16 Şubat 2013 Cumartesi

Mümtaz İdil: Hemingway intihar etmedi kendini öldürdü

Küba'nın efsanevi başkanı Fidel Castro, Ernest Hemingway öldüğünde ona olan hayranlığını gösteren bir heykelini yaptırdı. Yukarıdaki başlık çelişkili ya da ilginçlik olsun diye çarpıtılmış gelebilir, ama öyle olmadığı görülecektir. İlk gençlik yıllarından "ihtiyar balıkçı" oluncaya dek geçen yaşamında, duyduğu her savaşa balıklama atlayan Ernest Hemingway'in, ağzına bir av tüfeğini dayayıp da intihar ettiğine inanmak benim için olanaksız. 
Ölümünün intihar mı, kaza mı olduğu da henüz anlaşılabilmiş değildir, ama ben kaza olduğuna da inanmıyorum. Jack London'u, Stefan Zweig'i, Wirginia Wolf'u, Cesare Pavase'yi, Albert Camus'yü, Yesenin'i, hatta onun intiharıyla alay eden Mayakovski'yi bile kabul edebiliyorum da, Hemingway'e gelince duraksıyorum. İntiharlara karşı büyük saygım var. İntihar, eğer psikolojik bir rahatsızlık değilse, yaşamla vedalaşmayı ilahi bir tören haline dönüştürmenin trajik ama bilinçli bir sonucudur. Dikkat edilirse, teşebbüs değildir sözü edilen. Köprü korkuluklarında sevgilisini, annesini, ünlü futbolcuları, Hülya Avşar'ı çağıran şaklabanlardan hiç değildir. Sözü edilen, artık dönüşü olmayan bir yola çıkmaktır. Üzücü, ama mangal gibi yürek isteyen bir karardır insanın kendisini yok etme kararı. Şakası yoktur, pişmanlığı, "keşke"si hiç yoktur. 
İntihar etmiş yazarların yaşamlarına ve bıraktıkları eserlere bakıldığında, intihar edeceğine ilişkin bazı ipuçları bulmak mümkündür. Ölümün bir kurtuluş olduğunu, sanki her şeyi bir kalemde silip, yeniden ve başka bir yaşam döneminin ilk adımı göründüğünü yansıttıkları olmuştur. Sözgelimi, bütün yaşamı gerçek bir macera ile geçen ve iki romanı dışında, hemen tüm romanları yaşam sevinciyle donanmış Jack London'un bir kitabı vardır ki, bir yazarın otobiyografisini ölümünden önce yazması gibi bir şeydir: Martin Eeden. Cesare Pavase'nin günlüğünün ilk sayfalarında, 14 Ağustos'ta intihar edeceğini okursunuz, kitap da zaten 13 Ağustos'ta biter. 14'ünde de artık yazar yoktur.
Mayakovski'nin, Yesenin'in dizelerinde, Wirginia Woolf'un baş ağrılarında intihar ipuçları dolaşır durdur. Kimi zaman sert ve soğuk bir rüzgar gibi çarpar yüzünüze, ama fark etmemeyi yeğlersiniz, kim zaman da çok hafif bir sezdirmeyle, ne bileyim, sözgelimi güneşin batışıyla kendi batışı arasında koşutluk kurarak yaklaşır yazar. İlk kitabı "In Our Times"dan, son kitabı "Yaşlı Adam ve Deniz" romanına kadar yazdığı hemen tüm kitaplarında, Hemingway'in intiharı düşündüğüne ilişkin ipuçları bulmak zordur. "Öğleden Sonra Ölüm" adlı kitabı, İspanya'daki boğa güreşlerini anlatan, daha çok teknik bir kitaptır. Ölüme ilişkin düşüncelerini en çok somutlaştırdığı bu kitabında Hemingway, "Ölüm, der, kaçınılmaz gerçektir. İnsanın emin olabileceği tek şey, tek kesinliktir. En basit şeylerden başlayarak, yazarlık mesleğinde kendimi deniyorum. En basit, en gerçek şeylerden biri de kesin ölümdür." Akla hemen intiharı getiren cümleler gibi görünüyor bunlar, ama değil. Buradaki ölüm, Hemingway'ın yaşamı boyunca üzerinden atamadığı "öldürme tutkusundan" kaynaklanan ölümdür. 
