24 Ocak 2011 Pazartesi

LİBERALLERİN DURUMU ACIKLI BİR HAL ALDI

Algılama, bilindiği gibi, anlamaktan çok daha farklı bir durum.
Anlamak, daha çok somut veriler üzerinde kişiye sunulan bilgilerin akla dayalı analizidir. Algılamak ise, kişiye sunulan, ancak duygularla analiz edilebilen bir kavrayış biçimidir. Daha çok da sanatsal üretimler için geçerlidir.
Ancak, kimi zaman sanatsal olmayan üretimler için de algılamanın gündeme geldiği olur. Söz gelimi, bir politikacının amacını aşan sözler sarf etmesinin ardından, “söylemek istediğim bu değildi, yanlış anlaşılmış,”kaçamağına sık rastlanır.
Bu, basit düzeyde bir kurnazlıktan ibarettir ve zaten bir işe de yaramaz.
Buradan hareketle, aslında liberal takımın son zamanlarda yaptığı “u” dönüşlerle, Mehmet Metiner gibi inatla bulunduğu yeri koruyanlardan söz edebiliriz.
Aslında Metiner gibi yazarlara saygı duymak da gerekir diye düşünülebilir, ama Mehmet Metiner, “Başbakan’ı savunuyorum. Yaptıklarını beğeniyorum. Bana ‘yalaka’ da deseniz başım üzerine, ama yazar arkadaşlardan bana yönelttikleri eleştirilerinin düzeyini yükseltmelerini beklerim,” dedi geçen televizyonda.
İşte “zurnanın zırt dediği yer”...
Kayıtsız koşulsuz bir başbakan ve onun politikalarına verilen destek, bu destek zifiri karanlık gibi en ufak ışık sızıntısı bile vermiyor ve Metiner,“eleştiri düzeyinin” yükseltilmesinden medet umuyor.
Olmuyor tabii ki... Bu sızıntı vermez “katılıkta ve yoğunlukta” bir“müdafaa”ya elbette bilimsel düzeyde bir yaklaşım söz konusu olamaz.
Bakmayın buradaki lakırdılara. Sonuçta bu yazı Mehmet Metiner silüetinde tüm liberal yazarlar için kaleme alındı.
Algının ve anlamanın iflas noktasındaki durum nedeniyle...
Algılama söz konusu olduğunda, sanatsal ürünlerin ön planda olduğunu yukarıda belirtmiştik. Rönesans döneminin ünlü ressamları, gerçeği tuvallerine bire bir yansıtmak için tüm hünerlerini göstermiş... Örnek mi, Rubens’in “Ölü İsa”, Jan Van Eyck’in “St. Francis’in Stigmatları Alışı, Arnolfi’nin Evlenmesi”, Hieronymus Boch’un “Çobanların Secdesi” vb. gibi bir çok tablo, nesnel gerçekliğin neredeyse bire bir yansıtılmasına örnek oluşturmuş.
Bu resimleri algılamak söz konusu değildir. Bunlar, anlaşılabilir resimlerdir ve resim sanatı bu aşamayı neredeyse yedi yüz yıl önce geçmiştir.
Bu, nesnel gerçekliği birebir yansıtma çabaları, fotoğraf sanatının henüz ortaya çıkmadığı dönemlere ait olduğundan, ressam bir anlamda tarihe not düşme görevini üstlenmiştir. Daha sonra ABD’de, mahkeme salonunu çizen kara kalem ressamları, ya da Seine nehri kıyılarını dolduran sokak ressamları bu gruptan sayılacaktır.
Fotoğraf sanatının gelişmesinden çok önce, resim, sanatın nesnel gerçekliği birebir yansıtmak olmadığını fark etmiştir. Hatta Rönesans döneminin ünlü ressamlarından Michelangelo, bunu o zamandan fark ederek, resimde dikkati çekmesi gereken objelerin bir şekilde ön plana çıkmasına özen göstermiştir. Sözgelimi, Meryem’in kucağında yatan çocuk İsa’nın neredeyse Meryem kadar büyük olması gibi.
