin Bağları’na, Sultanbeyli’ye yardım paketi için insanların ölüme gönderildiği “kara” kent.
Çıkan kömürün heryeri boyadığı...
Yazgısı bile kara kent...
Bir zamanlar Türkiye’nin en “bilinçli” işçi kesimine sahip, aydınlık bir kentti.
Ecevit’in amansız destekçisiydi.
Anımsarsınız, Zonguldak yürüyüşü dünyayı ayağa kaldırmış, işçi hareketinin neler yapabileceğini göstermişti.
Ama, üç-beş paraya işsizleri ocaklara doldurup, sendikasızlaştırdılar.
Çıkan bir avuç kömürü bir insanın hayatına eş tuttular.
Hep kaza oluyordu, yine oldu.
Duymuyorduk. Kimi iki vagon arasına sıkışıp ölüyordu, kimi asansörden düşüyordu, kimini elektrik çarpıyordu ve ölüyorlardı; ama tek tek ölümlerin önemi asla olmadı.
Alışıklar” ya...
Onlar “basit iş kazası” olarak bile kayıtlara geçmemiştir.
Afrika ülkelerindeki elmas madenlerinde kamçılarla çalışan işçi muamelesi gördüler. Sömürge valisinin emrindeki işçiler oldular.
Afrikalıların derileri karaydı, bizimkilerin kara boyalı.
Bu kadar duygu sömürüsü yeter!
Gelelim resmi söylemlere...
Önce Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız...
28 işçimizin cesetlerine ulaştık. Patlama anında ölmüşler. Karbon monoksit zehirlenmesiyle öldükleri belli oluyor.
Ben hata yapabilirim, ki yaptım. Karbon monoksit gazının patladığını söyledim. Çocukluktan öyle aklımda kalmış. Yorumcu arkadaşlar düzelttiler, sağolsunlar. Ama Enerji bakanının bunu söylemesi komik kaçıyor. Karbon monoksitten ölenler, patlamayla ölenler gibi ölmezler, en azından uyku halinde ölürler, yanılıyor muyum?
Ardından, üniversitelerden birinden bilirkişi olayı değerlendirdi: “Cesetler, bizim havuz diye nitelediğimiz yerde bulunmuş. Bu gibi grizu patlamalarında işçiler tembihlidir ve hemen su dolu havuzun oraya koşar ve başlarını havuzun suyuna sokarlar. Bu, patlamanın ilk şiddetini ve yanmayı atlatmak içindir.
Hani patlamada ölmüşlerdi?
Diğeri suçluyu buldu...
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’e göre suçlu Danıştay.
Bakanımızın maden ocaklarının denetimi için yaptığı düzenlemelerle ilgili yönetmeliği Danıştay bozmuş...
Bak sen...
Üç nokta ile yazmaktan bıktım, ama cümlenin sonu gelmiyor bir türlü.
Çok sistematik, bilinçli şekilde çalıştık,” diyor Ömer Dinçer. “Analizler yaptık. Bunları yaparken sendikalar yanımızdaydı, maden mühendisleri odası bizle çalıştı, işçi örgütleri bizimleydi... Habersiz denetimler yaptık. Bakın, geçtiğimiz Mayıs ve Ekim aylarında, biz buraları denetlemişiz. Denetimde demişiz ki, burada teknolojik alt yapı var, yeterli...
Sonra?
Burada yapılması gereken yönergelere uymak. Biz, yönergeye uyun dedik. Kurallara uyun dedik.
Uymazlarsa...
Bakan şunu söyleyemedi: “Cezalarını çeker, böyle ölürler...
Eminim dilinin ucuna kadar gelmişti. Dilinin ucuna kadar başka şey de gelmişti ya, neyse...
Muhabir mikrofonu ağzından çekmese, belki onları da söyleyecekti.
Vaktimiz doldu sayın bakanım...
Nereye gidecekse, neyi yetiştirecekse muhabir arkadaş.
Bu ülkenin çivisi çıkmış.
İnsan hayatının köpek hayatı kadar bile değerinin kalmadığı ülkeye, 14’lük çivi bile az gelir artık.
Drakula çivisi gerek...

