28 Eylül 2012 Cuma

mümtaz İdil: Burayı daha önce keşfedemedim

Otuz yılı aşkındır edebiyat yazıları yazarım, ama son birkaç yıldır siyasi yazılara takıldım kaldım. Oysa içimden hep edebiyat yazıları yazmak geçiyor. En iyi bildiğimi sandığım şey edebiyat çünkü. Siyasetin çirkin yüzünden uzak kalmayı çok istiyorum, ama bugünlerde edebiyat yazısı istemiyor insanlar. Çünkü birçok insanın Türkiye’nin gidişiyle ilgili ciddi endişeleri var.
Ama bu yazımda, Ertuğrul Özkök taktiğiyle, başka bir şeyi yazmak istiyorum. Kapkara geçen son üç yılımda, yaşadığım bir umut ışığı olarak beni hayata bağladı.
Aşağı Ayrancı’da, annemle ve babamla kalıyorum. İki yıla yakın zamandır evden mecbur kalmadıkça çıkmıyor, sürekli kitap okuyordum
Avukatım Alparslan Aydoğan ile annemlerin evine iki yüz metre uzakta bir börekçide karşılaştım. Hemen yanında berberim vardı, oraya gitmiştim.
Börekçiye arada bir gözüm takılırdı, ama dikkatli hiç bakmamıştım. Alparslan Aydoğan’ı görünce oraya yöneldim. Dört masa vardı. Dördünde de insanlar oturmuş hararetli bir tartışma içindelerdi. Madalyon Psikiyatri Merkezi’nde tanıdığım Dr. Haluk Gülmez’i gördüm, çayını yudumluyordu. Selamlaştık.
Alparslan’ın yanına oturdum, “Ne iş?” diye.
“Mümtaz abi, biz dört yıldır buranın müdavimiyiz. Her gün gelir burada kahvaltı ederiz. Yaz boyu akşam saat ona bazen on ikiye kadar burada laflarız. Senin farkında olmaman hata,” dedi.
Başımı çevirdiğimde Ergun Evren ile gözgöze geldik. Neredeyse on yıldır görmüyordum. İstemihan Talay’ın Kültür Bakanı olduğu günlerde Ergun Evren de onun basın müşaviriydi. Ben gelince TRT’deki işine döndü.
Sıcak bir dostluk oluşmuştu aramızda. O da, ben de aynı anda kalktık. Ardından o masamıza geldi, eski günleri konuşmaya başladık. Alparslan gibi o da, yıllardır kendine durak ettiği börekçiyi anlattı.
Benim için hala börekçiydi.
Alparslan beni, mekanın sahibi Semiha Sunalı ile tanıştırdı ve her türlü isteğimin karşılanmasını özellikle rica etti.
Kendime bir yer bulmuştum.
Ertesi gün bilgisayarımı da sırtlayarak aynı mekanda olacağıma söz verdim.
Gerçekten de bilgisayarımı sırtlayıp saat dokuz sularında kahvaltı etmek üzere aynı mekana gittim. Dört masadan üçü boştu. Birinde de tanımadığım insanlar kahvaltı yapıyordu. Bir tek Semiha hanım vardı tanıdık yüz: “Hoş geldiniz Mümtaz bey,” dedi ve hemen ıspanaklı-peynirli börek ile çayımı getirdi. İki de gazete bıraktı.
Şaşırdım. Ben henüz bir şey ısmarlamamıştım ve gazete okumayı da düşünmüyordum.
Öğle üzeri Avukat Alparslan Aydoğan geldi opera sanatçısı arkadaşı Seza Kırgız ile birlikte. Seza’yı da, Alparslan’ı da daha önceden tanıdığımdan bir parça rahatlamıştım. Gözlerim Ergun Evren’i aradı, ama “O bu saatlerde pek gelmez,” diye açıklama yaptı.
Akşamüzeri dört masa da doldu, ama şöyle: Masalar dört taneydi ama onlarca sandalye vardı. Hemen her masada beş altı kişi oturmuş hararetle tartışıyordu.
“İşte bizim mekan bu Mümtaz abi,” dedi Alparslan, “senin burayı bilmemiş olman gerçekten beni şaşırttı.”
Uzatmayayım, ertesi gün yine kahvaltı için börekçiye gittim. Birkaç randevum vardı, aklımda da onları börekçiye çağırmak vardı. Nerede olduğumu ve hangi isim altında oturduğumu bilmediğimden, oturduğum yeri tarif ettim dostlarıma. “Güvenlik caddesinden girin, ilk ışıkları gördüğünüzde sola dönülmez levhası var, oralarda bir yerde park edin, ben sizi bekliyorum, beni göreceksiniz,” dedim.
Nitekim kolaylıkla da buldular. Ama ben hala hangi ismin altında oturduğumu bilmiyordum.
Semiha hanımla koşurken iş futbol taraftarlığına geldi. Hayatımda bir kez, yedi sekiz yaşlarındayken Beşiktaş’ı tuttuğumu anımsıyorum, ondan sonra da hiç takım tutmadım.
Semiha hanım Beşiktaş’lı olduğunu belirtip, yukarıda kocaman yazılarla yazılmış börekçi dükkanının ismini gösterdi: “Çarşı.”
Çarşı gurubundan konuştuk bir süre.
Ardından birkaç bayan geldi boş bir masalardan birine oturdu. Hiçbirini tanımıyordum. Göz aşinalığım bile yoktu.
Alparslan Aydoğan geldi önce, ardından Seza Kırgız… Onlara yan masada oturanları sordum. Seza, “İkisi de tıp doktoru dedi. Biri doktor Suna hanım, diğeri Dr. Tülay hanım.
