30 Ekim 2012 Salı

Kılıçdaroğlu Yeltsin gibiydi

22 Ocak 1905’te Çarlık Rusyasında, dünkü 29 Ekim kutlamaları kadar masum bir istekle halk Çar II.Nikola’nın kışlık sarayına bir dilekçe sunmak üzere barışçı bir yürüyüş yapmışlardı. Yürüyüşü Gabon adında bir papaz yönetiyordu. Çarın işgüzar askerleri elinde bayrak ve isteklerini anlatan afişlerden başka hiçbir silahı bulunmayan kalabalığa ateş etti ve bine yakın insanın ölmesine neden oldu.
Benzeri bir olaydı sanki dünkü 29 Ekim yürüyüşü. Faşizm yine faşizmdi ve Ankara’da açıkça yüzünü gösterdi. Çoluk çocuk, genç yaşlı demeden kalabalığın üzerine gaz bombası, biber gazı ve tazyikli su sıktı. Silah kullanılmasına izin verilseydi, hiç düşünmeden mermi de sıkarlardı halkın üzerine, kuşkunuz olmasın.
 
Ankara valiliği baktı ki olay çıkacak kehaneti gerçekleşmedi, kendi olay çıkardı.
KEMAL KIÇDAROĞLU YELTSİN GİBİYDİ
Ama bu kez sert kayaya çarptılar. Kalabalık dağılmadı, CHP milletvekilleri yürekliydi ve özellikle de Kemal Kılıçdaroğlu dört dörtlük bir toplum mühendisliği yaptı. Barikatların üzerine çıkarken, bir zamanlar Boris Yeltsin’in tank üzerine çıkışı kadar gerçekçi ve içtendi.
Bazı köşe yazarları, Cumhuriyet yürüyüşüne katılan insanları ısrarla“Kemalist” olarak niteliyor ve sanki uzaydan gelmiş başka bir kesim olarak görüyor, üstelik kamplaşmayı da körüklüyorlar.
Dün 29 Ekim Cumhuriyet yürüyüşüne katılanları Kemalistler olarak adlandırmak en azından hafiflik, yürüyüşü ucuzlatmaya yöneliktir. Dün halk cumhuriyetine sahip çıkmak için sokaklardaydı. Anıtkabir’e kadar yürümek de “Kemalistlik” ile açıklanamaz.
Yürüyüşü güya destekler ve alkışlar gibi yapıp, böylesine yaftalamalarla küçük düşürmeye çalışmak da bir mücadele yöntemi elbette.
CHP’NİN EN BÜYÜK MUHALEFETİ
CHP, belki de en büyük muhalefetini dünkü yürüyüşte yaptı. Her ne kadar bazı gazeteler inatla görmezden geldilerse de, çoğu bu artık kilometre taşı olarak nitelenecek yürüyüşü vermek zorunda kaldı.
Ulus meydanına geldiğimizde yeterince kalabalık görememek çoğumuzun moralini bozdu, ama biz biraz erken gitmiştik. Sonra, Birinci Meclis’e giden yolu polislerin demir koruganlarla, panzerlerle ve polis arabalarıyla tıkadığını gördük. O yöne yapılacak güçlü bir yürüyüşün bile kolay kolay barikatı aşamayacağı, üstelik bunu sevgili polisimizin gaz bombası, biber gazı ve tazyikli su ile “taçlandıracağı” için işin daha da zor olduğu görülüyordu.
Ama olmadı, bekledikleri gibi çıkmadı. Tüm engellere rağmen barikat aşıldı ve yürüyüşe başlandı. Evet, bunda CHP’nin kenetlenmesi ve yetmiş milletvekili ile orada olması sebep olmuştu. Karşıda polis barikatı vardı, ama bu tarafta da yetmiş milletvekilinden oluşan bir barikat söz konusuydu.
Baştan beridir de bunu söylüyordum, hep söyledim. Bir parti, tek bir organ gibi hareket etmeli. Fazıl Say duruşmasında da aynı kararlılığı göstermeleri gerekti. Şimdi önlerinde Odatv davası var ve o davada da kenetlenmiş olarak orada hazır bulunurlarsa, şikayet ettikleri bir çok konunun pamuk ipliğine bağlı olduğunu da görecekler.
ANITKABİR’E BARİKAT
Ardından Anıtkabir’e yürüyüş başladı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan polisi suçlayıp, “barikatların kaldırılması emrini ben vermedim,” diye yırtına dursun, kimi televizyonlar Anıtkabir’de barikat bulunmadığından yakınır gibiydiler.
Barikat yıkılıp da ardından CHP’nin otobüsleri birinci meslis önünden Anıtkabir’e doğru coşkuyla hareket ettiğinde, artık herkes için yol açıktı.
CHP grup başkanvekili Emine Ülker Tarhan, Anıtkabir resmi kayıtlarından aldığı kalabalık sayısını söylüyordu: 1 milyon 300 bin…
CHP katılmasaydı eğer, polis olayları daha da büyütecek ve halka coplarla da saldırmaya kalkışacaktı, ama karşısında 70 milletvekilini görünce onlar da panikledi ve ne yapacağını şaşırdı.
Ve muhalefet, daha doğrusu CHP uyandı, nasıl muhalefet yapılması gerektiğini anladı; ki Başbakan Erdoğan, “geçen 29 Ekim’de Sn. Kılıçdaroğlu yanımdaydı, yine öyle olmalıydı,” diye istediği muhalefeti göreve çağırdı.
Ama o yaydan çıktı artık. Umarım hedefine varmak için uzun süre havada kalır.
CHP İLE GURUR DUYDUM
Dün CHP’li milletvekilleri ve tüm CHP’lilerle neredeyse ilk kez bu kadar gurur duydum, Kılıçdaroğlu’nu böylesine kararlı gördüm ve umutlandım.
İçim ısındı.
Muhalefetin nasıl yapılması gerektiğini biri kulağına fısıldamış olmalı ya da artık bıçak kemiğe dayandı ve Kılıçdaroğlu da sesini yükseltmesinin zamanı geldiğin ve bir parti disipliniyle hareket etmenin partisine ve Türkiye’ye bir şeyler kazandırabileceğini gördü.
Dün yalnızca 29 Ekim kutlaması değildi, dün bir milattı. Artık herşeyin AKP için güllük gülistanlık olmadığının bir göstergesiydi, bir gövde gösterisiydi.
Ama dikkat etmek de gerek. Bu tür hareketler provakasyona çok açıktır ve daha da önemlisi küçümsenmeye de açıktır.
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Mümtaz İdil
Odatv.com

