14 Nisan 2011 Perşembe

ÜÇ KİTAP, ÜÇ YAZAR, BİR YAZI

1977 yılından 1990’lı yılların başına kadar hep “kitap”üzerine yazı yazdım. Ünlü Rus eleştirmen Belinski’nin yaptığını yapmaya çalıştım: Kitabı bir bütün olarak ele almayı ve o şekilde de anlatmayı denedim.
Kitap eleştirileri genellikle, kitaptan alıntılarla yapılıyor ülkemde. Kitap üzerine yazı yazan kişi, “bakın ben bu kitabı okudum,” deme ihtiyacı duyuyor ve bu yüzden de, hiç de haddi olmayarak, “yazar şu satırlarıyla, bunu demek istemiş,” diye bir “abukluk” yapıyor.
Oysa yapılması gerekenin bu olmadığını düşündüm. Ne bileyim, sözgelimi Emre Kongar’ın “İçimizdeki Zalim” kitabını anlatmaya, tanıtmaya çalışırken o kitaba bir katkıda bulunmalıydım. Bazı yerlerine itiraz ederek tırmandırmam, bazı yerlerine katılarak uzatmam gerekliydi. Böyle öğrendim “eleştiri” denen dikenli yolu.
Emre Kongar, Kültür Bakanlığı’nda çalışırken müsteşarımdı... Birçok da“güzel” anım oldu. En kötü anım da, beni genel müdürlükten almak için bir orduyla yanıma geldiği gündü. O sıralarda benim de “alkol denizinde”yüzdüğüm düşünülürse, haklı bir “yer değişikliğiydi”.
Sevgili Gülşen Karakadıoğlu’nun derin üzüntülerine rağmen, bakanlık müşaviri olarak “rahata erdiğimi” sandığım başka bir döneme geçtim.
Emre Kongar’ı müsteşar olarak değil de sosyolog olarak sevdim. Müsteşarlık gelip geçiciydi ikimiz için de, ama yazarlığı ve bu topluma kazandıracağı çok şey vardı. Nitekim, o “meşakkatli” işi bıraktıktan sonra, zembereğinden fırlayan yay gibi, ardı ardına kitaplarını yazdı.
Ama “İçimizdeki Zalim” kitabı bunların içinde (kimi yerlerinde irkilsem ve katılmasam da) mesleğine en uygun kitaplardan biri diye düşünüyorum. Zalimliğin böylesine ince tanımını ancak Emre “hoca” yapardı. Aynaya bakıp da, “ben de zalimin biriyim,” mi diyeceksiniz kitabı okurken, yoksa“ben de en az diğerleri kadar masumum” mu? İşte bu ikilem, Tenten adlı çizgi romandaki Kaptan Haddock’a sorulan soru gibidir: Uyurken sakalını yorganın altına mı koyacaksın, üstüne mi?
Haddock sabaha kadar uyuyamaz.
Çocuğunun başını sevgiyle okşayan bir baba zalim olabilir mi? Emre Kongar sizi bu uçurumun kenarına getirip bırakıyor işte... Ben asla zalim değilim, diyebileceğiniz bir nokta arayıp duruyorsunuz, ama yok...
Bir diğer kitap, Mehmet Ali Güller’in “Büyük Kürdistan” adlı kitabı. Ne bileyim, hayatım boyunca hep 19. Yüzyıl klasik romanlarını okuduğum için olsa gerek, belli bir yaştan sonra Stetphen King, D.Koontz, Tami Hoag, Robert Ludlum gibi yazarların kitaplarına takıldım.
Sonları hep “bir bilinmeyene” bağlanan, her biri ünlü dizi “Lost” gibi saçmalıklarla biten romanlar olmasına rağmen, yine de kitap ortasında yarattığı fırtınalarla heyecanımı hep diri tuttu. Ahmet Ümit ve Osman Aysu da okudum elbet, ama kesmedi...
M.Ali Güller’i kitap fuarında gördüm. Odatv’deki yazılarından da bildiğim bir yazardı. “Büyük Kürdistan” kitabını da fuardayken edindim. Stephen King romanı okurmuşçasına heyecanla okudum. Aradaki fark, kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, sonunda bir “bilinmeyene” bağlanmamış olmasıydı. Katil asla “bahçıvan” değildi, katil falan da yoktu aslında. Ama kocaman bir katilin siluetinin Türkiye üzerine düştüğünü de çok net görebiliyordunuz. Üstelik bir cinayet romanı kadar entrikaları içinde barındırarak ve son derece gerçekçi alıntılarla.
Son kitap ise, “kadim” dostum Ünal İnanç’ın “Lazımlık” adlı kitabı. Kitabı bir gecede okudum. Ergenekon denilen soruşturmanın ve içeride yatanların çarpıcı bir öyküsü kitap. Bambaşka bir bakış açısıyla ele alınmış, buna inanmanızı isterim. Kitabın arkasında zaten bir “kronolojik”sıralama var, kitabı özetlemiyor, ama davayı özetliyor.
Rahmetli Erhan Göksel, Türk Metal Sendikası Başkanı Mustafa Özbek ve kitabın yazarı Ünal İnanç’ın gözaltına alınmasına kadar süren bir özet.
Hiram Abbas’ı kim mi öldürdü...
Okuyun.
Türkiye’de terörü, mafyayı, polis-adliyeyi en iyi bilen bir kalemden okuyacaksınız tüm başınıza geleni ve gelmekte olanı.