“Ne yapıyorlar burada,” diye sordum.
“Onlar buranın müdavimleri Mümtaz abi,” dedi Alparslan. “Sen Ahmet abiyi tanıyor musun,” diye ekledi. Bir eliyle de diğer bir masada oturan saçı da sakalı da beyazlamış birini gösterdi.”
Adama baktım, “Hayır,” dedim. “Tanımıyorum.”
“Ahmet Türkoğlu abi Devlet Tiyatroları’ndan. Çok sevdiğimiz bir abimizdir. Tanıştırayım,” dedi.
Tanıştık. Müthiş zekayı hemen algıladım. Konuşması son derece dingin ve araya mutlaka bir espri eklemeyi beceren bir kişilikti.
Sonra Müyesser abla geldi. Ona abla diyorlarmış, yaşım ileri olduğu halde ben de abla demeye karar verdim. Engin bir kültür birikimiyle karşı karşıya olduğumu farkettim. Sonra Yasemin hanım…
Emine hanım ise bambaşka bir kimlikti. Sanırım oranın ortaklarından ya da tüm özverisiyle Çarşı’yı kalkındırmaya çalışanlardandı. Her dakika ayaktaydı ve koşturuyordu.
Sonraki gün erkenden yine Çarşı’ya damladım. Bu kez oranın müdavimi erkeklerle tanışmak varmış. Necti bey ile Necip bey ile tanıştım. İnanılmaz bir “kültür tartışması” içinde buldum kendimi.
Neden daha önce böyle bir yeri keşfetmediğimi düşündüm. Kırk yıl önce, Zonguldak’ta, o zamanki adıyla E.K.İ.’nin “Yayla Sineması”nda başrolünü Vittorio Gassman ile Elizabet Taylor’un oynadığı bir filmi anımsadım. Filmin adını hiçbir zaman hatırlayamadım, ama şu sahnesi hiç aklımdan çıkmadı. Vittorio Gassman bir keman virtiyözüydü, Elisabeth Taylor da genç bir şan öğrencisi. Birlikte Paris’te bir kahveye gidiyorlardı. Kahvenin bir köşesinde Honore de Balzac, diğer tarafta Paganini, öteki yanda Stendhal, biraz ileride, Balzac’ın hemen yanında kadim dostu Victor Hugo oturuyordu.
Bir an kendimi Paris’teki bir kahvede hissettim. Bir yanda Ergun Evren, öteki yanda Nihat Genç, biraz ileride yeni tanıştığım Necati bey, Necip bey ve Ali Gürol, Ata Bebek… Seza zaten bir opera sanatçısı, romantik soprano…
Artık bilgisayarımı da alıp Çarşı’da bir masa kapmayı kendime iş edindim. Nihat Genç aradığında da ona bu muhteşem yeri, gelmesini istedim.
Emine hanım ilk çaylarımızı getirdi. Ergun Evren ve Semiha Sunalı sohbetimize katıldı. Ardından İklim Bayraktar geldi bize eklendi.
Yasemin hanım da doktorların masasına oturmuştu bile.
Nasıl oldu da ben böyle bir şeyi göremedim diye hayıflandım.
Her gün gider oldum. O günlerden birinde (topu topu bir haftadır), Ahmet Türkoğlu, “şu giden Nurşen Girginkoç değil mi,” diye Semiha hanıma sordu. Olumlu yanıt alınca bir koşu caddede yürüyen kadıncağızın yanında bitiverdi. Alıp Çarşı’ya getirdi. Koyu bir sohbete daldılar.
Bugün yine siyasetten uzak, sanat ile ilgili konuları konuşmak üzere akşamüzeri Çarşı’ya indim. Seza’nın Hasan Uysal ile konuşurken “Ave Maria” aryasından bir bölümü okumasına tanık oldum. Kapalı mekanda kocaman bir kütüphane oluşturmuşlar, onu karıştırdım. Kendime kitaplar seçtim.
Tam o sırada karşı kaldırımda yürüyen beyaz saçlı birini gördüm. Mehmet Öz olmalıydı, ama emin değildim. Bilim ve Sanat dergisinden bu yana tanıdığım bir insandı, ama uzun süredir de görüşmemiştik. El salladım. Geldi.
“Burası artık benim mekanım oldu, seni de beklerim,” dedim.
Müthiş bir gaf yaptığımı o anda anladım. Meğerse kuruluşundan beri Mehmet Öz oranın müdavimiymiş.
Müthiş bir şey yapmıştı Semiha Sunalı ve arkadaşları.
Dört masa da doluyor hergün. Kimse para hesabı yapmıyor. Dünya tatlısı, gencecik Sabiha masalar arasında koşturuyor, çayları tazeliyor. Herkes dalgın dalgın çayını karıştırıyor ve güncel olan siyasi ve kültürel konuları tartışıyor.
Bir masadan kahkaha tufanı patladığında diğer masadakiler oraya yanaşıyor.
Hiçbir art niyeti olmayan dört masa bana Türkiye özlemini yaşatıyor.
Ne kadar uzun süredir böyle şeyleri yaşamadığımı düşünüp, hüzünleniyorum.
Yaşamanın mutlaka ve mutlaka birliktelikle anlam kazandığını anlıyorum.
Evime giderken bile yüreğimin bir parçasını orada bırakıyor ve sabahın bir an önce gelmesini istiyorum.
Hayata sarılıyorum, ki bu her insanın en büyük ihtiyacı.

