23 Nisan 2012 Pazartesi

GRENADA’YI HEP ROMANTİK ŞARKILARDA GRANADA OLARAK DİNLEDİK

1979 yılında Karaiplerin küçücük bir ülkesi olan Grenada’da Maurice Bishop radyodan şöyle bir konuşma yapıyordu:
“Kardeşlerim…
Ben Maurice Bishop.
Bu sabah saat 04.15’te Halk Devrimci Ordusu, True Blue’deki kışlada kontrolü tamamen eline geçirmiş durumdadır. Kışla tamamen teslim alınmış ve yakılmıştır. Yarım saatlik bir mücadeleden sonra Gairy ordusuna bağlı kuvvetler mağlup edildi ve teslim alındı.
Gairy ordusuna ait tüm askerler teslim oldu, devrimci güçlerden bir tek yaralımız var.
Aynı anda radyo istasyonu, tek bir mermi bile harcanmadan ele geçirildi. Kısa süre içinde de çeşitli bakanlar devrimci orduya teslim oldular.
Liderleri Adonis Francis de dahil olmak üzere tüm üst düzey polis memurları ve korucular gözaltına alındı.
Şimdi artık gençlerden, işçilerden, çiftçilerden, balıkçılardan, orta sınıf insanlardan, kadınlardan ve herhangi bir şekilde bize destekte bulunmak isteyenlerden güçlerini birleştirmeleri çağrısında bulunuyorum.
Tüm kilit noktalar devrimci ordu tarafından ele geçirilmiş durumda. Tekrar ediyorum, bize karşı direnç göstermenin kimse için bir yararı yok.”
Grenada...
Yüzölçümü 344 km2, nüfusu yaklaşık yüz elli bin kişi, buraya dikkatinizi çekerim: Okur yazarlık oranı yüzde 98, kişi başına düşen milli gelir yaklaşık beş bin ABD doları...
Şimdi sıkı durun: Dünyanın en büyük Hindistan cevizi üretimi bu küçücük adada gerçekleşiyor.
Karaip adalarının bu en uçta, en küçük ülkesinin ABD için ne kadar önemli olduğunu kolayca tahmin edebilirsiniz.
1979 yılının sonlarında Maurice Bishop, ülke bütçesini UFO’ları yakalamak için harcayan kaçık Eric Gairy ve hükümetini devirmişti.
Çok iyi bir eğitim gören Maurice Bishop, okulunu bitirdikten sonra İngiltere’ye taşındı ve Londra Üniversitesi’nde hukuk okudu. Ardından aynı okulda ekonomi öğrenimi gördü. Çalışmalarının çoğunu “siyah güç hareketi” üzerine yoğunlaştırıyordu ve bir süre sonra da Grenada’ya dönerek siyasete atıldı. 1973 yılında NJM (Yeni Jewel Harekatı) adlı Marksist partiden milletvekili seçildi.
1979 yılında da, Eric Gairy yurt dışında Birleşmiş Milletler toplantısındayken yönetime el koydu, kendisini de Grenada başbakanı ilan etti. Tüm siyasi partilerin faaliyetlerini durdurdu. Eski anayasayı rafa kaldırdığından, hükümeti kararnamelerle idare etmeye başladı. Ülke, iktidar partisinin merkez komitesi tarafından idare edilmeye başlandı.
Her şey iyi giderken, o zamanın ABD Başkanı Ronald Reagan, Sovyet savaş uçaklarının Grenada’yı geçici üs olarak kullanması nedeniyle Grenada’yı suçladı.
Hindistan cevizinden sonra Grenada’ya müdahale için ikinci neden.
Maurice Bishop’un ise bu işlerle ilgisi yoktu. Amacı, tüm ırkçı ayrımcılığa, özellikle de siyahlara uygulanan “Apartheid” hareketlere karşı mücadele etmekti. Kadın hakları konusunda çok titizdi. Kadınların aktif olarak siyasette ve toplumsal olaylarda katkılarını sağlamak için bir dizi yasa çıkardı, anayasaya da önemli maddeler ekletti.
Örneğin, kadınların eşit ücret almasını sağladı, ücretli doğum izni verilmesini yasalara koydurdu, cinsiyet ayrımcılığının yasa dışı olduğunu ilan etti.
NJM kendisine Marksist sosyalizmi ilke edindi ve orduyu kaynak israfı yaptığı gerekçesiyle yenileme hareketine girişti.
1983 yılına kadar herşey iyi gitti. 1983 yılında NJM içinde karışıklıklar meydana geldi. Çok güçlü konumda olan ve Bishop yanlısı kiliseden Bishop’un görevden alınması istendi. Kilise reddetti. Muhalif Bernard Coard görevinden alındı ve ev hapsine mahkum edildi. Bu arada Bishop lehine gösteriler başladı. Bishop ev hapsinden kurtuldu ve ilk iş olarak da ordu karargahına gitti. Tam o karargahı ziyaret ettiği sırada Fort George’daki askeri güç yerini değiştirdi. İç çatışma çıktı. Bishop ve görevdeki bakanlar tutuklandı ve hemen orada idam edildiler.
Yönetim, Bernard Coard başbakanlığında bir başka “Marksist” grubun eline geçti...
Sonra?
ABD müdahale etti...
Çatışmalarda 19 ABD askeri öldü, 116’sı yaralandı. Grenada tarafında ölenlerin sayısı 45 olarak açıklandı, ama bilinen bu sayının çok üzerindeydi. ABD, bu küçücük ülkede tam bir katliam gerçekleştirmişti.
Birleşmiş Milletler 38/7 sayılı kararıyla Grenada’nın işgalini kınadı(!).

