30 Haziran 2013 Pazar

İşte bu dönemin unutulmayacak isimleri

Bu dönemi tarih birkaç önemli isimle yazacak. Öyle ki bu isimler unutulmayacak, unutturulmayacak.
Elbette bu gençlik, ebevynlerini kıpkırmızı bırakan bu gençlik en başta anılacak; hiçbirinin ismi geçmeyecek, ama hepimiz için bir onur, koltuk kabartma olarak yaşayacak. Gizli gizli övüneceğiz, biz yapamadık ama bizim çocuklarımız yaptı diyeceğiz.
Çarşı grubu unutulmayacak. Beklenmedik anda beklenmedik yerde olan notrinolar gibiydi hepsi. Heisenberg'in "belirsizlik ilkesi"nin somutlaşmış haliydi onlar.
Ali İhsan Varol'u da unutmayacak insanlar. Her kesin adını bile söylemeye çekindiği anda, en çok izlenen yarışma programında sorduğu sorular akılda kalacak.
Başbakan'ın kişisel hedefindeki adam Mehmet Ali Alabora da yazılacak tarihin bir köşesine. Kırımızılı kadın da, tazyikli suyla tango yapan çift de.
Biz ise, nutkumuz tutuk; umudumuzun çöpe karıştığı, aydın adını verdiğimiz salaklar ordusunun gün boyu ileri demokrasiye koşarak kucak açtığı günlerde bir köşeye sinmiş bekliyorduk.
Bir gece kapının çalınmasından hiçbirimiz korkmadık.
Bir gün arkamızdan savrulacak satırı hiç aklımıza getirmedik.
Bir gün mevcut dinci yönetimin bzi stadyumlara toplayacağından bile çekinmedik.
Herkesin bavulu hazırdı, herkes beklemedeydi ve umutlarını balkondaki çamaşır ipine asmış durumdaydı. Arada bir rüzgar onu salladıkça aklımıza geliyordu umutlar.
Derken patlama bizi kendimize getirdi. Şimdi herkes, elbette aklı başında, yalaka olmayan, ruhunu Mephisto’ya satmamış herkes daha bir diri ve gelecekten umutlu.
Hep yazdım, bizim gençliğimiz Duhring’in kim olduğunu bilmeden Antiduhring kitaplarını okuyarak büyüdü. Berkeley’i bilmeden George Politzer’den öğrenmeye çalıştı. Devrim nikahı kıydı, sevgilisine sarılamadı, insani olan herşeye vahşi kapitalizm diye baktı.
Bu eleştiriler uzar gider, ama biz böyle değildik. Kısacası bu.
Ama bu dönemin unutulmayacak diğer isimlerini anmadan geçemeyiz.
İstanbul Valisi Avni Mutlu'yu asla unutmayacak insanlar. Tazyikli suya yakıcı madde karıştırılmasına göz yumduğu, hatta onu savunduğu için insanlık suçu işlemiştir.
Ethem Sarısülük’ü yazmak bile gereksiz artık. Ama onun katilini salıveren Hakim Mustafa Aydın hiç unutulmayacak. Öyle ki, bu adalet dağıtıcısı müthiş hakimimiz, tutuksuz olarak yargılanmak üzere salıverilen polis memuru için, “böyle durumlarda ya ceza verilmez ya da düşük ceza verilir,” diye mahkeme sonucunu bile yazmış bulunuyor.
