24 Ocak 2013 Perşembe

Mümtaz İdil: Galatasaray Üniversitesi nasıl yandı

Aşağıda yazacağım hemen hiçbir şey bana ait değil.
Bir yangında duman yandığı binadan dışarı çıkar ve hava içeri girer. Bu basıncın eşitlenmesi demektir ve yangının oksijen almasıdır.
Bir yangın çatıdan başladığında çok daha yıkıcı olur. Ahşap bir ya da iki katlı binalarda hızlandırıcı (burada benzin olabilir) dökerseniz, bütün binayı yakabilirsiniz, ama beton binalarda temelden yukarı diye bir kundaklama olamaz. Kundaklama tepeden başlar, çünkü o çöküşü sağlar.
Ama bir kundaklama söz konusu değilse, üst katlarda çıkan bir yangının bütün binaya yayılması söz konusu bile olamaz.
Patricia Cornwell bir romanında yangınla cinayetleri işliyor ve yangın çıkışını uzmanlardan aldığı bilgilere göre şöyle anlatıyor: “Yüksek ısı yangını, evin bir köşesinden diğerine kadar sabit. Alevler o kadar yüksek ki, üstteki iki katı ve içindeki her şeyi yakmış. Burada bir elektrik lambasından, ya da prizde unutulan ütüden ya da aleve alan yağ tavasından söz etmiyoruz. Bunun ardında daha büyük ve zekice bir şey var.” (Altın Kitaplar Başlangıç Noktası, Çev.Zeliha İyidoğan Babayiğit, s.46)
KUNDAKÇILAR GALATASARAY’I KUNDAKLAYAMAZ
Bir kibritle yangın çıkarmak için kerosen, gaz, çakmak gazı, tiner, solvent, lamba yağı gibi hidrokarbon petrol türevlerinin olması gerek. Tüm bunlar, bir kibritle büyük yangın çıkarmak isteyen kundakçılar için uygun seçimlerdir.
Bu tür hızlandırıclar olay yerine döküldüğünde buharları yanarken bu sıvılar gölleşip akmaya devam eder, kumaş yada yatak ve halılar tarafından emilir. Çevredeki mobilya veya döşemelerin altına girer. Suda çözülmezler ve kolayca temizlemenin bir yolu da yoktur.
Yani, bir kibritle bir evi yakamazsınız, mutlaka hızlandırıcı kullanmak zorundasınız ve bu hızlandırıcılar tiner, solven veya yanıcı yağların dışında bir şey olmak zorundadır.
Basit anlamda kundakçılar, Galatasaray Üniversitesi gibi bir binayı kundaklayamaz. Bunun profesyonel bir hamle olması şarttır.
Diyelim ki, bir öğretim görevlisinin odasında unutulan bir su ısıtıcının yarattığı elektrik kontağından bir alev ortaya çıktı ve bu da perdeleri ve masayı tutuşturdu. Bu, bütün binayı yakacak derecede bir ısı asla yaratamaz. “Bir kilim veya battaniyenin tutuşması” böyle bir yangını yaratamaz.
Burada dört aşama vardır: İlki yangın ya da yangından yükselen sıcak gazlar, alevler ve duman sütunudur. Normalde gelişme böyledir. Ancak gazlar alevlerin üzerine yükseldikçe daha serin ve yoğun haline gelirler. Yanma ve yan ürünleriyle birleşerek sıcak gazlar aşağıya yönelirler. Eğer yeterince oksijen alabilirlerse ısı altı yüz derecenin üzerine çıkar ki, bu da yangının tüm binayı kaplamasına neden olur.
Kundakçılığı gösteren tek bir kanıt bile bulamazsınız. İkinci derecede kanıtlar bulursunuz, bu da soruşturma açmanızı engeller. Alevlerin altı yüz dereceye ulaştığını varsayın, havalandırma açıklığı, yüzey, yakıttan alacağı enerji ve yangının çıkış noktası… Yani öğretim üyesinin odasındaki halılar ve perdeler… Tüm bunlar böyle bir yangını çıkartabilecek güçte değildir. Ama yangın sonuçta tüm delilleri yok eder ve elinizde bir tek “elektrik kontağı” mazereti kalır.
Hareketsiz, yani bizim yetkililerin söylediği gibi “elektrik kontağından” çıkan alevin yüksekliği taş çatlasa 60 cm. olur, oysa Akif Beki’nin söylediği ve bizim gördüğümüz gibi alevler altı metrenin üzerindeydi (Beki on metre diyordu).
MADIMAK’TA OLDUĞU GİBİ
Biraz da sıcaklıktan söz edelim: Alevlerin en az iki buçuk metre, sıcaklığın ise bin sekiz yüz derece olması gerekiyor böyle bir yangın için. Basit kundakçılıkta yangınların yüzde sekseni yerden yukarı doğrudur, başka bir deyişle radyan ısı sürekliliği. Yani, elektromanyetik dalga biçiminde yayılan ısının hemen her yöne eşit derecede yayılması. Alev aynı zamanda sıcak gazlar şeklinde 360 derecelik eşit ısı yayar. Havadan hafif oldukları için de yukarı doğru tırmanır.
Kibrit ile yerdeki bir halıyı veya Madımak’da olduğu gibi perdeleri tutuştursanız da, ısının yükselebileceği yükseklik 60 derecedir.
Madımak’ta yalnızca tek perde tutuşturulmadı, orada bir toplu katliam söz konusuydu ve insanların dışarı çıkmaması için yobaz güruh kapıdaydı. İçerideki dostlarımın iki seçeneği vardı: Ya dumandan ölmek ya da linç edilmek.
Dumandan ölmeyi yeğledi çoğu.
Konumuza dönelim: Bir yangın çıkarmak ve koskoca bir Galatasaray Üniversitesi gibi 142 yıllık binayı yerle yeksan etmek için sıradan bir elektrik kontağı yetmez. Bütün aksamı ahşap olsa bile, yukarıdan başlayan bir yangının on metreye tırmanması için odunun sıcaklığı yetmez.
En başta söylediğim gibi, bu bilgiler ve anlattıklarım bana ait değil, verdiğim kaynağa ait.
Yine de İstanbul’un İtfaiye Müdürü’nü de dikkate almak lazım(!)

