27 Mart 2011 Pazar

ENGİZİSYON MAHKEMESİ KİTABI YAKMAK YERİNE ONU YAKMIŞTI!

Engizisyon mahkemesi Giordano Bruno’yu yaktı, ama kitabını yakmadı.
Üstelik Engizisyon biraz incelese, hayatına din temelli olarak başladığını da bilecekti, ama üzerinde durmadı. Ne olmuşsa olmuş, Kopernicus sistemine bir şekilde bulaşmıştı ve öldürülmesi gerekiyordu.
Meyvelerini yok etmek yerine ağacı kesmek daha akıllıcaydı.
Elbette hayatının tehlikede olduğunu biliyordu Bruno, bu yüzden de kaçabildiği kadar da kaçtı, ama yakalandı. Dinsizlikle suçlandı, kitaplarının bir bölümünü Sorbonne Üniversitesi’nde kürsü sahibi olunca bastırdı. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, diğer ülkelerde eserlerini basmaya gücü yetecek matbaa bulamıyordu.
Engizisyon son derece “müşfikti”... Mocenigo adlı arkadaşı kendisini“ihbar” edince, Engizisyona teslim edildi ve “düşüncelerinden vazgeçmesi ve sonsuz evren görüşünün din sapkınlığı olduğunu kabul etmesi” karşılığı serbest bırakılacağı söylendi.
Söylemedi...
Ölüme mahkûm edildi.
“Tanrı,” dedi, “iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrıyı kullanırlar.”
Bir daha ölüme mahkûm edildi...
Roma’da, Campo de Fiori meydanında törenle yakıldı, diri diri...
Ölüm kararı ve şekli yüzüne okunduğunda, “siz benden daha çok korkuyorsunuz,” demesini de bildi. Dört yüz on bir yıl önce, kasvetli bir şubat sabahında...
Sonsuz evrenin içinde sonsuz dünyalar olduğunu söyleyerek, bugünün yobazlarının bile ilerisinde bir düşünceyi yüzyıllar önce ortaya attı. Bütünün daima tek olandan üstünlüğünü anlattı. Doğum ve ölümün olmadığını söyledi. Bütünün her an yenilendiğini mırıldandı ve sonunda dedi ki, “Evreni bilmek, Tanrıyı da bilmektir.”
Buyurun...
Bruno’nun yakılmasından üç aşağı beş yukarı bin yıl önce, Hz. Ömer de Bağdat Kitaplığı’nı yakmakla meşguldü: “Kuran’da varsa gereksiz, Kuran’da yoksa hepten gereksiz,” gerekçesiyle.
Bağdat Kitaplığı yandıktan sonra Dicle nehrinin günler boyu simsiyah aktığı söylenir. Yok, etmenin “radikal” çözümüdür bu ve günümüzde“sabit diskler” üzerinden çözülmektedir bu iş. Yakma “barbarlığı” artık kalmamıştır (şükür!).
Aslında bu Kopernicus az da değilmiş.
Bruno’nun sadece başını değil, tüm vücudunu yaktıktan başka, Galileo Galilei’nin de yaşamını zindan etmişti. Ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı ve ev hapsiyle ömrünü tamamladı.
Yazdığı kitap, Ahmet Şık’ın kitabı kadar tehlikeli görüldü ve Medici ailesinin ve arkadaşı Papa 8. Urban’ın seçilmesiyle “Diyaloglar” adlı kitabını bin bir güçlükle bastırabildi. Ama değişikliklere de razı oldu.
Ayın çekimini, suların yükselme ve çekilmesini, kütlesi eşit cisimlerin aynı anda yere düştüğünü kanıtlamasına rağmen, Engisizyon’un baş düşmanı ilan edildi.
Bruno gibi yanmamak için mahkemede kendisine dikte ettirilen şeyleri söyledi.
Onursuz biçimde davrandığını söyleyenlerin, dönüp “bilim tarihine”bakması gerekir.
Jüpiter’in iki uydusunu, kendi ürettiği ve hala geçerli olan teleskopuyla keşfetti. Isı ile sıcaklık, hareket ile hız arasında kurduğu ilişki hala tam olarak çözülebilmiş değil.
Kitabı yok edilmedi, yakılmadı... Ama asla orijinal halinde de çıkmadı.
Neler yazdım ben?
Yüzyıllar öncesinden örnekler vermeye çalıştım. Sanki bizde Engizisyon varmış gibi. Biraz haksızlık mı ettim?
Ne dersiniz?