Bir yığın unutulmayacak insanlar listesi bıraktı Gezi Parkı eylemleri. Saymakla bitmez. Sanki kötüler bir anda ortaya çıktı ve sırayla adını yazdırmaya başladı.
Ama bu arada unutulmaması gereken, adı altın harflerle yazılması gereken biri daha var ki, buraya yazmış olmak bile onun için yeterli derecede tehlike doğuruyor, ama yazmadan edemeyeceğim. Bu tarihe not düşmektir zira: Bezm-i Alem Valide Sultan Camisi’nin müezzini Fuat Yıldırım bu dönemin en unutulmaz isimlerinin başında geliyor.
Adamın üzerine devlet yükleniyor, “içtiler de kurtul” dercesine, ama “ben din adamıyım, yalan söyleyemem,” diyor da başka bir şey söylemiyor.
Eli öpülesi müezzin. İşte din adamı denen ulvi insanlara örnek. Rantçı olmayan, çıkarcı olmayan, altına dört çarpı dört çekmek yerine doğruyu söylemeyi kendine şiar edinmiş bir yüce varlık.
Saygıyla eğilmeyip ne yaparsınız önünde? Din denilen ideolojiyi şarlatanlar mı yüceltiyor, yoksa böylesine dürüst olanlar mı?
Başbakanı da unutmayacak bu ülke. Ardı ardına söylediği yalanlarla artık doğrunun bile nerede kaldığını unutan başbakan…
Her seferinde aynı cümleleri kullanarak, aynı suçlamaları getirerek ve özellikle de Gezi Parkı eylemlerini üç-beş çanak çömlek gibi, üç-beş ağaçla özetlemeye çalışan Başbakan… Türkiye herşeyi unutmaya hazırdı belki sakin sakin gitmiş olsaydın, ama şu son üç ayı unutması mümkün değil artık.
On bir yıldır yalaka gazetecilerin, aydınların, yazarların, sanatçıların yapamadığını yaptı Fuat Yıldırım… İleri demokrasi çabalarına, “yalan yok, görmedim,” dedi. Artık ben kendini AKP savunuculuğuna zorlayan zavallılara acıyorum, sizin de acımanız gerektiğini düşünüyorum. Yalakalığın da zor “zenaat” olduğunu kabul etmek gerek. Son dönemlerin söylemiyle, “neler çekti bu çocuklar, ne badireler atlattı bu yavrular, ne numaralara göğüs gerdiler”.
Taksim ortasına kocaman bir saat mi kurmadılar, açılım diye onun bunun kucağına mı yatmadılar, her kafalarına vuruluşunda, “yanlışlık olmuştur” mu demediler, daha ne yapsınlar?
On yıl istedikleri gibi at koşturdular. Bütün parkurlar onlarındı, şimdi ise geçmişler kıytırık televizyon ekranının karşısına, Başbakan’a hökürüyorlar. “Sen ne biçim başbakansın,” demeye kadar vardırdılar işi.
Yazık, çok çekti bu çocuklar, çok…