30.10.2012 11:11

25 Ekim 2012 Perşembe

Şimdi değilse ne zaman olacaksınız

Bir ülkenin kurtuluş bayramı, birkaç bürokrat tarafından engellenemez. Fransa 14 Temmuz'u, ABD 4 Temmuz'u hala kutluyorsa, ben de 29 Ekim'i kutlayacağım elbette... Ama bunu ben anlatmayacağım, bunu Atatürk'ün kurduğu partinin lideri anlatacak.
Parti içinden çatlak ses gibi çıkan Muharrem İnce, Emine Ülker Tarhan, Umut Oran, Gürsel Tekin gibi milletvekillerinin demeç vermesi yetmez. Genel Başkan verecek Ankara valisine yanıtı. İstanbul'a gidecekken, herhalde durumu kavramış olacak ki Kılıçdaroğlu, 29 Ekim'de Ulus'ta olacağını açıklamış. Yetmez! 29 Ekim gününe kadar her gün bu konuda konuşmalı ve ortalığı kabusa çevirmelidir.
Danışmanlarından M.Çakmak her Allah'ın günü çeşitli internet sitelerinde Fetullah Gülen'e methiyeler yazarken, 29 Ekim konusunun bu danışmanlarca gündeme getirileceğini zaten beklemiyordum. Ama bir beklentim vardı. Bu kez AKP mızrağını oldukça ileriye fırlattı ve sonucunu bekledi. Cevap halktan geldi, Cumhuriyet Bayramı'nı kutlayacağını haykıran yüz binlerden, milyonlardan geldi. Ama Kemal Kılıçdaroğlu'ndan bu konuda cılız bir itiraz bile yükselmedi. Bu beni şaşırtıyor. Daha da ötesi, korkutuyor. Burada muhalefet yapmayacaksanız, bu da sizin önünüze konmuş altın değerinde bir muhalefet fırsatı değilse, ne zaman muhalefet yapacaksınız? Türkiye bölündükten sonra sakın ola ki eyalet valilerine kızmayın. Sizin eseriniz olacaktır onlar.
"Biz zamanında söylemiştik," demeyin sakın, çünkü söylemediniz. Ülkenin yaman bir taarruz altında olduğunu kabul etmeden, okyanus ötesine aracılarınızla selam göndermenin bu ülkeye zerre kadar yararı yok.
29 Ekim'de sizin Ulus'taki eski meclis önünde olmanız yetmez, tüm milletvekilleriyle birlikte orada olmanız gerek. Bu, ait olduğunuz partinin kurucusuna saygınızı gösterebileceğiniz son duraktır, böyle biline. Çünkü orada, dokunulmazlığı olmayan yüz binlerce vatandaş hazır olacaktır. AKP bu kitlesel hareket sonunda bir adım geri çekilecektir, ama inanın yeniden ve çok daha vahşice saldıracak ve Cumhuriyet kazanımlarını tek tek yok etmeye devam edecektir. Buna engel olacak tek kurum elbette siz değilsiniz, ama buna en yakın olan sizsiniz. Sakın ama sakın şunu yapıp da arkasına sığınmayın:
Ülkenin çeşitli yerlerinde kutlanacak olan 29 Ekim bayramı etkinliklerine CHP'li milletvekilleri katılacaktır... Bundan daha büyük bir aldatmaca olamaz. Böl-yönet taktiğinin iç uygulamasıdır bu.
29 Ekim bu ülkenin en büyük bayramıdır, ki Kenan Evren adındaki faşist generalin bile gücü yetmemiştir bu bayramı kaldırmaya. Bu ülkenin dinamikleri buna izin vermez, ama sizin de bu ülkenin dinamiklerine öncü olmanız gerekir.
Sizden son kez bir ricam olacak Sayın Kılıçdaroğlu: AKP'ye muhalefet edemiyorsanız, hiç olmazsa kendinize muhalefet edin. O zaman işte güdümlenmemiş bir muhalefetin olduğuna halkı inandırabilirsiniz. Ben elime bayrağımı alıp, cebime limonumu koyup Ulus'ta olacağım ve sizi de davet ediyorum.
Aslolan sizin beni davet etmenizdi, ama geç kaldınız.

