31 Mart 2010 Çarşamba

BU BANA AİT BİR EDEPSİZLİKTİR

“Bu kadar çok içersen, çabuk ölürsün!”
“Biliyorum dostum, ama ağır iş, alkol isteğini artırıyor.”
“Romanlarınla konuşuyorsun. Bunu bir kitabında okumuştum.”
“Hepsinde benzer şeyler var. Ama doğru, bu cümle Martin Eden romanından...”
“Ben de çok çalışıyorum, ama içmiyorum.”
“Sen bir Sinclair’sin, Baltimorlusun...”
“Ne yani? Sen de Kaliforniyalı’sın...”
“Ama ben Alaska’dan daha yeni geldim, içim üşüyor hâlâ...”


Upton Sinclair ile Jack London iyi arkadaştılar. Biri kırk yaşında öldüğünde, öteki neredeyse onun yaşadığı kadar daha yaşayacaktı ve sanki bunu bilirmiş gibi, dostuna uyarıda bulunuyordu. Belki de hiç sigara, içki, kahve, çay içmediğinden ve et yemediğinden yaklaşık 80 yıl yaşadı. 
Jack London ile dostluğu, ikisinin de “sosyalist” düşünceye yakın olmalarından kaynaklanıyordu. 
Ama Jack London, Upton Sinclair gibi “teorik” bir sosyalist değildi. Onun sosyalistliği daha çok “işçilerin” durumundan kaynaklanıyordu. Gezginci bir yazar olduğundan ve çocukluğundan orta yaşa kadar değişik işlerde çalıştığından, sosyalizm onun için bir yaşam biçimiydi.
Sinclair’in “Chicago Mezbahaları” romanı sosyalizmin kuramsal yapıtaşlarını irdeleyerek kahramanlarını yansıtırken, Jack London’un “Demir Ökçe” romanı haksızlığa başkaldıran işçilerin romanı olarak kaldı.
Roman sanatı açısından bakıldığında, Jack London, okur sayısı açısından Sinclair’in çok ötesindeydi. Her şeyden önce, Alaska buzullarında sıkışıp kalmış bir adamın, yanında o yörenin adamı olmasına rağmen nasıl kurtulduğunu anlatması bile “Yanan Günışığı” romanını başlı başına bir “hit” yapmıştır.
9 mermisi vardır ve 9 sincap öldürmek zorundadır.
Sanki roman bunun üzerine kurulmuş gibidir.
Yeniden Kaliforniya’ya dönmesi, parasını kaptırdığı adamdan intikam alması vb. giderek şehir romanına dönüştüğünden, “Yanan Günışığı” romanı ilk bölümüyle tam bir London romanıdır. Tıpkı uzun hikayeleri “Beyaz Diş”, “Ateş Yakmak”, “Vahşetin Çağrısı” gibi...
Jack London, Martin Eden romanını yazmaya başladığında, gerçekten romanda adı Ruth olarak geçen genç bir kadına aşık olmuştu. 
Ruth, tıpkı romanda olduğu gibi, London’un okumasını ve bir meslek edinmesini istiyordu. Bu nedenle de sürekli onu okula gitmeye zorluyor, bunun için tüm “cilvesini” kullanıyordu.
Ancak London’un “örgün eğitim” ile arası hiç yoktu. Okulda da haylaz bir adam olarak sürekli sorun çıkartıyor, olmadık şeylere itiraz ediyor. Siyah diyenle, beyaz olduğu üzerine bahse girerek kavga çıkartıyordu.
Ruth da artık bıkmıştı. Karnesi önüne gelip de, dil dersi dışında tüm derslerinden “çakmış” olduğunu görünce, son tehdidini savurmakta da gecikmedi.
London’un buna yanıtı hazırdı:
Bir sınıf, donanmaya benzer. Donanmada en hızlı giden amiral gemisi, en yavaş giden mühimmat gemisine ayak uydurmak zorundadır. Yalnız giden hızlı gider...
London’un Ruth’tan sonraki hayatı alkol ve altın maceralarıyla doludur. Hiç altın bulamadan döndüğü Alaska’dan, onlarca öyküyle dönmüştür.
Gezginci yazarların en büyüklerinden biri olarak da edebiyat tarihinde yerini almıştır.
Genç yaşta ölümü ise, hala tartışmalı bir intihardır.
Jack London, mücadeleci bir tipin en somut örneğidir. Irwing Show, onun bir keresinde Çinli korsanların gemisine tek başına atladığını ve 9 Çinli korsanı bertaraf ettiğini söyler.
Buna benzer bir yığın dinamik öyküsü vardır London’un ve yazdığı romanlarda mutlaka kendisinden söz etmektedir.
Bugün artık Jack London gibi yazar kalmamıştır. Gezginci yazarların en sonuncusu sayılan Andre Malraux’tan sonra, masa başından dünyayı gezmenin de getirdiği rahatlıkla, yazarlar bütünüyle felsefe ile bütünleşen düşünce biçimine yönelmişlerdir.
Bu da, belki ters gelecek ama, felsefenin de zayıflamasına neden olmuştur. Nitekim, ilk kez tarihte felsefe bilimin arkasında kalmıştır.
Her şeyi etkilediği gibi, gazeteciliği de etkilemiştir masa bağımlılığı.
Jack London gibi Koyukuk ırmağında suya girmek yerine, Google Earth’ten Koyukuk ırmağı kıyısında dolaşmak, Dalton Highway’de araba sürmek, Finger dağına tırmanmak... söz konusu değildir.
Masa başı üretimin insanlığı getirdiği son nokta budur.
Kapınıza bırakılan valizler, çıkanları sıraya dizmek ve birilerine ulaştırmak.
Jack London’u böyle anmak bile en hafifinden “edepsizliktir”.
Bana ait bir edepsizlik...

A.Mümtaz İdil
Odatv.com 


31.03.2010 23:08

29 Mart 2010 Pazartesi

DİLİPAK’A CEVABIMDIR

Abdurrahman Dilipak, dün Vakit gazetesindeki köşesinde oldukça ağır ve cumhuriyet kazanımlarını suçlayan bir yazı kaleme aldı.

Yazı, mensup olduğu kitlenin bakış açısını açık biçimde yansıtıyor. Böyle bir yazıyı kaleme almayı da herhalde yüreklilik(!) olarak görüyor olmalı.

Sataşma ve saldırı, yazı yazma biçiminin en kolayıdır. Karşınıza bir “hedef” alır, sürekli taşarsınız. Öyle ki, buna yanıt verilmesi bile, yazının önemini artırır ve ne yazık ki yazının etkisini azaltmaz.

Bu tür yazılara verilecek yanıt ise doğrudan yazarı hedef alıp, onun yazısının yeniden okumasını sağlamaktan daha kapsamlı ve ciddi olmak zorunda.

Kısacası, ya böyle yazılara hiç dokunmayacaksınız ya da somut olgularla yazanı “paçavraya” çevireceksiniz. Ortası tartışmaya girer ki bu çok tehlikelidir.

Bilindiği kadarıyla, Dilipak ve “avanesi” Kemalizm diye bir ideolojiyi kabul etmez. Ama Dilipak, bu asla kabul etmedikleri ideolojiyi Türkiye’nin temel sorunu olarak ortaya koyuyor ve eleştirilerini bu “minval” üzerine oturtuyor.

Doğal olarak da bu ideolojinin pratikteki iki ayağından birini, artık “sol” ideolojiye sempatiyle bakanlar da dahil, hemen tüm yurtseverlerin eleştirdiği CHP olarak gösteriyor, ikinci ayak ise tamamen savunma haline dönüştürülmüş ordu.