Mümtaz İdil
Odatv.com

30.06.2013 03:49

26 Haziran 2013 Çarşamba

Bundan sonra Tarhan değil CHP düşünsün

Batista hükümetini kendini batırdığında, neyin arkasından estiğini asla anlayamadı. Ta ki, Batista hazır beklettiği uçağına atlayıp da Dominik Cumhuriyeti’nde soluğu alıncaya kadar da işin sırrını çözemedi.
CHP’nin bugün düştüğü durum, Batista’nın durumundan da acıklı hale geldi artık. Zaten eleştiri okları üzerindeydi Kılıçdaroğlu’nun, Emine Ülker Tarhan’ı türlü oyunlarla harcayan ekibine şöyle bir bakıp, “kader” demekten öteye gidemedi.
Sözümona kendisinin bu işte bir payı yoktu. Parti üst yönetimi böyle uygun görmüştü ve Emine Ülker Tarhan seçilememişti.
Demokrasinin gereği yapılmıştı.
Herkes de bunu yedi.
"GÖREVİ TESLİM OLMAK MI"
CHP’nin en sevilen insanı bir anda yönetimin dışında kalıvermişti işte. CHP’nin sözümona “beyin” takımı, Tarhan’ın güldür güldür geldiğini gördüklerinden, bir kumpasa ihtiyaç duymuşlardı. Bunu da başkanlarına açıklamakta hiç güçlük çekmediler. İki gün yoğun bir kulis sonucu, Recep Tayyip Erdoğan’ın haklı olarak yaftaladığı “memur” Kılıçdaroğlu teslim oluverdi.
Görevi galiba teslim olmak Kemal beyin.
Birkaç siteyle ilgilendiğim için, Emine Ülker Tarhan’ın ne kadar çok sevildiğini biliyorum. Benim takdir etmemin, sevmemin, yakın hissetmemin hiçbir anlamı yok.
Bir yığın insan onu ya CHP’nin başında görmek istiyordu ya da Cumhurbaşkanı olarak görmek. CHP’de başka hiç kimse bu ünvanlara layık görülmüyordu. Bir umuttu, bir çareydi ve herşeyden önce siyaseti nezaketle yoğurmasını becerebilmiş bir beyindi.
Yok cumhurbaşkanlığı adaylığı, yok belediye başkanlığına adaylık gibi harcama kalemleri tutmayınca, küstürme yoluna gitmenin daha iyi olacağını düşünmüş olmalılar ki, “Tanrılar susuzluklarını gidermek zorundalardı”.
Hitit uygarlığının başlarda 1066 tanrısı vardı. İlk krallardan Şupilulima bir sabah kalkıp, bu tanrı enflasyonuna son vermesi gerektiğini düşünüp, sayılarını 66’ya indirdi.
CHP de Hitit uygarlığından esinlenmeyi bırakıp, İmam Gazali’ye sığınarak, sosyal demokrat partilerin “genel sekreter” geleneğini bir kenara koydu ve 15 mi, 16 mı, artık ne kadarsa genel başkan yardımcısı ihdas etti.
TARHAN DEĞİL CHP DÜŞÜNSÜN
O zaman, grup başkan vekilleri daha bir “değerli” oldular.
Hele bir de bu Emine Ülker Tarhan gibi insanlarla ilişkisinde olağanüstü “ince bir mesafe” koyan akıllı bir kadın olunca, işler karıştı.
Şupilulima’nın “tanrıları” işe el koymaları gerektiğine karar verdiler. Bir kurban gerekiyordu zaten de, bu kurban öyle bir kurban olmalıydı ki, Uşak Milletvekili Dilek Akagün Yılmaz gibi disipline veremeyeceği güçte biri seçilmeliydi.
Demokrasi ile çözülmeliydi yani (!).
Oysa Dilek Akagün Yılmaz ile birlikte Kennedy Caddesi’nde TOMA’ların önüne vücudunu koyan “erkek” milletvekili yoktu. İki kadın da kendi kimlikleriyle gitmişlerdi Kennedy Caddesi’ne, parti gömleklerini çıkarmışlardı.
Bu yüzden CHP onları suçlayamazdı, bu kez Gezi Parkı eylemlerine ters düşecekti. Oysa ertesi gün yüz milletvekili ile Kennedy Caddesi’nde olması gereken Kemal Kılıçdaroğlu’ydu.
Olmadı, beceremedi. Liderlik biraz da önünü görebilmektir. Geçtim Atatürk gibi seksen yıl sonrayı görmeyi, Kılıçdaroğlu üçüncü günü bile göremedi.
Ne yapmıştı Mustafa Kemal? Ey işçi sınıfı, ey öğretmenler, ey aydınlar, ey gazeteciler, ey sanatçılar, ey yazarlar, ey köylüler… dememişti.
Ey Türk gençliği, demişti. Bunu görebilmişti.
Bu vizyonda olan insanların bugünün CHP’sinde barınması mümkün değil. Emine Ülker Tarhan’a “grup başkan vekilliği” vermemek, onu daha da yüceltmiştir sevenlerin gönlünde. Zaten yüreğinin ta gerilerinde bir sızı duyuyordu yaşananlara ve muhalefetsizliğe, bundan eminim. Böyle bir mangal yüreği olduğunu sadece yaptıklarından yola çıkarak biliyorum.
Onu bu güruh içine almadı. Kimyasal reaksiyona giren ve asla başka bir alaşım üretmeyen metaller gibi, tüm kimliğiyle ortaya çıktı. Üstelik komik olan ne biliyor musunuz, müthiş bir sempati ve saygı kazandı.
Zaten var olan saygısını katmerledi.
CHP düşünsün.
Gülmeyen adamlarla, koltuğunu bir halt sanan hazımsızlarla, konuşmaktan aciz kültürsüzleriyle, kendini akıllı sanan aptallarıyla CHP’ye ancak “iyi yolculuklar” diyebilir Emine Ülker Tarhan, zira terbiyesi ve insanlığı onlarla savaşmayacak kadar sağlamdır.
Düşman bile “seviye” göstermek zorunda, değilse kalleşlik her zaman galebe çalacaktır, doğanın kanunu böyle.