ABD, ortalık iyice yatışana kadar, 1985 yılına kadar yani bu ülkede kaldı.



Mümtaz İdil
Odatv.com

23.04.2012 12:11

11 Nisan 2012 Çarşamba

RÖVANŞİZM Mİ?.. BUMERANG GİBİDİR...

Fransız devriminin tüm dünyaya öğrettiği en büyük öğretilerden biri de "rövanşizmin" bumerang gibi dönüp sahibini de vurmasıydı. Devrimin zalim çocuklarından Robespierre, devrim yasalarına dayanarak 49 gün içinde bin 376 kişiyi giyotine gönderdiğinde, düşmanı olarak gördüğü devrimin öz çocuklarının oklarının bir gün kendisine de dönebileceğini hiç hesap etmemişti.
Robespierre'in bir başka özelliği de vardı: Kadınlara karşı öylesine dikkatliydi ki, kız olduğu için kendi kardeşini bile dışlamıştı.
Paradan da uzak duruyordu. Diktatöryal yönetimlerde önce "kuşku" palazlanır, ardından da "korku"... Ancak korku son noktadır. Bir sonraki aşama artık ölümdür. Ölümden başka çıkış kapısı bulamayan insanoğlu, döner kendini öldürmeye çalışan korkuyla savaşır. Shakespeare'in ünlü tiradında olduğu gibi: Bir mağarada koşuyorsunuz. Arkanızdan bir ayı kovalıyor. Mağaranın ucu bir uçurumla denizde bitiyor. Uçurumun kenarına geldiğinizde aşağı mı atlarsınız, yoksa döner ayıyla mı boğuşursunuz?" İnsanları dönüp ayıyla boğuşmak zorunda bırakırsanız, onlar da boğuşur. Kimse garanti olan ölümü, yani uçurumu seçmez, bir umut ayıyı yenebileceğini düşünür. Fransız Devrimi sırasında da halk bu duruma gelmişti. Robespierre, en yakın dostları Danton, Lavosier, Andre Chenier, Camille Desmoulins, Chaumette, Hebert ve benzerlerini de giyotine göndermişti. Kendince bunu yaparken Fransa'nın ve Devrimin yararına çalıştığına inanıyordu.
Ama öyle gün geldi ki, Fransa ve Devrim adına bu kez giyotine giden kendi kafası oluyordu. Daha kana doymamıştı Robespierre, Kurucu Meclis'te esaslı bir temizlik yapması gerektiğine inanıyordu.
Ama rüzgar tersine döndü. Çok güçlü olduğunu sandığı anda her şey bir anda altüst oluverdi. "Kuşku çağı" başlamıştı artık. En yakın dostlarından bile kuşkulanır olmuştu. Sonra ardından beklenen duygu geldi: Korku... En güvendiğini sandığı arkadaşlarıyla bir Genel Güvenlik Komitesi kurdu. Bütün kuruluşların içine kendi adamlarını yerleştirdi ve onları yakın takibe aldı. Ama kuşkunun doğurduğu korku adım adım geliyordu. En yakın dostlarından Barrere, Meclis'te yaptığı konuşmada giyotine giden yakın dostları için, "Ruhları hep aramızda dolaşıyor!.." diye haykırdı.
Başkaldırı büyüyordu. Robespierre, 27 Temmuz 1794 günü  Meclis'i topladı. Tüm Meclis üyelerinden kendisine karşı olanları giyotine gönderme yetkisi istedi ve boş kağıtlara imza attırdı. Bu tehlikeli bir girişimdi. Zira boş kağıda imza atan tüm vekiller, bir anda kendilerini de giyotinin önünde bulabilirdi. Korku bu kez meclise geçmişti. Muhalefet güçlendi ve meclis Ropespierre'e karşı cephe aldı. Ertesi gün Robespierre için bir hesaplaşma günüydü.  