Mümtaz İdil
Odatv.com

14.04.2011 12:49

4 Nisan 2011 Pazartesi

EMNİYET’İN KAÇIRMADIĞI TEK KİŞİLİK GÖSTERİ !

Tek kişilik gösteri yapmak yürek işi. “Benim” diyenin yapacağı iş değil açıkçası. Bir kere, televizyon kanallarına çıkıp da, önündeki “cam”dan bile okurken kekeleyenler gibi olmayacaksın. Aralara uzun “e”ler sokuşturmayacaksın. Kafan ne kadar dalgın da olsa, söyleyeceklerini unutmayacaksın, duraksamayacaksın ve ilgiyi hep sahnenin ortasına çekeceksin. İlgi bir an yandaki koltuğa, masaya yöneldiğinde işte bittiğin andır. Böylesine zor bir iştir tek kişilik gösteriler.
Hasan Uysal uzun zamandır çağırıyordu gösetrisine. Hiç reklam yapmadan, hiç destek almadan inatla sürdürüyordu. Sonunda gittim.
Açıkçası, Hasan Uysal’ın sık sık masasında da bulunduğumdan, anlatacaklarının çoğunu da bildiğimi düşünerek, önyargılı gittim. Ama önceden bildiğim şeyleri bu kez sahnede dinleyince, daha da komiğime gitti, daha çok güldüm.
Yalnız da değildi Hasan, arkadaşları olduğu kadar izleyicileri de vardı, ama salon da öyle tıklım tıklım dolu değildi. Arada biletleri sordum. “Yahu menajerim olacak kişi bile gelmedi hala, biletler onda. Hiç bilet satmadan gösteri yapıyorum,” dedi. Ama bunu “Hasanca” söyledi. Güldük.
Sonra düşündüm, böyle bir gösteriye gitmenin gülmek dışında da bir şeyler vermesi gerek, diye.
Öyle ya, gülmekse bunu sağlamak çok kolay... Eğer sahneye hakimse kişi, mutlaka başından geçen olayları bir solukta anlatır, buna vücut dilini de ekler ve karşınıza kahkahalarla dolu bir gösteri çıkar.
Bu da güzel, “ama yetmez”...
Şöyle 1980 öncesine, hatta daha öncesine doğru uzanırsak, o sıralarda moda olan “kabare” tiyatroları tamamen siyasal yapıyı eleştirmek üzerine kuruluydu. Gülmekten karnınıza ağrılar girerdi, ama aynı zamanda siyasi bir bilinç ile de karşılaşırdınız. Gülmek o salonda yanınıza kar kalsa da, çıktığınızda pek de gülünecek durumda olmadığınız aklınıza düşerdi.
Şimdi bu tür komediler kalmadı. Herkes gölgesinden bile korktuğu için, gölgesini ezmeye çalışıyor. Gölgesinden bile hızlı davranıyor çoğu zaman, ola ki gölgesi boş bulunur güler diye.
Siyasi konulara hiç girilmiyor. Girilirse bedeli pahalı ödetiliyor. Franko’yu ya da falanjistleri eleştirenlerin başına gelenler, 21. Yüzyılda güldürü sanatçılarımızın başına geliyor, gelebiliyor. Bu yüzden de “masum” ve kısmen de “seksi” konular üzerinden güldürü üretiliyor.