Algılama da işte o anda ortaya çıkar.
Öyle bir an gelmiştir ki, ressam resmini yapıp duvara astığında, sanat tüketicisi olan kişiler resimden ne algılıyorsa onunla yetinmeye çalışması gerektiğini öğrenmek zorunda kalmıştır.
Hegel’e atıfta bulunarak söylersek: İlkel beyin, katılabileceği sanattan hoşlanır. Bir resim, müzik, karikatür, heykel ne kadar soyuta doğru yönelirse, nesnel gerçeklikten de o kadar uzaklaşacaktır. O anda, sanat eserinin insan beynine düşen izdüşümleri, kişinin bilgi dağarcığıyla sınırlı çakışmalar yaratacağından, donanımsız beyinler bunu hemen reddetmeye, anlamsızlandırmaya yönelecektir.
Liberallerde görüldüğü gibi.
Burada, bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir algılama eksikliği sorunu vardır. Birebir gerçekliği yansıtan bir eser yaratmanın artık yalnızca “beceri” olarak nitelendirildiği günümüzde, sanat eserini insan beyninde değişik izdüşümler yaratan kılığa büründürmek algılama düzeyini de yüksek tutmak anlamına gelmektedir.
Yine dönelim liberal yazarlarımıza: Daha önceleri hükümetin hemen tüm girişimlerini gönülden destekleyen, neredeyse “toz” kondurmayan yazarlarımız (Ertuğrul Özkök’ün, Emine Erdoğan’nın türbanı ile Suriye Devlet Başkanı Esad’ın karısının yanındaki komik durumunu, ayakkabılarındaki zerafetle kapatmaya çalıştığını anımsayın) Başbakan’ın ve doğal olarak da hükümete yakın olanların koro halinde “yaşam biçimine” yönelttikleri saldırı karşısında, “bir dakika” demeye başladı...
Eskiden algılamak gibi bir sorunları zaten yoktu, ama anlamıyorlardı da... Cumhuriyet gazetesi, neredeyse 8 yıl önceden bu yana, “tehlikenin farkında mısınız” diye ilanlar verdiğinde, görmezden gelinmiyordu, anlamıyorlardı, algılamak zaten söz konusu bile değildi.
İçeriği, kurgunun arkasına gizleyen ve satır aralarında da olsa, dünyayı AKP penceresinden okura açıklamaya çalışan liberaller, okurların neyi nasıl algılayacağı veya anlayacağı konusunda hiç kafa yormadılar.
Ne verilirse, kabul göreceğinden çok emindiler ve uzun süre de haklı çıktılar. Anlaşılmak veya anlamak gibi bir sorunları yoktu: Yalnızca anlatıyorlardı.
Aklın yolu, birçok toplumsal baskılarla beyin çeperi içine sıkıştırılabiliyor, bu yönetenlerin binlerce yıldır kullandığı bir yöntemdir ve başarılı da olmuştur. Algılamada ise bu kadar kolay baskı kurabilme olanağı yoktur. Kişi doğru algılarsa, bunu aklının bir köşesinde tutarsa, bir başka olayı algılayışında, daha öncekilerle ortak noktalar bulma olanağına sahiptir. Böylesine soyut bir yaklaşımı engelleyebilecek tek şey ise, yukarıda da belirtildiği gibi, kişinin algılamasını yönlendirebilmektir. Tek kurtuluş ise, akıl yoluyla edinilen bilgilerin çoğaltılması ve dışarıya çıkmasına izin verilmeyen bir toplumda bile, hiç olmazsa algılamada doğruyu bulmasıdır.
İşte Türkiye’deki liberallerin durumu böylesine acıklıdır.
Neyse ki, onları artık anlayabiliyoruz...