Mümtaz İdil
Odatv.com

27.03.2011 13:37

BİR YANIM ÇÜRÜYOR BİR YANIM DİRİ

İnsan zaman zaman tıkanıklığın içine düşüyor.
Ünlü gerilim romanları yazarı Stephen King, “Kemik Torbası” adıyla Türkçe’ye kazandırılan romanının ilk elli sayfasında bir yazarın nasıl tıkandığını anlatır. Bu nedenle intihar eden sayısız “best seller” romancısı olduğundan söz eder.
Bir yazarın tıkanması, onun klavyeden uzaklaşması, klavyeyi görmek istememesi demektir.
Benimkinin nedeni ise Barışlar...
Soner Yalçın ile arkadaşlığım elbette çok eskilere dayanıyor, ama Odatv süresince Soner ile görüşmelerimiz çok sınırlıydı.
Barışlarla ise gün içinde sayısız kereler görüşürdüm.
Benim için Pehlivan “koca kafalı”, Terkoğlu “koca ayaklı”ydı...
Benden haber sıkışıklığında “mini” haber istediklerinde sorardım: “Midi mi, mini mi, süper mini mi?” diye.
Uzun süre bu yazılarıma alışamadılar. Hatta her yazıdan sonra onların onayını almamı ise sık sık, “estafurullah abi,” diyerek karşıladılar. Pehlivan da, Terkoğlu da benim “amirim” durumunda olduklarını bir türlü kabul edemediler.
Soner ya da bir başkası bana bir şey söylemeye kalktığında hemen horozlanırdım: “Muhadabım Barışlardır,” diye.
Müthiş bir dayanışma içinde götürdük tüm Odatv maceramı. Hiç gerilmedik, hiç birbirimizi kırmadık. İnanması zor, ama böyle bir dostluğum oldu. İkisi de oğlum yaşındalar, ama benim için hep öğretici durumda oldular. İnternet gazeteciliği neymiş onlardan öğrendim ve onur duydum.
Kimi zaman öyle başlık atarlardı ki, yazımı bulamazdım. Kimi zaman da kahkahadan masanın altına düşerdim. Öyle yazılarım var ki, içinde tek kelime İstanbul Belediye Başkanı geçmediği halde yazının başlığında Topbaş, ortasında nal gibi de resmi çıkardı.
Ama hep gülerdik. Gülmekten konuşamadığım zamanları çok büyük bir keyifle hatırlıyorum.
Şimdi tıkanıklığımın nedenini çok iyi anlıyorum. Şahin Çakmaklı ile aynı diyalogu kurmaya çalışıyorum, başarıyorum da. Murat Atalık ile, Fethi ile...
Ama yine de uzun süredir bende alışkanlık yaratmış Terkoğlu’nun insanı yoracak derecede sakin konuşmasını, Pehlivan’ın da tam aksi, iki doz adrenalin almış gibi heyecanla çırpınmasını özlüyorum.
Yorumculardan bazen sitemler geliyor; neden yorumlarının geciktiği, neden yorumlarına yer verilmediği türden. Oysa dört kanadımızı kaybetmiş durumdayız. Buna rağmen iki A4 sayfası tutan yorumlar yazılıyor. Yetişmek eskisine göre çok daha zorlaşmış durumda.
Ama yılmıyoruz, okuyor ve değerlendiriyoruz. Arada atlamalar, yanlışlıkla ve yorgunlukla onaylamak yerine silme tuşuna bastığımız olmuyor mu, elbette oluyor. Bunun sorgulamaları ise çok sert biçimde dönüyor bize. Ama inanın hiçbiri kötü niyetle değil.
Bu yazı kendiliğinden akan bir yazı olarak algılanmalı. Barışları özlediğimi belirten bir yazı. Doğan Yurdakul’u, Soner Yalçın’ı o kadar özlemiyorum belki, ama bu duygusallık, onların konumlarıyla bağlantılı değil. Elbette üzülüyorum, ama özlemek başka, üzülmek başka bir şey. Yazmamı etkileyen bir şey oldu Barışların yokluğu...
Yazıp gönderiyor, sonra fikirlerini alıyordum. “İyi olmuş abi, eline sağlık,”dediklerinde de rahatlıyordum.
Her zaman bu kadar “müşfik” olmuyorlardı elbette. “Olmamış abi,”dedikleri de çok oldu açıkçası.
Geçen gün Ahmet Hakan’ın programında, Denizli’den AKP Milletvekili aday adayı Cahit Özkan diye biri, eceliyle ölen Galileo’nun, “dünya dönüyor”dediği için asıldığını söyledi. Ne biçim işlerdik bunu Barışlarla. Galileo yazısı yazıyorum diye bana kızanlara inat...
Ya da ne bileyim, beğenilerini yalnızca kendi standartları ile ölçen insanlara William Saroyan’ın babasının öyküsünü anlatırdım. Kendi yazdığı biçimde öyküleri okumaktan zevk alan edebiyat düşkünlerinin, bu nedenle de aynı bakış açısı içinde dünyaya bakmayı iş edindiklerini yazardık.
O zaman karşısına araçlar için dikilmiş, “sola dönülmez” levhasını gördüğünde, sola dönmekten de hemen vazgeçebilirler diye iyice bir“sallardık” ortalığı...
Türkiye’nin “sol” hikayesi böylesine basite bile indirgenerdik korkusuzca.
Ne demişti Türkiye’deki sosyal demokrasi için birileri:
“Türkiye’deki sosyal demokratlar Kristof Colomb’a benzer: O da nereye gittiğini bilmeden yola çıktı, vardığı yerin neresi olduğunu asla bilemedi... Zaten bindiği gemi de kendinin değildi...”
Özledim Barışları... Samimiyetle söylüyorum, yazmak içimden gelmiyor.