Mümtaz İdil

Odatv.com


26.06.2013 23:37

20 Haziran 2013 Perşembe

Duran adamlar akil adamları geçti

Şimdi işler herkes için sapasarmış durumda.
Ama en çok da AKP için.
Toplum şaşkın. Bu, “duran adam” eylemi iyi mi oldu, yoksa eylemi sulandırdı mı, sorusu en çok sorulan soru.
Aslında tam zamanında gerçekleşen bir eylem. Sokağa dökülen halkın çok fazla yapacak şeyi kalmamıştı. Eylemler giderek kışkırtıcı ajanlar tarafından sabote edilmeye başlanmıştı ve bu giderek de artacaktı. Bu durumda eylemler de seyrelerek azalacaktı. AKP kazanmış, halk kaybetmiş görünecekti.
“Duran Adam” çıktı, herşeyi herkes için altüst etti. Eylemin ne gibi sonuçlar doğuracağını AKP de bilmediğinden olsa gerek, duran adamlar gözaltına alınmaya başlandı. Savcıların bu gözaltılardan sonra, ne gibi bir gerekçeyle iddianame hazırlayacakları kocaman bir soru.
Şurası kesin ki, bu “duran adamlar”, “akil adamlardan çok daha fazla etki yarattı. Espri düzeyi arttı, şakalar çoğaldı, gençliğin matrak geçme duygusu zirve yaptı.
Ama sonuç?
Sonuçta eylem sona ermiştir. Burası kesin. Bundan sonra AKP ve başında bulunan Recep Tayyip Erdoğan yine bir konuda inatlaşırsa, sokakların dolacağı mesajı en üst perdeden verilmiştir.
Bir sonraki eylemlerde “duran adam” olmayacaktır. Zira bu tür protestonun fazla bir yaptırımı yok. İnsanlar TEM otoyolu üzerinde veya ana arterlerden biri üzerinde durmaya kalktıklarında, gözaltına alınacaktır. Taksim gibi yayaya açık bölgelerde durmalarını ise hükümet fazlaca “iplemeyecek”, kendi haline bırakacaktır.
Burada dikkat edilmesi gereken konu, bundan sonra Başbakan’ın “benim valim, benim belediye başkanım, benim bakanım,” söylemini de aşıp, “benim malım” demeyi bırakması ve bunu eyleme dönüştürmemesi halinde, halkın yeniden sokaklara dökülmesi için şimdilik bir neden yoktur.
Ama Başbakan durmayacaktır. Bunun nedeni halkla inatlaşması değil. Bu sanal bir yaklaşım. Asıl neden ekonomik. Zira ekonomi artık Başbakan’ın “kurmayları” tarafından da kurtarılamayacak durumdadır. Satılacak mal kalmamıştır, kiralanacak şirket yoktur, petrol yasası, maden yasası yeteri kadar “getiri” sağlamayacaktır.
Başbakan’ın belirttiği gibi, yirmi günü aşan eylemlerin Türkiye bütçesine maliyeti asla yüz trilyon değildir, olamaz da… Fiziki olarak mümkün değildir bu kadar büyük bir zarar.
Bütün İstiklal caddesini yerle bir etseniz ancak bu kadar büyük bir bütçeden söz edilebilir. Ama Başbakan için bu yeni zamlar, kemer sıkmalar ve ekonomiyi “istikrarlı hale yeniden döndürmek” amacıyla kullanılacak, çok açık.
Bir de tabi, beklenen “cadı avı” operasyonları var. Bülent Arınç bununla ilgili ipuçlarını vermişti. Ortalık sakinleştikten sonra eylemin elebaşları için gerekli adli işlemlerin başlatılacağını söylemişti.
Adli işlemlerin ne anlama geldiğini de herkes çok iyi biliyor.
Önümüzdeki günler artık “Gezi Parkı” eylemlerinin tarihteki “onurlu” yerini alması ve yeni eylemler için “Demokles’in Kılıcı” gibi hükümetin başında sallanmasına tanıklık edecek.