ÖLÜMLE SONLANDIRABİLECEĞİ TEK MALZEME
Hemingway, daha "reşit" sayılabilecek yaşa gelmeden, 1917 yılında İtalya cephesinde birinci dünya savaşına katılmış, yaralanmış, iyileşmiş ve yine savaşa dönmüştür. Sonradan bu yaşadıklarını, "Silahlara Veda" romanında anlatır. İkinci dünya Savaşı'nda Fransa ve İtalya'da cephelere katılmıştır. İspanya İç Savaşı'nda Franko'ya karşı direnişçilerin yanında yer almıştır. Ama bir gün gelir, Hemingway için savaşlar biter. Daha doğrusu, yeryüzünde artık soğuk savaş vardır ve Hemingway'in savaşı değildir bu savaş. Bu kez kendini İspanya'daki boğa güreşlerine adar. Boğaların matadorlar tarafından öldürülüşünü gözler. Bu da yetmez. Afrika'da safari gezilerine katılır. Tüm bunların ana teması ölüm değil, öldürmedir. Ünlü yazar, yaşamını ölüm ve öldürme üzerine kurmuştur. Ancak buradaki ölüm intihar, öldürme de cinayet anlamında değildir. Savaşlarda, bitince boğa güreşlerinde, bitince safari gezilerinde yaşanan ölümdür, öldürmedir.

Ölüm Hemingway için asla bir başka dünyaya geçiş, ilahi güçlere teslim olma ve acıların son durağı kabul edilen kurtuluş değildir. Tıpkı "Öğleden Sonra Ölüm" kitabında yazdığı gibi "kesin sonuçtur". Hemingway de, ölümün canlı tanığı olmaktan değişik bir haz duymaktadır. Yanlış anlaşılmasın, bu bir başkasının öldüğünü görmekten ya da bir başkasını öldürmekten kaynaklanan bir haz değildir. Anlatılmak istenen, bir terzinin elindeki kumaşı biçimlendirirken duyduğu haz türünden bir haz, yani kumaşı hiç düşünmeyen bir hazdır. Anımsarsanız, "Yaşlı Adam ve Deniz" romanında bile yazar, ihtiyar balıkçının yakaladığı balığı kendisinden önce başka bir yaratığın öldürmesine dayanamayıp feryat etmesini anlatmaktadır. Hemingway, bu tutkusunun peşinde yıllarca koştuktan sonra, artık elinde ölümle sonlandırabileceği tek malzemesi kaldığının farkına varmıştır. Bu malzeme de kendisidir. Belki de tüm yaşamı boyunca öldürdüğü tek insan kendisi olmuştur ve eminim bunu da büyük bir hazla yapmıştır.
EN BÜYÜK TUTKUSU…
Bu nedenle de, yazının başından sonuna kadar, "kendini öldürme"den kaçınarak, intihar sözcüğünü kullandım. Çünkü bence, her ikisi de, en azından Hemingway özelinde, çok farklı iki eylemdir. İntihar, çoğu zaman yaşamın çekilmez hale gelmesinin, umudun tükenmesinin yada kişinin artık yaşamda yapacak bir şeyi kalmadığına inanmasının trajik sonucudur. Kuşkusuz, intihar edenlerin hiçbirine, bu eylemi niye yaptıklarını sorma şansı yoktur. Ancak, gerek bıraktıkları mesajlardan, gerekse yaşamlarındaki "ölüme koşuş özleminden" bazı çıkarsamalar yapmak mümkündür. Oysa, Hemingway'in ölümü, ne anlık bir "çılgınlık" sonucu ne de umutsuzluktan kaynaklanan bir tetik çekme işidir. Hemingway, en büyük tutkusunu kendi üzerinde denemiş ve başarılı olmuştur.