Mümtaz İdil
Odatv.com

24.01.2013 15:17

23 Ocak 2013 Çarşamba

Mümtaz İdil: Galatasaray yangınına bir de bu açıdan bakın

İstanbul tam  beş yüz yılı aşkın süreçte binlerce yangına sahne oldu. Bunlardan kimi ayaklanma sonucuydu, kimi işgal nedeniyleydi, kimi kaçarken yakmaktı, kimi basit kundaklamaydı (nitelikli kundaklama değil), kimi ise rant için kundaklamaydı (işte bu nitelikli kundaklamaya giriyor), kimi de belediyelerin ya da mevcut iktidarların kenti daha güzelleştirmek(!) adına yapmaya çalıştığı ama “yargının” itiraz engel olması karşılığında yapılan daha da nitelikli kundaklamalardı.
Şöyle bir bakalım şu İstanbul’un bitmez tükenmez çilesine.
Galatasaray Üniversitesi’nin, 140 yıllık binası cayır cayır yanarken insanın bir de geriye dönüp bakma ihtiyacının dayanılmaz merakıdır bu.
Haydarpaşa yangınında, Çiçek Pasajı yangınında, Sait Halim Paşa Yalısı, Şerifler Yalısı yangınlarında geriye bakma ihtiyacı duysak da, unuttuk.
Şimdi Hayatt otelleri zinciriyle yarışan Kempinski otellerinin çöreklendiği Çırağan Sarayı’nın yanışı 1910 yılındadır.
Bu masum bir yangındı diyelim (iktidarlar için masum yangın yoktur, ihmal edilen yangınlar vardır).
Yıl 1954, günlerden 17 Temmuz… Şimdi üzerine Recep Tayyip Erdoğan Camii’nin kondurulmak istendiği Emirgan korusundaki Sarı Köşk, kürdana benzer tek bir ahşap bulunamayacak derecede yandı.
Aynı yılın kasım ayında, İstanbul’un yüzakı, turistlerin ilk uğrak noktası olan Kapalıçarşı’da dört yüzden fazla dükkan kül oldu.
Sonra, kundaklamayla değil de kundaklatmayla ilgili 6-7 Eylül 1955 olayları sırasında Samatya’da, Yedikule’de, Samatya’da başka bir sokakta, Silivrikapı’da, Kumkapı’da, Aksaray’da, tekrar Kumkapı’da, Şişli’de, Taksim’de ve bir çok yerde kiliseler ateşe verildi.
Diğer tahrip edilen bina ve işyerlerini saymıyorum bile. Örneğin, 1965 yılında yanan levazım okulunda, İstinye Tersanesi’nde, 66’da Sariyer Adliye binasında, Metris Ulaştırma Tabur Kargahı’nda, 1969’da Küçük Opera-Tiyatro binasında, Sultanahmet’teki Tekel Yaprak Tütün ve Bakım işletmesi’nde, 1970’te Asmalı Mescit’te şehir tiyatrosunda, Taksim’de Kültür Sarayı ve 7 katlı opera binasında, Tepebaşı’ndaki şehir tiyatrosunda, Kandilli’deki tarihi köşk ile bir yalıda, 1993’te Topkapı Halk pazarında 35 dükkanda yangın çıktı.
1995 yılında Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde Yeniköy’deki Sait Halimpaşa Yalısı’nda hala nedeni bilinmeyen bir yangın çıktı ve yalı içindeki değerli eserlerlerle birlikte kül oldu. Daha sonradan içindeki tarihi eserlerin bir kısmının daha önceden yalıdan çıkarıldığı öne sürüldü (!). 2004 yılında da Göçtur Turizm A.Ş.’nin işletmesine devredildi. Devredilene kadar da 2 milyon TL harcanarak yeniden inşa edildi.
2010’da Haydarpaşa Garı’nda yangın çıktı. Adı sürekli otel veya işyeri olmak üzere özel şirkete devredileceği söylenen tarihi garın yanması kafalardaki kuşkuları artırdı. Şimdilerde ise bunun gerçekleşeceğine artık kesin gözüyle bakılıyor, zira artık trenler Haydarpaşa Garı’na kadar ulaşmıyor.
Sonuçta, İstanbul’un rant kavgası ve iştahı hiç bitmiyor. Boğaz üzerindeki yalılar, tarihi binalar, okullar ardı ardına kundaklanıyor, ihmal ediliyor veya bir şekilde devre dışı bırakılıyor.
Korkarım sıra Selimiye Kışlası ile Mimar Sinan Üniversitesi’nde değildir.
Belediyenin yangın söndürmeden sorumlu yetkilileri ise pişkin pişkin “bu tür binalarda yangınlar normaldir” türünden sözler söyleyebiliyorlar. Neymiş efendim, binada biriken tozlar barut etkisi yaparmış.
Roma’nın merkezindeki binalarda toz neden oluşmuyor peki? Oranın tozları barut etkisi yapmayan cinsten mi, yoksa İstanbul yangınlarının kökeninde “yabancı mihraklar” mı aramak gerekiyor?
Daha unuttuğum çok yangın vardır İstanbul’da, eminim, ama buraya yazsam ne, yazmasam ne. Nasılsa İstanbul yanmaya devam edecek. Mersin gibi, Alanya gibi, Antalya gibi boğaz kıyısına kocaman gökdelenler oturtacaklar ve arkadaki binaların boğazı görmeleri engellenecek, sonra arkadaki binalar kundaklanacak, öndeki binalardan daha yüksek binalar inşa edilecek vb…
Galatasaray Üniversitesi’nin binasının da hemen değil, ama unutulmaya yüz tutulduğu birkaç yıl sonra, Çırağan Oteli’nin yanında yeni bir otel olarak yükselmesi kaçınılmaz görünüyor. Şimdi yetkililer hep bir ağızdan,“eskisinden daha iyi bir hale getirilecektir,” diye tepinecekler. Galatasaray yönetim kurulu “kimselere vermeyiz, eskisinden iyi hale getireceğiz,” diye bağrışacaklar. Tarihi bir bina için “eskisinden daha iyi hale getirmek” artık ne demekse…
Bu bir öngörü filan değil, bir olgu. Göreceğiz… Önce misafirhane yapılır, ardından da beş yıldızlı mı olur, yedi yıldızlı mı olur bilemem, bir otel kondurulur.
Bunun sonu yok.
Biri çıksa da, hiç yakmadığı halde üzerine suç kalan Neron gibi, bir kibritle bütün İstanbul’u Roma gibi yaksa da, parça parça helak olmaktan kurtulsak.
Not: Bütün bunları yazarken, eşeğin büyüğünü ahırda unuttuğumu bana Ayşenur Arslan bu sabahki Medya Mahallesi programında anımsattı. Yanan Galatasaray Üniversitesi'nin hemen yakınında Fehime ve Hatice Sultan yalılarının da yandığını, birkaç sene otopark olarak kullanıldığını, ardından da THY'nin yüzde 50 ortak olduğu bir ihaleyle butik otel yapılmak üzere bir şirkete devredildiğini Akif Beki'ye anlatmaya çalıştı. Teşekkürler Ayşenur Arslan.