Mümtaz İdil
Odatv.com

20.06.2013 00:56

15 Haziran 2013 Cumartesi

AKP bundan sonra ne yapacak

Biraz analize ihtiyaç var. Sokaklar yavaş yavaş normale dönüyor. Hükümet yarım bıraktığı işleri tamamlamak için kolları sıvadı. Şimdilik kaydıyla Gezi Parkı projesi askıya alınmış durumda. Kürt açılımı yine tüm hızıyla gündeme gelecek. Anayasa çalışması da öyle.
Bu arada erken seçim sinyalini de alan muhalefet partileri ellerini çabuk tutmaya çalışacaklar.
Bütün bunların anlamı ne? Bu kadar insan öldü, yaralandı, acı çekti, umutlandı, horlandı…
Sonuç?
Bundan sonra Türkiye’yi neler bekliyor.
Bildiğimi sandığım bir olaydan yola çıkarak yanıtlamaya çalışayım. Sokaktan kısmen çekilen, ilk günkü itirazı kalmayan gençlik hükümete şu mesajı vermiştir: “Bundan sonra ayağını denk al, yine sokaklarda beni görebilirsin.”
Bu mesajın iktidar tarafından kerhen de olsa alındığını kabul etmek zorundayız. Zira AKP, bu hareketin mevcut muhalefet partilerin yönetimleri için büyük bir deprem olduğunu farketmiş durumda. Muhalefet AKP’yi hiç ama hiç ilgilendirmiyor. Gençliğin bu hareketinin sandıkta AKP’den uzaklaşmaya ve muhalefet partilerine yanaşmaya yansımayacağını da çok iyi biliyor.
Ama şimdilik.
SİYASETİ ETKİLEYECEK
Zaten AKP’nin korktuğu da bu ve erken baskın seçime gitmesi de doğal karşılanmalı. Zira bu hareket bir müddet sonra nehrin sularından süzülen ağır taşların dibe çökmesiyle kendi siyasi varlığını ortaya koyacak.
Bu birkaç şekilde olabilir. Birincisi, mevcut muhalefet partilerinde köklü bir yönetim değişikliğine neden olur. İkincisi, bu hareketin sonunda, kısa dönemde olmasa da bir siyasi yapılanma ortaya çıkabilir. Üçüncüsü ve en uzak ihtimal ise, AKP’nin daha aklı başında siyasete yönelmesi olabilir. Daha uzak ihtimal, çünkü burada Recep Tayyip Erdoğan faktörü var. Konya’daki kemerli köprüden, Sinop’taki nükleer santrale kadar her şeyde kararı kendi bünyesinde toplayan bir başbakanın partisinde kırılmalara göz yumacağı düşünülemez.
Bir tek, tekrar seçilemeyecek küskün AKP’lilerin eylemi olabilir ki, bu da AKP’nin almayı düşündüğü oyları azaltmaz, aksine yükseltir.
AKP’de yıllarca bakanlık yapıp da görevden alındıktan sonra yeniden AKP eleştirmenliğine soyunup, CHP’ye de göz kırpan Ertuğrul Günay taktiğine benzer bu milletvekillerinin durumu. Madem bir yığın şeyin farkındaydınız da, neden aklınız şimdi başınıza geldi diye sorarlar adama.
Gelelim satranç oyununa.
MUHALEFET FARKINDA DEĞİL
Gezi Parkı protestoları tüm Türkiye’de tahmin edilenin de üzerinde bir protestoya dönüşünce, hükümet kendi önlemlerini de almak zorunda kaldı. Önce Başbakan’ın taviz vermez kişiliğiyle bir süre diklenir gibi oldular, ama olayların dinmemesi üzerine Başbakan da geri adım atmak zorunda kaldı.