Mümtaz İdil
Odatv.com

28.09.2012 11:45

24 Eylül 2012 Pazartesi

Mümtaz İdil: AKP'nin Pensilvanya'dan uzaklaşması bir strateji miydi

Odatv’de, üç kuvvet komutanı ve genelkurmay başkanı istifa ettiği gün, “bu ülkede artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” diye bir yazı yazmıştım.
Bu bir öngörüden çok kesinliği olan hükümdü. Kuvvet komutanlarının her şeye rağmen istifa etmek zorunda kalmalarının altında başka nedenler olmalıydı.
Daha önceleri hükümetleri istifaya zorlayabilecek durumda olan askerlerin, bir anda rüzgârı tersten yemeleri akılla veya gururla açıklanacak bir olay değildi.
Koltuklarını tamamen ve bir daha ele geçirilmeyecek biçimde kaybettikleri anlamına geliyordu istifalar.
İstifa etmeselerdi, büyük bir ihtimalle Silivri yeni “komuta merkezleri” olacaktı.
Bir vesayet dönemi yeniden doğmayacak biçimde bitmişti.
Ama daha ileri düzeyde bir vesayet döneminin de başlangıcıydı. Hazırlıkları 1980 öncesine kadar uzanan müthiş bir planın AKP ile birlikte tetiklenmesi ve uygulanmasıydı.
En zor olanı yargının ele geçirilmesiydi. Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi yüksek yargı organlarındaki hakimlerin değiştirilmesi öyle kolay bir iş değildi. Bunun için zamana, yaş haddine, baskılara ihtiyaç vardı. Görevden kararname veya yasa ile alınmaları söz konusu değildi.
AKP on yıl bekledi ve istediği değişiklikleri 12 Eylül’de gerçekleştirdi. HSYK’nın yapısını bozdu. Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştirdi. Yargıtay ve Danıştay başkanlıklarına istediği kişileri oturtmayı becerdi.
Ve ardından en büyük kurnazlığa gelmişti sıra: Cemaat ile arasının bozulduğu imajını yaratmak.
Bu iki şekilde işine geliyordu: Hala Cumhuriyet ve Atatürk ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kesimin umutlarını ayakta tutmak, diğeri de ana muhalefet partisinin rotasını cemaate yönlendirmek.
Ana muhalefet partisi cemaat ile AKP arasındaki yapay kırgınlığı ciddiye aldığı anda, Pennsylvania’ya yanaşacaktı, bu bekleniyordu ve oldu.
CHP’nin Pennsylvania’ya yanaşmasının AKP için ne gibi bir yararı olabilirdi ki, böyle bir işe girişti? Yüzeysel bakıldığında hiçbir anlamı yoktu elbette, ama derinlere inildiğinde müthiş yararları olacaktı.
Her şeyden önce, Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk’ün ölümüne kadar edindiği kazanımları bu ülkeden silmenin kolay olmadığını anlamıştı yeni dönüşümcüler (AKP ve cemaat). On yılda üniversiteler, yargı, ordu, eğitim sistemi, emniyet, sivil toplum kuruluşları dönüştürülmüştü, ama hala ayakta duran değerler vardı; özellikle de halkın indinde bazı şeyler değiştirilemiyordu. Bir neslin yok olması, yeni bir neslin ise istedikleri gibi yetiştirilmesi gerekiyordu.