Mümtaz İdil
Odatv.com

27.03.2011 02:14

2 Mart 2011 Çarşamba

MARSİLYALIYIM, BANA CEVAP VEREMEZSİNİZ

Necmettin Erbakan’ın cenazesi büyük bir katılımla toprağa verildi.
Hiçbir televizyon kanalı, eski başbakan, milletvekili olan Erbakan için neden Başbakanlık ve TBMM önünde “resmi” tören yapılmadığı konusuna değinmedi.
Ama ben bir Marsilyalı olarak değineceğim...
Nasıl Marsılyalı mı? Şöyle:
İngiltere’deki kent otobüslerinde şöyle bir levha asılıdır:
“Şoförle konuşulmaması rica olunur.”
Aynı yazı Alman otobüslerinde şu şekle dönüşür (Türkiye’de de aynı):
“Şoförle konuşmak yasaktır.”
İtalyan otobüslerinde,
“Şoförle konuşmayın!”
İsrail otobüslerinde,
“Şoförle konuşmakla bir şey kazanamazsınız.”

Marsilya’dakilerde işe şu yazılıdır:
“Lütfen şoföre cevap vermeyin!”


Erbakan’ın cenazesinin TBMM ve Başbakanlık önüne getirilmeden, apar topar İstanbul Fatih Camisine kaçırılmasında devlete bir “kabadayılık” yok muydu?
Bu cumhuriyetin bazı gelenekleri yok mu? Yabancı konukların Anıtkabir’e uğraması, ölenlerin görev yerlerinde törenle anılmaları, yeni göreve başlayan devlet görevlilerinin Anıtkabir’i ziyareti vb...
Milletvekilliği ve başbakanlık görevini yapmış birinin cenazesinin Türk bayrağına sarılması...
Neden Erbakan’ın cenazesinde Türk bayrağı yoktu. Bayrak fetişliğinden sormuyorum bunu, Marsilyalılığımdan soruyorum: Devlet gelenekleri kişilere göre değişiyor mu?
“Ben seni takmıyorum, sen de kim oluyorsun,” demek mi bu? Milyonu aşan kalabalık için Osmanlı gelenekleri mi geçerli. Toprağı bol olsun, Erbakan Patagonya’da mı Başbakanlık görevini icra etti. Ben de ölmeden önce vasiyet verebilir miyim, “önce Anıtkabir’e götürün, Ata’yı görmek istiyorum, ardından da Türk bayrağı ile sıkı sıkı sarın,” diye. Uyulacak mı?
Ne demek? Biri açıklayacak mı? Biri bu garip Marsilyalı ile konuşacak mı?
Ah, unuttum... Yasaktı, değil mi?

Mümtaz İdil
Odatv.com

02.03.2011 00:33