Mümtaz İdil
Odatv.com
21.05.2010 08:39

19 Mayıs 2010 Çarşamba

BÖYLE SÖYLEMEYECEKTİNİZ

Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, maden ocağının çökmesiyle yerin yüzlerce metre altında mahsur kalan işçilerin bulunduğu bir yerde ulusal yas ilan edilir.
Otuz can...
Nazlı Ilıcak dün NTV televizyonunda konuktu.Öylesine bir AKP taraftarlığı oturmuş ki beynine, koyundan söz eder gibiydi 30 can için. 30 can ve 300 de çöken aile...
Ama hanımefendi canhıraş bir şekilde AKP’nin suçu olmadığını savunuyor,“dünyanın her yerinde bu tip kazalar oluyor,” diyebiliyordu.
Dünyada, gelişmiş ülkelerin hiçbirinde artık böyle kazalar olmuyor.
Bizde daha iki ay önce 19 kişi öldü.
Şimdi 30 kişi daha...Bakanlar göçük olan bölgede, ne halt edeceklerse...
Zamana bıraktılar artık. Zaman her şeyi olduğu gibi, bu ölümleri de gömecek. Unutulup gidecekler. Aileleri dışında arayan ve soranları olmayacak.
İran ile zenginleştirilmiş uranyum transferi mi... Önemli!
Baykal çekilmiş, Kılıçdaroğlu tek aday olarak kurultaya gidiyor... Önemli!
Erdoğan’a fahri doktor ünvanı verilmiş... Önemli!
Bir yığın “önemli” olay oluyor Türkiye’de, maden ocağı çökmüş, otuz işçi mahsur kalmış...
Ne önemi var!
Duygusal bir yazı oluyor farkındayım, ama gerçekten anlam veremiyorum bu kadar duyarsızlığa. Böylesi vurdum duymazlığa. Hele hele hafife alınıp da, “dünyanın her yerinde böyle kazalar oluyor,” mırıltılarına.
İyi ki kıyaslama falan yapmaya kalkmıyorlar: “Canım ne olacak, daha geçen gün uçak düştü altmış kişi öldü. Oluyor işte...”
Ölüm elbette kimseye yakışmaz.
Ama otuz saat ölümü beklemek. O süre içinde karısını, çocuklarını düşünmek... Ya da ne bileyim, buz gibi bir dondurma canı çekmek...Otuz saat düşüne düşüne ölmek.
Soracak insan da yok, yahu böyle ölmek nasıl bir şey diye...
Dedim ya, duygusal bir yazı bu. Çaresizliğin yazısı...
Biri düzeltmiş bir önceki yazımı... Karbon monoksit patlamazmış da, metan gazıymış patlayan...
Peki.
Öğrendiğim iyi oldu. Nasılsa bir daha göçük olacak, ben yine yazı yazmaya kalkacağım. Aklıma küpe olsun bu bilgi.
Tanrım, insanlar nelerle uğraşıyor.
Eylem, diyor kimileri de, oturup yazmakla olmaz bu iş.
Ne güzel söylemler bunlar, ne yerinde, ne kadar doğru...
Çelik çomak oynadığım arkadaşlarımın oğulları o göçük altında kalanlar. Aynı çeşmeden su içtiğim insanların çocukları.
Koşsam buradan Zonguldak’a kadar, onlara faydası var mı?
Bir kalemim var bunları anlatacak kadar, bir de oyum var karşı duracak.
Hepsi bu.
Bir de susmak... Ölümüne susmak ve hiç konuşmamak. Hepimiz bu durumda değil miyiz?
 


Mümtaz İdil

Odatv.com


19.05.2010 10:18

18 Mayıs 2010 Salı

GRİZU PATLAMALARI EN ÇOK NEDEN OLUR BİLİR MİSİNİZ?

