31 Ekim 2009 Cumartesi

BAKANIN DANIŞMANI UÇAKLA İSTANBUL’A NASIL GİDEMEDİ

1993 yılında, Kültür Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nde genel müdürlüğe vekaleten baktığım sıralarda memuriyetin de ne olduğunu daha iyi öğreniyordum.
Memuriyet benim için TCDD’de başlamıştı ama oradaki memuriyetim tam anlamıyla bir memuriyetti. Asıl memurluğun, sorumluluk aldıktan sonra başladığını anladığımda ise çok geç kaldığımı da anladım.
Kültür Bakanlığı, Bakan Fikri Sağlar zamanında fazla danışman kullandığı için eleştirilen bir bakanlık olmuştu.
Bunda Fikri Sağlar’ın bir suçu yoktu aslında. İş sinema olunca ve sanatçılar da işin içine girince, hiç memuriyet yapmamış bazı sanatçıları Sağlar, zorunlu olarak danışman kadrosuyla çalıştırıyordu.
İbrahim Karamehmet de bunlardan biriydi.
O sıralarda bakan danışmanlarını genel müdürden bile yetkili görürdüm.
Hoş, o türlü görev alan bakan danışmanları da vardı tabii ki.
İbrahim Karamehmet onlardan biri değildi.
O daha çok sinema oyuncusu ve kısmen de sinema yazarı olarak daha tanınıyordu. Danışmanlığı da bakana değil de ilgili Müsteşar Yardımcısı Gülşen Karakadıoğlu’na yakınlığı ile sınırlıydı.
Karamehmet İstanbul’da yaşıyor ama sık sık da Ankara’ya, bazı konularda bize yardımcı olmaya geliyordu.
Yine böyle gelişlerinden birinde, akşama döneceğini söyledi.
Ben de bakan danışmanı olduğu için onu bizim göndermemiz gerektiğini düşünüp, “biletini biz aldıralım,” dedim.
Nazik bir adam olduğu için teşekkür etti, ama biraz da inanmaz gibiydi. “Ben alırım, ama eğer mümkünse trenden bir yer ayırtalım. Yer bulunmuyor,” dedi.
İbrahim çıktıktan sonra, bizim İdari İşler Daire Başkanı Yunus Ermiş’i çağırdım. Yunus beye, “Bakan danışmanlarından İbrahim Karamehmet akşam İstanbul’a dönüyor. Onu uçakla gönderelim,” dedim.
Yunus Ermiş bir süre hiçbir şey söylemeden camdan dışarı baktı. Ardından, “Peki efendim,” dedi ve çıktı.
On beş dakika sonra geldi.
“İbrahim Karamehmet’i uçakla gönderemiyoruz efendim,” dedi.
“Niye?”
“Kendisi bakan danışmanı ama bizde kadro 4. Derece kadrodan veznedar ünvanıyla görev yapıyor.”
“Yani?”
“Yani uçakla göndermemiz için 1. Derecede olması gerek.”
Söyleyecek bir şeyim yoktu. “Peki, dedim, o zaman yataklı trenden bir yer alın.”
Yunus Ermiş yine bir iki dakika camdan dışarı baktı, yine “Peki efendim,” dedi ve çıktı.
Yine 15 dakika sonra geldi.
“İbrahim beyi yataklı ile de gönderemiyoruz Mümtaz bey,” dedi.
“Yine aynı mesele mi,” dedim.
“Evet. Yataklıyla ancak 1.Derece devlet memurlarını gönderebiliyoruz. Oysa İbrahim b...”
“Tamam, dedim, biliyorum. İbrahim Bey veznedar kadrosunda ve derecesi 4.”
Başını salladı.
“O zaman, dedim, İbrahim Beyi akşam saat dokuzda kalkan Anadolu Ekspresi ile gönderelim. Pulman bir yer alın.”
Yunus bey aynı sabırla camdan dışarı bakışını tekrarlayıp, yine aynı saygı sözleriyle çıktı.
Artık o gelmeden ben saatime bakmaya başladım.
Tam 15 dakika sonra yine geldi.
Hiç konuşmasına izin vermeden araya girdim:
“İbrahim beyi Anadolu Ekspresi ile de gönderemiyoruz. Çünkü derecesi tutmuyor...”
“Evet efendim,” dedi Yunus bey.
“İyi de Yunus bey, bu adamcağızı nasıl göndereceğiz?”
Sonunda Yunus beyin dili çözüldü:
“Mümtaz bey, neden ille de siz göndermek istiyorsunuz. Kendi gitsin.”
Vay, dedim içimden, bakan danışmanı için söylediğine bak.
“Olmaz Yunus bey, bizim için çalışmaya Ankara’ya gelmiş bir konuğu haydi kendi paranla git diye gönderemeyiz ki...”
Yunus bey sıkıntılı sıkıntılı, “Mümtaz bey, “ diye söze başladı. “İbrahim beyi İstanbul’a ancak ikinci mevkii vagonla gönderebiliyoruz. Bir tek ona izin var.”
“İkinci mevkii mi,” diye şaşkınlıkla sordum.
“Evet. Ancak ikinci mevkii... Otobüsle bile gönderemiyoruz.”
Sabrım kalmamıştı artık.
“Bakın Yunus bey,” diye sinirli bir şekilde söze girdim. “Ben tam sekiz yıl TCDD’de çalıştım. 1975’te girdim, 1983’te ayrıldım. Şimdi yıl 1993. Benim orada çalıştığım dönemde bile ikinci mevkii vagonlar kaldırılmıştı.”
Sustum. Burnumdan soluyordum artık:
“Ama TCDD Genel Müdürü Birkan Erdal arkadaşım. Ona rica edersem belki Anadolu Ekspresinin arkasına bir ikinci mevkii vagon ekler. Biz de İbrahim beyi onunla göndeririz.”
“Yapabilir misiniz efendim,” diye bir yanıt geldi Yunus beyden.
Kafa bulma sırası ona gelmişti belli ki...
Daha fazla dayanamadık ikimiz de, kahkahayı koyuverdik. Sonra da mevzuattan şikayet ettik uzun uzun.
İbrahim Karamehmet’i ise akşam, Sinema ve Müzik Eserleri Fon’undan otobüsle gönderdik. Onu da her şeyin altından ustalıkla kalkan Fon’dan sorumlu şube müdürü Turgut Erdoğan becerdi.