Tüm bu yazılanlar bir savdır, bir bakış açısıdır ve bu satırları yazanın kişisel sorumluluğu altındadır. Hemingway'in ne kadar değerli bir romancı olduğu, Nobel'i kaleminin hakkıyla aldığı, "Yaşlı Adam ve Deniz" romanın dünya edebiyatının baş yapıtlarından biri olduğunu sıralamak, herhangi bir ansiklopedide kolaylıkla bulunacak bu bilgileri yeniden aktarmak, okura hakaret etmekle eş anlamlıdır.
Hemingway'in kucağındaki tüfeğin tetiğine bilerek ya da bilmeyerek basıp basmadığı, hiçbir zaman yanıtlanamayacak bir sorudur. Bütün bu soruların yanıtı, Hemingway'in artık yaşamayan beyniyle birlikte ortadan kalkmıştır. Bu yazıda olduğu gibi, yanıtı asla verilemeyecek sorular üzerine kurgulanan fantezi yazılar, okura yalnızca ellerindeki kağıdın arkasına da bakmayı hatırlatır. İnsanlar, bir de ellerindeki kağıdın arkasını çevirip, olaylara oradan bakar, ama yine kağıdın ön yüzünü okumaya devam edebilirler. Fark, kağıdın arkasına bakmış olmalarıdır. Önemli fark ise, bir başka kağıdı ellerinde aldıklarında, arkasına bakma ihtiyacı duyup duymadıklarıdır.

Mümtaz İdil
Odatv.com

16.02.2013 03:35

6 Şubat 2013 Çarşamba

Mümtaz İdil: Kültür Bakanlığı'nın gayri resmi tarihi

1992 yılında başladığım ve (itibarsızlaştırma ve istifalarla) arasıra kesilen Kültür Bakanlığı maceram süresince Fikri Sağlar (Kasım 91-Temmuz 94), Timurçin Savaş (Temmuz 94-Mart 95), Ercan Karakaş (Mart 95-Haziran 95, İsmail Cem (Haziran 95-Ekim 95), Köksal Toptan (5 Ekim 95-30 Ekim 95), tekrar Fikri Sağlar (Ekim 95-Mart 96), Agah Oktay Güner (Mart 96-Haziran96), İsmail Kahraman (Haziran 96-Haziran 97), İstemihan Talay (Haziran 97-Temmuz 2002), Suat Çağlayan (Temmuz-Kasım 2002) Hüseyin Çelik (Kasım 2002-Mart 2003) ve Erkan Mumcu (2003) ile yakın-uzak çalıştım.
Bu bakanlardan bazıları yirmi gün, bazıları ise birkaç ay görev yaptıkları için, bir kültür politikası izleyemeden bakanlık koltuğunu bırakmak zorunda kaldılar. Köksal Toptan ise, hükümetin güvenoyu alamaması nedeniyle ancak 25 gün bakanlık yapabildi.
Benim çalıştığım süre içinde bakanlığın adı Kültür Bakanlığı’ydı. Kültür ve Turizm Bakanlığı döneminde hiç çalışmadım.
Bu bakanlardan Fikri Sağlar, İstemihan Talay, Timurçin Savaş ve Suat Çağlayan ile çok yakın çalıştım. Diğerlerinden bazılarını hiç görmedim, bazıları da beni görmek istemedi.
Bu teknik ve özel bilgileri vererek sizi sıkmayı amaçlamıyorum. Bu bakanların performansları ve kültürümüze ne gibi katkıları olduğu konusunda biraz bilgi vermeye çalışacağım. Elbette benim ulaşabildiğim bilgiler çerçevesinde. Üstlendiğim görevleri sıralamayacağım, ama şeflikten müsteşar yardımcılığına kadar hemen her kademede görev yaptım, bu bilinsin yeter.