Ayakları artık düşüncelerini taşımakta zorlanan bir ideolojiyi merkez alarak Don Kişot’luğa soyunuyor Dilipak.

Dursa da, böyle bir eleştiri ile “yel değirmenlerine” saldırmayı sürdürse, “amenna”.

Ama tutamıyor kendini, işi Kurtuluş Savaşı’na, daha da ileri gidip, Çanakkale Zaferi’ne kadar götürüyor.

Artık buna “hezeyan” demekten başka söz söylemek mümkün değil. Kalem, beynin tüm kıvrımlarını kağıda dökmeye başladığı anda, sonuç “Üzmez” olayının Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluşuna giden bir versiyonuna dönüşür.

Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu topraklarında işgal gücü olarak dolaşmayan SSCB’nin, silah yardımını işgal nedeni olarak gören Dilipak, Yunan, İngiliz, Fransız ve İtalyan güçlerini “misafir” olarak görüyor. Kendiliğinden Anadolu’yu terk ettiklerini söylüyor.

Tarih, nasıl algılamak istiyorsanız o şekilde yeniden yazılabilecek kadar bir esneklik taşır. Bunu Ermeni tehciri olayında da rahatlıkla görmek mümkün. Belgeler ve bilgiler ile tarihi yeniden ve kendine göre yazanların karşısına çıksanız da, Anton Çehov’un kocaman “AMA”sıyla karşılaşırsınız. 

Her “ama” ile başlayan cümle, çoğu kez tutarsız bir cümlenin yeniden açıklanmasına aracı olmuştur. İnceleyin, göreceksiniz. Doğruluğu kabul edilen olgularda yanlış yorumlamanın giriş kelimesidir “ama”.

Bu tür yazılara en iyi cevabı verecek olanlar yakın Türk tarihi üzerine çalışmaları olan tarihçilerdir. Ne bana düşer Kurtuluş Savaşı’nın büyük ve benzersiz bir savaş olduğunu anlatmak ne de Dilipak gibilerine düşer bunu küçümsemek. 

Ancak, Dilipak yazısında o kadar büyük “hatalara” düşüyor ki, buna tarihçilerin yanıt vermesine bile gerek yok. Atatürk’ü “Duçe’ye, Führer’e” benzetiyor ve aklınca da buna örnekler veriyor.

Oturduğu “yazar” koltuğunun neden İngiliz koltuğu olmadığını sorguluyor. 

Sistemin Hitler Almanyası, Stalin Rusyası, Musolini İtalyası olduğunu belirtip, üzerine de biraz Yahudi “sos”u döküyor.

Buyurun size Türkiye Cumhuriyeti...

Ne yazacak buna tarihçiler?

Dilipak’a göre Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar “düvel-i muazzama”. 

Bütün bunları şöyle yorumlamak mümkün artık: Sekiz yıldır yürütülen sistem çatırdıyor. Dilipak ve onun gibi düşünenler, AKP’nin yürüttüğü politikaları yumuşak bularak sürekli eleştirdiler ve memnuniyetsizliklerini ortaya koydular.

AB gölgesine sığınanlar ise, işlerin hiç de istedikleri gibi gitmediğini görerek, dümen kırmaya başladılar.

Sokaktaki insan ise açlık ve işsizlik ile burun buruna geldiği için sıkıntısını yüksek sesle dillendirmeye başladı.

Tanrı’nın hep “bazılarına” yardım ettiğini fark edip, dini temsil ettiğini iddia eden partinin “zengin” sınıf yarattığına tanık oldular.

Çırpınışlar çok açık görünüyor.

Çok güvendikleri “İslam ülkeleri” dayanışması gibi bir “ümmet” macerasında başlarına gelecek en ufak sıkıntıda, yanlarında kimseyi bulamayacaklarını da anlamış durumdalar.

Kolay gelsin, demekten başka şey kalmıyor.

A. Mümtaz İdil
Odatv.com


29.03.2010 12:56

27 Mart 2010 Cumartesi

BİR USTA KALEM BAKIN NEDEN ÖLDÜ?

Lev Nikolayeviç Tolstoy, bilindiği gibi Yasnaya Polyana istasyonunda öldü.
Öldüğünde karısıyla kavgalıydı.

Muhtemelen olay şöyle gelişmişti...

“Levoçka! Balkondaki çiçekler neredeyse kurumuş. Onlara biraz su versene!”
“Alyoşa’ya söylesene tatlım. Benim işim var.”
Aleksandr, evde getir götür işlerini yapan hizmetlidir (Ruslar sevimlilik olsun diye bazı isimleri değiştirirler yakın oldukları kişiler için: Aleksandr “Saşa, Alyoşa” olur, Lev, Tolstoy’da olduğu gibi “Levoçka” olur. Natalya, herkesin bildiği gibi “Nataşa” olur).
“Alyoşa çöpleri boşaltıyor şimdi... İşi var. Kalkıp sen sulayıver!”
“Ama hayatım, biz Alyoşa’yı bu işler için aldık. Çöpler bitince çiçekleri sular... Hemen kurumadılar ya.”
“Levoçka, sen de biliyorsun ki Alyoşa tam bir mujik. Çiçekleri sulayayım derken etrafı berbat eder, dallarını kırar çiçeklerin... Ne olur kalkıp sulasan?”
“Ama işim var diyorum Sofya...”
“Ne işin var?”
“Romanımı yazıyorum.”
Kalk çiçekleri sula lütfen Levoçka. Ben Alyoşa’ya söylerim, senin yerine romanına devam eder.
“...!!??”

Muhtemelen...
Çünkü büyük bir aşkla evlendiği karısının dırdırından ve kavgasından bıktığı için Yasnaya Polyana’daki malikanesinden çıkıp istasyona gitmiş, zatürre olmuş ve orada da ölmüş.
82 yaşındaki bu dev roman yazarı, romanını Alyoşa’ya bırakmadığı için mi öldü, bilinmez, ama işini önemsediği için öldüğü kesin.
Buna benzer bir diyalogu yıllar önce Siyah Beyaz gazetesinde yazmıştım da, Mete Akyol İstanbul’dan aramıştı: “Sabah gazeteleri tararken bu yazıya rastlamıştım ki karım seslendi: ‘Mete, çiçekleri sular mısın!’ diye...”

İş yapanın, kendi işini önemsediği kadar başkalarının işini önemsememesine muhteşem bir örnektir Tolstoy’un yaşadığı. Bakmayın yukarıdaki mizansene, birebir doğru olmasa da, Tolstoy’un karısıyla kavgası sonucu Yasnaya Polyana istasyonuna kaçıp, orada öldüğü doğrudur ve karısı ile kavgası yüzünden evden kaçtığı da...

Savaş ve Barış gibi bir romanı yazıp, içine de üç yüzden fazla kahraman koyarak, kuyrukları birbirine değmeden hepsini ayrı bir tip olarak yaratacak kadar müthiş bir beyin taşıyan bu adam, ne yazık ki “önemsenmediği” için ölmüştür.

Karısı, sürekli evde vasiyetnamesini aramıştır. Yorgun ve bitkin durumda yatağında uyuyor gibi yatan zavallı Tolstoy da tüm bu aramaları ölü gözlerle izlemek zorunda kalmıştır.

Topraklarının büyük bölümünü yanında çalışan mujiklere dağıttığı için de karısının her zaman bedduasını almıştır. Ama dualarla bedduaları topladığında, Tolstoy karlı çıkmıştır tabii ki...