Kuşkusuz bu geri adım atma bir taktikti ve doğru olmayan bilgilerle destekleniyordu. Zaman kazanmak için öne sürülen yumuşatma söylemleriydi.
Ne dedi son olarak Recep Tayyip Erdoğan, “Durun yahu, daha kesinleşmemiş bir proje söz konusu. Gezi Parkı’na bir şey yaptık mı da böyle eylemler koyuyorsunuz. Orada inşaata mı başladık, yıktık mı,”
Bu gibi bir gibi bir yaklaşımdı Erdoğan’ın yaklaşımı. Oysa herkes biliyor ki, Gezi Parkı’na dozerler girip ağaçları sökmek üzere hazırlıklar yapması üzerine olaylar başlamıştı. Sırrı Süreyya Önder’in dozerlerin önüne geçmesiyle de ülke çapında bir protestoya dönüşmüştü.
Alelacele İstanbul 6. İdari Mahkeme’den alınan “yürütmeyi durdurma”kararı da Erdoğan’ın elini kuvvetlendirmiş oldu. Artık bir idari mahkeme kararı olduğundan, yüksek mahkemeye itiraz edilip, oradan “inşaat izni” çıkartılana kadar Gezi Parkı eski haliyle kalacak.
Bu arada hükümetin gözden kaçırdığı çok önemli bir nokta var. Belki farkındalar, ama yüksek sesle söyleyemiyorlar. Yine aynı şekilde, diğer partiler de anlamış durumdalar.
Neredeyse kalkışma” denecek bir toplumsal hareket başladı ve bu Gezi Parkı projesinin çok daha ötesine geçti. Meselenin artık bir avuç çapulcunun Gezi Parkı’ndaki “üç beş” ağacın sökülmesinden daha farklı bir şey olduğu anlaşıldı.
BDP faşistlikle suçladı.
MHP bizi sokaklara çekemezsiniz dedi.
Hatta CHP Gezi Parkı’nın çevresinde dolanmasına rağmen gelen tsunamiyi fark etmedi ve “burada bir milletvekilimizi nöbetçi bırakabiliriz,” dedi.
VEZİRİ VERMEMEK İÇİN PİYON KAYBEDECEK
Oysa aradan bir piyon kaçmıştı. Bilirsiniz, “geçer piyon” denilen piyon, tahtanın en tehlikeli taşıdır. Önüne geçemezseniz, geleceğin veziridir. Önlemek için birkaç taş feda etmek zorunda kalır, geleceğin vezirini öldürürsünüz belki, ama oyunu da kaybedersiniz.
Şimdi vezir olmak üzere yola çıkmış bir piyon olarak başladı Gezi Parkı direnişçilerinin hamlesi. Hükümet, elindeki taşlarla piyonun vezir çıkmasını engelleyebileceğini düşündü ve bu yüzden de piyona çok dikkat etmedi.
Şimdi ise elindeki tüm taşları verse de piyonun vezir çıkmasını engelleyemeyeceğini anlamış durumda.
Bu gibi piyon tehditi olan ve vezir çıkması engellenemeyen taşa karşı oyuncunu terk etmesi, burada da istifa etmesi gerek.
Oysa etmiyor AKP hükümeti, zaman kazanmaya çalışıyor. Yani şimdilik hamle yapmıyor. Süresini sonuna kadar kullanacak ve bu arada geçer piyonu sekizinci kareye gelmeden yok etmeye çalışacak.
Bildiğim kadarıyla, geçer hale gelen bir piyonu durdurmanın bedeli birkaç taş kaybetmektir.
AKP de tahta başında kaybetmiş görünüyor. Eğer tahtanın kenarından bir taş tırtıklayıp da, vezir olmaya doğru giden piyonun önüne koymazsa, durumu vahim.
Bunu yapabilir mi? Yani tahtada olmayan bir taşı getirip vezir adayı piyonun önüne koyabilir mi?
Satrançta bu mümkün değil.
Ama yaşamda mümkün olduğunu çok gördük.