A. Mümtaz İdil
Odatv.com
31.10.2009 12:00

25 Ekim 2009 Pazar

ODATV OKURLARINA VE YORUMCULARINA MEKTUP

Otuz yıldan fazladır şu veya bu biçimde yazı ve kültür hayatının içindeyim.
Bunlara ek olarak da, kaçınılmaz bir şekilde siyasetle de ilgilendim.
Ama gelişen son olaylar karşısında, kendimi aptal hissediyorum.
Benim anlamadığım şeyler oluyor da aklım yetmediği için mi böyleyim, yoksa her şey ortada da ben mi anlayamıyorum?
Bu ülkede örgüt üyesi olmak suç mu? Öyleyse PKK’lılar niye bırakıldı? Değilse, Silivri’dekiler niye içeride?
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Habur-Diyarbakır arasında yaşananları “tasvip etmediğini” söyledi.
Şiddetle kınaması gereken kim, diye aklıma takıldı.
Başkomutan’ın tasvip etmediği olaylar karşısında, emrindeki ordu ne yapsın diye abuk bir düşünce geçti aklımdan, utandım. Bilmediğim şeyler oluyor herhalde, diye düşündüm.
Bayrak da değişecek diye yazmaya çabalarken, gözümün önünde yer değiştiriyor da ben mi anlamıyorum?
Yoksa ben sekiz saatlik uykudayken başka bir cumhuriyete mi geçtim? 2. Cumhuriyet  dedikleri bu mu yoksa?
Her gelen PKK’lı İmralı’dan aldığı emir üzerine geldiğini söylüyor. İmralı “kurtarılmış bir Ceneviz dükalığı” mı, yoksa ben mi abartıyorum?
Tamil Kaplanları da Sri Lanka’da böyle mi karşılandı? Ben mi yanılıyorum?
Avrupa, Kürt milliyetçiliğine bütünüyle arka çıkarken neden IRA, Polisario, Katalan, Korsika gibi etnik hareketlere aynı “şevkat”i göstermiyor, bilemiyorum.
Bütün bu gerçekleşenler “barış” gelişmeleri mi, kalkışma mı? Yine kıt aklım basmıyor.
Emine Ayna neden birden “süt dökmüş kedi” edasıyla zaferi Türkiye’ye maletti, bir yere konduramıyorum. Zaferden falan söz ediliyor, kimin zafer kazandığını söylüyorlar ama ben anlayamıyorum.
Şehitlere, o dağlarda ölenlere değinmiyorum bile.
Askerliğimi yaptığım sınır karakolunda neden iki yıl boyunca elektriksiz, korku içinde oturduğumu düşünüyorum.
Günahsız bir eşeği, sırf sırtında iki torba çay vardı diye öldürdüğüme yanıyorum.
Kültürlerini daha iyi anlayabilmek için Kürtçe öğrenmeme şaşıyorum.
Hayran olduğum Faraç Guru’nun aslında bir korkak olduğunu anlamadığıma hayıflanıyorum.
Tilki Selim’i hiç görmediğim halde, yüzünü çizmeye çalıştığım için utanıyorum.
Yoksulluksa, diyorum, ben de yaşadım o yoksulluğu.
Yine de anlayamıyorum.
Zafer kime karşı kazanıldı bilemiyorum.
Gençliğimde “Türküm” diyenleri faşistlikle suçlayanların şimdi “Kürdüm” diyeni ayakta alkışlamasına anlam veremiyorum.
Ve giden gençliğimin arkasından bile bakamıyorum.
Ne için kavga verdiğimi, neyi isteyip istemediğimi karıştırıyorum.
Kötü bir rüya görüyorum, ama uyanamıyorum.
Barış söylemleriyle “kazık” yediğimi görüyorum, ama yine aptallığıma veriyorum.
Aklım almıyor, sınırlı aklım olanları kavrayamıyor.
Boşuna okuduğumu, boşuna yazı yazmaya çalıştığımı ve daha da korkunç olanı, boşuna yaşadığımı düşünüyorum.
Türkiye hukuk devletidir, diyenlere inanıyorum.
Habur kapısına seyyar mahkeme niye kuruldu anlayamıyorum.
Türkiye demokrasi ile yönetilen bir ülkedir diye orta okuldan beri okuyor ve dinliyorum.