Zonguldak’ın kaderi, çıkan kömür kadar karadır. Kapkaradır hem de...
Yerin 500 metre altına girebilmek için maden işçileri bir zamanlar baş ağrısı ilacı olarak satılan “optalidon” kullanırlardı.
Bir kaç tane fazla içinde kafayı bulduran optalidon... Bir çeşit cesaret alırlardı o haptan. Sonra, sanki kendileri yerin altına iniyormuş gibi, “büyüklerimiz” bu zararlı gördükleri ilacı kaldırdılar. Uyuşturucu muamelesi gösterdiler, ama taş kömürü işçileri için bir çare düşünmediler. Kafayı bulmadan o derinliğe inmenin güçlüğünü hesaplamadılar hiç.
Çocukluğumda, Ereğli Kömürleri İşletmesi’ydi adı, kısaca EKİ. Sonra değişe değişe bugün ne oldu bilmiyorum. Umurumda da değil zaten.
Umurumda olan, her göçük sonrası o madende mahsur kalan ve birbirlerine umutsuzca bakan maden işçileri. Kasklarındaki ışıkla birbirlerinin gözlerinde umut arayan işçiler...
Her an halatları kopacakmış gibi gıcırtıyla inen bir asansörle inersiniz yerin yüzlerce metre altına.
Orada, yüz-yüzelli metre yükseklikte yüreği ağzına gelen “vertigo” hastalarından çok daha korkunç bir hastalık beklemektedir insanları: “Klostrofobi”. Ama öyle uyduruktan, üfürükten dört duvar arasında kalınca depreşen cinsinden değil.
Harbiden “klostrofobi”... Öyle bir hastalığınız yoksa da, oraya inince bulaşıcı bir virüs gibi bedeninizi ve beyninizi sarıyor.
Zifiri karanlığı orada öğreniyor insan. Kafasına taktığı kaskın önündeki sönük ışıklı fenerle önünü aydınlatabiliyor ancak. Her taraf siyah, her tarafta koyu karanlık ve bir elinde kazma ile yalnız kalıyor madenci.
Yaşamını ucuna bağladığı kazmayla. Bu grizu patlamaları en çok neden olur bilir misiniz? Nereden bileceksiniz: Kazmanın kazayla bir kayaya çarpması sonucu çıkan kıvılcımın, karbon monoksit gazını tutuşturmasıyla.
Bir anda cehenneme dönermiş galeriler... Kurtulabilenlerden dinlediğimiz kadarıyla.
Komik bir günlük maaş karşılığı.
Her mezara girişinde, geri nasıl döneceğinin hesabını yapıyor. Yukarı çıkan gıcırtılı asansör onu hayata bağlamıyor, tam tersine bir sonraki inişe bağlıyor.
Ve bir gün beklenen oluyor. Müthiş bir patlama ile galeriler arasındaki duvar kapanıyor.
Geri dönüş yok artık.
Nice maden kazaları kulaktan kulağa yayılarak anlatılmış.
Madenci biliyor ki, artık orada diri diri gömülmüş durumdadır.
Bakmayın “ulaşılmaya” çalışılıyor haberlerine, zor... Hatta imkansız...
Bu ne uçak korkusuna benzer, ne Empire State Building’in tepesinden New York’a, Eiffel’den Paris’e bakmaya ne de yüz küsur kilometre süratle bir kamyonun altına girmeye...
Önünde 10-15 saatlik oksijeni kalan ve kurtarılmayı bekleyen, ama asla da kurtarılamayacağını bilen üç beş insanın zavallı bekleyişidir. Ölümü kadar uzun süre bekleyen başka kurban yoktur dünya üzerinde.
Uçağa binmekten niye korkar bazı insanlar, bilir misiniz? Ölümle aranıza “belli bir zaman” dilimi koyduğu için... Aniden ölüm yoktur, düşüş ve ölüm vardır.
Maden işçileri ise başlarına geldiğinde bunu saatlerce yaşarlar.
Yüzleri kömür karasıyla Karaelmas mahallesinden geçerken, biz çocuklar da arkalarından koşardık. Sağlarından sollarından sarkan renkli tellerden isterdik. Onlardan koparabildiğimiz telleri de, tel arabalarımızı süslemekte kullanırdık.
Müthiş bir sakinlikte olurlardı çoğu zaman. Biz nereden gelip, nereye gittiklerini hiç düşünmezdik, ama onlar hiç sinirlenmeden, sağlarından sollarından sarkan telleri bize verirlerdi. Sarı tel en kıymetli olandı ve bazıları bize armağan etmek için fazladan sarı tel aşırırdı ocaktan.
Optalidon’dan haberimiz yoktu o sıralar. Belki de o sıralar Optalidon bile kullanmıyorlardı. Sözünü ettiğim yıllar 1960’lı yıllar çünkü.
Ne zamanki müthiş bir göçük oldu, yüzlerce maden işçisi toprak altında kaldı, o zaman ilk kez işçi yürüyüşüne ve isyanına tanık olduk.
Babam iki kardeşimle birlikte beni ve annemi eve tıkıp, üzerimize de kapıyı kitlemişti. İşçiler kazmalarıyla birlikte yerleşim yerlerine doğru yürüyor, seslerini duyurmak istiyorlardı. Kazmalar bizi öldürmek için değil, işçi olduklarını göstermek için ellerindeydi.
Ama korku Zonguldak’ı sarmıştı...
Göçük, başka bir galeride, Kozlu galerisinde meydana gelmişti o sıra.
Babam, EKİ’nin demiryolu işlerine bakıyordu.
Birgün, pazara bile gitmekten “imtina” eden “hanımevladı” çocuğuna sinirlenip, maden ocağının dibine kadar indirdi. Dört yanı açık asansörle kaç metre indiğimizi hiç anımsamıyorum. Korkudan titrediğimi ve karanlığı delmek için sürekli başımdaki kask ile oynadığımı anımsıyorum. Hiç çıkmayacağımı sandığın o delikten gün ışığını görünceye kadar yükseliş, bir çocuk için kurtuluşun aydınlık ışığı olmuştu.
Ve öğrenmiştim ki, hayat hiç de kolay değil.
Şimdi yerin beş yüz küsur metre altında ölümü bekleyen maden işçilerinin ne durumda olduğunu daha iyi anlayabiliyorum ve lanet olsun ki, yaşadığım karanlıkları bir kez daha yaşamaktan başka bir şey yapamıyorum.
O yüzden belki, ne Baykal’ın kaseti ne de Kılıçdaroğlu’nun kasketi şu anda zerre kadar ilgilendirmiyor beni.
Mümtaz İdil
Odatv.com
18.05.2010 00:37

16 Mayıs 2010 Pazar

PUŞKİN’İN ERGENEKON’LA NE İLGİSİ VAR?