Mümtaz İdil
Odatv.com

15.06.2013 02:22

12 Haziran 2013 Çarşamba

Günü kurtarabilirsin yarını asla

Hep böyle olmuştur: Gücü elinde tutan, bir şekilde kendisine karşı duran kesimleri yok etmek istemiştir. Direnç zayıfsa ve iletişim ağları kopuksa, bunda da başarılı olur.
Ama bu kez durum, Türkiye’nin daha önce yaşadıklarından çok farklı bir boytta.
Evet, Türkiye’nin birçok bölgesindeki direnişler, araya giren provokatörlerce üçe-beşe ayrılmıştır, doğru. Ama şunu da unutmamak gerekir ki, Gezi Parkı eylemi ruhu artık bu ülkenin topraklarına düşmüş ve filiz vermiştir. Geri dönüşü olmayan bir hareket başlamıştır.
Korku duvarı aşılmıştır, başkaldırı kutsallaşmıştır.
Buna yapılacak önlemi zaten hükümet biliyordu. Gerginliği artırmak elbette işine gelecekti ve artan gerginliği kullanacak argümanları da piyasaya alelacele sürdü.
Bir geri adım sözkonusudur meydanlar olarak, ama düşünce olarak artık birer korkulu rüyadır kentlerdeki potansiyel halk gücü.
Bugün umutsuzluk yavaş yavaş bu hareketi başlatan genç nüfusun üzerine çökebilir, ama bunu en kısa zamanda atlatacakları da kesindir.
Başbakan ve hükümet tarafında ortaya konan yeni bir şey yok. Gezi Parkı eylemleri başlamadan önce ne diyorsa Tayyip Erdoğan, bugün de aynı şeyi söylüyor. İlgisi olsun olmasın, din üzerinden, giyim kuşam üzerinden mağdur edebiyatı yapmayı sürdürüyor.
Gezi Parkı eylemleri öncelikle patronları iş adamı olan medyayı çok rahatsız etti. Burada tünemiş bir yığın “duayen” kendisini bir anda sahipsiz buldu. Bugün grup toplantısında Başbakan’ı dinleyince, kontrolün yine ellerine geçtiğini düşüneceklerdir, ama bu çok kısa sürecektir, göreceksiniz.
BDP ve Kürt milliyetçileri bu eylemleden çok rahatsız oldular. Tam “açılım” denen garabet hayata geçirilmeye, Türkiye ve Ortadoğu’nun yeniden “dizayn” edilmesine, “yetmez ama evet”çilerin istediği garabet özgürlüğe bir adım kalmışken, bir anda bu eylemler herşeyi altüst etti.
Ama asıl sorun ekonomide. Siyasi yapılanmaları ekonomiler belirler. Toplumsal olayları düzenleyen ve harekete geçiren de ekonomidir.
Artık cicim ayları bitmiştir ve Türkiye’nin ekonomik çöküşü engellenemez bir seviyeye inmiştir. Bundan kurtuluşun tek çaresi kaostur. Bu eylemin AKP ve diğer sempatizanları açısından en büyük yararı, kaos ortamının koşullarını uygulayabilme fırsatı yaratmış olmasıdır.
Finans lobisine çatan Başbakan, bütün varlığının onların elinde olduğunun farkında değil mi, tabii ki farkında, ama onlara kendi halkını da kullanarak mesaj iletmeye, daha da açıkçası tehdit etmeye çalışıyor.
Medya zaten sustalı maymun durumunda, gıkını çıkarmaya bile niyeti yok.
Emekçi, işçi sınıfı diye bir sınıf ortada kalmamış. Sendikalar kirli sarıya bürünmüş.
Üniversiteler yönetim olarak sus pus olduğu gibi, üniversitede eğitim verdiği iddasında bulunan öğretim görevlileri de “bakalım görelim” havasında.
O halde sokaklara dökülen ve yaşam haklarına müdahale edilmesine karşı çıkan bu kalabalıkları kimler oluşturuyor? Herkes gördü ki, apolitik diye nitelenen, elindeki telefondan başka hiçbir şeyle uğraşmadığı sanılan gençler bu işi çekip çevirdi.
Yalnız onlar mı, gençlerin çıkışından utanan vicdan sahibi orta yaş ve üzeri insanlar da sokaklara dökülüp, “benim hayatıma ben karışırım,” haykırışına girişti.
Başbakan ağaç hesapları yaparken, meydanlar ağaçları çoktan unutmuştu bile. Mesele, “ben istediğimi yaparım, bu ülke benim. Ben sandıktan yüzde elliyle çıktım geldim,” zihniyetini yok etmekti.
Başbakan bunu belki anladı, ama anlamazdan geldi. AKP’liler ise gerçekten anlamadı.
Aynı gün yedi gazetenin aynı başlıkla çıkmasına hiç bakmadan Başbakan, “bazı medya kuruluşlarının, köşe yazarlarının aynı yerden emir almış gibi bir anda yazmaya başlamalarını” eleştiriyor. Demek ki “kontr propoganda” dedikleri bu. Türk medyasının yüzde doksan beşini elinde tutan Erdoğan, yine de şikayet edebiliyor.
Ama şunu haykırarak söylememe izin verin: Bu iş burada bitmiyor Başbakan. Bu iş daha yeni başlıyor. Kimse içki içmedi camide diyen müezzin hakkıda soruşturma açıp, Meclis kürsüsünden, “içki içtiler” demenin bedeli olacaktır.
Yalan ve Goebbels taktiği propoganda bir süre için zevahiri kurtarabilir, ama sürekli olamaz. Olmadığını tarih göstermiştir.