Sözgelimi Anna Karenina romanının tek ilginç ve gerçeğe uymayan, dönemin eleştirmenlerinin de yüklendiği nokta ise, romanın kahramanlardan Levin ile Anna Karenina’nın aynı ortamlarda oldukları halde, hiç karşılaşmamalarıdır. Ama Tolstoy bunu, romanının orijinalliği olarak açıklar. Kiti’ye olan aşkının sönmemesi için Levin, Anna Karenina ile hiç karşılaşmaz...

Yasnaya Pollyana’ya dönersek yeniden; karısıyla kavga ettikten sonraLev Nikolayeviç, yağmurlu ve soğuk bir havada, akşamüzeri evden çıkar ve kardeşi Marya Nikolayevna’nın evine gider. Çok halsizdir. Kardeşi merakla, “Evde her şey allak bullak galiba Levoçka,” der. “Seni görmek çok hoş, ama...

Evde durum tam bir felaket,” der Tolstoy ve ekler: “Hastayım. Üstelik bitirmem gereken bir de romanım var. Çok mutsuzum Marya...
82 yaşındadır o sıra.

Kardeşine, karısının odaya girip vasiyetnamesini nasıl aradığını anlatır:
Sofya Andreyevna sağlık durumumu sormak için içeri giriyor, uyuduğumu görünce de ortalığı karıştırıyordu. Halim olmadığı için kalkamıyordum. Çok korkunçtu.
Hafif bir yemek yedikten sonra, eve gidermiş gibi kardeşinin yanından çıkar.

Ve gidiş o gidiş... Önemsenmediğini düşünmektedir büyük yazar. Dünya kendisini önemsemektedir, romanları elden ele dolaşmaktadır, ama o önemsenmediğini düşünmektedir. On altı yaşında aldığı sevgilisi Sofya ile artık çok ayrı dünyalarda olduğunu düşünmektedir. 82 yaşında bir çocuktur artık.

Aslında bu çok uzun bir hikayedir. Uzun ve acıklı bir hikaye. 

William Saroyan’ın babasının New York’ta nar yetiştirip de, pazarda bir tane satamaması kadar hazin bir öykü.
Bu öykü de bir başka zamana.
Ancak şu kesin ki, işini önemseyen insanlar mutlaka bir başkasının işini de önemsemeli. Bu iş ne kendileri için ne kadar uyduruk ve önemsiz bile görünse.
Nasihat gibi oldu, ama böyle.
Küçük çocuğu için patik ve şal ören bir anne için dünyanın en önemli işi odur belki. Kalkın da sofrayı siz hazırlayın böyle durumda.
Çocuğu için pulları özenle dizen bir baba da, hayatının en önemli işini yapıyordur. Bırakın da çoraplar salonun ortasında kalsın o sefer...

A. Mümtaz İdil
Odatv.com


27.03.2010 00:21

24 Mart 2010 Çarşamba

BİR ROSENBERG OLAYI MI YAŞANIYOR?

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma
Melih Cevdet Anday
Geçtiğimiz yüzyılın en acıklı öykülerinden biridir Rosenbergler ...
Bütün dünyanın itirazına rağmen 19 Haziran 1953’te elektrikli sandalyede idam edilen iki masum insan...Geride 6 yaşında Robby ve 10 yaşında Michael adında oğullarını öksüz bırakan iki kurban: Ethel Greenglass Rosenberg ve Julius Rosenberg.

Hiç kıvırmadan söyleyelim: Günler Rosenberg günleridir.
1950’li yıllar... McCarthy dönemi... ABD’nin tüm tarihi boyunca yaşadığı en aşağılık, en zorba “cadı avı” yılları...
Tüm Komünist Partisi üyeleri fişlenmekte, hareketleri yakın takibe alınmakta ve grev kırıcıları ve muhbir vatandaşlar aralarına serpiştirilmektedir.
Julius Rosenberg, 1939 yılında Komünist Parti’ye üye olur. Ethel ile de burada tanışır ve o yıl evlenirler.
İşkenceli yıllar ise bundan sonra başlar. İşsizlik, yeniden işe girmeler, tekrar kovulmalar, mahkemeler...
Nihayet, 11 Ağustos 1950’de, mahkeme sonrasında Ethel tutuklanır. Julius ise daha önce, atom bombası formüllerini düşmana vermeye yeltenmek suçundan 17 Temmuz 1950′de tutuklanmıştır.

1950’li yılların Amerikası aşırı silahlanmanın, Kore Savaşı’nın, ırkçılığın, faşistliğin ve gericilin en üst boyutlara ulaştığı bir ülkedir. Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan atom bombalarıyla, silah gücünü tüm dünyaya kanıtlamıştır. Ancak Sovyetler Birliği’nin de atom bombası geliştirme ihtimalini hiçbir zaman gözardı etmemektedir. Sovyetlerin yeraltı atom denemesi yapmasının ardından, ABD dünyada “tek” olma özelliğini yitirdiğinin farkına varır. Bunun önüne geçebilmesi için, ülkesindeki komünist hareketlerin mutlaka bastırılması gerektiği düşüncesi yürürlüğe girer. Komünist olanların bir şekilde var olan gizli bilgileri Sovyetler’e iletebileceği kuşkusu yaratılır. Böyle bir şey olmasa bile McCarthy için “bu tehdit yaratılmalıdır”.
McCarthy, aklına koyduğu oyunu sahneye koyar. Bir Sovyet casus teşkilatı yaratır. FBI ile birlikte çalışan McCarthy, üç yalancı tanık bulur. Onların ifadeleriyle, Rosenbergleri casuslukla suçlayacak bir hikaye uydurur ve iddianame hazırlatır.
8 Mart 1951’de başlayan mahkeme sonucunda, yalancı tanıkların ifadeleri sonucu Rosenbergler idama mahkum olur.
İddianame ve Rosenberglere atfedilen suçlar çok gülünçtür. Bu konuda fizik profesörleri, her iki sanığın da atom bombası formüllerini taşıyacak, aktaracak veya krokisini çizecek yetenekte ve bilgide olmadığını söylemiştir.
Ancak yargıç Kaufmann, doğrudan Washington’dan aldığı emirlerle hareket etmekte ve adeta Rosenberglere açık kin beslemektedir. Bu nefret de jüriyi etkilemiştir.
29 Mart 1951’de jüri Rosenbergleri suçlu buldu, 5 Nisan’da da Kaufmann idam kararını verdi. Kaufmann, FBI’a ve başkanı Hoover’e teşekkürlerini de sunmayı ihmal etmedi.
Yıllar sonra her şeyin FBI tarafından düzenlendiği ortaya çıkmıştı, ama Rosenbergler geri gelemezdi.
29 Mart’ta Rosenbergler jüri tarafından “suçlu” bulundular ve 5 Nisan’da hâkim Kaufmann tarafından ölüme mahkûm edildiler. Morton Sobell “suç ortağı” olarak 30 yıl hapse mahkûm edildi. Aleyhte esas tanık olan David Greenglass 15 yıla mahkûm oldu, erken tahliye edildi ve kendisine yeni bir kimlik verildi. Casusluk faaliyetinde bulunduğunu ikrar eden karısı Ruth hakkında dava bile açılmadı.
Hâkim Kaufmann, davayı şu “teşekkürname” ile kapattı: “FBI ve Bay Hoover’a duyduğum saygının ne kadar büyük olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum. Bu davada mükemmel bir çalışma sergilediler.” Onyıllar sonra yayınlanacak olan belgeler tam da bunu acı bir şekilde tanıtladılar. Herşey baştan sona FBI ve devlet tarafından planlanmış, kotarılmış ve uygulanmıştı.
11 Nisan’da Ethel, idam edilinceye kadar bir daha terketmeyeceği Sing Sing cezaevinin idamlıklar kanadına kondu. Daha sonra Julius da buraya “nakledilecek”ti.
Bir anda “normal” yaşamlarından koparılıp alınan, zindana atılan (her biri için konulan 100 Bin dolarlık kefaleti tabii ki bulamadılar) ve tam bir yalanlar ve iftiralar ağıyla karşı karşıya kalan Ethel ve Julius, bu davada masumiyetlerini kanıtlamak için muazzam bir güç gösterdiler. Sendika avukatı Emanuel “Manny” Bloch, bu konuda onların dostu ve avukatı haline geldi. Sonraki birkaç yılda tüm enerjisini ve çalışmasını Rosenberglerin savunmasına ayırdı.
Rosenberglerin idam kararında, komünist olmaları kadar Yahudi olmalarının da rol oynadığı söylenmiştir.
Amerika’da yargıtay görevini üstlenen mahkeme, Rosenberg’lerin itirazını ve davanın yeniden görülmesi talebini beş kez reddetti.
İnfaz ise dört kez ertelenerek, ayrı bir işkence uygulandı.