Burada başka bir sorun çıkıyordu ortaya: Kendileri bunu göremeyeceklerdi. Ayrıca sistem hassas dengeler üzerine kurulmuştu ve her an altüst olabilecek zayıf kuleler üzerine inşa edilmişti.
Kuvvetli bir sistemin değiştirilmesi için yapılan acele çabalar, ister istemez kendi oluşturdukları sistemin de zayıf temellere kurulmasına neden olmuştu.
Sistemdeki zayıf halkalardan birinin kopması halinde, domino etkisiyle bütün yeni dönüşüm sistemi yerle bir olabilirdi.
Bunu harekete geçirecek olan elbette ana muhalefet değildi, ama yine de potansiyel bir tehlikeydi. Cemaatin kucağına atılması AKP için bulunmaz bir fırsattı. En azından hala “altı ok” simgesiyle ortalıkta dolaşan ama ilkelerini tamamen kaybetmiş bir partinin yine de bağnaz Atatürkçüleri bulunuyordu.
Bunlar Kemalist falan da değildi üstelik. Kemalizm denilen bir ideoloji olmadığına inananlardı. Kemalizm maskesi arkasına sığınarak ülkeyi ayrıcalıklı sınıflarla dolduran bu güruh aslında kendilerine en yardımcı gurup olmuştu.
Askerler bu konuda başı çekiyorlardı. Atatürk’e benzemeyen heykeller, tuvaletlerin önüne bile konmaya başlanmıştı. Apartman boyundaki resimler giderek bambaşka bir insanın resmine dönüşmüştü. Okul kitaplarında Mustafa Kemal’in karga kovalamasından ve Kemal adını nereden aldığından söz ediliyor, başka da bir şey anlatılmıyordu.
Çanak hazırlanıyordu hem de hızla.
12 Eylül faşistleri bile yaptıkları darbenin “Atatürk ilke ve inkılaplarına” dayandığını iddia ediyordu.
Yalnız ama güçlü adam Mustafa Kemal, her konuda yeni düşünceler üreterek ülkeyi sağlam temeller üzerine oturtabilmişti, ama ölümünden sonra bunun devam etmeyeceğinin de farkındaydı.
Örgün eğitim, Atatürk’ün kurtuluş savaşını kazandığını göklere çıkararak anlatıyordu, ama asıl onun yaptıklarının savaş sonrasında olduğunu dillendirmiyordu.
Hala da dillendirilmiyor.
Asıl kurtuluş savaşı, 1923’ten sonra başlamıştı ama kimsenin bunu dikkate aldığı yoktu.
Savaş dendikçe de akla askerler geliyordu.
Bu yüzden Türk ordusu yıllar boyu en güvenilen kurum olarak başı çekti.
Oysa başımıza ne geldiyse bu askerlerden gelmişti: Vesayetlerini devam ettirme çabası.
Darbeler ardı ardına geldikçe, Türkiye bir Güney Amerika ülkesi haline geldi.
Bugün gelinen noktayı askerler kendileri yarattılar; ama asla kabul etmediler, farkında olmak istemediler.
Şimdi çok daha büyük bir tehdit altında olan halk da bunu asla anlayamadı.
Vesayet askerde olduğu sürece halk hep kendini güvencede hissetti ve buna göz yumdu. “Haklarıdır,” dedi.
Şimdi artık vesayet cemaat ve onun uzantısında.
Bu kez aynı güveni duyamayacakları için de halkta ciddi bir tedirginlik söz konusu. Başlarda hoşa giden birçok şey yavaş yavaş sıkıntı haline dönüşüyor.
Bu Türkiye’nin yaşamak, yaşayarak görmek zorunda olduğu zor bir dönem.
Aşılır mı, daha da baskıcı hale mi gelir… İşte bunu kestirmek çok zor.
Yaşayıp göreceğiz gibi geliyor bana.