Bundan yaklaşık iki yüz yıl önce, çağdaş Rus edebiyatının yaratıcısı ve tüm zamanların en büyük şairlerinden biri olan Aleksandr Sergyeviç Puşkin, tarihe “dekabristler” adıyla yazılacak olan, çara karşı bir “darbe” girişimi iddiasıyla tutuklanarak Sibirya maden ocaklarına gönderilen arkadaşları için aşağıdaki şiiri yazmıştı:

Sibirya maden ocaklarının derinliklerinde
O gururlu sabrınızı koruyun,
Sizin yüksek amaçlar uğrundaki düşünceleriniz
Ve hüzünlü emekleriniz yok olmayacak.
Mutsuzluğun sadık kardeşi,
Karanlık yer altındaki umut,
Cesaret ve neşe uyandıracak,
Beklenen zaman gelecektir.
Sevgi ve dostluk size kadar
Karanlık hapishanelerden geçerek ulaşacak,
Tıpkı benim özgür sesimin,
Sizin kürek cezası ininize ulaştığı gibi.
Ağır zincirler düşecek,
Zindanlar çökecek – ve özgürlük
Sizi neşeyle kapıda karşılayacak
Kardeşleriniz size kılıçlarını teslim edecek. (Çev: M.İdil)
Sanki iki yüz yıl öncesinden Silivri’ye seslenir gibi.Zulüm her çağda şiddetinden bir dirhem bile kaybetmeden sürmüş gelmiş, koç başı misali sabır kapımızı yıkmaya uğraşıp duruyor.

Dekabrist ayaklanma girişimine fiziki olarak katılamayan, ancak arkadaşlarıyla fikir birliğinde olduğu bilinen Puşkin’in Trigorskoye’deki evine 4 Eylül 1826’da gün ağarmaya yakın yaşlı dadısı Arina Rodiyovna gelir. Telaşlıdır. Kasabada Puşkin’e yakın dostları Çar I. Nikola’nın talimatıyla tutuklanmaya başlanmıştır. Evlerde arama yapılmaktadır.
Bir kaç saat içinde jandarmalar Trigorskoye’ye de gelirler. Puşkin’i tutuklayarak, Çar Nikola’nın huzuruna çıkarmak üzere Moskova’ya hareket ederler.
8 Eylül 1826’da Puşkin Çar I.Nikola’nın huzuruna çıkar. Görünüşü berbattır.
Çar Nikola, Puşkin’i hiç beklemediği şekilde, büyük bir saygıyla karşılar. Uzun bir konuşmanın ardından Nikola, “14 Aralık’ta Petersburg’da olsaydın, olaylara karışır mıydın?” diye sorar.
Puşkin hiç tereddüt etmeden, “Hiç kuşkunuz olmasın majesteleri,” der. “Bütün arkadaşlarım oradaydı. Katılmamam söz konusu bile olamazdı. Ben o anda başka yerde olduğum için onların yanında değildim.
Kurnaz bir adam olan Nikola, Puşkin’i zayıf yerinden yakaladığını anlar. Puşkin, o gece arkadaşlarına katılamamış olmanın sıkıntısını yaşamaktadır. Hemen ardından can alıcı sorularını sormaya başlar:
Görüşleriniz değişti mi Aleksandr Sergyeviç?
Puşkin cevap vermez.
Size özgürlüğünüzü bağışlarsam, görüşlerinizi değiştirmeyi kabul eder misiniz?
Bu ne demek oluyor majesteleri?
Çok basit. Sizin şiirlerinizin bütün o asilerin cebinden çıktığını, hepsinin ezberinde en az bir şiiriniz olduğunu biliyorum. Çara karşı, çarlığa karşı bu düşmanca tutumunuzdan vazgeçmeniz koşuluyla, size özgürlüğünüzü teklif ediyorum. Bu kadar basit.
Puşkin yine susar. Neden sonra, gözlerini Çarın gözlerine dikerek, değişeceğine dair söz verir.
Çar, gözle görülür biçimde rahatlamıştır. Konuyu değiştirmek istercesine, “Şu sıralarda yazdığınız bir şeyler var mı?” diye sorar.
Hayır majesteleri,” diye yanıtlar Puşkin. “Uyguladığınız sansür çok katı. Yazma alanı bırakmıyor insana.
İyi ama, merak ettiğim de bu zaten: Neden sansüre takılacak şeyler yazmakta bu kadar ısrarcı davranıyorsunuz?
Yanılıyorsunuz majesteleri. Sansürün sınırları öylesine geniş ve belirsiz ki, sıradan ve masum bir şey yazmış olsam bile, sansüre takılacaktır, eminim.
Geliniz, sizinle şöyle bir anlaşma yapalım. Size uygulanacak sansür benim denetimimden geçsin. Yani, yazdıklarınızı önce bana gönderin, ben karar vereyim. Ne dersiniz?
Puşkin cevap vermez.
Suskunluğu bir “kabul” olarak gören Çar Nikola, Puşkin’in koluna girerek onu kendisini bekleyen üst düzey konukların bulunduğu odaya götürür.
Baylar!” dedi gür bir sesle. “İşte size yeni Aleksadr Sergyeviç Puşkin! Eskisini unutalım.
Puşkin Mihaylovskoye’ye döner.
O andan itibaren, ölümüne kadar sürecek olan müthiş bir savaş başlatır. Her gördüğü noktada Çarlık despotizmine haykıran şiirler yazar. Şiirleri kulaktan kulağa, elden ele dolaşarak tüm Rusya’yı kaplar.
Puşkin tutuklanmış, Çar’ın da karşısına çıkarılmıştır. Uslanacakmış gibi sessiz kalmıştır Çar Nikola’nın karşısında. Dışarıda kendisini bekleyen özgürlük ve savaşması gereken düşman vardır.
Kafasını sallaması ve bir anda saraya “asimile” olması tüm hayatını değiştirecektir. Ama kabul etmez. Kendisini yine Sibirya steplerinde bulur.
Avazı çıktığı kadar bağırmaktadır: Özgürlük!
Sanatçı budur işte.
Bir huzura kabul edilmekle, bin huzursuzluğu görmezden gelmeyen insandır.
Onun için adı da tarihe altın harflerle yazılmıştır.
Onun için de özgürlük denince tüm Rusya steplerinde Puşkin sesi yankılanır...