FİKRİ SAĞLAR DÖNEMİ
En yakından tanıdığım ve uzun süre çalıştığım Fikri Sağlar, genç yaşına rağmen döneminde Kültür Bakanlığı’nın önemli bir bakanlık olduğunu Türkiye’ye hatırlatan bakan oldu. Bu inkar edilemez. Elbette yaptığı hatalar da vardı, ama yurtdışına kaçırılmış veya bir şekilde çıkarılmış ve bu topraklara ait olan tarihi eserlerin Türkiye’ye getirilmesi çalışmaları onun döneminde başladı. Karum hazineleri onun döneminde kazanıldı. Sağlar’ın en büyük çabası, medyada sık sık görünerek Kültür Bakanlığı’nın ve Türkiye’de kültür denilen kavramın ne olduğunu anlatmaya çalışmaktı.
Bizim ülkemizde geçmiş kültüre çanak-çömlek gözüyle bakıldığından ve bu yönde harcanan paralara acındığından, Fikri Sağlar’ın tüm çabasına rağmen medya gerekli ve yeterli ilgiyi göstermedi. Bakanlıkta bir cinayet işlense çarşaf çarşaf gazete sayfalarına dökülürken, açılan kütüphane sayısı, illerdeki sinema salonlarında artış, sinema ve tiyatro eserlerine verilen destek, süreli ve periyodik yayınların alımı, döner sermaye müdürlüğünün kapsamının ve satış mağzalarının artırılması hep Fikri Sağlar zamanında gerçekleşti.
Uzunca bir süre sayılacak kadar bakanlık koltuğunda oturdu Fikri Sağlar, ama bazı projeleri hayata geçirmeye çalıştığı bir sırada da koltuğunu bırakmak zorunda kaldı. Koruma kurulları onun zamanında daha etkin çalışıyor ve taviz vermiyordu, kazılara destek daha da artırılmıştı ve bu“çiçeği burnunda” bakanlık sesini duyurabilmek için yırtınıyordu, ama nafile. Halk kültüre çoktan doymuştu(!), şimdi olduğu gibi o zaman da kültürden anlaşılan yalnızca ve yalnızca popüler kültürdü. Kültüre ilişkin hemen tüm birimlerin bağlı olduğu Gülşen Karakadıoğlu tüm yükü çekiyor, operayı, baleyi, tiyatroları, güzel sanatları birer yıldız gibi sunuyordu.
Nafile…
Salonlar eskisinden çok doluyordu elbette, daha çok insan kültürün bu alanıyla ilgilenmeye başlamıştı. Tiyatrolar korkusuzca Brecht’ten, İbsen’den oyunlar sahneleyebiliyorlardı. Opera-bale alabildiğine özgürdü. Kadro almadaki güçlük ve genel bütçeden alınan pay Sağlar’ı çok zorluyordu, ama bir yolunu bulup projelerini gerçekleştirmeyi sürdürüyordu. Telif Hakları Yasası onun zamanında hazırlandı ve ilk yasa onun zamanında hayata geçti. Meslek kuruluşları onun zamanında “rekabet” düzeyine getirildi. Meclis’e, tüm milletvekillerinin sırasının üzerine “prestij” kitapları onun zamanında yığıldı.
Kısacası, Kültür Bakanlığı’nı anlatmaktan çok kültürü anlatmak üzerine çaba gösterdi Fikri Sağlar ve başarılı oldu. İdari açıdan ise bazı zayıflıklar gösterdi, ama önemli olan zaten insanların kafasında bir “Kültür Bakanlığı” imajını yaratmasıydı.