Mümtaz İdil
Odatv.com

24.09.2012 15:31

17 Eylül 2012 Pazartesi

Mümtaz İdil: Hocam, senin isminle bir anagram yapabilir miyim

ANKA Ajansı'ndaki görevim rahmetli Müşerref Hekimoğlu tarafından sonlandırılınca doğal olarak işsiz kaldım.
Sabah grubunun Mehmet Y.Yılmaz'ın yönetiminde Aktüel diye bir dergi çıkaracağını öğrendim. Prof. Dr. Kurthan Fişek'in de derginin genel koordinatörü olacağı söyleniyordu. Büyük bir heyecanla Sabah gazetesini aradım ve Kurthan Hoca'ya ulaştım. O güne kadar ne adını duymuştum (ayıp) ne de yüzünü görmüştüm.
Telefonda son derece nazik bir biçimde hazırlık yaptıklarını ve birkaç gün sonra aramamı söyledi. Birkaç gün sonra da aradım, daha sonra da aradım... Aradım da aradım... Sonunda yanına gittim. Aşağıdan haber verdiler, gelsin demiş olmalı ki, yanına çıkmama izin verdiler.
Sabah gazetesinin Ankara temsilciliği o zamanlar Hilton Oteli'nin karşısında, üç katlı bir binadaydı. En üst kat Sabah gazetesinin haber bölümüne aitti, ikinci kat spor, ekonomi, köşe yazarları ve dergilere aitti. Birinci katta da reklam ve idari personel bulunuyordu. Merdivenlerden çıkınca, 30 metre kadar ileride Kurthan Fişek'in odası bulunuyordu. Hocayı tanımıyordum ama bana bakıp da kafasını önüne eğerek bir şeyler mırıldandığını görünce o olduğunu anladım. Zaten aşağıdan da tarif etmişlerdi odasını. Sonradan kendisinden öğrendiğime göre, beni görünce "Aha şimdi s.çtık," demiş.
O gün epey bir konuştuk. Hatta karşılıklı viski bile içtik ve ben bir dubleyi çay gibi içince, dışarı çıkmak için aşağı ineceğime yukarı çıkmıştım. Çok zor oldu Aktüel'de başlamam. Kurthan hoca sonuna kadar direndi ben de sonuna kadar asıldım. Sonunda çaresiz evet dedi sanıyorum.
Ekibi oluşturdu. Ben, Baha Ülgen, Ali Çağatay, Ali Eke Yılmaz, Mehmet Öngeoğlu, Tülay Çetingüleç, Mehmet Güler, Defne Sarısoy, Durul abla ve en son da Yaşar Sökmensüer katıldı. Yaşar Sökmensüer gazeteciliğe Aktüel'de başladı zaten. Kurthan Hoca'ya da ben önermiştim. Gerçekten çok düzgün ve çalışkan bir performans gösterdi.
Bağıra çağıra kendimi İstihbarat şefliğine kabul ettirdim. Kurthan Hoca ile giderek daha yakınlaşmaya başladık. Dikmen'de oturuyordum o sıralar ve şoförümüz Recep ile her sabah saat yedide gelir beni alırlardı.
Müthiş bir zekâydı Kurthan Hoca... Onun yanında başlayıncaya kadar uzun süre ajans muhabirliği yaptım, ama onunla çalıştıktan sonra, mesela gazete nasıl okunur onu bile öğrendim.
Bir takım gazete ile yola çıkardık. Kurthan Hoca beş dakika içerisinde gazeteleri okur, arkaya bana verirdi (asla arabanın arkasına oturmazdı). Aradan belli bir süre geçince, gazeteleri okuyup okumadığını kontrol etmek geçti içimden. Bu kadar hızlı okumasının mümkün olamayacağını düşünüyordum hep.
Ayrıntıda kalmış bazı haberleri bulup "Hocam, şunu okudunuz mu?" diye sorduğumda, haberin gerisini anlatırdı. Büyük şaşkınlıkla başka bir habere geçerdim, yine aynı. Anladım ki, tüm haberleri okuyor. Sonradan nasıl okumam gerektiğini bana da anlatmıştı.