Mümtaz İdil
Odatv.com

25.10.2012 10:42

24 Ekim 2012 Çarşamba

Ben artık düşünemiyorum

Düşünebiliyor musunuz, Kurban Bayramı nedeniyle sokaklarda hayvan boğazlamak serbest, İlk Meclis binasının önünde bayrak açmak yasak.
Düşünebiliyor musunuz, 29 Ekim kutlamalarını cumhuriyet balolarıyla kutlayan bu toplum süt dökmüş kedi gibi.
Düşünebiliyor musunuz, kırk yıldır kitaplarını su gibi okuduğum, "Fikrimin İnce Gülü" nü aradığım Adalet Ağaoğlu meğerse yazar bile değilmiş.
Düşünebiliyor musunuz, on yıldır bu ülkenin altı oyulurken payandalık görevini layıkıyla yerine getirip de ansızın işsiz kalan meslektaşlarım meğer ne kadar onurluymuş(!).
Düşünebiliyor musunuz, Kemalizm diye Mustafa Kemal Atatürk'ü sulandıran bir yığın geri zekalı sivil toplum örgütü bu yöntemin hiç de iyi bir yöntem olmadığını yeni anladı.
Düşünebiliyor musunuz, Atatürk; Sümerbank, Etibank, Beykoz kundura fabrikası, Hıfzısıhha, Numune hastaneleri, üniversiteler, yargı sistemi, ordu ve benzeri bir çok şeyi gerçekleştirmesine rağmen, bugün Mussolini muamelesi görüyor.
Düşünebiliyor musunuz, bedelini Barış Pehlivan, Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, Müyesser Yıldız, Sait Çakır, Coşkun Musluk gibi insanların ödediği medya dünyasında birileri çıkıp da "yanlış yaptık" diyebiliyor.
Düşünebiliyor musunuz,  basın dünyasından 61 kişiyi (aslı daha çok) hapse atan ülkem dünya sıralamasında bir numaraya yükseliyor.
Düşünebiliyor musunuz, bu ülkenin futbol milli takımı Macaristan gibi dünya sıralamasında sonuncu sıralarda olan bir takımla oynadığı maçtan 3 farklı skorla yenik ayrılıyor ve utanmıyor.
Düşünebiliyor musunuz, hükümet YSK ile ilgili bir yasa tasarısı hazırlıyor ve bunu ana muhalefet partisi kimseye duyurmuyor.
Düşünebiliyor musunuz, yerel yönetimler yasası gündeme geliyor ve kimse kılını bile kıpırdatmıyor.
Düşünebiliyor musunuz, ülke kılık değiştiriyor ve ulusal medya eşi olmadan düğün yapan kızı manşetlerine taşıyor.
Düşünebiliyor musunuz, aynı anda bayrak asmak yasaklanıyor.
Düşünebiliyor musunuz, Başbakan kendi inancı dışında olanlara veryansın ediyor.
Düşünebiliyor musunuz, biri televizyonlarda ötüyor: "Yargıya güvenmek gerek." Yargı en üst sınırdan daktilo yazan bayanı bile mahkum ediyor.
Dünyanın neresinde var böyle bir tablo? Bu Salvador Dali'nin, Picasso'nun gerçeküstü tablolarından bile daha gerçeküstü.
Düşünebiliyor musunuz, ülkemizi ziyaret eden bir yabancı tecavüze uğruyor, derdini anlatamıyor ve gururuna yediremeyip intihar ediyor.
Düşünebiliyor musunuz, kurban kesen vatandaş kurbanın kanını oğlunun alnına sürüyor ve onun "vicdanlı" bir insan olmasını bekliyor.
Düşünebiliyor musunuz, herkes köşeyi dönmeye çalışıyor ama köşelerin tutulduğunun farkına bile varamıyor.
Düşünebiliyor musunuz, Aziz Yıldırım tutuklanıyor ve ülke ayağa kalkıyor, İlker Başbuğ tutuklanıyor ve normal karşılanıyor.
Düşünebiliyor musunuz, bu ülkenin yetiştirdiği en büyük sanatsal değerlerden biri yargılanıyor ve üç yüz kişi ancak toplanabiliyor.
Düşünebiliyor musunuz...
Ben artık düşünemiyorum.

Mümtaz İdil
Odatv.com


24.10.2012 00:08

16 Ekim 2012 Salı

Mümtaz İdil: Bu ülkeyi anarşistler kurtaracak

MHP sıkıntılı. Parti kendini AKP’nin payandası gibi mi görüyor? Devlet Bahçeli bir Numan Kurtulmuş olma fırsatını mı kaçırdı? MHP’nin, artık neredeyse ayrı görüşleri paylaştığı AKP tarafından ilhakı mı söz konusu?
Kafamı sürekli meşgul eden sorulardan biri bu.
MHP’nin önde gelenlerinin savunması, AKP’in elinde hala birtakım kasetler bulunduğu iddialarına ilişkin... Doğal olarak da MHP, AKP’nin olası bir “şantajı” ile karşı karşıya olduğu söyleniyor…
Olabilir de, olmayabilir de.
Ama bence bu doğru değil. Eğer bir partiysen, bütün “şantaj” ihtimallerini, koşullarını yok edersin, senin ardından gelen bayrağı alır ve yürür. Sonuçta, kişilerin özel hayatını şantaj malzemesi olarak kullananlar da “k.ç üstü” oturur.
Bu kadar basittir bu. Eğer koltuk sevdan yoksa.
Ya da Deniz Baykal gibi, Okyanus ötesine bir selam gönderir, biat ettiğini bildirirsin.
Ama işin içinde bence daha farklı bir durum var, olmalı.
Numan Kurtulmuş, lideri olduğu HAS Parti’den ayrılıp da AKP’ye ilhak olduğunda, MHP lideri bir fırsatı kaçırmış oluyordu. Aslında plan, MHP lideri Bahçeli’nin başbakan, Erdoğan’ın da cumhurbaşkanı olmasıydı. Buna Devlet Bahçeli ayak sürüdü. Erdoğan ise Devlet Bahçeli’nin tüm “uysallığına” rağmen, kontrolü her zaman elinde tutamayacağı bir lider olduğundan hareketle tüm cazip yanlarına rağmen MHP tabanını AKP içinde eritemeyeceğini farketti. Başarabilse, AKP’nin 2023’ü rahatlıkla görebileceğini de hesaplayabiliyordu.
Cılız bir CHP muhalefeti, BDP’in oynadığı oyunların “milliyetçi” kanadı aşamayacağı hesaplarıyla, AKP tamamen aletranifsiz bir parti durumuna gelecekti.
Güney Amerika’nın Nobel Ödüllü yazarı Miguel Asturias’ın “Yeşil Papa” romanında, ABD’nin bir muz cumhuriyeti olan Guatemala’yı ilhak etme girişimi anlatılır. Romanın kahramanı Geo Maker Thompson’un ağzından anlatılan ilhak hikayesi, kıl payı rastlantılar sonucu gerçekleşmez. Ama Guatemala sonuçta bir Amerikan sömürgesi gibi yönetilmeye başlanır.
MHP’nin durumu da tıpkı Asturias’ın romanındaki Guatemala gibidir. HAS Parti gibi tamamen ele geçirilmiş değildir, ama ipler Tayyip Erdoğan’ın elindedir, Devlet Bahçeli’nin değil.
Sonuçta, MHP ne yapacağını bilemeyen bir parti durumuna gelmiştir. Parti sözcüsü Oktay Vural’ın ABD ile bağlantıları da artık partinin ayakta kalmasına, umut olmasına yetmemektedir.
Eski siyasetçilerden biri, “MHP’nin eski günlerini arıyorum,” demişti. “Bir zamanlar solculara sokakları dar eden MHP ve Ülkücü gençlik, şimdilerde sus-pus oturmuş, olayları izlemekte. Tek intikam araçları solcular mıydı?”
Haksız sayılmaz. MHP gibi son derece hareketli ve anarşist bir parti ve onun bıçkın üyeleri, AKP’nin iktidar olması ve ona koşut Devlet Bahçeli’nin MHP’nin başına geçmesiyle süt liman olmuş durumdalar.
Gerçi bu AKP iktidara gelmeden önce de böyleydi. Devlet Bahçeli, Ülkü Ocakları hareketini kontrol altına almış, hatta bir anlamda yerle yeksan etmişti. AKP’nin sürdürdüğü “din” faktörünü kendisinin de kullanabileceğini hesap ederek, iktidara yürümeyi hedeflemişti. Buna tabii ki bir de milliyetçilik maskesini giydirmişti. Hem Türkçülük ön planda tutulacak ve sınırlar korunacaktı, hem de din elden gidiyor feryatları atılacaktı.
Oysa misak-ı milli sınırları AKP’nin umuru bile değildi. Hakkari Türkiye sınırları içinde olmuş veya olmamış, önemli değildi. Artık, “orda bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür,” teraneleri bir anlam ifade etmiyordu. Hakkari Türkiye sınırları içinde olmasa da olurdu.
MHP’nin bir türlü siyasi çemberine alamadığı bu yaklaşımdı. Kayserili bir vatandaşın Hakkari ile ilgisi yoktu, ama MHP de, CHP de bunun farkına varmamakta direniyor, küçük çocukların coğrafya atlasında sınırlarımı ölçmesi gibi bir yaklaşımla, sınırlarından bir adım geri çekilmemesi üzerine politika üretiyordu.
AKP akıllı davrandı ve gezmediği, görmediği toprakların kendisine ait olmadığına karar verdi. Mustafa Kemal Atatürk’ün çizdiği sınırların artık geçerli olamayacağına karar verdi. Buna tüm Atatürkçüler, ulusalcılar karşı çıktı, çıkıyor.
Ama bu “ip atmakla” olmuyor. MHP bunu anlayamadı. Ülkenin her bir köşesinin aynı ağırlıkta olduğunu da CHP anlayamadı.
Türkiye, batısındaki tüm zenginliği doğusundaki yoksulluğa ve savaşa harcadı.
Her birimizin cebindeki üç kuruşun bir kuruşunu çaldı. Çocuklarımıza harcayacağımız paraları sınırları güya korumak adına çarçur etti. Değişen bir şey olmadı.
Ulusalcılar (yurtseverler demiyorum), ne olursa olsun toprak bizimdir anlayışıyla yaklaştılar. Kendileri sütün kaymağını yediler, sütün suyla harmanlanmışını diğer insanlara sundular.
AKP ne zaman sıkışsa MHP yardımına koştu.
AKP ne zaman sıkışsa CHP de yardımına koştu.
Aristo mantığına göre, AKP hep doğruyu yaptı.
Ama Türkiye şunu anladı: Bu ülkenin gerçekten yurtseverleri vardı ve bunların CHP veya MHP ile uzaktan yakından ilişkileri yoktu.
Şuna yürekten inanıyorum ki, bu ülkeyi anarşistler kurtaracaktır. Ne CHP ne de MHP… AKP zaten uzatmaları oynuyor.