Rosenberglere, idama giden yolda hükümetle anlaşmaları ve suçu kabul etmeleri halinde cezalarının önce otuz, sonra yirmi yıla indirilmesi teklifinde bulunuldu.
Ethel de Julius da bunu şiddetle reddettiler ve masum olduklarını söylediler.
Şu acıklı mektup, söylenecek son sözdü herhalde:
“Sevgili çocuklarım,
Bu sabah, sanki tekrar birlikte olabilecekmişiz sandım. Ama bunun olmayacağını bildiğim halde, size ancak öğrendiklerimi aktarabilmeyi istedim. Ne yazık ki ancak birkaç kelime yazabilirim. Gerisini size yaşamınız öğretmeli. Bana öğrettiği gibi.
Başlangıçta sizin için acılı olacak, ama üzülen yalnızca siz olmayacaksınız. Sonunda siz de yaşamın yaşamaya değer olduğu inancına varmak zorundasınız. Şimdi önüne geçilmez biçimde yaklaşan ölüm karşısında bile bunu bilmenin cellatları yeneceğinden kesinlikle emin oluşumuz size bir avuntu olsun.
....
Yaşamımızın sizle birlikte sonuna kadar yürütme sevinci ve mutluluğunun bize nasip olmasını dilerdik. Babanız size tüm yüreği ve tüm sevgisinin sevgili oğullarına ait olduğunu söylemek istiyor. Suçsuz olduğumuzu ve vicdanımıza aykırı hareket edemediğimizi hiçbir zaman unutmayın.
Sizi bağrımıza basıyor ve hararetle öpüyoruz.
Sevgiyle,
Baba ve Anne”

Evet, bugünler Rosenberg günleridir, Dreyfus günleridir.
Bugünler, faşizme direnme günleridir.

A. Mümtaz İdil
Odatv.com
24.03.2010 13:46

21 Mart 2010 Pazar

HAMLE SIRASI ŞİMDİ KİMDE?

Çok bilinen bir öykü:
Hindistan mihracesi, satranç oyununu bulup da karşısına geçen adama, “Müthiş bir oyun bu,” der.“Dile benden ne dilersen!”
Adam, “Sizden mihracem,” der, “birinci kareye bir buğday koymanız, ondan sonra gelen kareye onun iki katını... Böylelikle 64. kareye kadar aynı yöntemle gitmeniz ve o buğdayları bana vermeniz...”Mihrace iki elini birbirine vurarak yardımcısını çağırır, alaycı bir tonla, “Bu bilge kişi çok güzel bir oyun bulmuş. Ona, benden istediğini dilemesini söyledim. O da bana bu tahtaya birinci kareden başlamak ve katlayarak gitmek üzere buğday koymamı ve onları kendisine vermemi istedi. Hemen yerine getirin bakalım.”Sonra adama döner, “Gerçekten isteğin bu kadarcık mı?”
“Evet,” 
der adam. “Benim için yeterli...”Sonuçta, Hindistan’daki buğdayların yetmediği söylenir...
Denemeye kalkmayın...
Bu öykü bile -gerçek olsun olmasın- satranç tahtası üzerindeki gerilim ve dinamizmin basit bir göstergesi sayıldı yıllarca.
Bir ara, hatırlanacağı gibi, ABD ile Sovyetler Birliği arasında Ficher-Spassky maçıyla neredeyse “meydan savaşına” dönüşmüştü.
Spassky, çok kuvvetli bir savunma oyuncusu olduğu halde, Ficher’in çılgın atakları karşısında direnememiş ve dünya şampiyonluğunu Ficher’e bırakmıştı.
Bir tek 11. Oyunda muhteşem bir çıkış yapmış ve Ficher’in kendine göre sağ kanattan saldırılarına aldırmadan, şah kanadına piyonlarla hücum ederek, “tempo” ile oyunu kazanmıştı.
Siyasetin de sık sık ağzına düşen, “hamle”, “atak”, gibi göndermeler yaptığı satranç oyunu, dünya şampiyonluğunu uzun süre elinde tutmuş ve Deep Blue adlı IBM’e ait makineyi yenmeyi başarmış Kasparov’un, Deeper Blue’ya yenilmesiyle cazibesini oldukça yitirdi.
Makinenin sınırsız “tahmin ve eleme” hızına insan beyninin yetişemeyeceği düşüncesi yaygınlaştı.
Oysa, Deeper Blue’nun arkasında müthiş bir satranç ekibi bulunuyordu, hatta Kasparov buna, maç sırasında oyuna müdahale edildiği için itiraz bile etmişti.
IBM’in, daha fazla rezil olmamak için Kasparov’a yenilmesi için bir servet önerdiği de epeyce dillerde dolandı.
Sonuçta satranç yeniden 1950’li yıllardaki küçük alanına geri itildi.
1972 yılında Reykjavik’te gerçekleştirilen Ficher-Spassky dünya şampiyonluğu maçından sonra birçok insan, satrancın büyüsüne kapılmıştı. Türkiye’de de satranç o sıralarda yaygınlaşmaya ve üniversitelerde oynanmaya başlanmıştı.
Herkes aklını denemek istiyordu. Zekâsının boyutunu öğrenmeye çalışıyordu. Yenilgiler üst üste gelince, kendini “aptallık” sınırına çekiyor ve zaman zaman da oyunlara tamamen küsüyordu.
Oysa satrancın bir “vizyon” oyunu olduğu anlatılmıyordu.
Satranç, tahtada o sırada yapılabilecek en iyi hamleyi bulabilmekti. Her şeyden önce buydu.
İkincisi, tüm tahtayı bir anda değerlendirebilmekti. Tahtaya bir bakışta analiz etmek ve sözgelimi At ile bir atak geliştirirken, tüm taşların da Atın hücumuna destek vermesi ama birbirini de kollamasıydı.
Zincirde en ufak bir aksama olması, savunmanın aniden çökmesine neden olabiliyordu.
Sonuçta, satrancın bir zekâ oyunundan çok bir değerlendirme, sentez olayı olduğu, yani parçaların birbirine eklemlenmesiyle bütünün oluştuğu hükmü yaygınlaştı.
Olaylara geniş açıdan bakmayı öğretiyordu. Sözgelimi, bir gazetecinin gazeteyi okurken manşete baktığı kadar ayrıntı haberlere de bakmasını, her ikisi arasında da bir bağlantı kurmasını sağlıyordu.
Bir doktorun ameliyat sırasında ortaya çıkabilecek komplikasyonları da ihtimal dahiline almasına neden oluyordu.
Bir yazarın romanını yazarken, en ayrıntı gibi görünen kahramanının (satrançta piyon gibi) kitabında belirleyici olmasını ortaya çıkarıyordu.
Kısacası, hayata bir bütün olarak bakılmasını, bunun hafızaya kazınmasını öneriyordu.
Çok önemli bir algılama biçimiydi bu ve hayatı her aşamada çözümleme yeteneği sunuyordu.
O yüzden belki, hemen her insanın bu oyun ile bir şekilde tanışması gerektiği uzun süre savunuldu.
Olayları birleştirme yeteneğine en çok ihtiyaç duyulan siyaset sahnesinde daha da gerekliydi.
Bugün eğer, Başbakan Erdoğan’ın, “Yüz bin ‘kaçak’ Ermeni’yi sınır dışı etme” düşüncesine kendisine en yakın yazarların karşı durmasının arkasındaki gizem anlaşılmak isteniyorsa, bunun bir satranç kafasıyla değerlendirilmesi gerekir.
Bütünü görebilmeyi başardığında insan, ayrıntının bu bütün içerisindeki rolünü daha rahat anlayacaktır.
“Neden,” sorusu o zaman sorulmayacaktır. 
Neden bilinmektedir çünkü. Bunun sonrasında gelecek “hamle” nedir, oraya odaklanılacaktır.
Bir kırılma noktası yaşandığı ortada...
“Gemiyi önce fareler terkeder,” yaklaşımı burada geçerli değil.
Bu, kolay ve “aklı başında insanların” gönlünden geçen bir “beklenti”belki, ama geçersiz...
Bir Piyon, tüm oyun içerisinde beklenmedik bir hamle yaptı...
Hiç önem verilmeyen, tahtanın en değersiz taşı olarak görülen Piyon, beklenmedik bir hareketle tehdit unsuru oldu.
Son gelişmelere böyle bakmak gerek.
Tabii burada, “Piyon nasıl bir hamle yaptı?” sorusu gelecek haklı olarak.
Madem bu kadar biliyorsun, o zaman hamleyi de söyle...
Ülke, altından kalkılamayacak kadar büyük bir çöküşün “kırılma”noktasında...
Erken seçim kararı vermek istemeyen Başbakan, bu kararı vermek ve kendi ayağına kurşun sıkmak zorunda...
Bekleyin ve görün.