Demokrasi kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyorum.
Bilmiyorum sayın odatv okurları, yorumcuları.
Anlayamıyorum...
Yorumlarınızla, yazılarınızla, telefonlarınızla, elektronik iletilerinizle...
Beni biraz aydınlatır mısınız?
Çok mu aptalım?
Çok mu yalnız?..
Neden karşımda bir “kimlik” bas bas bağırıyor da...
Ben kim olduğumu söyleyemiyorum?
Neden?
A.Mümtaz İDİL
Odatv.com
25.10.2009 12:00

22 Ekim 2009 Perşembe

SAİD-İ NURSİ’NİN RASPUTİN’LE NE İLGİSİ VAR?

Gerçek adı Grigoriy Yefimoviç Novih.
1872 yılından sonra doğduğu biliniyor. Tarih tam kesin değil.
Sibirya’da, Prokovskoye köylülerinin ona taktığı isim: Rasputin.
Yoksul bir köylü. Kendini yetiştirmeye çalışmış bir din adamı. Çevresinde “aziz peder” olarak anılmayı sağlayacak kadar ağzı laf yapabilen bir yetenek.
Kendi kurduğu tarikatın lideri.
18 yaşında Verhoture’de bir manastıra kapandı ve Hlisti mezhebinin tüm inceliklerini öğrendi.
Müthiş bir hafızası olduğunu fark etti. Girdiği her ortamı hafızasına kaydedebiliyor, okuduğu en karmaşık kitapları rahatlıkla ezberliyor ve anlayabiliyordu.
Müthiş bir konuşmacıydı. Ezberine aldığı tüm bilgileri sentezliyebiliyor ve bunları yeni bir görüş olarak karşısındakilere aktarabiliyordu.
Bunda, bakışlarının ve kendisine yakıştırılan “hipnoz” yeteneğinin de büyük yararı vardı.
Rus Çarlığı yönetiminin yanlışlarla dolu olduğunu, halkın yoksulluktan kırıldığını görüyor ve bunun için de yeni bir yol öneriyordu.
Rusya’nın din öğretilerinden ayrılmaması konusunda çok ısrarcıydı. Ancak, Hıristiyanlığın da tek başına bu işin üstesinden gelemeyeceğini, daha katı kuralların işlevsel hale getirilmesini savunuyordu.
Çok çocuk sahibi olmayı, herkesin günah olarak nitelediği şeylerden çekinmemelerini ve Tanrı’ya kayıtsız koşulsuz inanmalarını istiyordu.
Bolşeviklerden de, Menşeviklerden de nefret ediyordu.
Onun için kurtuluşun yolu koşulsuz bir dinsel yönetimdi.
Rasputin’in en büyük özelliği ikna gücünün neredeyse sınırsız olmasıydı. Olmadık hastalıkları iyi edebilme, insanların ne yapabileceklerini tahmin gücü vardı. Öldürüleceğini ve bunun da Çarlık soyu olan 300 yıllık Romanov’ların da sonu anlamına geleceğini bir mektubuyla Çariçeye bildirmişti.
Müthiş bir zeka, müthiş bir yetenekti Rasputin. Ama yanlış yerdeydi.
Bütün Rusya’yı dolaşıp, müritler edinirken, Romanovların ve Çarlık Rusyası’nın da ayakta kalmasını sağlıyordu.
Çar olmasa bile, Çar katında bir yerde yetkilerle donanmayı arzu ediyor ve bunu da başarıyordu.
Çar Nikola’ya yakın çevreler bundan rahatsızlık duymuş ve Rusputin’i bir tehlike olarak görmeye başlamışlardı.
Ancak, şurası bir gerçek ki, Rasputin’in ne yapmak istediği hiçbir zaman anlaşılamadı.
Yoksul bir köyden çıkıp Kremlin’in tepesine kadar yükselen hayatında güç her zaman elinde olmasına karşın bunu Nikola ve Çar ailesine karşı hiç kullanmadı.
Çar olmaya belki de bir adım mesafesi vardı, ama zorlamadı. Çar üzerindeki etkisini sürdürmeyi yeğledi.
Kralın Arthur’un arkasında duran Merlin gibiydi.