Mümtaz İdil
Odatv.com

23.01.2013 12:18

19 Ocak 2013 Cumartesi

Burhan Doğançay'ın haber değeri yok mu ?

Burhan Doğançay kardeşimin yakın dostuydu. Bundan otuz yıl kadar önce New York’a gittiğinde mihmendarlığını kardeşim Namık İdil yapmıştı.
Yıllar öncesinde Burhan Doğançay Ankara’ya geldiğinde, kardeşim de rastlantı sonucu Ankara’daydı ve bir şekilde buluştuk. O zaman ilk ve son kez gördüm Burhan Doğançay’ı. Bana küçük küçük karpostallara basılmış tablolarının resimlerini gösterdi. Bön bön suratına baktım.
Bütün tabloları bir fular gibiydi. Anlamadım.
Ta ki, yıllar sonra ABD’nin New York kentine gidip de, Metropolitan Muzeum’un girişinde bir tabloyla karşılaşana kadar.
Tablo fulara benziyordu ve beni yıllar öncesine götürmüştü.
İmzaya falan da bakmadım. Ben bu ressamı tanıyorum dedim için için: Monet mi, Gogh mu, Gogen mi? Bilemedim.
Türkiye iki gündür M. Ali Birand ve Metin Kaçan ölümüyle ilgileniyor. Burhan Doğançay yok. Garibim son dönemln en büyük ressamlarından biri sayılıyor, ama tasvir bile dinen yasak değil mi?
Cahit Arf ilk kez bu hükümet döneminde paralara resmi basılarak itibarını buldu. Oysa bizim daha demokratik diye düşündüğümüz hükümetler döneminde ODTÜ’de adına tahsis edilen ve ismi verilen odasının kapısındaki levhası sökülmüştü.
Neydi bu? Daha sert bir soru: Nedir bu?
Bizim bir çeşit beyin bunalımına girmemiz mi isteniyor?
Burhan Doğançay gibi bir ressam ölürken, hayatının bir bölümünü yazan Metin Kaçan ondan daha fazla haber konusu oluyor. Üstelik “edebiyatçı” diye geçiyor haberlerde adı.
Edebiyatçı mı, değil mi, buna karar verecek elbette onunla aynı çağı yaşayanlar değil. Tek olmayan, ama yazarının adını bile aşıp Oblomov kahramanıyla dünya edebiyatında yerini alan Gonçarov da olabilirdi Metin Kaçan, ama değildi.
Metin Kaçan’a itirazım yok, ama Burhan Doğançay’ın bu kadar yüzeysel anılmasına itirazım elbette var. Mehmet Ali Birand bu ülkenin değerlerinden biriydi, ama lütfen elinizi vicdanınıza koyun, Turgut Özal öldüğü zaman bile bu kadar sansasyonel haberler yayınlanmadı. Özal’ın emzikli resimleri, kısa pantolonlu koşuşmaları yayınlanmadı.
Neler oluyor?
Uğur Mumcu, Taner Kışlalı, Bahriye Üçok ve benzeri insanlar eceliyle ölmediği halde Akif Beki’nin övgüsüne layık olmayı bile hak etmedi.
Bilinen tartışma yöntemi, Thomas Khun taktiği, “evet, haklısın. Ben de senin gibi düşünüyorum, ama…
Yaşam sizin için uzun ya da kısadır. Bu, Einstein’in zamanın göreceliği kuramıdır: Bir sobanın üzerinde oturuyorsanız zaman yavaş geçer, bir sevgilinin kollarındaysanız çabucak. Yaşadığınız süre içinde yaptıklarınız arkanızdan elbette anlatılacaktır. Balzac’sanız edebiyat dergilerine, sıradan bir babaysanız çocuklarınızın anı defterine düşeceksinizdir.
Burhan Doğançay gibi bir dünya değeri olan biri eğer bu ülkede Karayılan kadar anılmıyorsa, bebeklik resimleri yayınlanmıyorsa, saçma sapan bir savaşın kilit bölgesi haline gelen Kandil kadar anılmıyorsa, bırakın bir Ortadoğu ülkesi olarak kalalım ve sıcak hava canımıza okudukça daha da sıcak Akdeniz sularına girelim.
Bu yazı, genel bir şikayet yazısıdır. Bizim için değer olanlar bozuk para gibi harcanır ve Datça mevzilerinde kendilerini ölüme bırakırken, yeteneği olduğu halde aktristliği bırakıp şarkıcı olanları alkışlamak hep pirim yaptı bu ülkede.
Siz olsanız çocuğunuza ne derdiniz?
Higs parçacığını mı anlatırdınız, klavyede her türlü sesi çıkaran müzik aletinden mi satın alırdınız?
Higs parçacığını anlatmanız onu mutsuz edecektir, bu kesin…
Ama öbürünün mutlu edeceğinden asla emin olamazsınız.
Zira onun da bir gün çocuğuna anlatmak zorunda olduğu bir geçmişi olacak.