Mümtaz İdil

Odatv.com


16.05.2010 09:18

14 Mayıs 2010 Cuma

NESRİN BAYTOK NEDEN UNUTULDU?

Gustave Flauert’in “Madamme Bovary” romanından esinlenerek, yönetmenliğini David Lean’ın yaptığı “Ryan’s Daughter” (Türkiye’de İrlandalı Kız adıyla gösterildi), 6 aydan fazla vizyonda kalarak bir rekora imza atmıştı.
Film, John Mills, Robert Mitchum ve Sarah Mills’in muhteşem performansıyla göz alıcı İrlanda görüntüleriyle uzun süre etkisini yitirmedi.
Film, Birinci Dünya Savaşı sırasında İrlanda’da ıssız bir köyde geçen olayları anlatır. Köy öğretmeni rolündeki Robert Mitchum, Thomas Ryan’ın kızıyla yeni evlenmiştir. Charles Sahaughnessy rolündeki Mitchum’un kendisini ıssız köyden kurtaracağını düşünen Rosy rolündeki Sarah Miles, bir süre sonra kocasından soğur ve İngiliz üssü komutasını devralan Binbaşı Radolph Doryan ile birlikte olur.
Film, 1970’li yılların başında ortalığı ayağa kaldıran bir yasak ilişkiyi anlattığı için belleklerde yer etmişti.
Köyün delisi rolündeki John Mills’e Oscar ödülü getiren film, görsel olarak da izleyicileri büyülüyen sahneler nedeniyle çok etkili olmuştu. Zaten film de “en iyi yardımcı erkek oyuncu” ve “en iyi görüntü yönetmeni” dallarında ödül almıştı.
Ama asıl tartışma, evli bir kadının kocasını aldatması üzerine odaklanmıştı.
İnsanların, evli bir kadın veya erkekle ilişkiye girenlere neden “acımasız ve bağışlanmaz” olarak baktığını anlamak mümkün. Sahiplenme duygusundan kaynaklanan bir “meta” anlayışı olduğu için. Kadın ve erkek, evlendikleri andan itibaren birbirlerini salondaki bir vazo gibi görmeye başlıyorlar.
İş bir de “cinselliğe” dönüştüğünde, bu sahiplenme en üst düzeye çıkıyor.
Mahalle dışlıyor, çevre dışlıyor, arkadaşlar dışlıyor...
Ama bu kadın için geçerli.
Erkeğin dışlanması söz konusu bile değil. Tam tersi, Baykal için söylenenlerden bile belli oluyor bu: “Yaş yetmiş, iş bitmemiş...” türünden.
Dişi köpek kuyruk sallamazsa...” yaklaşımı hiç değişmedi. Dünyanın her tarafında böyle olduğu gibi, bizim gibi az gelişmiş ülkelerde “altın kurallardan” biridir bu.
Adli Tıp Kurumumuz bile kadınların veya genç kızların, herhangi bir “taciz” olayının ardından “ruhsal olarak etkilenmediği” raporunu verebiliyor.
Elbette bu anlayışın temelinde “erkek egemen” bir dünyanın varlığı söz konusu.
Kafasını bohça gibi saran kadınlarımızın da aklında “saç telinden tahrik” olduğuna göre, yaklaşım kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Cinsellik denilen dürtünün, insanın en büyük içgüdülerinden biri olan açlıktan hemen sonra geldiği düşünülürse, kadın erkek ayırımı yapmadan bakmak gerekiyor. Kaldı ki, kadınlar erkekler kadar çabuk ve uluorta “tahrik” de olmuyorlar.
Böylesi çıplak ve savunmasız bir “dürtü” ile karşı karşıya olan insanlığın, “tercih” yapma hakkı olmasına rağmen, toplum tarafından dışlanması, en ağır hakaretlere maruz kalması anlaşılır gibi değildir.
Son Baykal olayında, kaset gerçek olsun veya olmasın, mağdur durumda kalan Nesrin Baytok’tur. Bu konuya değinen yazarlar da oldu, ama çok cılız kaldı. Aslında, tümüyle Nesrin Baytok meselesi üzerinde gidilmeli ve hassasiyet bu noktada odaklanmalıydı.
Ama uçkur işin içine girdiğinde kadın daima “kahpe”dir. Erkek ise “muzaffer”.
Olayın her türlü yönü unutulup, iş Baykal’ın yeniden dönüp dönmemesine odaklandı.
Kadın olmanın zorluğu.
İrlandalı Kız’daki Sarah Miles’in düştüğü duruma düşürdüler Baytok’u. İngiliz subay ise yırttı.