A. Mümtaz İdil
Odatv.com

 
21.03.2010 23:04

18 Mart 2010 Perşembe

TÜRKİYE BUNU KALDIRAMAZ

Son TUİK rakamlarına göre Türkiye’de işsiz sayısı 3 milyon 361 bin kişi...
Buna, artık iş bulma umudu olmadığı için evde oturanları eklerseniz beş milyonu geçtiği söyleniyor.
Sınır dışı edilecek Ermeni sayısı kaç? Yüz bin.
Başbakan Recep Erdoğan, İngiltere’de BBC Türkçe servisine verdiği demeçte Ermeni asıllı Türk vatandaşlar için, “Türkiye’deki 170 bin Ermeni’nin 100 bini Türk vatandaşı değil. Biz 100 binini idare ediyoruz. Ne yapacağım ben yarın, gerekirse yüz binine ‘Hadi siz de memleketinize’ diyeceğim, bunu yapacağım,” dedi.
Birçok da tepki aldı.
Tepkilerin bir kısmı, “bu kadar işsizin olduğu ülkede nasıl oluyor da buna izin veriliyor,” şeklindeydi.
Bir kısmı ise, “Başbakan’ın kaçak işçilere göz yumduğu için suçlu olduğu,” şeklindeydi.
Yani bir “cadı avı” başlaması için küçük bir harekete ihtiyaç olduğu ortaya çıktı. Ermenilerin sınır dışı edilmesine kimsenin ses çıkarmayacağı, hatta bazı kesimlerin memnun bile olacağı anlaşıldı.
Oysa Başbakan o konuşmasında Ermeniler için “kaçak” demedi, Türk vatandaşı değil, dedi.
Yani, TC vatandaşlığına geçmemiş, ama oturma izni olan Ermeniler dahil oldu bu tanımlamaya.
Şimdi bambaşka bir yerden olaya yaklaşmaya çalışalım:

Ocak 1935...
Adolf Hitler, başbakanlığının ikinci yılında, Almanya’da yaşayan Yahudilerin vatandaşlık haklarını iptal etti ve sınır dışı edilmeleri gerektiğini belirtti.
Gerekçesini de Nurmberg Yasaları’na bağladı.
Bu, Almanya’da Yahudi kıyımı için atılan somut adım olarak tarihe geçti.
Ondokuzuncu Yüzyılın başından Yirminci Yüzyılın başına kadar olan yüz yıllık dönemde, Almanya’da sürekli “asimilasyon” tehdidi altında yaşayan ve din değiştirmek zorunda kalan Yahudiler, artık yaşadıkları topraklardan da kovulmakla burun buruna kalmıştı.
Üstelik, Birinci Dünya Savaşı’nda, Almanya saflarında 12 binden fazla can vermelerine rağmen...
İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce, 1938 yılında ABD önderliğinde bazı ülkeler, Yahudi sorununa çözüm bulmak için bir konferans düzenledi. Ancak bu konferansın sonuç bildirgesinde çok tuhaf bir madde vardı: “Dünya ülkelerinin, o anda var olan yasalarının izin verdiğinden daha fazla göçmen Yahudi kabul etmemesi” şartı...
Sınır dışı edilen Yahudilerin gidebilecekleri neredeyse tek bir ülke bile yoktu.
Tarihin en büyük kıyımına uğrayan Yahudiler için bulundukları ülkeye sıkı sıkı bağlanmaktan başka çare kalmamıştı.
Bunlar içinde en şanssız olanları da Almanya’da yaşayanlar Yahudilerdi.
Çünkü onları daha ileride ayrıca büyük bir kıyım bekliyordu.

Faşizm böyle başladı işte.
Yüz bin Ermeni nüfusunu sınır dışı etme tehdidi, şantajdan başka bir şey değildir.
Ama ne Türk dış politikası ne de Başbakan Erdoğan, bu faşist adımı atarken, karşı tarafın da buna benzer bir adım atacağını düşünmüyor belli ki...
Diyelim ki, 3 milyondan fazla insanımızın yaşadığı Almanya’da bütün vatandaşlarımız Alman uyruğuna mı geçmiş durumda. 
Ermeni diasporası Almanya üzerinde “sınır dışı baskısı” yaparsa, ne olacak?
Ya da hiç gerek yok, Almanlar zaten “bıkmış durumda” Türk vatandaşlarından.
“Alman uyruğuna geçmeyen Türk vatandaşlar ülkelerine...” dediğinde ne yapacak hükümet?
Yalnızca Almanya mı, ABD, Fransa, kurtlar gibi bekleyen Avusturya, Belçika, İsveç... Onlarca ülkede yaşayan vatandaşlarımızın sayısı milyonları aşıyor.
Yüz bin iş olanağı açılacak umuduyla Ermenilerin sınır dışı edilmesine alkış tutan vatandaşlar, yurt dışından aynı gerekçeyle yurda gelen milyonlarca kalifiye işsiz ordusuyla karşılaştığında “evdeki bulgurdan” olmayacak mı?