Mümtaz İdil
Odatv.com

16.10.2012 22:26

14 Ekim 2012 Pazar

Mümtaz İdil: Soner Yalçın nerede, nasıl davranırdı

Kimse “bayram değil, seyran değil” demesin. İki hafta sonra bayram. Bu yazı ise asla bir bayram yazısı değil. Bir anı, bir iç ezilmesi, bir sıkıntı, bir isyan…
Soner Yalçın ile dostluğum yirmi yıl öncesine dayanır. Aynı gazetede çalıştık. Birlikte yazı kurulu toplantılarına katıldık. Hikmet Çiçek ve Doğan Yurdakul da vardı o sıralar çemberin içinde.
Doğan Yurdakul ile daha yakındık, zira onunla hem daha uzun süre çalıştık hem de aynı katta haberlere birlikte bakar, bir yığın da komik şeyler üretirdik. Hasan Uysal da bizleydi.
Soner Yalçın kendini göstermeyi hiç sevmeyen kimliğiyle aramızda ayrı bir saygınlığa ve sevgiye sahipti. Her zaman çok sakin ve kontrollüydü. Kendinden söz etmeyi sevmez, genel konulardan, ders vermeden konuşmaya çalışırdı.
Bir gün Doğan Yurdakul ile birlikte “Reis” kitabını yazmaya karar verdiler. Müthiş hummalı bir çalışmaydı. Öteki yayınevinden çıkacaktı. Ben de elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyordum. Bölümleri okuyor, düzeltmeler yapıyor kimi zaman da aklım yettiğince müdahale ediyordum.
Soner ile Yurdakul kitabın teşekkür bölümüne benim de adımı (hem de en başa) yazmaya karar verdiler. Gereksiz olduğunu söylememe rağmen kararlılardı. Emek verdiğimi düşünüyorlardı. Sonra Soner’in önerisi geldi: “Seni editör olarak yazalım,” dedi. “Böylece teşekkürden de daha ağırlıklı olur ismin.” Yine aldırmadım.
Kitabın Öteki yayınevinden çıkan baskılarında gerçekten editör olarak ismim yayınlandı, ama yayınevi değişince tabii benim ismim oradan uçtu, gitti. Aldırmadım. Önemi yoktu benim için.
Kitabın basılmasına yakın baskı sayısı güdeme geldi. Öteki yayınevi ilk baskının beş bin olmasını istiyordu, ben ise on binden aşağı olmaz diye diretiyordum.
Öteki yayınevi beş bin bastı. Neredeyse bir günde kitap tükendi. Yayınevi hemen, bu kez on bin baskıya girişti. Yaptı mı, yapamadı mı, takip edemedim. Ama kitap çok ilgi gördü.
Sonra Soner İstanbul’a gitti ve ilişkimiz de kalmadı. Telefon ile bile görüşmedik yıllar boyu. Ne zamanki ben Etkin yayınevinde biyografi romanları serisinin başına geçtim ve ilk üç kitabımız Caligula, Rasputin, Kanuni çıktı, Soner’i telefonla aradım. O sıralarda Cüneyt Özdemir ile birlikte 5N1K’yı yürütüyorlardı.
Bir arkadaşı geldi ve Kanuni kitabının yazarı Erdem Anılan ve benimle bir söyleşi yaptı. Soner’in desteği çok büyük yarar sağladı ve bir anda insanlar biyografik romanlar yazan bir yayınevinin farkına vardılar.
Yine aradan yıllar geçti. Bu kez rastlantı olarak Odatv ile karşılaştım. Soner’in sitenin sahibi olduğunu biri söylemişti bana yanlış anımsamıyorsam. Cep telefonu numarası aynı olduğundan, hemen telefon ettim. Doğan Yurdakul’un da onunla birlikte olduğundan haberim yoktu. Birlikte birçok kitap daha çıkarmışlardı, ama Odatv’de de birlikte çalıştıklarını bilmiyordum.
Soner hemen kabul etti yazı yazmamı. “Bizim kültür sanat muhabirimiz ol,” diyerekten destek verdi. İlk yazım ise kültür ve sanatla ilgisi olmayan bir yazıydı. Çok uzun bir yazı göndermiştim. İnternet sitelerinde uzun yazıların çok fazla okunmadığını da düşünmeden yazmıştım: Kansere karşı 1-0 öndeyim, başlığını taşıyordu yazım.
Siyasi bir yazıydı.
Soner sürekli destekledi yazılarımı. Arada bir konuşuyorduk, ama hepsi sitenin daha çok okunması için neler yapılacağı üzerineydi. Bilmediğim bir alan olduğu için uçuk-kaçık öneriler getiriyordum, ama Soner herzamanki serikanlılığıyla beni yatıştırıyordu. Örneğin, sitenin yorumcularının birbirleriyle haberleşmelerini sağlamak istiyordum. Olmaz, diyordu Soner. “Böyle bir şey yaparsak, sanki birilerini örgütlüyormuş gibi oluruz.”
Siteyi takip edenler bir araya gelip yemek yemek istiyorlardı. Bütün hepsinin mail adresi bizde olduğundan, bunu yapmak ancak Odatv yönetimi ile mümkündü. Soner buna da aynı gerekçeyle karşı durmuştu.
Yorumlarımız ve yorumcularımız Türkiye’nin gündemini belirleyecek kadar ciddi yazılar yazıyor ve belki de tüm Türkiye’nin en fazla yorum yazılan sitesi saygınlığını koruyorlardı. Tabii bu, sitenin düzenini bozmaya çalışan bazı “çıkıntılar”ca bombalanmaya, sabote edilmeye ve çarpıtılmaya başlandı. Bunları ayıklamak çok zor oluyordu. Hala da süren bir sıkıntıdır bu. Yorumları düzgün olan ve asla siteyi zor durumda bırakmayacak yorumlar yazan bazı kişilerin rumuzları veya isimleri kullanılarak yorumlar gönderiliyor ve eğer gözden kaçacak olursa, site için büyük sıkıntılar yaratıyordu.
Sorumlu yazı işleri müdürü durumundaki Barış Pehlivan sürekli emniyete ifadeye gitmek zorunda kalıyordu.
Soner Yalçın bu sıkıntıları da göğüslüyor, bizi sakinleştiriyor ve herşeyin normal yolda gitmesi için elinden geleni yapıyordu.
Antalya’da, başkanlığını Fazıl Say’ın yürüttüğü Piyano Festivali’nin açılışında biraz daha açık konuştuk. Sıkıntısı, Odatv’yi bir şekilde Ergenekon’a bulaştırmaya çalışmalarıydı. Bu nedenle yorumların ve yorumcuların çok daha dikkatli takip edilmesi ve onların bir örgüt gibi hareket etmek istemelerine karşı koymamız gerektiğini, bunu bir tuzak olduğunu söylemişti.
Hak vermiştim.
Ama benim hak vermem yetmemişti.
Üç ay sonra Ergenekon’dan içeri alındı. Hepimiz alındık…
Korktuğu başına gelmişti. Bekliyordu belki de… Yapmadık, ama yine de o “damgayı” yedik.
Artık Soner Yalçın’ın da bizler gibi tutuksuz yargılanmasını bekliyoruz. Umarım tutuklu olarak yargılandığı son duruşma olur 16 Kasım’daki.