Said-i Nursi tartışmaları yeniden gündeme gelince, Rasputin ile olan benzerlikleri de aklıma geldi.
Hemen hemen Rasputin ile aynı tarihlerde, 1878 yılında Güneydoğu Anadolu’da Nurs köyünde doğdu.
O da müthiş bir hafızaya ve anlama yeteneğine sahipti. En anlaşılmaz konuları ezberleyebiliyor ve bunu analiz ederek çevresindekilere etkili biçimde aktarabiliyordu.
Rasputin gibi o da gerçek adıyla değil, takma adıyla anılıyordu.
Takma adını da kendisi koymamıştı.
Molla Mehmed Emin Efendi, Mir Said Veli, Molla Fethullah Efendi medreselerinde eğitim aldı.
Said-i Nursi de, tıpkı Rasputin’in Verhoture’de aldığı eğitimden sonra köyüne dönmesi gibi, köyüne döndü.
Çok etkili bir konuşmacı ve üstün bir zeka olduğu hep söylendi.
Bir eserinde Said-i Nursi, Şeyh Mehmet Celali medresesindeki eğitimi sırasında yüzlerce kitap okuyup ezberlediğini yazdı. Üstelik okuduğu kitaplar medrese eğitimi dışında kitaplardı.
Bitlis Valisi Ömer Paşa’nın dikkatini çekmesinin nedeni bu etkili kişiliği ve kıvrak zekasıydı. Bu yüzden de kendisine çalışması için konakta yer ayrılmıştı. Yani, “resmi kabul” başlamıştı.
Bundan sonrası Rasputin ile hiç çakışmıyor. Rasputin’in sarayın büyüsüne kapılması ve etkisini artırdıkça sistemle bütünleşmesi Said-i Nursi ile olan benzerliği bir anda ortadan kaldırıyor.
Bunda hiç kuşku yok ki, (Soner Yalçın’ın ilgili yazısından öğrendiğim kadarıyla), devlet kademesinde ve özellikle de Menderes üzerindeki etkisini Rasputin gibi kullanmamış olması yatmakta.
Kim bilir, belki kullanıldığını hissetti veya düşündü.
Belki görevinin bitmediğini düşünüp, Anadolu’yu birkaç kez daha dolaşması ve düşüncelerini yayması gereğini hatırladı.
Ama şurası bir gerçek ki, dönemine damga vuracak kadar etkili bir kişilik olarak tarih sayfalarında yerini aldı.
Bugün hâlâ tartışılıyorsa eğer, bu tartışmanın siyah/beyaz şeklinde olmaması gerekir.
Kürt Said isyanı karşısındaki tutumu bile kişiliği konusunda ipucu verebiliyor.
Eğer bugün, Soner Yalçın’ın da yazısında belirttiği gibi, Gülen cemaati Said-i Nursi’ye eskisi kadar sahip çıkmıyorsa, nedenini araştırmak gerek.
Bu yazı, kimseyi savunma veya karalama yazısı değildir. Bu yazı insanları tanımak için çaba gösterilmesi gerektiğini anlatmaya çalışan bir yazıdır.
Rasputin için hep kötü şeyler yazılmış ve çizilmiş, şaklabanlıkla bile suçlandığı olmuştur.
Ama 300 yıllık Romanov sülalesini temelinden sarsan da Rasputin’dir.