Robespierre, korku kartını yeniden kullandı. Etrafa bir çok Robespierre yanlısının silahlandığını ve meclisi basacakları dedikodusu yayıldı. Robespierre'in  o sırada tek derdi vardı, Meclis'teki muhalefeti giyotine göndermek. Ama umduğu olmadı. Kürsüye Robespierre'in amansız düşmanlarından Tallien çıkmıştı. Elinde bir bıçak vardı. Sahne Meclis üyelerini derinden etkilemişti. Robespierre bu kadarını beklemiyordu. Tallien konuşmasına şöyle başladı: "Fransa'da kimin suikastlar düzenlediği acığa çıkmıştır! Oliver Cromwell'in ordusunu kuruşuna tanık oldum. Robespierre taktiği uyguluyordu Cromwell. Yine de Devrim Meclisi'nin Robespierre'i suçlu bulmayacağını düşündüm ve bir karar verdim. Yanıma bu bıçağı aldım. Eğer yüce Meclis onu suçlu bulmayacak olursa, yüreğini bu bıçakla deleceğim!.." Bu inanılmaz ve beklenmedik bir konuşmaydı.
Devrim, çocuklarını yemeye Robespierre ile başlamıştı ve yemeye devam ediyordu. İçini korku salan Robespierre kürsüye çıkıp son kozunu oynadı."Siz...  Yüce Meclis'i dolduran sizler!.. Temiz insanlar!.. Eşkiyalara değil, size sesleniyorum!" Ama konuşması yarıda kesildi. Umduğunu bulamamıştı. Son bir çabayla, biraz da kabalaşarak Meclis Başkanı'na seslendi: "Meclis Başkanı! Senden söz istiyorum!" O sırada beklenmedik bir şey oldu. Robespierre'in düşünmeden giyotine gönderdiği Danton'un yakın arkadaşlarından Garnier de Santes yerinden fırlayarak bağırdı: "Sen  bizi değil, acımadan giyotine gönderdiğin Danton'u ikna et!" Bu artık son noktaydı. Meclis hep bir ağızdan Robespierre'in tutuklanmasını istiyordu. Robespierre, binlerce insanı gözünü kırpmadan giyotine gönderen bu
adam Meclis'e haykırmaya başladı: "Katiller Meclis'i!.." Aynı Meclis'ten kararlar alarak binlerce insanı giyotine gönderdiğini unutmuşa benziyordu... Bumerang geri dönmüştü... Robespierre büyük bir telaşla eski dostlarını, silah arkadaşlarını yardıma çağırarak direnmeye çalıştı. Ama yenilgiye uğradı. Belediye sarayına sığınmak zorunda kaldı, ama Meclis bir kez "kelle" almaya karar vermişti. Tüm güçleri toplayarak Belediye sarayına saldırdı. Her şeyin bittiğini anlayan Robespierre tek atar tabancasını şakağına dayayarak ateşledi, ama kurşun hedefini bulmamış, yalnızca çene kemiğini kırmıştı. Giyotinden kurtulmak için tek şansını denedi: Ölü taklidi yapmak. Ama yutmadılar. Bir merdiven altında, korkudan titrerken yakalandı. Kuşku korkuyu getirmiş ve en şiddetli biçimde yaşamasına neden olmuştu. Halkın protestoları, ıslıkları ve tükürükleri arasında sürüklene sürüklene giyotine götürüldü.
Paris müthiş yağmurlu bir gün yaşıyordu. Cellat öylesine acımasızdı ki, kırılan çene kemiğine yapılan pansuman desteğini tüm gücüyle çekti. Robespierre'in çenesi kırıldığı yerden düştü. Acıyla bağırdı. Dişlerinin yere döküldüğünü gördü ve ağladı... Kendinde olmayan bir halde başını giyotin tezgahına koydu. Birkaç saniye sonra hala çevreyi kollamaya çalışan, dehşet içinde açılmış gözleriyle kafası ölümünü bekleyen kalabalığa doğru yuvarlandı...
Nereden aklıma geldiyse...