Mümtaz İdil
Odatv.com
14.05.2010 14:16

6 Mayıs 2010 Perşembe

GEÇMİŞ OLSUN FOTOĞRAFIDIR O

Kimse farkında değil belki ama ortada tam bir satranç oyunu var. Zekâ açısından olmasa da, sistem açısından bir oyun oynanıyor. Hamle zorunlulukları satrançtakilere çok benziyor.
Usta satranç oyuncuları, karşıdaki oyuncu için öyle bir tuzak hazırlar ki, rakip karşısındakinin istediği biçimde oynamak zorunda kalır. Buna satrançta “force major” hamleler denir.
Bazı oyuncular bu “zorunlu” hamleleri görüp, baş edemeyeceğini anlayınca oyunu terk eder. Acemiler ise tahtanın kalabalıklığına bakar ve“mat” oluncaya kadar oyunu sürdürür.
Oysa, profesyonel veya en azından “ciddi” bir satranç oyununda “mat” hamlesi çok nadirdir. Gerçek yaşamın çoğunlukla abartıldığı sinema filmlerinde rastlanan türden bir “mat” yok denecek kadar azdır.
Bu olguyu yaşadığımız günlere uyguladığımızda ise, tersine, “terk etmek” yoktur. Oyun çoğunlukla “mat” ile biter.
Hakkını vermek gerek, AKP bu oyunu çok iyi oynamaya başladı.
Makine insanı yendi
Deeper Blue, dünya şampiyonu Kasparov’u yendiğinde, arkasında dev bir ekip bulunuyordu. Bizim gördüğümüz bir satranç tahtası, yanında duran bir satranç saati ve Kasparov’du, ama tahtanın arkasındaki güç, Kasparov’un beyniyle aşamayacağı kadar büyük bir güçtü.
Herşeyden önce, Kasparov bir zaman sıkıştırması içindeydi. IBM’in “deha” makinesi Deeper Blue’nun böyle bir sorunu yoktu, çünkü saniyede bir milyara yakın hamleyi gözden geçirebilme belleğine sahipti.
Diyelim ki, Kasparov hiç beklenmedik bir hamle yaptı. O zaman da arkada bulunan satranç ekibi devreye giriyor, IBM’in düşünce sistematiğini başka yöne çevirebiliyordu.
Yaratıcı insan beyninin iflas ettiği noktaya doğru da hızla gidiliyordu.
Makinenin, insan beynine karşı galibiyeti olarak nitelendirilmeye çalışıldı bu nokta, ama tutmadı. Çünkü başta IBM şirketi olmak üzere, arkadaki ekip de aslında Kasparov’a karşı bir çeşit “hile” yaptığını kabul etmek zorunda kaldı.
Ancak, tüm dünyaya yansıyan izlenim yok edilemedi: Makine insanı yendi!
O iki madde
AKP, Anayasa’nın bazı maddelerinin değiştirilmesi ile ilgili bir paket hazırladığında, bundaki en büyük “çekincesi” CHP’nin karşı durduğu iki madde ile ilgiliydi: Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK’nın yeniden yapılandırılması.
CHP ise buna “parti kapatmalarında zorluk” ile ilgili taslaktaki 8. Madde’yi de eklemişti. Ya da AKP’nin “feda” ettiği taşı alarak rakibine “tempo” üstünlüğü sağlamıştı.
Parti kapatılmasına zorluk getiren madde AKP’den çok BDP’yi ve diğer küçük partileri ilgilendiriyordu. Anayasa Mahkemesi’nin üyeleri üzerindeki maddenin geçmesi halinde zaten, AKP için kapatılma korkusu kendiliğinden ortadan kalkıyordu, ki bu çok dillendirildi.