A. Mümtaz İDİL
Odatv.com
22.10.2009 12:00

19 Ekim 2009 Pazartesi

SIRA BAYRAĞA MI GELİYOR

Ne büstleri dikmek sevgi belirtisidir ne de yerlere yıkmak nefret...
Bu ülke yıllardır Atatürk büstleri, resimleri, afişleri sorun oldu. Öyle resimler, afişler yapıldı ki, Mustafa Kemal’in yüzünü bile unutturdu.
Ama bir saygıydı, kurucuya bir şükran ifadesiydi, susuldu.
Bu durumdan şikayetçi olan bir çok insanın olduğu da biliniyordu.
Göstermelik bir saygının “devlet” zoruyla yapıldığı izlenimi de ağır basıyordu.
Buna karşı koymayı da 5816 sayılı yasa engelliyordu.
İş buraya kadar zaten mevcut olan durumdu ve bundan yararlanma zamanı gelmişti.
İşte Avrupa Birliği Komisyonu, inceleme raporuna, Türkiye’nin çözüm bekleyen bir çok “sorunu” yerine “ifade özgürlüğünü kısıtlayan” bu yasal düzenlenmenin kaldırılması talebini koydu.
Kokareçi kaldırmayla aynı kefeye sokuşturdu yani.
Dikkat edin, Atatürk’ü eleştirmenin değil, hakaretin serbest bırakılmasını “düşünce” özgürlüğünün içine kattı.
Sokaklarda hayvan boğazlamaya henüz yasak yok.
Eğitimin 40’ar kişilik sınıflarda, öğretmensiz yapılmasına da ses yok.
Sokak çocuklarının birer birer telef olması da AB Komisyonu’nun ilgi alanı dışında.
Milletvekili dokunulmazlığı deseniz, umuru değil.
Yolsuzluklar? AB’ye ne...
Yoksulluk sınırı? O, memleketin “içişleri”. Karışmak olmaz.
Yasaklanan kitaplar, tutuklanan yazarlar, hedef gösterilenler?
Onlar düşünce özgürlüğü kapsamında sayılmaz. Onlar belli bir amaca hizmet eden “militan” grubu. Bu gruplar AB Komisyonu’nun yalnızca anarşiden sorumlu “departmanını” ilgilendirir. Eğer “ülke bütünlüğü”, “milli sınırlar” falan denecek olursa, işte o zaman AB Komisyonu devreye girecek ve bunun hiç de sanıldığı gibi ülke bütünlüğünü hedeflemediğini söyleyecektir.
Ama resimler, heykeller rahatsız etti “can” dostlarımızı.
Onlar bu ülkede her şeyin “güllük gülistanlık” olmasını arzu eden “yabancı” dostlarımız. Bizim iyiliğimizi bizden daha fazla düşündükleri çok açık. Şimdi ülkenin her şeyi, tüm özgürlükleri, demokratik açılımları, insan hakları yerine oturdu, ama o duvarda asılı olan resim yok mu, ah o yok mu...
İşte bütün bu geri kalma süreci, adaletsiz gelir dağılımı, payanda vurulmuş hukuk, susturulmuş üniversite, tarikat atamaları, cinayetler, yoksulluğun getirdiği cinnetler, bir otobüs biletinin bir dolardan fazla olması, aylık gelirin beş yüz doları bile bulmaması, genç nüfusun artık kahvelerde sigara içilmediğinden (bir önemli konu da buydu biliyorsunuz), evinde “online” okey oynaması, kitap fiyatlarının dört kilo eti geçmesi...
Bütün bunların önemi yok.
Bunlar bir ülkenin iç işleridir ve AB Komisyonu, “ilkeli” bir kuruluş olduğundan bunlara karışmaz.
Varsa yoksa, ülke bütünlüğünün çimentosu olan o resim...
O heykel...
O artık neye benzediği bile bilinmese de apartmanlardan sarkan posterler...
Sıra bayrağa geliyor haberiniz ola.
Rengini beğenmeyebilirler.