TİMURÇİN SAVAŞ DÖNEMİ
Ardından yine yakın çalıştığım bakanlardan Timurçin Savaş göreve geldi. Bilindiği gibi Savaş eczacıydı ve kültür ile olan bilgisi diazemin prospektüsünde yazanlarla sınırlıydı. Bakanlık, Fikri Sağlar’ın pek anlaşamadığı Müsteşar Emre Kongar tarafından yönetildi onun döneminde. Eğer Emre Kongar müsteşar olmasa ve kendi yardımcılarından kurulu ekibi bulunmasaydı, Timurçin Savaş uzun süre kalan kültür bakanları içinde en alt sırada yer alırdı. Emre Kongar’ın girişimleriyle bakanlık kültür bağlamında ilerlemeler kaydediyordu ama temel sorunların çözülmesinden ikisi de çok uzaktaydılar. Hala yerleşik tiyatrolarda bir artış gerçekleşmemişti, hala kadroları büyük kentler dışında olanlar geçici kadroyla istihdam edilmeye devam ediyordu ve hükümet Kültür Bakanlığı’nı hala gereksiz buluyordu.
Kültür Bakanlığı bir duraklama dönemine girmiş gibiydi.
Timurçin Savaş’ın ABD’den dönerken çantasındaki silahlara el konması (Doğan Hızlan sert yazmıştı bu olay için, bir kültür bakanının çantasında kitaplar ve CD’ler olmalıydı, demişti), mezbaha açılışına gitmesi ve Sabah gazetesinin “sana da bu yakışırdı” manşetini atması onun için hep eksi puan olmuştu. Bir de Holiday Inn otelinde düzenlenen güzellik yarışmasına jüri üyesi olarak katılması bardağı taşıran son damlalardan biri olmuştu.
Emre Kongar ve Gülşen Karakadıoğlu’nun çabaları, bakanlığın Fikri Sağlar düzeyinde kalmasını sağlayabilmişti ancak, o kadar.
KARAKAŞ’TAN KAHRAMAN’A
Ercan Karakaş gerçekten bir kültür adamıydı, ama bence bakanlık için hazır değildi. Şaşkınlığı geçinceye kadar da zaten bakanlığı sona erdi. Bakanlıkta yine söz sahibi Emre Kongar’dı, çünkü uzun yıllardır müsteşarlık görevini sürdürüyordu. Ercan Karakaş da kendi düşüncesinde bir bakan olduğu için, el ele verip iyi şeyler yapacağını umuyordu, olmadı.
Ardından kültür adamı olduğuna kimsenin itiraz edemeyeceği İsmail Cem geldi. Bir takım değişiklikler yapmak için kolları sıvadığı anda, onun da görevi sona erdi.
Köksal toptan ise, yukarıda yazdığım gibi 25 gün görevde kaldığı için, daha oturduğu makam odasını bile dolaşamadan (Ulus’taki bakan odası tam bir kompartıman gibidir, özel kalem bürosundan girersiniz 5 oda geçtikten sonra sonuna ulaşırsınız) görevden ayrılmak zorunda kaldı.
Fikri Sağlar ikinci geldiğinde seçimler de çok yakındı. Kadroyla pek uğraşmadığı gibi, kültür ile de pek uğraşamadı. Süresi de yetmedi zaten. Seçim çalışmalarına ağırlık verdi, o da fayda etmedi.
Agah Oktay Güner MHP ve sağ görüşten geldiği için çabalarını kadro değişikliğine yöneltti. Kültür adına yapılacak çoğu şeyden kendini uzak tuttu. Danışmanları topladığı gibi bir odaya tıktı ve kendi istediği kadroyla çalışmaya başladı. Bakanlığı bir “makam” olarak gördü, kültürde duraklama devrini ilk o başlattı. Artık Emre Kongar da yoktu.
Sonra İsmail Kahraman geldi göreve ve “İslami sanatın” ilk işaretleri kendini göstermeye başladı. Destek verilen filmler, ısmarlanan kitaplar, desteklenen tiyatrolar cımbızla seçilmeye ve belli kriterlerde tutulmaya başlandı. Sinema salonlarındaki hızlı artış yerini kitap basımı, divan kültürü ve dinsel ögelere bırakmaya başladı. Bir kültür değişimi çabasındaydı İsmail Kahraman, ama onun zamanında da Kültür Bakanlığı üvey evlattı, bu yüzden “Halvet”, “Minyeli Abdullah” gibi filmlere destek vermesine rağmen, alt kadro onu bir şekilde “hizaya” getirmeye çalışıyordu. Bu kez tam anlamıyla gerileme dönemi başlamıştı. Kadrolarda yapılan muazzam değişiklik İsmail Kahraman’ın kültürden çok idareye önem verdiğini gösteriyordu.