Bunlar da zaman zaman insanı gülümsetse de, “ders verme” niteliğinden veya “müsamereden” öteye geçemiyor.
Hasan Uysal’ın “şovunda” ise siyaset alabildiğine büyük yer kaplıyor. Bu yüzden de sık sık başı derde giriyor, Anadolu turnelerine çıktığında, emniyet tarafından hiç “yalnız” bırakılmıyor.
Siyasi içerikli güldürü üretmenin yolunu da bulmuş Hasan Uysal: Doğrudan hakarete varan sözlere girmiyor, bunu yapmayacak kadar akıllı ve usta...
Amaç, “şaklabanlık” yaparak güldürme söz konusu olmadığı için, sıkı siyasi argümanlarla besliyor anlattıklarını. Zaten anlatmaya başladığında dinlemek zorunda kalıyorsunuz. Öylesine geniş bir “tanıdık” perspektifiyle konulara giriyor ki, uydurma olmadığına hemen karar veriyorsunuz. Ayak üstü üretilmediğine de.
Yaşanmışlığı anlatıyor açıkçası ve kimi zaman düşündürürken (çok klasik bir söylem oldu ama) kimi zaman da kahkahalara boğuyor izleyenleri.
Hasan Uysal kendi reklamını yapabilen biri de değil. İsterse salonda bir kişi olsun, o gösterisini sürdürüyor. Bir kişinin kahkahası bile ona ikinci söylemini anlattırıyor.
Ama yine de izleyiciye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum ve bu yazıyı onun için kaleme aldım. Odatv’de iki yıla yakındır yazıyorum. Bir yığın konuda “ahkam” kesmeye çalıştım, ama ilk kez böyle bir konuda beni okuma zahmetinde bulunanlardan, Hasan Uysal gösterisine gitmelerini rica ediyorum.
Bunu Hasan Uysal’ı “maddi olarak desteklemek” adına istemiyorum. Siyasi “hiciv” konusuna destek verilmesi önemli. Hasan zaten çoğu zaman “bedava” gösteriler yapıyor. Bunda da çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Dışarı çıktığınızda daha aydınlık bir nisan akşamı bulacaksınız, inanıyorum.
Çankaya Belediyesi’ne ait “Çağdaş Sanatlar Merkezi”nde Hasan Uysal’ın bir sonraki gösterisi 17 Nisan’da... Pazar günü yani, akşam saat 8’de... Salt o gün gelen kalabalığa bakmak ve bir parça ucundan da olsa destek vermenin onurunu taşıyarak orada olacağım.
Ankara’da olan ve olanağı bulunan herkesin orada olmasını diliyorum. Kalabalık benim değil, Hasan’ın koltuklarını kabartacaktır. O zaman görün işte asıl Hasan’ı...
Deyin ki, “bilet alamıyorum,” gelin... Hasan sizi geri çevirmeyecektir.

Mümtaz İdil
Odatv.com

04.04.2011 13:05