Mümtaz İdil
Odatv.com

19.01.2013 15:36


13 Ocak 2013 Pazar

Rutkay Aziz neden “sıra kimde” diye sormuştu

Rutkay Aziz…
Tanıdığım insanlar içinde çok ayrı bir yeri var, ama mesele o değil. Mesele, onun oyunculuğu.
İlk kez AST tiyatrosunda henüz kendisini kişisel olarak tanımadığım İbsen’in bir oyununda görmüştüm.
Yıllar sonra Los Angeles’te yolumuz kesişti. Müthiş bir zeka, müthiş bir sıcaklık…. İbsen’in kendisine yüklediği yorgunluktan eser yok.
Şimdi bir oyun koyuyor ve başrolü oynuyor: Adalet, Sizsiniz diye.
Her Silivri mahkemesinde Tarık Akan ile birlikte orada hazır bulundu. Haksızlıklara hep karşı çıktı ve siyasi tavrını ortaya koydu.
Böyle bir insanı tanımış olmanın müthiş onuru içindeyim.
Uğur Mumcu’nun katledildiğinde Tunç Başaran ile birlikte Los Angeles’teydik. Haber bomba gibi kucağımıza düştüştü. Ne söyleyeceğimizi, ne yapacağımız şaşırmış vaziyetteydik ve Rutkay ağabey tüm sakinliğiyle, “Sıra kimde,” demişti.
Perdeci…
Kaç kişi bilir perdeci nedir?
Muhsin Ertuğrul tiyatrosunu yıkıp da yerine yenisinin yapıldığına alkış tutan Eyüp Can mı bilecek?
Eyfel kulesini yıkıp da yerine daha büyük bir kule yapmasını bilmiyor mu Fransızlar?
Bir tek itirazım var oyuna, Galileo, Sacco ve Vanzetti ile Socrates var da niye Giordono Bruno yok?
Yargı yüzbinlerce yıldır siyasallaşmış durumda ve gözünü kırpmadan Bruno’yu yaktı, Galieo’yu ise ev hapsine mahkum etti… Ne adına? Tanrı…
Bilim ne yaptı? Tanrı’nın her söylediğinin aksine yeni buluşlara ilmza attı. Tanrı da hep arkasından geldi: Bu zaten İncil’de yazıyor zırvalarıyla.
Rutkay ağabey bundan yıllar önce Jack London’un ölmeden önce yazdığı son romanı “Yıldızlar Korsanı”nı istemişti. Roman Jack London’a hiç uymayan bir romandı. Serüvenci yazar, işkence altında birinin isterse başka bir boyutta yaşayabileceğini ve böylelikle de işkenceden kaçabileceğini anlatan bir romandı.
Rutkay Aziz bunu sinemaya uyarlamak istiyordu.
Türkiye’de on kişi okumamıştır romanı ve haberi bile yoktur, ama Rutkay ağabey okumuştu ve benim de okuduğumdan haberdardı.
“Perdeci” anlamlı bir çıkış, ama Adalet Sizsiniz daha da anlamlı bir çıkış. Eminim ki Taner Barlas ile Rutkay Aziz bize çok şey anlatacak, eminim… Galileo’nun özünde Mustafa Balbay’ı, Tuncay Özkan’ı, Mehmet Haberal’ı, İlker Başbuğu’u ve diğerlerini anlatacak… Hikmet Çiçek asla unutulmamalı.
Her biri Galileo, her biri baldıran zehiri için Sokrates, her biri Bruno…
Bir tiyatro şölenine hazırayın kendinizi. Karşınızda İbsen olmayacak bukez, Rutkay Aziz ve Taner Barlas olacak… Utanacaksınız, üzülecek ve öyle çıkacaksınız tiyatro salonundan.
Adalet, Sizsiniz…
Utanç duymalısınız.

Mümtaz İdil
Odatv.com

13.01.2013 22:19

Mümtaz İdil: Dostoyevski yaşasa Silivri'yi yazardı