Bu düşüncenin hayata geçirilmesi halinde, tüm dünyaya artık “biz Ermenileri katletmedik, soykırım uygulamadık,” diye haykırmanın da bir yararı olmayacaktır.
Bir tehdit ve şantaj unsuru olarak yüz bin insanın hayatıyla oynayan bir ülkenin, haklı da olsa, daha önce bir katliam yapıp yamadığını artık kimse sorgulamaz.
Yapmıştır,” der geçer.
Yaptırımı olmayan bir değerlendirmedir belki bu, ama Türkiye bunu kaldıramaz.
Ne yapılacak bir misillemeyi kaldırabilir ne de haksız olarak alnına yapıştırılan “soykırımcı” yaftasını kaldırabilir...
Umarım, Başbakan’ın sözü uluorta söylenmiş bir sözdür ve unutulmaya terk edilir.

A. Mümtaz İdil
Odatv.com


18.03.2010 23:30

SANATIN İÇİNE NASIL TÜKÜRDÜLER?

1564 yılının 18 Şubat cuma günü, yani bundan 446 yıl önce, Roma’nın varoşlarından birinde Marcel Corvi’ye yakın Fonari Sokağı’nda duran arabadan, kara giysilere bürünmüş dört adam koşarak 212 no.lu eve girer.

İçeride, demir bir karyolada kaskatı kesilmiş, hareketsiz, yaşlı bir adam yatmaktadır. 

Kara giysili adamlar, birer icra memuru titizliğiyle odadaki eşyaların envanterini çıkarmaya başlarlar. 

Ceviz bir sandığı hışımla açarlar ve içindeki 8190 Duka ile 200 Skudi’ye el koyarlar. Paraların bir bölümü bakır kutular içinde, bir bölümü de eski bir mendile sarılmıştır.

Fonari Sokak, 212 no.lu eve giren Roma Sulh yargıcı Tommaso de Cavalieri ile Daniele de Volterra, üzgün bir yüzle Leonardo Buanarroti’ye bakarlar.

Amcanız ölmüş, bay Buanarotti,” der, sulh yargıcı Cavalieri, “Evde de sizin işinize yarayacak doğru dürüst bir şey yok. Zavallının, ölmeden üzerine zorlukla çekebildiği şu keçi postundan başka... Sandıktan çıkan paralar ise borçlarını bile ödemeye yetmeyecek kadar değersiz. Üzgünüm...

Leonardo Buanarotti, amcası Michelangelo Buanarotti’nin kanı çekilmiş yüzüne bakarak derin bir soluk alır: 

Keşke, birkaç yüz yıl sonra doğsaydım... İşte o zaman onun mirasçısı olmak harika olurdu...

Demir karyolada cansız yatan vücut, “Konuşsana!” diye çekicini fırlattığı ünlü Musa heykelinin yaratıcısı Michelangelo’dan başkası değildir. 

Roma’da, San Pietro in Vincoli Kilisesi’ndeki bu ünlü heykeli herkes bilir.

Mermerin konuştuğunun bir simgesidir.

Zaten Michelangelo da o yüzden çekicini fırlatmıştır. Konuşması gerekirken sustuğu için.

500 yılı aşkın zaman diliminde, üstelik de Katolik mezhebinin tam ortasında bir Musa heykeli, tüm dünyanın hayranlığıyla öylece oturmakta...

Sanatın bin yıl daha dünyayı etkileyeceğinin habercisi olarak umut dağıtmakta.

Bu sütunlarda hep sanatın gücü ve kitlelere verdiği coşku anlatılmak istendi. Putperestlikten yakasını zor sıyıran Müslüman dünyası, yıllar boyu heykel sanatına, putlardan gelen bir “irkiliş” içinde kuşkuyla baktı. Günümüzde bunun etkisi azalmakla birlikte, hala kimi belediyelerde kendini gösteren “müthiş” heykel düşmanlığı, kaynağını bu ilkellikten almakta.

İnsan vücudunun mermerde bile olsa suretinin yaratılması korkutucu olmakta.

Dünya sanatının ulaştığı aşamalarla buluşması her açıdan kesilen ülkemin insanları, bu yüzden elli sene önce yazılmış romanlardan türetilen yeni versiyon dizilere çakılıp kalıyor. 

Üstelik giderek de daha kısırlaşan bir toplum yaratılıyor. 

Sanatın ivme kazandıran, geleceğe umutla bakmayı sağlayan “adrenalin” salgısı yerine, Oblomov’un uyuşukluğunu aşılıyor.

Bir zamanlar, İsmail Cem’in genel müdürlüğünü yaptığı TRT’de, Leonardo Da Vinci’nin hayatı gibi programlara yer verilirdi. Dany Kane’in müzik programları, çok sesli müziğin sevilmesine yol açardı.

Beğeni yelpazesi genişlerdi kısacası ve bu da düşünce yelpazesinin de genişlemesine neden olurdu.

Sanatın içine tükürülmeye başlanan dönemlere gelindiğinde, heykellere, resimlere, edebiyata bir düşmanlık başladı. 

Sanatın belli bir ideolojiyi taşıması kabul edilebilirdi, ancak bu ideolojinin kabul edilip edilmemesi için seçeneklerin de sunulması gerekliydi.

Bu yapılmadı.

Yapılan, insanların özgürce düşünme haklarının elinden alınmasıydı. 

Tüm ileriye dönük sanatsal hamleler, çırpınışlar muhafazakar ve giderek de bağnaz çevreler tarafından engellendi.

Her şey “kendiliğinden” anlayışına bırakıldı ve bunun dışına çıkmanın bedelleri anlatıldı.

Seka gibi verimli fabrikalar kapatıldı, kağıt ithalata bağlandı. Kitap fiyatları vasatın üzerinde kazancı olanların bile “elini yakmaya” başladı.

Sergi salonları kentin en ücra köşelerine taşındı.

Okullarda resim ve müzik dersleri “geçiştirildi”.

Pop müzik ilahlarını yetiştirdi ve hayran kitlesi oluşturdu.

Resim sanatı bir ticari meta haline getirildiği için, yaygınlaşması imkansızlaştı.

Eskiden herkesin hayal ettiği, hevesle gittiği fotoğraf dernekleri cazibesini kaybettüi.

Bir tek sinema sanatı bu muhafazakar saldırıdan kendini koruyabildi. Özellikle yurtdışında ödüllendirilen Türk sineması, yurt içinde de gişe yapmaya başladı.

İşte tam bu sırada, bu sanatın kolunu kesemeyeceğini anlayan muhafazakar kesim, kendi sineması ile rekabete başladı.

Sanatın hiç başlamayan Türkiye serüveni, hala başlamak için kendine bir yol arayarak çırpınıyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarının bile gerisine düştüğünü kabul eden kimi aydınlar, ellerinden geldiğince şiiri, tiyatroyu, heykeli, romanı, müziği sevdirmeye çalışıyor.

Bu, geç kalmış bir savaşım olsa da, sanat mutlaka kazanacaktır demek insanı umutlandırıyor.

Ergenekon, Balyoz, Erzincan, Özel Yetkili Savcılar, Deniz Feneri, Darbe, TSK, HSYK, Yolsuzluklar, Mehmet Altan, Cengiz Çandar, Ahmet Altan...

Bütün bunları bir kenara bırakıp böyle bir yazı gerekli arada bir diye düşündüm.
Hepsi bu...