Mümtaz İdil
Odatv.com

24.01.2011 00:51

23 Ocak 2011 Pazar

HAWKİNG TUNUS OLAYLARINA NASIL BAKIYOR

Herhangi bir ülkede gelişen olayları tek seferde açıklayacak bir teori geliştirmek çok zor bir iş...
Böyle bir şeye kalkışmak yerine, olayları –tıpkı fizikte olduğu gibi- parçalara bölüp, üzerinde tümevarım yöntemiyle teori üretmeye girişmek daha akıllıca görünüyor (Stephen W.Hawking’den esinlenilmiştir).
Bu, parçalar üzerinden çözümlemeye gitme teorisi, sınırlı da olsa bazı gözlemleri açıklama olanağı sağlıyor, üstelik bazı konularda kestirimler yapabilme olanağı da sağlıyor. Ancak bunu yaparken başka özelliklerin etkisini de yok saymak zorunda da kalınılıyor. Yani, Türkiye genelinde bakıldığında, söz gelişi Kürt veya Alevi sorununa yaklaşımda bölgesel özellikler yok sayılabiliyor, bu yapılırken bazı olgulara da derinlemesine inme olanağı sağladığından yarar da sağlıyor.
Tuhaf bir çelişki...
Aslında bu yaklaşım tümüyle yanlış da olabilir. Bir ülkedeki her bir şey, başka her şeye temelde bağlı ise, sorunun birbirinden yalıtılmış, parçalara ayrılmış bölümleri inceleyerek tam çözüme ulaşmak olanaksız olabilir. Bununla birlikte, geçmişte bu yöntemle, mesela Orta Avrupa ve Latin Amerika ayaklanmalarında açıklamalar getirilebilmiştir. Latin Amerika’daki olaylar zincirini bir bütün olarak ele almak yerine, ülke ülke ele almanın getirdiği yararlar çok açıktır.
Aynı şey Ortadoğu için de geçerlidir kuşkusuz...
Eğer bir ülkenin belirli yasalarla yönetildiğine inanıyorsak, birbirinden yalıtılmış bölümler halinde ülke sorunlarını parçalara bölerek irdelemek, sonunda araştırmacıyı bir tek teoriye götürüp bırakacaktır. Bu kaçınılmaz bir sondur. Parçaları ayrı ayrı incelemek, sanılanın aksine bütünü incelemekten çok daha zordur. Bunun başlıca nedeni de, parçaların bütüne olan sıkı bağlantısıdır. Onları koparmak, Einstein’ın “önyargı” için söylediği gibi, atomu parçalamak kadar zordur.
Öte yandan bütün için tam bir birleşik teori üretilememiştir ve üretilmesi de mantığa aykırıdır. Yukarıda açıklanmaya çalışılan bilimsel teoriye ilişkin düşünceler, ülkenin istediği gibi gözlemlenebilen ve gördüklerinden mantıksal sonuçlar çıkarabilen özgür ve mantıklı varlıklar olduğumuzu varsaydığımızda geçerli olabilir ancak (Hawking).
Bu durumda egemen ideoloji veya yönetici kesim, var olan kurallara her an daha da uyarak ilerleyeceğini varsaymaktadır (statüko) ve bu da akla uygundur. Ancak gerçekten tam bir bileşik teori varsa büyük bir ihtimalle bizim davranışlarımızı da belirlemektedir. O halde teorinin kendisi, onu arayışımızın sonucunu da belirleyecektir.
Kendiliğinden ortaya çıkan “geleneklerin” bulunduğu toplumlarda, yetişmelerinde ve varoluşlarında kalıtsal bazı benzer davranışlar ve farklılıklar olacaktır. Bu farklılıklar bazı bireylerin çevrelerindeki siyasal ortama uygun davranmada veya tam tersi aykırı davranmada daha yetenekli ve kıvrak olacakları anlamına gelmektedir.
Bu bireyler veya bireyler topluluğu (azınlık), diğer bireylere göre daha yetenekli olmasa da daha etkin olacağı ortadadır. Sonuçta bu bireyler topluluğu büyük bir ihtimalle “liderlik” vasfını da üstlenecek ve bağlı bulundukları topluluğu kendilerine bağlamayı başaracaklardır. Bu kaçınılmazdır.
“Zeka ve bilimsel buluş dediklerimizin geçmişte, yaşam savaşında üstünlük sağladıkları hiç kuşkusuz doğrudur. Ama bunun hala geçerli olduğu pek açık değil: Bilimsel buluşlarımız pekala hepimizi yok edebilir. Yok etmese bile, eksiksiz birleşik teoriye erişmemiz, yaşamımızı sürdürebilme olasılığımızı pek değiştirmeyebilir. Ama evrenin evriminin bellikurallara uyduğu düşünülürse, doğal seçimin bizebağışladığı akıl yürütme yetisinin eksiksiz birleşik teroriyi bulmada ve bizi yanlış sonuçlardan uzak tutmada da geçerli olacağını umabiliriz.”(S.W.Hawking)
Yönetenlerin elinde bulunan bazı teoriler, yeterli gibi görünse de, beklenmedik gelişmeler karşısında da aynı oranda çaresizdir. Ülkeyi yönetmede kendi açılarından geliştirdikleri “kusursuz” sanılan yöntemlerin daha da araştırılması, derine inmesi gibi ikna çabalarının yarar sağlamayacağı açık...
Ama şunu da eklemek gerek: Var olan ve yönetenler tarafından “kusursuz” gibi görünen teorilerin, varlıklarını sürdürmekte yeterli olmayacağı da gün gibi ortadadır. Yaşam biçiminde yapılmak istenen değişiklikler, kusursuzluğu kuşku götürür yönetim biçimi açısından çatlakların doğmasına neden olmaktadır. Ancak insanoğlu, kendi geliştirdiği teoriler içinde başarı mutluluğundan boğulurken, sistemin çatırdadığının da farkına varmamaktadır. Tüm “tiranlıkların, despot yönetimlerin” çöküşü, bu “Jüpiter” kusursuzluğundan kaynaklanmıştır.