Mümtaz İdil
Odatv.com

14.10.2012 17:08

11 Ekim 2012 Perşembe

Mümtaz İdil: Savaşın minderi Türkiye, hakem aranıyor

Rusya’dan kalkan Suriye uçağı, ABD istihbarat birimlerince “sivil havacılık kuralları dışında malzeme taşıyor” ihbarı üzerine Türkiye kara sularında 2 savaş uçağı tarafından inmeye zorlandı.
Dikkatinizi çekerim: Biri Rusya, diğeri ABD… Tıpkı 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gelen soğuk savaş dönemleri gibi. İki büyük aktör, iki süper güç ve arada Türkiye…
Türkiye’nin buradaki konumu bu kez farklı ama. İki süper güç de doğrudan birbirleriyle dalaşmayıp, Türkiye üzerinden mesajlar gönderiyorlar.
Bu durumda Türkiye, iki şampiyon adayı serbest güreşçinin minderi konumunda. Güreş bu topraklarda yapılacak. Suriye’yi Rusya hakem olarak istiyor, ABD ve Türkiye itiraz ediyor. Onlara göre bu durumda en iyi hakemlik yapacak ülke İngiltere. Türkiye İsrail’e bile göz kırpabilir. Ama Suriye'nin hakemliğini Türkiye ve ABD kabul etmez.
Türkiye ve ABD haklı, taraf tutan bir hakemin böyle bir güreşte hakem olması düşünülemez. Bakalım Birleşmiş Milletler hakem olarak kimi atayacak?
Şimdiden el-enseler çekilmeye başlandı. Tek dalma provaları yapılıyor. İki taraf da karşısındakinin gücünü kontrol etme ihtiyacında. Güreşin iki ülkenin sınırları içinde yapılmayıp, güya tarafsız bir ülkede yapılıyor olması Türkiye’nin bölgede daha güçlü olacağı imajını yaratır gibi; oysa kazın ayağı hiç de öyle değil.
Olası bir zıtlaşmada, ilk darbeyi yiyecek olan ülke Türkiye olacak. Kendi sahasında yapılacak bir “soğuk kapışma” sıcak kapışmanın kapısını Türkiye için ardına kadar açacak.
Türkiye, Suriye uçağında neler olduğunu, hangi malzemelerin sivil havacılık kurallarına uymadığını henüz açıklamış değil. Yirmi dört saatten fazla zaman geçti, bu açıklanmadı. Minder hazırlanıyor. Güreş açık havada tutulacak. Dünyanın gözü önünde. Bu durumda, daha güreş başlamadan Türkiye’nin elindeki malzemeleri açıklaması, büyük bir olasılıkla güreşin ertelenmesine neden olacak.
Bu kimin işine gelir, kimin gelmez. Biraz da buradan bakalım.
Suriye’nin işine gelir, çünkü Rusya’dan kalkan uçakta sivil havacılık kurallarına uygun olmayan malzeme olmadığına inanıyor. Bunun aksini kanıtlayacak verilerin Türk tarafından ortaya konması ne kadar gecikirse, uluslararası camiada eli o kadar güçlenecek.
Türkiye’nin işine gelir, çünkü AKP iktidarı gerek ekonomik gerek yönetim açısından çok sıkışmış durumda. Bunu değiştirebilecek tek şey olağanüstü durum. Yani bir savaş veya savaş tehditi. Böylelikle Türkiye hem bölgede yeni bir statüye kavuşacak hem de savaş ekonomisi adı altında düzlüğe çıkmaya çalışacak.
Rusya’nın işine gelir. Yeniden bir süper güç olarak ABD’nin karşısına çıkarak dünyadaki eski saygınlığını kazanacaktır.
Üçüncü dünya ülkeleri de bu işten kendilerine pay çıkaracak, dünyanın kabadayısı olan ABD’nin önünde bir Rusya engeli görmenin rahatlığına kavuşacaktır.
ABD de farklı değil. Ekonomisi zor durumda. Obama yeniden seçilebilmek için olağanüstü maceralara girmek isteyebilir. Bunun da en elverişli ortamı Ortadoğu’dur.
Sonuçta böyle bir “soğuk savaş” ve ardından gelecek bir “sıcak savaş”ta şimdilik kaydıyla Türkiye elini güçlendirse de, sonunda bir felaketin ortasına düşecektir.
Biraz öngörülü bakmayı bilen politikacılar, kişisel çıkarlarından çok ülke çıkarlarını düşünen aydınlar bu kirli güreşe hayır demek mecburiyetindedirler.
Yoksa olan genç insanlarımıza olacak ve karanlık gelecek bıraktığımız çocuklarımız sıkıntı çekeceklerdir.
Türkiye, güreş minderini uluslararası müsabakalara açtığı andan itibaren, minder parasını bile alamayacak duruma düşecektir.
Göreceğiz…