A.Mümtaz İdil
Odatv.com
19.10.2009 12:00

9 Ekim 2009 Cuma

LİBOŞLARA ALIŞMIŞTIK DA KİM BU DEMOŞLAR

Sovyetler Birliği çökmeden önce, sosyal demokrasi kavramına sıkı Marksistler burun kıvırır ve “sulandırılmış” komünizm ve hatta içi boşaltılmış sosyalizm yakıştırması yaparlardı.
Sosyal demokratlar ve bu ideolojinin yaman savunucuları da müthiş bir Sovyet düşmanlığı içindeydiler.
Kapitalist dünyanın dayanılmaz “tüketici cazibesi” karşısında zaten Sovyetler Birliği’nde rejimin ayakta durabilmesinin olanağı yoktu. Tüm dünya en azından sosyalist bir düzen içine girmedikçe, onun son aşaması olarak kabul edilen komünizmin de bir yaşam tarzı olması mümkün olamayacaktı.
Bunun ipuçları da “demirperde” adı verilen ülkelerde bir kadın çorabının bile tüm iş makinalarını altüst edecek kadar büyük “sükse” yapmasıyla kendini gösteriyor ya da dış dünyada böyle algılanılıyordu.
Toplumcu sistemin çöküşüne kesin gözüyle bakan büyük kapitalist ülkeler, işi sadece zamana bırakmak ve komünist rejimi hapsolduğu çember içinde tutup orada kendi kendine boğulmasını beklemekten başka bir çaba göstermediler.
Zaten başka bir çabaya gerek de yoktu.
Sosyal demokratların rejimi ise, rahatlıkla denenebilirdi tüm dünyada (sosyalizm kelimesi özellikle kullanılmamıştır). Yine aynı sebepten, yani müthiş tüketim iştahı olan insanoğlunun kendi rızasıyla lüksten vazgeçmeyeceğini bilen büyük sermaye, sınırlarını kendilerine sıkı sıkıya kapatmamış olan bu “ideolojiden” asla korkmuyorlardı.
Ama yine de korkanlar oluyordu tabii ki.
Sonunda, onun da sulanması gerekiyordu. Ola ki, insanların aklı çelinir ve merak eder diye.
Şimdi elektrik parasının, su parasının, kiraların insanları ekonomik olarak yerde süründürmesi “hayıflanmalara” neden olsa da, bir gün şansın ve kaderin kendilerine de güleceği beklentisinde olan insanlar, asla bedava hizmet isteğinde bulunmadılar.
Tüm yaşamsal ihtiyaçların karşılanması halinde bile mutsuz olacaklarını, insanı yaşatan ve ileriye götüren şeyin “umut” olduğunu düşünerek, bu dünyanın nimetlerinden yararlanmayı tercih ettiler.
Sovyet rejimi çökmeden önce, sosyal demokrasi bir “entel” rüyaydı sıkı Marksistler için. Marks ideolojisinde zaten yeri de yoktu. İşçi sınıfının sonunda üretim araçlarına sahip olacağı bir rejim, sosyal demokrasi ile mümkün değildi.
Dolayısıyla da, gerek işçi sınıfı gerekse bunun ideoloji bayrağını elinde taşıyan aydınlar tarafından hiç ciddiye alınmıyordu. Başarı şansı yoktu, temellerini bir ideolojiden almıyordu.
Ama Sovyet sisteminin çöküşü ile birlikte sosyal demokrasi hiç olmadığı kadar parladı. Artık “sosyalist enternosyanal”  toplantıları bile “sosyal demokrasi enternasyonali” haline dönüştürüldü.
Sosyalist kültürden alınmış gibi görünen temel ilkeler, aslında tamamen Adam Smith ve John Locke felsefesine dayandırılıyor ve devletçilik yerine özel şirketin palazlanması öngörünüyordu.
Bu kadar basit olmamakla birlikte, temelinde bu yatıyordu.
Devlet elinden büyük sermayeye devredilen “kârlı müesseseler” kârın paylaşımını en aza indirgemek adına emek gücünü azaltırken, pazarlama ve reklam işini en uç boyutlara kadar götürdüler. Buna razı olan devletin mali sistemleri de, çoğunlukla bu tür harcamalarda ya vergi indirimi uyguladı ya da vergiden muaf tuttu.
İşçi, giderek işlevselliğini kaybetmeye mahkum oldu.
Bunu teknolojinin baş döndürücü ilerlemesi de destekledi.
Eskiden “delinin posteki” saydığı gibi (bilindiği gibi bu deyiş de bir Osmanlı paşasının tımarhanede delilere uyguladığı tedavi şeklinden gelmektedir) evraklar arasında boğuşan insan gücü yerine, aynı işi onlarca ve hatta yüzlerce insan yerine bir tuşla yapabilen makineler kullanılmaya başlandı.
İşçi sınıfı gücünü iyice yitirdi. Biraz daha hakkını istemeye kalksa, kapının önüne konmakla tehdit edildi. Sendikalar sembolik hale geldi vb...
Bu bir süre sermaye grupların rahatlattı.
Artık komünizm tehlikesi tamamen geçmişti. Daha da önemlisi, işçi sınfı haddini artık biliyordu ve başkaldırmak, maaş artışı istemek, sosyal haklara kavuşmak, sağlık giderlerinin karşılanmasını talep etmek gibi “şımarıklıklar” yapamayacaktı.
Ama sistem, tam rayında gidiyor denirken yeniden tıkandı.
Yoksul kalan büyük bir kesim harcamalarını kısmak, zorunlu olmadıkça mal ve hizmet satın almamak yolunu seçti.
Böyle olunca da insan gücü yerine makinelerin kullanılmasının getirdiği karlılık tehlikeye girmeye başladı.
Makineler iyi çalışıyordu, ama para harcamıyordu. Mal ve hizmet tüketmiyordu.
Adam Smith yeniden ortaya çıkmıştı, ama bu kez “karşı taraftaydı”.
Çıkmaz giderek açmaza dönüşüyordu.