Mümtaz İdil
Odatv.com

23.01.2011 13:45

16 Ocak 2011 Pazar

DOSTOYEVSKİ HİZBULLAH’I NASIL ANLATIRDI

Petraçevski ayaklanmasının sanıklarından, idam mahkûmu Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, sıra kendisine geldiğinde çevresine son kez bakar.
Bütün gördüklerini beyninin bir köşesine hapsetmeye çalışır. “Bir kez daha Tanrım,” der içinden, “bir kez daha yaşama şansım olursa eğer, her dakikasını dolu dolu yaşayacağım.”
Çar I.Nikola’nın atlısı gelip de mahkûmların affedildiği ilan edildiğinde Dostoyevski artık eski Dostoyevski değildir.
Yaşadığı ağır şok tüm hayatına ve edebiyatına damgayı vuracaktır: Boş verilmiş bir hayat ve ucu bucağı olmayan bir edebiyat.
Gogol’e öykünerek başladığı edebiyat serüveni, idam mangasının önüne çıkmadan önceki beş dakika ile değişmiştir. Ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgiyi bir adım geçip geri gelmenin şoku yazarın insan beyninin derinliklerine kadar inme arzusunu kamçılamıştır.
Bilimsel hiçbir veriye dayanmadan, salt kendi gözlemleriyle ve melankoli içerisindeki Rus halkıyla harmanladığı eserleri, bugünün psikoloji bilimiyle bile açıklanamamaktadır. Dostoyevski beş bin sayfa yazdıysa eğer, yazdıkları üzerine yüz binlerce sayfa açıklama getirilmeye çalışılmıştır.
ÇERNİŞEVSKİ İLE ANLAŞAMADI
Dostoyevski, toplumsal birlikteliğe hiçbir zaman inanmamıştır. Hatta çağdaşı Çernişevski ile de bu konuda hep çekişmiştir. Çernişevski’nin Saint Simon benzeri pre-sosyalist yaklaşımlarına mistik yaklaşmıştır. Bu anlamda da bir bireyin ulaşabileceği en üst noktaya örnek olmuştur. Olumlu tek bir kahraman bile yaratmamakla insanlığın içinde hep bir şiddet, kıskançlık ve aklın önüne geçen bir hırs olduğunu vurgulamış, bu güçler karşısında zayıf insanların ezikliğini anlatmıştır.
Dostoyevski için iki tür insan vardır: Ezenler ve ezilenler. Ancak yazar, asla ezilenlerden yana bir tavır koymamıştır. Her iki tarafa da belli bir mesafe koymuş gibi görünse de, ezen kesime sempatisinin daha fazla olduğu görülmektedir. Hiç aptal olmadığı halde kendisine yakıştırılan “budala” yaftasıyla ortalıkta dolaşan Mışkin, Rogojin’in kurnazlığı ve Lebedev’in yalakalığı arasında tepkisizliğini göstermeyi tercih etmiştir.
Dostoyevski’nin yarattığı bu karanlık ama ayakları yere basan dünyada iyilerin yeri yoktur. İyiler, koşullara göre ortaya çıkmakta ve gerektiğinde veya rahatsızlık duyduğunda kötülük simgesi olabilmektedir. Yazara göre tüm insanlar ne saf iyi doğmuşlardır ne de kötü. Onların değişik zamanlarda hem iyi hem de kötü olabilmeleri bütünüyle yaşadıkları toplumla ilgilidir. Ünlü romanı Suç ve Ceza’nın “kahramanı” Raskolnikov’un Sonya’ya olan duyarlı aşkı ile aynı Raskolnikov’un savunmasız iki yaşlı kadını öldürmesi arasındaki iyilik ve kötülük bunu anlatır.