Mümtaz İdil
Odatv.com

11.04.2012 13:07

10 Nisan 2012 Salı

"O KADIN" TÜRKİYE'NİN ONURUYDU "VAKİT"İM...

Yaman Okay ile Meral Okay'ı hayatımda bir kez gördüm. Kültür Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü'nde çalıştığım sıralarda beni ziyarete gelmişlerdi. O zamanlar Yaman Okay'ın hasta olduğunu bilmiyordum.
Aklımda kalan tek şey, Yaman Okay'ın dinginliği ve Meral Okay'ın da muhteşem canlılığıydı. Hatta, ikisinin nasıl birlikte olduğu bile aklımdan geçmişti.
Yaman Okay o sıralarda hastaymış, bilemezdim. Altı-yedi ay sonra Yaman Okay'ın öldüğünü Ahmet Boyacıoğlu'nun telefonuyla öğrendim.
Mesele burada Yaman Okay ve Meral Okay'ı tanıdığımı anlatmak değil. Zaten yarım saatlik bir birliktelikti onlarla olduğum.
Mesele, bu ülkede kendini dindar diye gösteren kesimlerin insanlara bakış açısını irdelemek. Müslümanlığın hiçbir koşulunu yerine getirmeden Müslüman kıyafeti giymeyi alışkanlık haline getirenler. Canlılar için ölüm kaçınılmaz, aynı zamanda kutsal bir sonuçtur. Ölümsüzlüğü arayarak tanrıya karşı savaş açan insanlığın yenildiği tek alandır.
İyilik, fazilet, insanlık onuru vb... gibi insana özgü davranışların hemen hepsine ulaşmayı başarabilmiş olan insanoğlu, ölüm karşısında çaresizdir.
Sartre, Kiekegaard, Camus gibi varoluşçuların savunduğu tez de bir bakıma doğrudur: Doğum da insanoğlunun elinde değil. Bu dünyaya gelmeye biz karar vermediğimiz gibi, ne zaman gideceğimize de biz karar veremiyoruz (intiharlar hariç).
Bildiğim kadarıyla her dinde olduğu gibi Müslümanlıkta da "ölüm" kutsaldır ve ölüler ardından konuşulmaz.
Geçelim bunları, ölen insan için artık kendini savunamayacağı nedeniyle bile kötü bir şey söylenmez.
Meral Okay'ın daha sonraları Türk sineması için yaptıklarını hep uzaktan izledim. Tanımış olmaktan da onur duydum. Benim onur duymamın hiçbir anlamı olamaz elbette, ama "o kadın" Türkiye'nin onuru olarak hep çalıştı, çabaladı. Hiç durmaksızın hayatla yarıştı. Son dakikaya kadar da sırnaşık biçimde birilerine "yakarmak" yerine, başını dik tuttu...
"Oğlancılık" denilen bir sistemin uygulandığı Osmanlı İmparatorluğu'nun bu özelliği yok mu sayılmalı yani? Bütün Osmanlılar çok muhteşem insanlardı da Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra mı insanların ahlakları bozuldu? Nedir bu Cumhuriyet'ten bu kadar nefret? Bunu din kisvesi altında karalamaya kalkışmak, doğruları görmezden gelip, bir ütopya etrafında toplanmaya çalışmak?
Bütün ahlaki değerler, radikal İslam şemsiyesi altında mı toplandı da, böylesine pervasız, ucuz ve haksız manşetler atabiliyor bu din tüccarları?
Soru çok, ama cevap verecek yürekleri yok.

Mümtaz İdil
Odatv.com



10.04.2012 14:15