Nitekim kemerlerin biraz serbest bırakılması, çalışmıyor olsa da insanların harcamaları için ellerine birkaç kuruşun tutuşturulması gerektiği farkına varıldı.
Ekonomi, eğer onu kullanan kitle varsa ayakta durabiliyordu ancak.
Tüm karşıtların birliği gibi. Herakleitos’un “aşağı olmadan yukarıyı tanımlayamazsınız” öz deyişi gibi.
Harcama yoksa, kâr da olamazdı.
Diyalektik, tüm kurnazlıklara rağmen devreye girmişti.
Bunu artık hiçbir “tinsel” ideoloji ile daha fazla yürütebilmek mümkün değildi.
İnsanların açlıktan ölmeleri halinde onları cennette hurilerin karşılayacağı söylenebilirdi belki, ama bu gibi durumda insanlar açlıktan ölmeyi de tercih edebilirlerdi.
Bu, insan neslinin azalmasına ve dünyanın daha paylaşılabilir bir dünya olmasına neden olabilirdi belki, ama ne kadar az insan olursa, kâr payları da o kadar düşecekti.
İnsan gücüne ihtiyaç azalmıştı belki, ama insan harcamasına ihtiyaç her zamankinden daha fazlaydı.
Bu durumda, gereğinden çok daha ileri fırlatılan mızrak, bir parça öne düşmek zorundaydı.
Bu yüzden de mızrak töreni yeniden yapılandırılmalıydı.
Şimdi oradayız işte...
Yarışmayı da -inanın bana- “demoş”larla “liboş”lar birlikte hazırlayacaklar.