Steinbeck’in Adam Trask’ı, Tolstoy’un Levin’i, Hemingway’in Jordan’ı ve daha birçok roman kahramanı baştan sona iyilikle donanmış kişilerdir. Onların yaptıkları “küçük beyaz” kötülükler, başkalarının iyiliği için gerçekleştirilen fedakârlıklardır. Dostoyevski ise bunlara yüz vermez. Onun için insan benliğinde kötülük ve iyilik aynı oranda vardır. Biri için yapılan iyiliğin bir başkasına kötülük getirmesinin bağışlatıcı yanı da yoktur. Bu ikilemden insanoğlunun kendini kurtarabilmesinin tek yolu inancıdır. 
İNANÇ MESELESİ
Buraya kadar normal. Bundan sonra biraz inanç üzerine konuşmakta yarar var. İnanç meselesi bu ülkede hep farklı bir algılama olarak ortaya çıktı. Elle tutulur, somut bir kavram olarak görüldü. Kurlları ve yapısı kişinin kendini yönlendirmesiyle değil, başkasının yönlendirmesiyle ortaya çıkarılmaya çalışıldı. Kişinin kendini toplumun kötü alışkanlıklarından sıyırması, iyiliğe yönelmesi göz ardı edildi.
Hizbullah’da olduğu gibi, insanda kötülük duygularının toplum tarafından beslenmesi sonucu, kötülük giderek kılık değiştirerek işi şiddete hatta daha da ileri götürerek vahşete dönüştürebilir.
Toplumun davranışıyla kendi davranışını dengeleyemeyen insanoğlu, şiddete yönelen eğilimini artan bir eğriyle vahşete doğru taşır. Bu kaçınılmaz bir yükseliştir. Bunu kişinin kendi başına dizginleme olanağı da yoktur.
Toplumsal yozlaşmanın, adaletsizliğin, yoksulluğun getirdiği psikolojik bozukluklar, şiddet ortamına doğru bir girdap oluşturacaktır ve bunu hiçbir ruh sağlığı doktorunun da çözmesi mümkün değildir. Bireyin kendi içinde alevlenen şiddet duygusu topluma olan hıncından kaynaklanmaktadır. Kimi zaman kendini alkolde ve uyuşturucuda dindiren bu eğilim, sonunda mutlaka bir yerde patlak vermek zorundadır.
Kıyaslama, insanı en çok rahatlatan ve dolayısıyla da suça teşvik eden büyük tehlikelerin başında gelir. Çocuğunu döven bir baba, çocuğunu öldüren bir babayı gördüğünde veya okuduğunda rahatlar. Karısına ağır sözler söyleyen biri, sokak ortasında karısını dövenle karşılaştığında yaptığının hiç de kötü olmadığını düşünür. Bir mağazada hırsızlık yapan biri, gasp yoluyla hırsızlık yapanı gördüğünde derin bir soluk alır vb…
Bu “şükür” zihniyeti, tüm vahşetin üzerini örtecek dereceğe bağnaz bir “inanç” gösterisine dönüşür.
Günümüzde şiddetin giderek yaygınlaşmasını bireylerin üzerine yıkmak yanlış bir saptamadır. İnsanı insan olmaktan çıkaran koşulları göz ardı edip, “kötü tohum” öykülerini ısıtıp ısıtıp piyasaya sürmek, sonu olmayan kısır döngüdür. Hiçbir bilimsel veri de, bu koşullar altında “kötü tohumların” neden arttığını açıklayamaz. Sonunda gelir mistik bir noktaya dayanır insanoğlu: İyi yaratılanlar ve kötü yaratılanlar.
İnanç ritüelleri kapsamında yapılan her türlü kötülük, kendini dinsel öğretilerin yumuşak kollarında bulur ve asla şiddet olarak algılanmaz.
Hizbullah gerçeği ve Taliban vahşeti bize bunu öğretmiştir.