Nitekim AKP, bir satranç oyununa başladığını CHP’den önce fark etti. CHP’nin “veziri” iyi bir konumdaydı ve AKP’nin şah kanadını zorlayacak bir “sert” hamlesi vardı: Değişiklikleri Anayasa Mahkemesi’ne götürmek.
Ancak bu çok açık ve görünen bir hamleydi. Ne yazık ki CHP’nin elinde ayrıca gizli veya ara bir hamle yoktu.
AKP, parti kapatmayla ilgili değişiklik önerisi olan 8. Maddeyi bu yüzden Anayasa Mahkemesi ve HSYK ile ilgili maddelerin önüne aldı. Bu, kendisine bir zaman kazandıracaktı ve daha da önemlisi, yandaş medyanın da desteğiyle, bu maddenin “mihenk” noktası olan bir madde olduğunu anlatarak hedef şaşırtmayı başaracak olmasıydı.
Öyle de oldu. Çoğu insan bunun farkına vardı, ama muhalefet farkına varmakta geç kaldı.
AKP kanadında herkes rolünü çok iyi oynadı.
Piyonlar, piyonluklarını yaptılar ve bundan hiç gocunmadılar. Kendilerine söylenebilecek söz de yoktu aslında: Çünkü her piyon, vezir olmaya adaydı ve hepsinin kursağında da bu özlem vardı.
Ama satrancın en önemli kurallarından biri unutulmuştu bu arada: Son kareye ulaşan piyon, her türlü taş olabilirdi, doğru. İsterse, tahtada veziri varken ikinci bir vezir çıkabilir, üçüncü kale isteyebilir veya istediği herhangi bir taş yerine geçebilirdi. Hatta kendi olarak bile kalabilirdi isterse.
Tek istisnası vardı bunun: Şah olamazdı.
İşte AKP’nin, büyük vaatlerle kendi yanına çektiği bazı “aklı kıt” siyasetçileri bu taktikle kandırdı.
Vezir yapabileceğini söyledi, en azından tahtadaki kıymetli taşlardan birinin yerine geçebileceğini söyledi piyonlara, ama onlara asla şah olamayacaklarını söylemedi.
Piyonlar da kuzu kuzu istenileni yaptı.
Şimdi şöyle bir bakıyorum da tahtaya, aslında oyunu galiba yalnızca AKP oynuyor. CHP veya tümüyle muhalefet tamamen savunmaya geçmiş durumda.
Sonunda HSYK maddesi de dün akşam 334 oyla kabul edildi. Başbakan’ın kapalı oturumda iyi bir konuşma yaptığı belli oluyordu.
8. Madde, satranç deyimiyle, yerinde yapılmış bir “taş” fedasıydı. AKP, bir at veya fil vererek, muhalefetin vezirini kaptı götürdü.
Artık oyunu kazanmak çok zor.
CHP’nin tek umudu var bu saaten sonra: Oyunu beraberlikle kapatabileceği bir “hamle” yapmak.
Yapmaması gereken ise, yapay olarak oluşturulan “gündem değiştirme” manevralarında oyuna gelmemek. Thomas Kuhn’un tarif ettiği “tartışma bulutlarından” kesinlikle uzak durmak.
Kasparov’un, Deeper Blue’nun kendisine “zorunlu hamleleri” gösterdiğinde, başını iki elinin arasına alıp da düşündüğü sahneyi hatırlayın.
Geçmiş olsun fotoğrafıdır o...