Mümtaz İdil
Odatv.com

12.06.2013 06:11

4 Haziran 2013 Salı

Sizden artık kimse korkmuyor Başbakan

Nasıl sesleneceğimi bilmiyorum. Ne diyeceğimi, nasıl yaklaşacağımı…
Sanma ki, yargından, polislerinden, yüzde elliyi bulduğunu söylediğin fedailerinden korkuyorum.
Sanma ki, çocuklarımın geleceği ile oynayacağından çekiniyorum. Onlar kendilerini yüreklice savunacak ve sana var oldukları sürece karşı duracaklardır.
Sanma ki bu ülke sahipsiz ve Ferhat Küpelioğlu gibi Atatürk’ün anıt mezarını yıkacak kadar gözü dönmüşlerden çekiniyorum.
Sayende sabaha karşı hem çocuklarımın hem de benim karşıma polisleri diktiğinde de yılmadım, yılmadılar.
Karım aslanlar gibi savundu beni. Çocuklarım gururla okullarına gittiler, başları dimdikti.
Babaları olarak ben de onurluydum, çünkü haksızlığa karşıydım. Onarın ilerideki yaşamlarında karşı karşıya kalacakları kısıtlamalara karşıydım.
Sosyal medyayı “baş belası” gören zihniyetinizi de kınıyorum. Ona karışabilseniz, yok edeceksiniz. Adım adım… Kuzey Kore’de özgürlük yok, komünizm belini büktü diyorsunuz, ama aynı kısıtlamayı bu ülkenin aydınlığına da yansıtıyorsunuz.
Bilir misiniz Başbakan, Bertolt Brecht’in bir öyküsü vardır: Bay K bir gün camdan bakar. O sırada genç ve alımlı bir kadın kaldırımda yürümektedir (panzerlere kollarını açan, tüm dünyaya Türkiye’nin aydınlık yüzünü yansıtan ve sevgilisinin kollarında tango yapan kadın gibi, dünya güzeli ve nur yüzlü). Bay K. büyük bir hayranlıkla kadının güzelliğini izlerken, tam yanından bir maganda geçer. Brecht kibar insandır Başbakan, maganda demez ama tarif eder.
Kadının üzerine gölgesi düşer. Kadın çirkinleşir, kamburlaşır, yaşlanır…
Ardından gölge üzerinden çekilir ve kadın eski alımıyla yoluna devam eder.
Bilmem anlatabildim mi Başbakan?
Bir canım var, kimseye dokunma ve gönder adamlarını, alıversinler. Gık dersem şerefsizim, soluğum çıkarsa aşağılık bir adamım, itiraz bile etmem. Kan istiyorsan benden al, gencecik insanları bırak.
Bugün liseli gençlere saldırdı adamlarınız, polisleriniz.
Dün birçok masum insanı hastanelik etti hükümetiniz.
Basındaki goygoycularınız bile susmayı ve olaylara arkalarını dönmeyi tercih ettiler, ama onlar bile savunamadılar sizi…
Elbette sadık olan ve sizin “tasmalarından” kurtardığınızı söyleyip de zincirlediğiniz köpekler yine sizi savunmaya, sizi kollamaya ve haklı olduğunuzu anlatmaya çalıştılar.
Kimse inanmıyor onlara artık Başbakan, kimse. Ne benim çocuklarım, ne komşunun çocukları ne de Konya’da Meram’da oturan, Çorum’da Milönü’ne yayılan, Türkiye’nin bin yerinde “her yer Taksim her yer direniş” diye bağıranlar… Kimse…
Ne zor bilir misiniz kimsenin inanmıyor olması, inandırıcılığı yitirmek.
Sosyal medyada örgütleniyorlar diye olmayan düşmanla kavga etmek.
Anonymous’u izlediniz mi Başbakan. İleride ders olarak okutulacaktır onların haykırışı.
Ama size göstermez etrafınızı sarmış yalaka ordusu. Siz hala kendinizi padişah olarak görmekte ve “yüzde elliyi zor tutuyorum,”diyebilmektesiniz.
Yüzde elliyi tutmayın Başbakan, bu ülkeyi iç savaşın eşiğine getirdiğinizi kabul edin. Bırakın bakalım sandığınız yüzde elli kalabalığı, kaçmış biz de görelim.
Ama öyle silah, çivili sopa, paramiliter güç yok… Bizim gibi sadece yürüyecekler ve sizi savunan sloganlar atacaklar.
Yok, bulamazsınız.
Korkmuyorum sizden Başbakan, Türkiye’nin büyük çoğunluğu gibi, korkmuyorum ve kimsenin de korktuğunu sanmıyorum.
Geçmiş olsun…

Mümtaz İdil
Odatv.com

04.06.2013 00:51