Beraber çalıştıkça Kurthan Hoca'yı daha iyi tanıyordum.  Zekâsı karşısında kimi zaman ne yapacağımı şaşırdığım anlar bile oldu. Bir gün önce yazdığı bir yazıda eğer bir tek virgülün yerini değiştirsem bile fark ediyordu ve ben de dünya kadar laf yiyordum. Bana çok bağırırdı. Sonra da fısıltıyla, "sana bağırmıyorum ulan, içeridekilere bağırıyorum, sen üzerine alınma," derdi. Ne zaman ortadan kaybolsam, yani yukarı haber bölümüne ya da aşağı reklam bölümüne insem, eliyle koymuş gibi bulurdu. Asla kaçamadım. Bir kere bile.
Aktüel'de orta sayfayı Kurthan Hoca yapardı. Biz malzeme taşırdık, o biçimlendirirdi. Ona en çok malzeme taşıyan Erhan Göksel'di. Onun yanında çalışmak hepimizi bir yerlere getirdi (açıkçası ben hariç).
Mehmet Güler Anadolu Ajansı Genel Müdürü oldu, Ali Eke Yılmaz Türkiye'nin en iyi fotoğrafçılarından biri şu anda, Ali Çağatay Bloomberg'in başında, Mehmet Öngeoğlu Para dergisinin başına geçti, Defne Sarısoy NTV'de haber spikeri, Yaşar Sökmensüer Hürriyet Ankara Haber Müdürü, Baha Ülgen CHP Meclis Grubunun basın müşaviri, Tülay Çetingüleç RTÜK üyesi oldu. Daha sonra Neyran Fişek'i tanıdım. Bale için ilerlemiş sayılacak bir yaşta hala Devlet Opera ve Balesi'nde sahneye çıkıyordu.
Kurthan Hoca'nın tam çapraz karşısındaki odada Bekir Coşkun oturuyordu. Renkli sohbetlere tanık oluyorduk. Arada sırada yukarıdan Ünal İnanç gelir, üçü birbiriyle dalaşır ben de kenarda onları seyrederdim. Ama Kurthan Hoca beni asla yalnız bırakmaz mutlaka bir laf atar, sohbetin ortasına çekerdi.
Elbette dünya kadar anım var Kurthan Hoca ile. Öyle ki, Pazar günleri hariç her gün beni mutlaka evden alır (gelmem diye korkardı zaman zaman), birlikte bir Ankara turu atardık. Sonra ediyle büdü misali soluğu gazetede alırdık.
Neredeyse yarısına geliyordum çünkü. Dev gibi bir cüssesi vardı. Herkes çok seviyordu Kurthan Hoca'yı. Kimi zaman sesini yükseltse, hatta bağırsa bile asla bu ciddi bir bağırma olmuyordu. Yazılarını, Parliament sigarası ağzında, viskisi yanında ve tamamen
konsantre şekilde yazardı. Bitinceye kadar da kimseyle uğraşmaz, şakalaşmaz veya gevezelik etmezdi. İki sayfa yazıyı genellikle göndermeden bir gün önce hazırlar ve kontrol bile etmeden gönderirdi Benim ona yaptığım en büyük yardım, anagramları hazırlamaktı.
Anagram, bir isimden başka bir isim üretmeye dayanıyordu. Melih Gökçek isminden Ham Çökelek üretmek gibi... Hem üretir hem de kahkahalarla gülerdik.
Bir gün kendisi için de bir anagram yapmamı istedi: Kart Keşiş çıktı (ş joker). Beni epey bir kovalamıştı.
Çok şey öğrendik biz öğrencileri olarak. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki öğrencileri de çok şey öğrenmiştir mutlaka. Bir keresinde ertesi gün derin devleti anlatacağını söyleyip, derse Mehmet Ağar'ı getirmişti.
Yazık oldu sıfırcı hocaya, onu çok özleyeceğim.