Petraçevski ayaklanması olana kadar Dostoyevski bir hiçti. Ne zaman ki Çar Nikola tarafından idama mahkum oldu, o andan itibaren Dostoyevski doğdu.
Petraçevski ayaklanmasına kadar yazdığı ilk romanlarından İnsancıklar Gogol’den tırtıktı. Öteki (Dvoynik) romanı ise yeterince değer bulmadı.
Sibirya’ya sürgüne gönderildikten sonra, oradan yazdığı Ölüler Evinden Anılar mektuplaşmasıyla ismini duyurmaya başladı.
Ardından dev romanları geldi: Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Ecinliler, Budala, Delikanlı, Kumarbaz ve muhteşem eseri Yeraltından Notlar…
Hepimizin okumaya üşendiği kadar yazdı Dostoyevski. Üstelik o sıralarda şimdiki gibi yazma kolaylığı da yoktu. Daktilo bile yoktu. El yazmalarıyla yaptı on bin sayfayı.
Anna Dostoyevskaya çok yardımcı oldu, o ayrı.
Ama nedir Dostoyevski’yi aşılamaz kılan? Kiekegaard ile birlikte varoluşçu felsefenin, bilinçaltı akışının önderi haline getiren?
Biz bu dünyaya gelmek istemedik, bu dünyaya fırlatıldık diyen Albert Camus’nün hayatımızdaki önemi ne?
Sorular çok, haddinden fazla çok, ama cevapları Dostoyevski’nin romanlarında var. Bu yüzden belki dünyanın en çok tartışılan yazarlarından biridir.
Aynı çağın devlerinden Lev Tolstoy’u ele alalım mesela… Tolstoy Anna Karenina, Savaş ve Barış gibi nehir romanlar yazmıştır, ama asla bireye inmemiştir.
Oysa Dostoyevski’nin tüm romanlarında bireyin analizi mevcuttur.
Tolstoy kimseden etkilenmeden Rus yapısını incelemiştir,ama Dostoyevski’nin en büyük tutkusu Honore de Balzac’tır. Önemli romanlarına Balzac’ın çevirilerinden sonra başlamıştır.
Gelelim güncele… Artık roman sanatı önemini yitirmiş durumda. Dostoyevski veya Tolstoy gibi roman yazarları çıkmayacak. Bir dönemin kapanışıdır bu. Bundan sonra polisiye romanlar piyasayı allak bullak edecek.
Nobel edebiyat ödülünü veren 12 vatandaş da bundan sonra kime ödül vereceğini düşünmek zorunda kalacak.
Bundan sonra kimse Lebdev gibi bir yalakayı anlatamayacak, yaşayacak.
Bundan sonra kimse Mışkin kadar zeki olup da “budala” diye anılmayacak.
Kimse Faulkner’in, “Döşeğimde Ölürken” romanı gibi bir roman yazamayacak.
Bundan sonra asla Gabriel Garcia Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” romanını taklit etmek mümkün olmayacak.
Edebiyat artık gömleğini banyo kapısının arkasına asmış ve çıplak halde odasına gitmiş bir adam durumundadır. Çıplaktır ve bunun farkında değildir.
Petraçevski ayaklanmasının ardından tutuklanan 115 adamdan birisi dünyaya meydan okuyamayacaktır asla.
Beş dakika içine tüm hayatını sığdırmayı da göze alamayacaktır.
Semyenovski meydanında ölümü beklemek gibi ölümü de beklemeyecektir.
Silivri gibi zindanlarda bekleyecek ve Nikola’nın affını umacaktır.
Neden 19. Yüzyıl yazarlarını okumamız gerektiğini soracaksanız eğer, işte bu yüzdendir derim.
Hala insanlık ayakta ama zulüm onun üzerinde.