Mümtaz İdil
Odatv.com

16.01.2011 22:30

TT ARENA TUNUS RÜZGARI MI ALIYOR

Fransız İhtilali olduğunda, başta Almanya ve İngiltere olmak üzere komşu devletlerin hepsi sınırlarını kapattı ve haberlere sansür koydu.
Korku: İhtilalin bir şekilde kendilerine de bulaşmasıydı.
Bu 18. Yüzyılda oldu. Yani iletişim olanaklarının son derece sınırlı olduğu çağda. Günümüzde ise durum çok farklı. Globalizm, Afrika’nın herhangi bir yerinde bir sineğin ölümünden bile haberdar olabilecek derecede gelişmiş bir iletişim ağı var.
Bu nedenle Tunus çok önemli bir “sarsıntı” yarattı. Civar ülkeler olduğu kadar, denizaşırı ülkeler de etkilendi.
TUNUS ESİNTİSİ
Dün Galatasaray Arena’da olan da buydu. Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın ıslıklanması ve yuhalanması, Tunus esintisinden de kaynaklanıyordu. Artık insanlar, sabah bir kuruş indirim yapılan benzinin akşam dört kuruş zamlanmasından bıkmış durumda.
Devletin desteğiyle, daha başka bir deyişle, halkın vergileriyle yapılan bir stadyum için alkış beklerken ıslıklanan Başbakan Erdoğan, Galatasaray camiasını “nankörlükle” suçlayabilir, ama haksızdır.
Bir tek tutar yanı, başka bir kalemde kullanacağı söz konusu “desteği” esirgemediği için Galatasaraylılardan şükran beklemiştir. Bu da doğru aslında. Ancak çok açıkça burada bir kurnazlıktan da söz edilebilir: Galatasaray camiasını yanına çekebilmek.
Bilindiği gibi, Türkiye’nin “entellektüel” kesiminin desteklediği bir takımdır Galatasaray. Yani çoğunluğu yüzde 42 içinde olan vatandaşların desteklediği. Hal böyle olunca, Tayyip Erdoğan’ı, referandum sonrasındaki ikinci günden beri rahatsız eden ve “istiyorum” dediği yüzde 42’yi “tavlamanın” bir yolu da futboldan geçiyordu.
Ama olmadı.
GALATASARAY TUNUS’TAN ETKİLENDİ
Komşu ülkelerdeki hareketlenmelerin diğer ülkelere yansıması ne yazık ki böyle oluyor. Eğer Tunus’ta sözkonusu karışıklıklar olmasa, Galatasaraylıların tepkisi böyle olmazdı. Tunus’ta içten içe ve binbir “dengeye” bağlı olarak gelişen hareket, hükümete yüzde 90’lara varan desteğe rağmen ters dönmesi, Türk kamuoyuna yalnızca bir “haksızlığa başkaldırı” olarak yansıdı. Tunus’ta tam olarak ne olduğunu bilmeyen milyonlarca insan var.
Eski bir Fransız sömürgesi olmasına rağmen, Fransa’nın Bin Ali'yi neden ülkesine kabul etmediği bambaşka ve ilginç bir soru. Normalde, Kuzey Afrika ülkelerinin üçünün vatandaşı da, Cezayir, Fas,Tunus Fransa’ya vizesiz girme hakkına sahipti bir zamanlar. Eski sömürge vatandaşı olarak. Buna rağmen Zeynel Abidin Bin Ali'nin Paris’e yerleşme hevesi kursağında kalmıştır.
Suya atılan taş gibi, dalga dalga halkalarla çevresine yayılıp ses getirecek olan bu “bölgesel” ayaklanma, diğer ülkelerin kapılarını sıkı sıkı kapamaya çalışmasına rağmen mevcut rejimleri sarsacak. Kimi başarılı halk hareketine dönüşecek, kimi ise kanlı biçimde bastırılacak.
Tarihin akışı böyle çünkü.