Mümtaz İdil
Odatv.com

17.09.2012 11:55

5 Eylül 2012 Çarşamba

Şimdi Sudan'da olmak vardı anasını satayım

Yüzölçümü neredeyse bizim üç katımız. Nüfusu ise onda birimiz. Afrika'nın yüzölçümü açısından üçüncü ülkesi: Sudan...
Devlet başkanı Ömer El Beşir. Bildiğiniz kişi. Darfur katliamı ile dünya tarihine giren katillerden biri, ama bizde şeref konuğu. Darfur'da, 2003 yılında başlayan ayaklanmayı, 300 bin insanı öldürerek bastırdı. Bir milyondan fazla insanın da yer değiştirmesine neden oldu.
Dünyanın en kanlı diktatörlerinden biri olduğu halde, utanmadan Sudan Cumhuriyeti diye anılan ülkenin başında oturuyor. Başbakan Tayyip Erdoğan, "Gazze ile Darfur birbirine karıştırılmamalı, Darfur'da soykırım yapılmadı," diyebiliyor. Elbette yapılmadı. Üç yüz bin insanın öldürülmesiyle bir soykırım olmaz, olsa olsa istatistiki bir sonuç olur.
Gazze'de tarihin hiçbir döneminde 300 bin insan öldürülmedi. Toplayarak gitseniz bile bu rakama ulaşamazsınız. Bütün dünya Sudan'da bir insanlık dramı yaşandığını haykırıyor, biz ise Suriye ile uğraşıyoruz. Sudan'dakiler insan değilmiş gibi. Bu işin bir yönü ve herkesin de bildiği şeyler. Gelelim Sudan'daki basın özgürlüğüne...
1989'daki darbeden önce Sudan'da çok çeşitli basın kuruluşu vardı. Örneğin sadece başkent Hartum'da yirmi iki gazete Arapça ve İngilizce yayın yapıyordu. Hepsini birden sayarsak, yani yayınlanan dergi ve gazeteleri, 55 adet yayın vardı. Ömer El Beşir iktidara geldikten sonra gazetelerin çoğunun yayımına yasak geldi ve binlerce gazeteci işten çıkarıldı. Ardından, aralarında Sudan Ajansı'nın genel yayın yönetmeni de dahil olmak üzere 15 gazeteci gözaltına alındı.
 Ülke genelinde beş gazetenin yayınlanmasına izin verildi. Onlar da hükümetin ve askeri yönetimin denetiminde yayın yapabildi. Darbeden sonra radyo ve televizyonlara da operasyonlar yapıldı. 1990 yılında ülkede yaklaşık 250 bin televizyon, altı milyon radyo izleyicisi ve dinleyicisi bulunuyordu. Çalışanların çoğu işten çıkarıldı. İkinci basın darbesiydi bu.
Ama bana birazcık inanıyorsanız eğer, Sudan'da basına uygulanan baskı, Türkiye'deki kadar hiç olmadı. 2008 yılında Dabanga radyosu korsan yayın yapmaya başladı ve Sudan hükümeti bunu önleme girişiminde bulunmadı. Kısa dalgadan yayın yapan Dabanga şu anda ülkenin en çok dinlenen radyosu. İki ayrı kısa dalga frekanstan yayın yapıyor, ki bunu önlemek neredeyse imkansız. Ömer El Beşir bu yüzden peşini bırakmış durumda.
Durum Sudan'da böyle. Dünyanın en faşist ülkelerindeki manzara. Gelelim bize...
İnternet erişimine kısıtlama getirmeye hazırlık yapan bir Ulaştırma Bakanı...
Başbakan söyledi diye, şehitleri bile görmezden gelen bir yalaka medya...
Maliye üzerine gelecek diye kuyruğunu kıstırmış sahibine bakan patronlar...
İnsanın içinden geçiyor, şimdi Sudan'da olmak vardı anasını satayım. En azından korsan Dabanga radyosunu dinler, rahatlardım diye.

Mümtaz İdil
Odatv.com

05.09.2012 03:06