A. Mümtaz İdil
Odatv.com


18.03.2010 01:26

14 Mart 2010 Pazar

CUMHURİYET’E BİR BU SUÇLAMA YAPILMAMIŞTI

Önce biraz roman sanatından söz edelim:
Fransızların Chanson de Geste adını verdikleri kahramanlık öykülerinden doğan roman sanatı, 19. Yüzyılın en etkili sanatı oldu. 20. yüzyılın ortalarına kadar da bu özelliğini korudu.
Sinemanın ve televizyonun ağır baskısıyla önemli oranda etkinliğini kaybedince, tema değişikliğine gitmek zorunda kaldı.
Çok satan romanlar adı altında daha güncel, daha akıcı, daha gerilim dolu romanlar yazılmaya başlandı.
Hatta bu konuda o kadar ileri gidildi ki, neredeyse sinema için alt yapı oluşturacak, senaryo tipi romanlar yazılmaya başlandı.
Yani bir bakıma roman sanatının “sanat” değeri tartışılır hale gelirken, çok satması, değerlendirmesi açısından kriter oluşturdu. İnsanın“içgüdülerini” harekete geçirecek romanlar yazılmaya başlandı. Monte Cristo Kontu, Sefiller, İki Şehrin Hikayesi gibi klasik romanların ucuz ve uzun taklitleri piyasayı sarmaya başladı.
Çağının özelliğini yansıtma görevini üstlenen roman sanatı, bir bakıma kendi kendini de yok etme yoluna girdi.
Uzun sürmedi bu serüven, çünkü iki roman türünün birbirinden ayrılması çok zaman almadı.
Özellikle Latin Amerika kökenli romancıların ataklarıyla roman, “sanat” özelliğini koruyan ürünler vermeye başladı.
Geriye aşk, macera ve intikam üçgeni arasına sıkışmış ürünler kaldı ki, bunların kapaklarında yazan “roman” yazısının dışında edebiyat anlamında değerlendirmeleri hiç olmadı.
Bütün bunları neden yazdım?
Türkiye bir karşı devrim, bir dönüştürme sürecinden geçiyor. Kılıçlar çekilmiş durumda. Bu sürece karşı koyanlar da, bu süreci yürürlüğe koyanlar da bu “olgunun” farkında. Artık gözle görülür bir dönüşüm içindeyiz ve kazanılmış cumhuriyet değerleri yerini daha “ümmetçi” değerlere bırakıyor. Adına da açılım, dönüşüm, değişim deniyor ve uygulanıyor.
Bu değişim sırasında da, sistem var olan burjuva değerlerini de kullanmaktan geri kalmıyor. Bir yüzünü “doğu” kapalılığına çevirirken, buna mutlaka “batı” yüzü de yakıştırmaktan geri kalmıyor.
Beyinsel açıdan “doğu” tarzı benimsenirken, şekilsel açıdan da “batı”normları maske olarak kullanılıyor. Gucci, Versace, Pierre Cardin gibi moda devlerinin ürünleri kullanılıyor, ama “şekilden” taviz verilmiyor. Aston Martin, Ferrari, Mercedes gibi pahalı arabalar kullanılıyor, ama mazbut görünüm korunuyor. Cuma namazlarında camilerin önündeki arabaların sayısında ve markasındaki farklılıktan da bu ortaya çıkıyor.
Ama bütün bunlar da yeterli görülmüyor. Paranın verdiği alım gücü, nesnelerin hepsini kucaklayabilirken, “itibar” ve “saygı” kavramlarını satın alamıyor. Kendi aralarındaki uçurum büyüdükçe büyüyor. Tehlikeli boyutlara ulaşıyor. Para, inandırıcılığı satın almakta zorlanıyor.

Açıkça, “İslami” yaşam tarzını benimseyenler arasında da derin uçurumlar oluşmaya başladı. Bunun farkına varan zengin doğucularla, kendisini ezilmiş hisseden fakir doğucular arasıdaki farkın da bir şekilde ortadan kaldırılması gerektiği akıllara düştü. Değilse, paylaşım daha büyük olmalıydı ve bunu da zengin doğu kesim kaldıracak gibi değildi. Herşeyden önce paranın ve satın almanın “tadına” vardı bir kere. Geri dönüş olamazdı. Yeniden eski yaşama dönmek söz konusu bile değildi.
Beğeni kalıplarının biraz daha esnetilmesi ve “batı” tarzının biraz daha “taklit” edilmesi gerekiyordu.
İşte bu nedenle artık İslami tarz pop, İslami tarz eğlenceler, İslami tarz dedikodular, tüm cemaat baskısına rağmen, kendini daha fazla saklayamadı.
Geriye sanatsal faaliyetler kalıyordu.
Mimari tarzlar camilerden sonra kimi binalarda da denenmeye çalışıldı ve yapıldı da.
Resim, uzak durulması gereken bir sanat olduğu için hiç dokunulmadı.
Sinema sanatı bütün gücü ve parasal desteği ile Türk sinemasının tam ortasına düştü.
Artık sıra “aşk, macera ve intikam” üçgeninde romanlar yazmaya gelmişti.
Daha önce yazılan romanlar daha çok “Tanrı ile insan” arasındaki ilişkileri irdeleyen mucizelere dayandığından, “doğu” ezgilerinden bir türlü çıkamıyordu.
Aşk mutlaka gerekliydi, ama bunu “İslami” tarza oturtmak da gerekiyordu.
Ayşe Kara’nın ikinci romanı “Lâl” de işin bu tarafı için uygun bir atılım olarak görülmeli.
Roman, İslami ölçüler içinde “yasak” bile kabul edilebilecek bir “aşkı”işliyor aslında. Tabii ki de aşkı reddetmek mümkün olmadığı için, bu duygunun saflığından söz ediyor.
Şaşırtıcı olanı ise, Sabah gazetesinin Pazar ekine verdiği röportajında Ayşe Kara, “aşk konusunda güdükleşme şehirlerde oldu, Anadolu'da asla böyle bir şey olmadı, bu tamamen Tanzimat ve Cumhuriyet'le gelen bir kesinti,” diyor. Sabah gazetesi de bunu, “Cumhuriyet Aşkı Güdükleştirdi” diye söyleşi manşeti yapıyor. Yazarı savunmak bu sayfalara düşmez, ama çarpıtmanın “Papa-Genelev” kadar vahim olduğu da çok açık. Cumhuriyet bugüne kadar bir çok “suçlama” ile karşı karşıya kaldı. İkinci cumhuriyetçiler, söylemediğini bırakmadı. En büyük saldırı da “statükoculuk” başlığıyla geldi. Kurumlar bile bu suçlamanın altında kaldı. Ancak ilk kez böyle bir suçlama ile karşılaşıyor Cumhuriyet: “Aşkı güdükleştirmek” suçlamasıyla.