TALAY’IN SIKINTILARI
İstemihan Talay tam gerileme döneminde bakan olup, gerilemeyi durdurdu. Son derece zarif ve mesafeli olan Talay’ın en büyük zaafı kadrosunu oluşturmadaki basiretsizlikti. Çok çabuk etki altında kalıyor, birinin ihbarı üzerine hemen en gözde saydığı bürokratını bile görevden alabiliyordu. Koruma kurulları onun zamanında iyice tavsadı, laçkalaştı. Kimi zaman öylesine etki altında kalıp öylesine yanlış kararlar veriyordu ki, kendisine bu söylendiğinde şaşırıyor, geri almaya çalışıyordu, ama iş işten geçmiş oluyordu. Bu kararsızlığına rağmen en uzun süre Kültür Bakanı olarak kalanlardan biri olarak kültürel açılım konusunda büyük başarılara imza atamadı. En büyük başarılarından biri, kültürel varlıklarımızla ilgili bazı hizmetlerde özel sektörden yararlanması oldu. Kadrosunu hiçbir zaman oluşturamadı. En yakınında çalışanlar en çok kazık atanlar olarak tarihe geçti. Yalnız kaldı, yürütmek istediği işleri özel kalemiyle yürütmeye çalıştı. Yurt dışı seyahatlerine gerekli olanı değil, güvendiklerini götürdü. Kültüre yakın bir insan olmasına rağmen onun döneminde bakanlık ileri gitmediyse de en azından geri düşmedi. Sinema ve tiyatro sektörüne destek dağılımında ciddi adaletsizlikler meydana geldi. Kazılarda ciddi artış olamadı. Sanatçıların kadro sorununa çözüm bulunamadı. Fikri Sağlar’dan öylesine uzak duruyordu ki, onun kadrosundan kimseyle çalışmadı, değerlendirmeye bile almadı. Sürekli yakın kadrosunu değiştirdi, kimiyle mahkemelik oldu. Daha büyük sıkıntılara düşmesini Müsteşar Yardımcısı Abdullah Dörtlemez önledi. Devlet Tiyatroları’nı destekleyeceğine, işlerine karışmaya çalıştı. Güzel Sanatlar genel müdürlüğünün yapısını değiştirmek istedi. Bürokrasiye takılıp kaldığı için de, örneğin Kapadokya’da yapılacak “mağara müzeyi” bile ihmal etti. Sık sık salonların koltuklarını değiştirdi (gerçi bunu gelen hemen her bakan yaptı veya yapmaya çalıştı), Resim Heykel Müzesi ve Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nün elindeki eserlerin envanterlerini çıkarmak için uğraştı vesaire…

ALIŞILMIŞIN DIŞINDA BAKAN: ÇAĞLAYAN
Suat Çağlayan her ne kadar tıp doktoruysa da aynı zamanda bir fotoğraf sanatçısıydı. Kişisel sergiler açmıştı ve çok okuyan bir bakandı. Hemen her konuda fikri olmasa da kısa sürede kavrayıp zekasını devreye sokmasını bilen bir insandı.