Mümtaz İdil
Odatv.com

11.10.2012 23:12

8 Ekim 2012 Pazartesi

Mümtaz İdil: Yolunuz Silivri’ye düştüyse, çıkış yolunuz yok demektir

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyon, Silivri Cezaevi’ne geçtiğimiz Haziran ayında yaptığı ziyaretin ardından raporunu hazırladı.
Rapora göre Silivri’nin ses ve su dışında bir sorunu yok. Akustik rahatsız ediciymiş, su da yetersizmiş. Ama raporun başka bir yerinde, su kullanımının da Avrupa standartlarında olduğu, suyun kötü kullanım veya ihmal nedeniyle kesintiye uğradığı da belirtiliyor.
TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu üyelerine şöyle bir bakalım: Ayhan Sefer Üstün, Mehmet Naci Bostancı, Mehmet Metiner, Yalçın Akdoğan, Mehmet Kerim Yıldız, Ülker Güzel, Murat Yıldırım, Oya Eronat, Hamza Dağ, Nevzat Pakdil, Ahmet Salih Dal, Kerim Özkul, Abdurrahim Akdağ, İhsan Şener, Cemal Yılmaz Demir, Gülşen Orhan, CHP’den Sezgin Tanrıkulu, Sinan Aygün, Levent Göz, Refik Eryılmaz, Mahmut Tanal, Hüseyin Aygün, MHP’den Yusuf Halaçoğlu, Mustafa Erdem, Atila Kaya, BDP’den Ertuğrul Kürkçü.
Belli ki komisyon üyeleri mahkûm veya tutuklularla konuşmamış. Veya konuşmuş, ama raporunda yer vermek istememiş.
Buna da içeride milletvekilleri bulunan CHP, MHP ve BDP itirazda bulunmamış. Silivri ceza ve tutukevinin neredeyse dünyanın en sorunsuz mekânı olduğunda birleşmişler.
Mahkûmlar öyle demiyor ama. İçerideki yaşam koşullarının, özellikle tecrit konusunun en ağır işkence olduğu konusunu sürekli gündeme getiriyorlar.
Tuncay Özkan, nasıl bir hücrede kaldığını defalarca anlattı.
İnsanın en doğal hakkı olan iletişim olanakları tamamen yok edilmiş durumda. Ayrı koğuşta bulunanların aynı zamanda “havalandırmaya” çıkartılmadığı söyleniyor. Bütün bunlar yalan veya raporda ele alınmayacak konular mı? Sorunlar halının altına mı süpürülüyor.
Adalet Bakanı ile birlikte Silivri’yi gezen gazeteciler de mahkûmlarla görüştürülmemişti ve neredeyse ağızlarından bal damlayarak anlatıyorlardı hapishaneyi. Hatta daha da ötesi, evsiz-barksız olanların iştahını bile kabartacak bir yerdi Silivre Ceza ve Tutukevi.
Oysa yemeklerin son derece kötü olduğu söyleniyor içeride yatan mahkûm ve tutuklular tarafından. Suyun, özellikle de sıcak suyun büyük sorun olduğu anlatılıyor. Ortak yaşam alanlarında kendilerinin gözetlenmesinin ruhsal sıkıntı yarattığını belirtiyorlar.
TBMM Komisyonu ise bunun bir sorun olmadığını belirtiyor raporunda. 60 metrekare makam odasından Meclis’in ufacık odasına “sürgün” giden Sinan Aygün de komisyon üyeleri arasında, ama ne hikmetse adamı iki gün Silivri’de “misafir” ettiklerinden beri ağzını açıp tek kelime etmiyor.
Devrimci kimliği nedeniyle yıllarca hapis yatan Ertuğrul Kürkçü’den de bir ses yok. Döne döne yaşamak böyle bir şey herhalde.
Beyler, elinizdeki materyal solculuk, dincilik, sosyal demokratlık, faşistlik, ulusalcılık falan değil. Malzeme İnsan Hakları… Bu gibi durumlarda da korkuyor ve konuşamıyorsanız eğer ne zaman konuşacaksınız?
Sohbet hakkına ilişkin sınırlamaların mevzuata uygun olduğu belirtilmiş raporda. Neye göre? Ne kadar sohbet hakkı veriliyor mahkûmlara? Mevzuata uygunluk, insan haklarına uygunluk anlamına mı geliyor?
CHP, MHP ve BDP’li milletvekillerinin rapora koydukları bir “şerh” varsa, bunu bütün Türkiye’nin de bilmesi gerekiyor. İtirazlar dosyanın tozlu sayfaları arasında kaldıysa, bunu kimse hiçbir zaman öğrenemeyecek demektir.
Sanmıyorum, ama umarım muhalefet gösteren bir veya birkaç milletvekili çıkar da doğrusunu bize anlatır.
Meclis’i böyle bir araştırmaya iten, içeriden gelen 79 başvuru olmuştu. Komisyon yedi tespit yapmış ve bunların beşinin “memnuniyet” yarattığı raporda kayda girmiş. Sorunun “akustik” ve “su” sorunu olduğu, başka da bir sorun olmadığı kaydedilmiş.
Her koğuş için verilmekte olan toplam 400 litre suyun (herhalde günde, çünkü ne kadar zaman aralığı için verildiği belirtilmemiş) dünya standartlarının ve yönetmelikte belirlenen miktarın üzerinde olduğu da “iştahla” yazılmış.