Mümtaz İdil
Odatv.com

13.01.2013 10:42

9 Ocak 2013 Çarşamba

Mümtaz idil: Şiddet bir virüs mü ?

Şiddet bir virüs mü?
Batılı bilim adamlarından bazıları şiddetin bir virüs olduğunu ve insandan insana geçerek yaygınlaştığını savunuyorlar.
Akla yakın bir açıkama. En azından bizim gibi ülkelerde şiddetin giderek yaygınlaştığı düşünülürse geçerli bir açıklama.
Gün geçmiyor ki gazetelerin üçüncü sayfalarında kadına yönelik şiddetten örnekler olmasın.
Ama “şiddet” eğer devletten geliyorsa, işte o zaman iki dakika düşünmek gerekir. Şiddeti önlemek birinci görevi olan devlet, şiddette başı çeken bir kurum haline dönüşüyorsa, ortada şiddetten de öte sağlıksız bir durum var demektir.
Buna devlet terörü adını takmak yanlış olmaz.
Örneğin, uzun tutukluluk dönemleri başlı başına bir şiddet uygulamasıdır. Bunu kabul etmemek olanaksız, ama iş onunla kalmıyor, bir de “F tipi” denilen koğuşlarda yaşananlar var, ki bunu kelimelerle anlatmak mümkün değil.
TECRİT CEZASI
Öncelikle, dünyanın en ağır işkencelerinden biri sayılan “tecritte tutma” rahatlıkla uygulanıyor. Tuncay Özkan’ın dediği gibi, insan gölgesiyle bile konuşma ihtiyacı duyuyor. Kendiyle dertleşiyor, duvardaki gölgesini tekmeliyor ve “tüm suç sende, o halde ben niye buradayım,” diye bağırabiliyor.
Bununla da kalmıyor, kazayla yan koğuştakilerden birine laf atarsanız, selamlaşırsanız bu kez de açık görüşme hakkınız elinizden alınıyor. Gardiyanlarla bile konuşmanın yasak olduğu o karanlık evrende, tek duyduğunuz ses televizyondan gelen mekanik insan sesleri oluyor.
Şiddetin artma eğilimi, şiddetin varlığı ve kanıksanmasıyla doğru orantılı olarak gündeme geliyor. Sosyologlar da bunun toplumsal bir olgu olduğunu öne sürüyorlar. Bir anlamda, şiddet bir toplumda yaygınlaşıyorsa, durmasını beklemeyin daha da yaygınlaşacak demek istiyorlar.
Bundan yüz yıl kadar önce, gelişmiş Batılı ülkelerde de, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, şimdinin gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerinde uygulanan taktik uygulanmaktaydı. Medya (günümüzdeki kadar görsel olmasa da), yayınlarının bazı bölümlerini cinayet, intihar veya trafik kazası haberlerine ayırıyordu. Daha sonra bu yayınları inceleyen David Phillips gibi bilim adamları, bu tür yayınların şiddeti arttırdığını kanıtladılar.
Bunun bir de devlet adına yapıldığını düşündüğünüzde, işin boyutlarının nerelere varacağına insanın aklı ermiyor. İzmir’de karakolda dayak yiyen ve ardından da polise mukavemet ettiği için hakkında 6 yıla kadar dava açılan kadının durumunu düşündüğümüzde, gözönünde olmayan nice olayların cereyan ettiğini tahmin etmek mümkün. Metin Göktepe’nin polis tarafından öldürülmesinin yıldönümünde de bu daha anlamlı oluyor
Yine David Phillips, spor diye göklere çıkarılan boks maçlarının da şiddeti artırdığını öne sürüyor.Phillips’in yaptığı araştırmaya göre, Muhammed Ali’nin 1975’te yaptığı iki karşılaşmadan sonra ölüm olaylarında müthiş bir artış olmuş. Özellikle Manila’daki karşılaşmadan sonra 108 kişi şiddete maruz kalarak ölmüş. Phillips, bunun normalin 26 kat fazlası olduğunu belirtiyor (Bilim Teknik, Temmuz 1987, s.38-39, 47).
DEVLET ŞİDDETİ
Şiddetin yaygınlaşmasında devletin rolünün etkinliği tartışılmaz. Bunun en dehşetli örneği yakın geçmişte Irak’ta yaşandı. Ancak, daha da vahim olanı, savaş ortamında olmamasına karşın, şiddetin orta öğretim düzeyine kadar bile inebilmiş olması. Şiddetin bir virüs gibi yaygınlaştığı görüşü de burada ağırlığını gösteriyor. Medyanın da buna katkısı tartışılmaz hale geliyor.
Şiddetin yaygınlaşmasının, kapitalistleşme sürecini tam olarak tamamlayamamış ülkelerde, bu sürecin başını çekenlerin işine yaradığı da kesin. Devlet bu nedenle şiddete başvuruyor zaten. Arjantin ve Şili’deki darbelerden sonra insanların akıl almaz işkencelere maruz kaldığı, bizim ülkemizde de 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinden sonra binlerce insanın devletin şiddetinden kaçamadığı ortada. Şimdi ise askerin yerine geçen sivil vesayet en akıl almaz işkenceleri uyguluyor. İnsanların canını acıtmıyor belki ama ruhunu en kökünden söküp alıyor.