Mümtaz İdil
Odatv.com
06.05.2010 12:22

1 Mayıs 2010 Cumartesi

İNADINA YAZMAK İSTİYORUM BUNLARI

Şöyle, işçilerin bayramının ardından, hazır bütün köşeleri 1 Mayıs tartışmaları tutmuşken, okuru bambaşka noktalara götüren, romantik-dramatik bir olayı anlatayım istedim. Kendimce, aklıma takılan bazı konuları tarihe “not” düşmek, bir anlamda “tescil” ettirmekti.
Yakışırdı da yani; ağzımda pipo, pantolon askıları ve serçe parmağım havada...
Ama olmuyor işte. Veya oluyor da, imkansız ile boğuşmak oluyor.
İki artı iki hep bin dokuz yüz yetmiş yedi ya da 35 çıkıyor.
Dünyanın en pahalı benzinini kullanıyoruz, dünyanın en pahalı etini yiyoruz, dünyanın en pahalı sebzeleri tezgahları süslüyor, dünyanın en pahalı sütü bizde, pastırmayı saymıyorum, dünyanın en pahalı çocuk bezi de bizde, dünyanın en pahalı kitabını okuyoruz, dünyanın en az telifini veriyoruz, pahalı şehir içi-şehirlerarası otobüsüne biniyoruz, dünyanın...
Tecavüzlere girmeyelim...
Teröre verilen “kurban” sayısını da geçiniz... Günü değil... Sıcak temastayız şimdilik... Giresun kırsalında hala sıcak temasta olduğuğumuz gibi yani.
Dünyanın en “seçkin, dört çekerli” pedofililerine de boş verelim.
Bunlar “malumun ilamı”..
Dünyanın kendine yeten yedi ülkesinden biriyken, geldiğimiz nokta bu. İthalat sevap, “gerisi teferruattır”.
Yakında; geri zekalılıkta dünya birincisi oldukları ve işi yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları için, hükümet “seri katil” bile ithal etmeye kalkışabilir, şaşırmayın.
Değişen bir şey olmuyor. Domuz aşısı ithal ederken de yazmıştık: “Refik Saydam Enstiitüsü, Cumhuriyetin ilk yıllarında dünyaya aşı ihraç eden bir kurumdu..
Yazdınız, yandınız: “Statükocu seni... Seni Ümraniyeli seni... Seni gidi ırkçı faşist seni... Seni darbe sevdalısı... Seni faşist postalcı... Sen git postal yala... Sen Refik Saydam denilen o adamın geçmişine baktın mı hiç?
Sen tut, bütün bu olumsuzluklar içinde, “yok olan bir edebiyat türü: Mektup,” diyerek bir yazıya başla. Ya da ne bileyim, “sanatın insan yaratıcılığındaki esnekliği,” gibi absürd bir konuya gir.
Ya da, geçen yaptığımız gibi, İlmiye hanımın bundan yetmiş dört yıl önce Erciyes’e tırmanan ilk Türk kadını olduğunu hatırlat... Hani tam sırası, cumhuriyet kadını falan...
Yemezler...
New York’ta otobüs ücreti de bir dolar, diyecektir biri (hoş, o kadar bile değil)...
Aylık kazancını yok sayarak tabii...
Et, süt, sigara, içki, meyve... Hepsi de bizim ülkemizdekine yakın fiyatlarda.
Simit satmıyorlar New York’ta... Karşılaştıramıyoruz.
Peki, ortalama gelir?
Seni statükocu seni... Seni faşist postal yalayıcı... Sen Ümraniye pazarındaki muşmula kadar bile etmezsin, ondan bile çürüksün!
Satın alırken dolara endeksle, cebine koyarken TL üzerinden hesap yap...
Dedim ya ta yukarılarda bir yerde... İki kere iki 35 ediyor diye... Otuz beş bile etmiyor. Matematik perişan, fizik altüst, kimya desen bozuk...
Tarımdan mı, hayvancılıktan mı, artık neyden sorumluysa bir bakan çıkıyor ekranlara, “Türkiye’deki et üretimi, ihtiyacı karşılayacak düzeyde,” diyebiliyor.
O zaman ithalat niye?
Peki, neden komşu Bulgaristan’ın üç misli fiyatlar?
El cevap: “Bazı et spekülatörleri ellerindeki eti piyasaya sürmüyorlar...
Yine bir sanal canavar: Enflasyon, trafik, cinnet, cinsel doyumsuzluk, doktorculuk oyunları, kendi içimizde hallettik savunmaları vb... Spekülatörler! (Ne demekse. Hani böyle ağzını yaya yaya da söyleyeceksin ki, canlı falan sansınlar).
Sen tut, “edebiyatta yeni bir tür: e-posta” diye meydana çık.
Başlarım senin yeni türüne,” derse haksız mı sayın yorumcular, okurlar?
Ama inadına, canım da öyle çok yazmak istiyor ki böyle şeyleri. Kendimi gazeteye yeni transfer olmuş bir yazar gibi hissediyorum düşündükçe.
Kör olası talih!

Mümtaz İdil
Odatv.com
01.05.2010 23:25