Kara’nın değindiği, aşkın büyük kentlerde yozlaştığı yönünde... Aşkı“saflıkla” açıklayıp, bir “aydın” duygusu olmadığına dem vurmak istiyor. Herhalde, entellektüalizmin aşkı tekeline almasını aşkta bir “kesinti”olarak görüyor.
Ama Sabah muhabiri bunu hemen “kapıyor”... Aşka hiç de uygun olmayan bir zihniyetle...
Oysa Ayşe Kara’nın bakışı kaçınılmaz bir yaklaşım. Müslümanların da aşık olabileceklerini söylemek, “malumun ilamından” başka bir şey değil. Bunun tersini düşünmek de mümkün değil. Müslümanların doğurmak ve doğurtmak zorunda olduğunu düşünürseniz eğer, onların da “seks” denilen bir olgunun farkında olduğunu kabul edersiniz.
İnsana özgü her olguyu yaşamak ve uygulamak zorundadırlar. Tersi mümkün olmadığına göre, romanındaki Nergis de, ikiz kardeşi Fatih de aşık olmak zorunda.
Bu, “İslami kesimin” yeni fark ettiği bir şey değil tabii ki. Bu, uzun süre baskı altında tuttukları duyguların artık açılımı. 
Her ne kadar “kafalarını bağlamakta” inat etse de bu kesim, dünya zevklerinden bu dünyada yararlanılması gerektiğinin farkına vardı. Özellikle de harcayacak yer bulamayacak kadar fazla para kazanan kesim bunun farkında.
Artık aşkın da, maceranın da ihanetin de intikamın da insani bir duygu olduğunu ve bunların gerektiğinde uygulanması gerektiğine karar verildi.
Ayşe Kara’nın “Lâl” romanı bu yaklaşımın bir ürünüdür. Roman sanatı açısından değerlendirmekten çok sınıfsal bir başkaldırı ve yönlendirme açısından bakmak gerek.
Bütün bu kaçamak aşk, ihanet ve dayanılmaz şeytan yaklaşımlarından bir parça romanını kurtarmak için de, cami figürünü monte etmeye çalışmış Ayşe Kara romanına. Kendi açıklamasına göre de, aşk onun için caminin kubbesi, dört karakter ise kubbeyi tutan ayaklar...
Kendisi de söylüyor söyleşide zaten: “Hidayet romanlarını çok okudum, hiçbirini de sevmedim,” diye.
Bunun sonucunda da, İslami bir yazarın zor ele alacağı bir konuya, bir kadının karşı cinse olan duygularını anlatan bir romana imza atıyor.
Muhafazakar bir aile kabuğunu çatlatıyor ve “batı” dünyasına göz kırpıyor sözüm ona...
Reddedilmeyecek bir dünya var dışarıda ve elbette cazip geliyor.

Hala ortaçağ tipi yaşamaya mahkum edilen “ikinci sınıf Müslümanlar”, yavaş yavaş “ne oluyor yahu,” demeye başladılar bile.
Birilerinin de bu kabarmayı söndürecek ilaç bulması gerek, değil mi ama?

A. Mümtaz İdil
Odatv.com
14.03.2010 16:02

11 Mart 2010 Perşembe

O TIPKI KANDİNSKİY İDİ

Turhan Selçuk ölmüş.
Hastaydı, 88 yaşındaydı, ölüm beklenen bir şeydi, ama yine de her ölüm bir acı doğuruyor. Dünyanın sayılı çizerlerinden biriydi. 
Bu, öylesine söylenmiş bir söz sayılmamalı.
Turhan Selçuk, resimde Kandinskiy neyse, karikatür sanatında da oydu.
Ünlü Rus soyut ressamı Kandinskiy, geometrik şekilleri resim sanatına kabul ettiren büyük bir ustaydı.
Turhan Selçuk da aynı yöntemi karikatür sanatına kazandırmıştı.
Cetvelle ve pergelle çizilmiş izlenimi veren üslubuyla, dünya karikatür sanatına önemli bir katkı sağladı ve böyle tanındı.
1984 yılında ilk kitabım “Gerçeklik ve Roman”ı yazdığımda, orada şöyle bir kuram geliştirmiştim: 
Ünlü Alman sanat tarihçisi Wolflin, sanatın soyuttan başlayıp somuta doğru gittiğini savunur. Buna İtalyan sanat tarihçisi Gombrich, sanatın somuttan tekrar soyuta doğru ilerlediği eklemlemesini yapar.
Kendimi kuşkusuz onlarla aynı yere koymuyorum, ama ben de teorilere, sanatın soyuttan tekrar somuta doğru ilerlediğini ve sonuçta sanatın kısır bir döngü içine girdiğini savunarak katılmıştım.
Bu herhalde önemsenmiş olacak ki, Rusya’nın (o zamanlar SSCB idi) en büyük edebiyat dergisi sayılan Literaturnaya Gazeta’da bu kuramla ilgili bir inceleme çıkmıştı.
Yine aynı kitapta, bu kurama girmeyen iki sanatın olduğunu belirtmiştim: Karikatür ve fotoğraf sanatları.
Fotoğraf sanatı somuttan başlamak zorundaydı. Deklanşöre basıldığı anda, gümüş sır üzerine düşen her türlü imge doğadaki ile aynı olmak zorundaydı. Bu yüzden de somuttu. Bunu Şahin Kaygun, David Hamilton gibi fotoğraf sanatçıları değiştirmeye uğraştılarsa da, pek başarılı çalışmalar olarak görülmedi.
Böylelikle de fotoğraf sanatı somuttan başladı ve hep somut kaldı. Nesnelerin gerçek görünümlerinden bağımsız hale gelemedi. Kurgu fotoğraflar ise bu çabadan çok uzaktı.
Karikatür sanatı ise doğuştan soyuttu ve bu soyutluğu hiç bir zaman aşamadı. Aştığı anda, kendi varlığını da yok etmesi gerekiyordu.
Nesnelerin mutlaka “deforme” edilmesi gerekiyordu. 
Karikatür sanatı hep soyut üzerinde kalmak üzerine kurgulanmış bir sanat koluydu ve bu haliyle kendisine ayrı bir yer ediniyordu sanat tarihinde.
İşte tam bu noktada da, Turhan Selçuk, tüm dünyaya kabul ettirdiği bir çalışmayla karikatür dünyasına girdi. Somut imgelerle karikatürlerini soyuta taşıdı. 
Yani, geometrik şekilleri karikatüründe kullanarak, yepyeni bir üslup ortaya attı. Ülkemizde işin çizimdeki üslup değişikliğinden çok, yaptığı siyasi hicivler ve Abdülcanbaz tiplemesiyle tanındı.
Turhan Selçuk ile ilgili birçok anı, düşünce, sempati, güzellikler anlatılacaktır mutlaka. 
Bunları fazlasıyla da hak ediyor büyük usta.
Ama işi karikatür boyutunda irdelemek de gerek. Bu yapılmazsa, Turhan Selçuk’un ne denli büyük bir “sanatçı” olduğu anlaşılmayacaktır.
Bu yüzden onu soyut resmin en büyüklerinden sayılan Kandinskiy ile karşılaştırma ihtiyacı duydum. 
Kandinskiy tablolarını bilenler, bu ikili arasındaki yakınlığı da hemen fark edecektir zaten. Bir sanat kolunda, alışagelmiş veya daha başka deyişle geleneksel çizgiyi aşan sanatçılar, büyük bir risk alırlar.
Bu, yok oluşlarını hızlandırabilir. 
Sanat ve sanatçı bu demektir zaten. Yok olmayı göze alarak, toplumsal değişime katkıda bulunmak.
Turhan Selçuk, siyasi hicivleri ile tüm cumhuriyet dönemine damgasını vurmayı başarmıştır. Ancak bunu hangi yolla kendisini izleyenlere aktardığı ve bunda ne kadar etkili olduğu da düşünülmeli. 
Dünyanın herhangi bir yerinde, karma bir karikatür sergisinde gezinirken, duvarda asılı karikatürlerden birini görüp de, “işte bu Turhan Selçuk” diyorsanız eğer, sanatın gücü orada kendini göstermiş demektir.
Sanırım Turhan Selçuk karikatürünü, onu tanıyan herkes, binlerce çizer içinden tanıyabilir.
İmzadır o çünkü, benzersiz bir imzadır.

A.Mümtaz İdil
Odatv.com

 
11.03.2010 11:35