Ama tam bir kaos ortamında bakan olmuştu ve elini kolunu bağlayan bir “kararname” sorunu vardı. Bu yüzden kadro değişikliğini çok istemesine rağmen sınırlı olarak yapabildi. Çalışmak istemediği bürokratları görevden alamadığı için ya onların bir altındaki yetkiliyle çalıştı ya da doğrudan kendi karar vermek zorunda kaldı. Kaldığı kısa dönem içinde bakanlığı zekasıyla yönetmek zorunda kaldı. Kültür için ayıracak zamanı hiç olmadı. Bazı girişimlerde bulunduysa da sonucunu göremeden bakanlıktan ayrılmak zorunda kaldı. Suat Çağlayan döneminde bakanlık duraklama döneminden bir nebze olsun çıkmaya başlamıştı. Bu konuda Suat Çağlayan’a en çok desteği veren yine Abdullah Dörtlemez oldu. Bakanlıkta uzun süre müsteşar yardımcısı olarak çalıştığı için, doğru kararlar vermesinde etkindi. O sıralarda müsteşar olan Fikret Üçcan ise deyim yerindeyse oda hapsindeydi. Suat Çağlayan yine de kısa bakanlık döneminde çok büyük atılımlarda bulundu, bürokrasiyle fazla ilgilenmedi. Çalışmak istemediği adamı yerinden etmek yerine devre dışı bıraktı. Hemen hiç “geziye” çıkmadı. Elması elinde merdivenleri koşarak çıktı. Yeri geldi giriş kapısındaki nöbetçi memurla çay içti, yeri geldi müsteşarı ayakta bekletti, yeri geldi genel müdürleri odalarında ziyaret etti. Alışılmışın dışında bir bakandı ve yazık oldu. Tüm ısrarlara rağmen bakanlıktan yürüyerek ayrıldı. Ayrılırken yanında kişisel eşyasından başka hiçbir şey yoktu.
AKP DÖNEMİ
Hüseyin Çelik zaten Kültür Bakanlığı için hiç uygun bir kimlik değildi. Yerini de yadırgamıştı. Onun da ilk işi kadrosunu yenilemek oldu. Kendisine birimlerin verdiği brifinglerde tek düşüncesi kimin hangi tarafta olduğuydu. İhbarcılara ve ihbar mektuplarına çok önem verdi. Kültür anlamında bir şeyler yapacak kadar da oturmadı o koltukta.
Erkan Mumcu ise kafasını teknolojiye takmıştı. Oturduğu koltuğun kültür bakanlığı koltuğu olduğunu unutup, kültürden nasıl para kazanılır eğilimine girmişti. Bakanlığı süresince bağlı olduğu muhafazakar AKP elini kolunu bağlayıp da, Bakanlar Kurulu’nda onu “zurnanın son deliği” yapınca, kafasındaki parlak fikirleri de hayata geçiremedi.
GÜNAY HORLANDI
Ve Ertuğrul Günay…
Onunla hiç çalışmadım. O bakanlığa geldiğinde ben çoktan emekli olmuştum. Ama uzaktan izlediğim kadarıyla, ait olmadığı bir “düşünce”nin iktidarında yine de iyi bir performans gösterdi. En azından Anadolu’da 60 tane tiyatro salonu açtı. Sanatçıları hiç küçümsemedi, onların yaşamlarıyla veya oyunlarıyla ilgilenmedi, karışmadı. Genel müdürlükler üzerinde baskı oluşturmadı. İktidarın el verdiği ölçüde repertuvar hazırlamalarına itiraz etmedi. AKP zihniyetinde bir iktidarda olabilecek en makul bakanlığı yürüttü. Başbakan’ın “ucube” gibi fırçaları karşısında geri adım attıysa da, yine de kendini ezdirmedi. Gerektiğinde dik duruş gösterdi.
Şimdi Şinasi ve Akün sahneleri satılıyor ve bunun vebali Ertuğrul Günay’ın üzerinedir elbette. Ancak, bir bakanlar kurulu düşünün ki, sizinle ilgili bir konu ortaya geliyor, olumlu bir girişim ama sizden başka parmak kaldıran yok. Günay yalnızlaştırıldı, horlandı, itibarsızlaştırılmaya çalışıldı, ama yine de bugüne kadar, bu denli baskıya rağmen işini iyi götürdü. Buna kimileri koltuk sevdası diyebilir, kimileri de dürüstlük… Ben çalışmadığım için karar veremiyorum, ama her ikisinin de söylenmesine çanak tuttuğu aşikar.

Mümtaz İdil
Odatv.com

06.02.2013 01:27