İnsanın zaten doğasında bulunan ve sevgi kadar büyük bir potansiyele sahip bulunan şiddet dürtüsü, yaygınlaştıkça toplumsal ilgi odağı haline gelmektedir. Şiddetten ürken, korkan ve bulaşmamaya çalışan insanların bile kendilerine bir şekilde dokunacağı korkusuyla şiddete karşı şiddetle başvurmaya hazırlandıkları rahatça gözlenebilir. Bu hayvansal bir içgüdü olduğundan, karşı koymak da çok zordur. Artık çocuğunu okula gönderen ebeveynlerden, sokakta yürürken çöp kutularından uzak durmaya çalışan, müşteri alınca arka koltukta oturmasından tedirgin olan taksi şoförlerinden, kapı çalındığında tedirgin olan ev kadınlarına kadar tüm toplum tedirginlik sandalyesine oturtulmuş demektir.
YÖNETMEK KOLAY
Türkiye gibi tedirgin ve ürkek toplumları yönetmek çok daha kolaydır, çünkü yönetime karşı şikayetleri olsa bile, başkalarına olan güveni sarsıldığından, birleşip de karşı koymak, yani başka bir deyişle örgütlenmek gibi bir yola asla başvuramazlar. Güven sarsılmıştır, her an her köşede şiddet kol gezmektedir, sevgi bastırılmıştır vb… En yakın dostuna, akrabasına ve hatta zaman zaman kendisine bile güven duymayan ürkek bireylerden oluşan bir toplum yaratılmıştır. Daha da korkuncu, devlet bizzat şiddeti uygulamakta ve bununla toplumu baskı altında tutmaktadır.
Bütün bunlar, insanın doğasındaki şiddet duygularını harekete geçirmeye yeter. Aile içinde şiddet uygulayan kişiler, bunu sokağa taşırmak eğilimindedir zaten ve fırsatını buldukça da yerine getirecektir. Potansiyel şiddet unsurları, kültürsüzlükten de kaynaklanan bir cesaretle, evinden çıkıp sokaklarda dolaşmaya başlamıştır.
Tek taraflı olmadığı hayvan deneyleriyle de kanıtlanan şiddet, elbet maruz kalan kişi veya kişilerce de bertaraf edilmeye çalışılacaktır, ancak bunun adı savunma olmayacak, karşı şiddet olacaktır. Şiddet olayını iki katına çıkartan bir ortam doğmuştur artık. Şiddete şiddetle karşılık verme zorunluluğu, yatışmayı ortadan kaldıracaktır.
Yönetimler, bunun dengede kalması için savaş vereceklerdir. Şiddetin dozunu her zaman ayarlamaya çalışacaklarına inanlar, içkiyi istediği zaman bırakacağına inanan alkolikler gibidirler, asla dengeyi bulamazlar. Şiddet, fitili ateşlenmiş dinamit lokumu gibidir, patlayıncaya kadar durmaz. Patladığı zaman da, adı değişmiştir artık: İç savaş.
Kuşkusuz, iç savaşa giden yolda da terörle kol kola hareket edecektir.
BAŞTA MASUMDUR
Akıl kalkanlarıyla baskı altına alınan ve eyleme dönüşmesi kısmen de olsa engellenen şiddet, kişi bazında kaldığı sürece kendine zarar vermekten çevresindeki canlı cansız her şeye zarar vermeye kadar varabilir. Bunlar kim zaman son derece masum görüntülerdir. Olmadık yerde, canını hiç yakmayacağını düşündüğü sevgiliye atılan tokattan, yerdeki teneke kutuya vurulan tekmeye kadar çok geniş bir yelpazededir şiddet. Başta masumdur, kendi halindedir ve pişmanlık duyguları sürekli dozu engellemeye çalışır. Ancak, kalkanların bir an zayıflaması ile kendine küçücük bir boşluk bulan şiddet bir kez “ağır bir hasara” yol açarsa, artık onu dizginlemek güçleşir. Kişi artık savunma mekanizmalarına sığınacak ve yaptığı işin doğruluğuna kendini inandırmaya çalışacaktır. Kumara para kaptıran saf vatandaş gibi, kağıtlardan hırsını almak ve kaybettiğini telafi etmek üzere bir daha masaya oturacaktır.
Şiddete maruz kalanın da şiddetle cevap vermesi zorunluluk haline geleceğinden, gerçekten de bir virüs gibi hızla yayılma eğilimi gösterecektir. Bu yayılma, toplumun birinci dereceden sorunu haline geleceğinden, diğer sorunlar bunun birer türevi gibi görünme eğilimindedir.
Sonunda, şiddetten rant umanlar, gün gelip de ağabeyi terör ile baş edemeyince, ufak tefek fevri olaylar, münferit vakalar olarak görülen şiddet, kontrolden çıkacaktır.