Kantinden zorunlu alışverişler, gözetlenmenin yarattığı huzursuzluk, koğuşların normalin üzerinde veya altında soğuk-sıcak olması, tecrit koğuşlarının birer mezarlık olduğu, yemeklerin yenemeyecek kadar kötü çıktığı, tutuklu ve hükümlülerin birbirleriyle sohbet etme olanağının bulunmadığı konuları hep “memnuniyet” standardı içine sokulmuş.
Komisyon, Müyesser Yıldız’ı kastederek, “o kadın ile görüşüldü, yalnız kalmayı kendi istemiş” şeklinde de bir not düşmüş.
İnsan hakları gibi evrensel bir konuda bile konuşmaktan, rapora olumsuzlukları yansıtmaktan korkan bir TBMM ekibi var karşımızda. Bunların içinde kendi milletvekilleri ile görüşme zahmetine bile katlanmamış muhalefet partili milletvekilleri var.
Madem böyle güllük gülistanlık bir ceza ve tutukevi Silivri, o zaman 79 şikâyet neden TBMM’ye ulaştırıldı. Daha sonradan ulaştırılan başka şikâyet mektupları olmadı mı?
Artık kabul edelim: Bir şekilde yolunuz Silivri’ye düştüyse, çıkış yolunuz yok demektir. İnsan Hakları Komisyonu bile size yardım edemedikten sonra…

Mümtaz İdil
Odatv.com


08.10.2012 13:24

5 Ekim 2012 Cuma

Bu tezkerede hiçbir medya kuruluşunun soramayacağı sorular var


Yine bir satranç oynayalım biz iyisi mi… Bu kez beyaz taşlar Suriye’de, siyah taşlar bizde olsun ve tabii ki ilk hamleyi de beyaz taşlar olarak Suriye yapmış olsun.
Şimdi en önemli ve tek soru, bundan sonra ne olacak?
Satranç ağzıyla söyleyelim, Türkiye hamlesini bir zarfa koydu ve hakeme verdi. Yani bir çeşit “ajurne” durumu söz konusu.
Hiçbir şey olmayacak.
Oyun, uzunca bir süre için tatil edilmiş durumda. Ancak, Kandil tarafının tatil yapmaya hiç niyeti olmadığı da belli oldu.
Türkiye, birkaç masaya karşı simultane ve körleme maç yapıyor görüntüsünde. Tezkere metninde dikkat çeken unsur şu: “Hudut, şümul, miktar ve zamanı hükümetçe takdir ve tespit edilmek kaydıyla, TSK’nın yabancı ülkelere gönderilmesi ile bununla ilgili gerekli düzenlemeleri hükümet tarafından belirlenecek esaslara göre yapılması için 1 yıl süreyle izin verilmesine Anayasa’nın 92. Maddesi uyarınca arz ederim.”
Yani, Kuzey Irak da kapsam dahilinde, öyle değil mi?
Suriye ordusunun salak topçusunun mu desek, bilinçli topçusunun mu desek attığı bir top mermisi beş masum vatandaşımızı katletti.
Antalya’da, bilinçli teröristler mi, bilinçsiz teröristler mi artık ne dersek diyelim, 3 kişiyi şehit etti.
Son bir ay içinde şehit edilen güvenlik görevlisi sayısı herhalde elliye yaklaştı.
Beş masum vatandaşımız için Suriye’ye kafa tutan, ama elinin kolunun da bağlı olduğunu zaman zaman itiraf eden hükümetimiz, bakalım Kandil için de aynı hassasiyeti gösterip, tezkereyi bu amaçla da kullanacak mı?
Hayır! Elbette hayır!
Milyon kere milyon kez söylerim ki, bu kirli savaşı ortadan kaldırmanın yolu “savaş” değil. Ne Şam ile ne de Kandil ile…
Kandil’i yerle bir etse de TSK, savaşı durduramaz.
Şam ise yerle bir olacak bir hedef değil zaten. Kimse Şam’ı haritadan silmemize izen vermez.
O halde bu tezkere niye?
İşte oyunun en parlak hamlesi: “Toplumun gazını alma…”
O yüzden “ajurne” hamle dedik ya. Zarfa konmuş hamle. Peki zarfta ne var? Zarfa hangi hamlenin yapılacağını Gül, Erdoğan ve Necdet Özel görüşmesi belirledi. Bekleyelim, dediler. Bir kez daha Suriye ordusu densizlik yapar da bizim tarafa bomba gönderirse, zaten cevabını verebiliriz. Ama ortaya bir “savaş” tehditi verelim ki, kimseden korkmadığımız belli olsun.
Ancak gerçekten tezkereyi kim yazdıysa, büyük bir hata yaptı: “Hudut, şümul, miktar ve zamanı hükümetçe takdir…” dediğiniz anda, Irak’ın kuzeyine konuşlanmış PKK’ya da bir hareket yapma izni almış oluyorsunuz. Bu kısa gelecekte hükümetin tökezlemesine, açıklayamayacağı bir konuma düşmesine neden olacak.
“Giremem Kandil’e,” diyemeyecek, çünkü elinde artık tezkere var. Girmek istemiyorum da diyemeyecek, bu kez “neden” sorusu var. Girerim ama… diye uzatmaca da yok, yine bir yığın soru var.
İnanın, hiçbir medya kuruluşu bu soruyu sormayacaktır. Soru tehlikeli olduğundan, soruyu soran “savaş mı istiyorsun” diye ucuza kaçan sataşmalarla karşılaşacağından, sorulmayacaktır.
Başbakan böyle bir soru soran muhabirin işine son verecek güçtedir. Soruyu soracak medya kuruluşunun defterini de dürecek güçtedir.
Bu nedenle bu soru asla sorulmayacaktır, burada sorulmanın dışında.
Göreceğiz.