A. Mümtaz İDİL
Odatv.com
 09.10.2009 12:00

6 Ekim 2009 Salı

FAŞİZM TEHLİKESİ “HAMDOLSUN” GEÇTİ Mİ

Faşizm bu ülke için tehlikeydi.
1970’li yılların sonunda, Akıncılar adlı bugünün dinci ekibi teşkilatlanmasını yürütürken, solculardan çok faşistlerle tartışıyor, boğuşuyordu.
Hızlandırılmış öğretmen çıkışları bu kesim için yapılmıştı, ama faşistler de ucundan yemleniyordu.
Bizim, “burnu bir karış havada” sosyalistlerimiz ise bu iki ideoloji yoksunu güruhun birbirine girmesini ellerini ovuşturarak seyrediyor, hatta hafiften Akıncılar’a destek bile çıkıyordu.
Faşizm bu ülke için tehlikeydi.
Değil mi ki İspanya’ya da böyle çaktırmadan ve hızla gelip çöreklenmişti.
Ama İran’a mollaların nasıl çöreklendiğinin hiç önemi yoktu.
Otuz yıllardır, kırk yıllardır iktidara uzaktan bakan ya da kıyıcığından bir köşesine sığınan sosyal demokrasimiz de, eline geçen bu “nadir” fırsatta sadece “demokratlığını” gösterip, “sosyalliğini” unuttuğu için, kadrolaşmada bir arpa boyu yol gidemedi.
Yerli sosyal demokrasi düşünce üretmek yerine lider ürettip tükettiğinden, kendi içindeki sorunları aşıp da “sosyal” sorunlara ulaşamadığından hep “demokrat” kaldı.
Zaten Kristof Kolomb tarifine “cuk” oturan bir çizgi izlemişlerdi: Nereye gittiklerini bilmeden yola çıkmışlardı, vardıkları yerin neresi olduğunu bilemediler... Zaten gemi de kendilerine ait değildi.
Böyle olunca da “kadrolaşma” asla sorunları olmadı.
Adam Smith vari, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” politikası uyguladıklarından, bugünün “liberallerini” yaratmakta epey yardımcı oldular.
Asıl sorunları faşistlerdi.
Faşizm bu ülke için tehlikeliydi.
Nereye geldiler? Kimliklerini nasıl koruyacakları sorusuna.
Sosyal tarih insanı bağladığından olsa gerek, gıklarını çıkaramaz oldular.
“Yapmayın, bu kardeşi kardeşe düşürmekten başka bir şey değildir. Etmeyin, insanlar arasına ayrımcılığı sokmayın,” söylemini bozuk plak gibi tekrarlar durur hale geldiler.
Bir zamanlar burun kıvırdıkları, “tehlikedir” diyenlere arka çıktıkları ülkeler tek tek yıkıldıkça avuçları patlayana kadar alkışladılar. Bu arada Alman, Fransız gibi Avrupa sosyal demokratlarına göz kırpmaktan geri kalmadılar.
Boris Yeltsin’i tankın üzerine çıkıp parlamento bastığı için hayranlıkla izlediler.
Kendi parlamentosunun beşyüz metre yakınına işçileri sokmayan iktidarların da sırtını sıvazladılar.
Yine eleştiri, eleştiri ve eleştiri denecektir bütün bu yazılanlara.
Bireyler tek başlarına kendi eksenleri etrafında dönebilirler ancak. Çember çizebilmek için iki kişi de yetmez. Bu potansiyel hep vardı “sosyallerin” elinde, ama bir mayıs alanlarına bile gitmekte “imtina” ettiler.
Dünyanın en hızlı muhalefetini, en etkin muhalefetini yapabilecekleri ortamlarda “taraf” değiştirmeyi daha uygun buldular.
Ayakta kalan birkaç “aydın” insanın yaka paça sürüklenip, azılı katillere bile uygulanmayan yöntemlerle kelepçelenip “tıkılmalarına” ses çıkarmadılar.
Dokunulmazlıkları olan “milletin sesi sosyal demokratlar”, dokunulmazlıklarını “başka” gerekçeler için saklamış olsalar gerek, gidip mazlumun yanında yer almadılar, nutuklarını seçim meydanlarına sakladılar.
Ola ki, sesleri kısılır diye belki...
Faşizm bu ülke için tehlikeydi.
Bu yüzden ulusal çizgileri korumakta bile ürkek davrandılar.
Faşizmin ne olduğunu bile sorgulamadan, ülkesini seven herkesi “faşist” konumuna getirdiler.
Akıncılar’ın da, sonradan büyüyüp de “milli görüş” olanların da işine gelen buydu zaten. Onlar faşistlerle uğraşmayı zaten becermişlerdi. Asıl tehlike, kafasının çalıştığı sanılan “liberal” kesimdi.
Baktılar ki, onlar daha da kolay lokmaymış.
Ne sendika kaldı, ne sivil toplum örgütünün sesi, ne üniversiteler ne de bağımsız yüksek yargı...
Baksanıza, DİSK Başkanı Süleyman Çelebi ayağından vuruluyor.
Saldırganın ve saldırı olayının “nereye” bağlanacağı sizce malum değil mi?
Faşizm bu ülke için büyük tehlikeydi.
Hamdolsun geçti...

A. Mümtaz İDİL
Odatv.com
          06.10.2009 12:00