Mümtaz İdil
Odatv.com

09.01.2013 13:34

3 Ocak 2013 Perşembe

Mümtaz İdil: İddia ediyorum: Sartre daha tehlikeli

Gündeme şöyle bir göz atalım:
Aman Allah, Hasdal’da iki Genel Kurmay Başkanı olacak gibi gözüküyor. Askeri hiyerarşi karışacak.
John Steinbeck’in belki de en tanınan kısa romanı Fareler ve İnsanlar… Daha da acıklı bir durum. Devlet Tiyatroları bu oyunu hemen sahneye mi koysa dersiniz?
Jose Mauro de Vasconselos’un Şeker Portakalı… Zor iş, gerçekten zor iş. Bunu Dostoyevski’nin Budala romanı izleyecektir mutlaka: “Hakaret içerdiği için”.
Ya D.H.Lawrance’ın Lady Chatterley’in Aşkları, o ne olacak? Yani vitrinleri süslemeye devam mı edecek?
Jean Paul Sartre’ın Bekleyiş ve Tükeniş’i haydi neyse de, Uyanış romanı ne olacak? Henry Miller’in Sexus romanının akıbeti ne?
Steinbeck'in Fareler ve İnsanlar'dan daha da tehlikeli bir romanı var, ona da dikkat: Cennet Yolu. Ne yani, bu kefere yazar Cennet’in yol haritasının kendisinde olduğunu mu iddia ediyor? Evinde kroki falan mı bulunduruyor. Mutlaka ev araması yapılmalı. Salinas’ta otururdu rahmetli. Belki de çoktan yok olmuş gitmiştir krokiler.
Dostoyevski’nin Başkasının Karısı romanı külliyen yasaklanmalı var olanlar da yakılmalı. Değil mi ama, ne demek başkasının karısının iffetini roman ismi yapmak?
Gonçarov’un Oblomov romanı da gündeme alınmalı. Ne demek Oblomov? Roman isimleri mutlaka Türkçe yayınlanmalı.
Necip Fazıl Kısakürek’in, Yusuf Ziya Ortaç’ın, İbrahim Çallı’nın ve daha bir çok aydın ve yazarın devletten para istemesi büyük bir hayretle karşılanıyor. Oysa gelenek hiç değişmedi. Üstelik Menderes zamanında telif hakkı olmadığı düşünülürse, böyle bir “yakarış” hoş karşılanabilirdi. Şimdi durum ne acaba?
O zaman gazeteciler sadece gazeteci, yazarlar sadece yazardı.
Falan filan.
Geçiniz…
Bu uyduruk gündemlerle dünyaya rezil oluyoruz, orası ayrı. Ama iç politika malzemesi olarak da hiç fena parçalar değiller. “Vay, bu da olur mu”nidasıyla, “helal olsun, iyi iş yapıyorlar” nidası arasında sıkışıp kalıyoruz.
Ama arada yılbaşı zamları unutturulmaya çalışılıyor.
Arada İmralı ile görüşmeler unutturulmaya çalışılıyor.
Arada doğalgazdan ölümler unutturulmaya çalışılıyor.
Arada ek vergiler unutturulmaya çalışılıyor…
Daha arada neler unutturulacak, göreceğiz.
Geçen yıl yılbaşı zamlarından hemen sonra İlker Başbuğ gözaltına alınmıştı, bu yıl İsmail Hakkı Karadayı…
Seneye Necdet Özel? Olmaz, görev süresi bitmemiş olacak. O zaman Hilmi Özkök? O da olmaz, “kanka” sayılır. O zaman Yaşar Büyükanıt, o hiç olmaz, Dolmabahçe…
Bulurlar birini.
Nereye baksanız Fareler ve İnsanlar, İsmail Hakkı Karadayı ve Menderes dönemi aydınlara ödenen paralar var. Türkiye gündemi öylesine dar ve kısır ki, konular bu noktalar üzerinde tartışılıyor!
İtibarsızlaştırmanın boyutuna bakar mısınız? Nerelere kadar uzandı?
Boşverin, ekonomi tıkırında ya, siz ona bakın.

Mümtaz İdil
Odatv.com

03.01.2013 20:54