Mümtaz İdil
Odatv.com

05.10.2012 14:10

1 Ekim 2012 Pazartesi

Mümtaz İdil: Aslı Aydıntaşbaş 4 yıldır neden “Bu belgeyi Perinçek’e ben verdim” demedi

Ergenekon davasında savcılığın İP lideri Doğu Perinçek’in yazdığını iddia ettiği, buna dayanılarak Perinçek’in "Ergenekon yöneticisi" savıyla yargılandığı belgeleri Perinçek’e gazeteci Aslı Aydıntaşbaş'ın verdiği ortaya çıktı.
Dört yılı aşkın süredir Silivri’de yatan ve Ergenekon örgütü lideri olarak suçlanan Doğu Perinçek’e bu belgelerin Aslı Aydıntaşbaş tarafından verildiğinin ortaya çıkması sonucunda, Perinçek’in Ergenekon’un lideri olduğu iddiası da çökmüş oldu.
Ama neden dört sene beklendi, bunu kimse sormadı.
Ergenekon’u baştan mahkûm eden ve bu konuda geri adım atmamaya yemin etmiş medya grubu bunu hiç sorgulamadı. Aydıntaşbaş ise neden dört yıl beklediğini açıklayamadı.
Kimse sormayınca da olay sıradan bir “unutma” gibi yutturulmaya çalışıldı.
Bir gazetecininin, hem de kendi verdiği belgeler nedeniyle bir parti liderinin yargılanmasına yardımcı olduğunu ve bundan da hiç "hicap" duymadığını kimse yazmadı.
Gazeteciliğine kaldığı yerden devam ediyor Aslı Aydıntaşbaş. Bunu kabul etmek, hiç olmamış gibi görmek ve nedenini sorgulamadan geçmek mümkün mü?
Bana göre değil. Ama kimse de sormuyor.
Bir gün Aslı Aydıntaşbaş’a bir sarı zarf geliyor. İçinden Ergenekon Analiz ve Yeniden Yapılanma diye bir belge çıkıyor. Aydıntaşbaş hemen Doğu Perinçek ile irtibat kuruyor ve belgeleri kendisine götürüyor, bir de söyleşi yapıyor.
Doğu Perinçek, belgelerin kendisine ait olmadığını söylüyor. Söyleşiyi de yapıyor ve söyleşi yayımlanıyor.
Sonra Aslı Aydıntaşbaş konunun üzerine yatıyor ve hiç açmıyor. Doğu Perinçek, bakıyor ki bu belgeden kendisine ceza verilecek ve belge kendisininmiş gibi davranılacak, Aslı Aydıntaşbaş’ın tanık olarak dinlenmesini istiyor. Mahkeme uzun süre sürümcemede bıraktıktan sonra nihayet Aslı Aydıntaşbaş’ın tanık olarak dinlenmesine razı oluyor.
İşte o anda beklenmedik gerçekleşiyor ve Aslı Aydıntaşbaş, belgeleri Doğu Perinçek’e kendisinin verdiğini söylüyor.
Savcı zor durumda kalıyor. Belge üzerindeki ünlem işaretlerinin ve Ergenekon yazısının kendisine ait olup olmadığını soruyor. Aydıntaşbaş, “bana ait” diyor.
Savcı, “Doğu Perinçek’in yazısına benzetmiştim,” diyebiliyor.
Söz konusu belge davanın seyrini de değiştirecektir mutlaka. Bunun Doğu Perinçek’e ait olmadığı dört yıl önce de biliniyordu belli ki. O halde neden Aslı Aydıntaşbaş çıkıp da, bu belgeyi Doğu Perinçek’e ben verdim demedi.
Ya da şimdi niye söylüyor? Vicdan mı, korku mu? Verdiğine ilişkin somut kanıtların olması nedeniyle kaçamayacağından mı?
Zira belgelerle ilgili söyleşi yapılmış ve gazetede de yayınlanmış. Bu durumda Aslı Aydıntaşbaş’ın, “ben vermedim,” demesi de mümkün değil.
O halde neden bu kadar uzun süre bekledi?
Bu sorulmayacak mı? Unutturulacak mı? Böyle belge ve bilgi saklayan daha kaç gazeteci var piyasada?
Bir yerlerde köşe kapmanın bedeli bu mu?
Sorulacak mı sorulmayacak mı?
Bence kimse sormayacak ve olay unutulacak. Bir süre sonra belgelerin yine Doğu Perinçek’e ait olduğu bile iddia edilebilir.
Hay gözünü sevdiğimin gazeteciliği…

Mümtaz İdil
Odatv.com

01.10.2012 15:56