Mümtaz İdil
Odatv.com

16.01.2011 12:10

12 Ocak 2011 Çarşamba

GÜRER AYKAL’I HAKKI BULUT UYANDIRDI

Hikaye, dünyaca ünlü orkestra şefimiz ve Odatv yazarı Gürer Aykal’a ait.
Gürer Aykal, sol elinde oluşan ve neredeyse parmaklarının ucunda his duygusunu kaybedecek kadar ilerlemiş rahatsızlığı nedeniyle, kendi deyimiyle “hocaların hocası Dr. Ayan Gülgönen”e başvurdu.
Doktor olanlar bilir. Tıbbın en zor cerrahi dallarından biridir el cerrahisi...
Ameliyatı Ayan Gülgören’in yapmasının yanı sıra, ameliyatta Gürer Aykal’ın çocukluk arkadaşı Dr. Cihangir Çelik’in bulunması da moral açısından ünlü şefimizi rahatlatıyordu.
Geçtiğimiz hafta ameliyata alındı Aykal.
Bir buçuk saat süren ameliyatta, genel anestezi altında mışıl mışıl uyuyan Gürer Aykal, uyanma zamanı geldiğinde bir türlü uyanmamış.
Doktorların tüm çabasına rağmen, bir türlü kendine gelemiyormuş.
İşte tam bu sırada Cihangir Çelik’in aklına “cin” gibi bir fikir gelmiş: “Ben bilirim Gürer’i uyandırmayı,” diyerek, ameliyathane ses sistemine bir Hakkı Bulut parçası koymuş.
Tepki inanılmaz olmuş...
Gürer Aykal anında gözlerini açmış ve masadan kalkmaya, kendisini oradan kurtarmaya çalışan hareketler yapmaya başlamış.
Bakmış ki Cihangir Çelik, Gürer Aykal çırpınıp duruyor kaçmak için, yine tüm sakinliğiyle Dr. Gölgönen’e, “şimdi de uyutma zamanı,” diyerek, bu kez ses sistemine Johannes Sebastian Bach’tan bir parça koymuş.
Gürer Aykal yeniden o derin uykusuna dönmüş hemen.
Müthiş dingin ve mutlu...
Bilmeyenler için söylememde yarar var: Gürer Aykal, herhangi bir günde, herhangi bir yerde arabesk müzik ile karşılaştığında, müthiş bir baş ağrısı çekiyor.
İnsanların müzik ile eğitilmesi gerektiğine, bunun bir toplumun ilerlemesi için birinci koşul olduğuna yürekten inanan Aykal, arabesk müzik söz konusu olduğunda, neredeyse çılgına dönüyor.
Çocukluk arkadaşı Dr. Cihangir Çelik de bunu iyi bildiğinden, onun “anestezi” altında bile olsa arabesk müzikten rahatsız olacağını iyi hesaplamış.
Odatv ailesi olarak yazarımız ve orkestra şefi Gürer Aykal’a büyük geçmiş olsun diyoruz. Bildiğiniz gibi Gürer Aykal müzik eğitimine keman ardından kompozisyon ve son olarak da orkestra şefi olarak devam etti.
Ama kardeşi Gülören Cangal’ın anlattığına göre, daha keman bölümündeyken de, arkadaşlarını bir odaya toplar, onlara şeflik yaparmış.

Mümtaz İdil
Odatv.com

12.01.2011 13:17

9 Ocak 2011 Pazar

HASAN BÜLENT KAHRAMAN’I CHP NASIL HAZMEDECEK?

Dartmouth Milletvekili Sir Nicholas Bacon, İngiltere Kraliçesi I.Elizabeth’in yanında krallık mühürdarlığı yaptığı sırada, bir gün Kraliçe Herfordshire’deki evini ziyaret eder.
Elizabeth, evde küçük bir tur attıktan sonra, “Bu evi neden bu kadar küçük yaptırdınız Sir Bacon,” diye sorar.
Bacon’un yanıtı muhteşem bir “yalakalık” örneğidir ve tarihe de öyle geçer:
“Yanlışınız var majesteleri,” der. “Aslında ev küçük falan değil. Sizin büyüklüğünüz onu küçük gösteriyor.”
Demek yalakalığın da “niteliklisi” oluyor.
Cumhuriyet dönemi sanırım “yalakanın” en çok su yüzüne çıktığı bir dönemden geçiyor. İyi ama, insanın bu kadar kendini alçaltmasının ardında ne olabilir. Düz mantık bile ülkenin nereye doğru sürüklendiği konusunda yeteri kadar ipucu veriyor. Ama bu gidişin tam ortasında “üç maymunu” oynayan bir medyamız var.
Sağın, Erdoğan cephesinin en uç noktalarında dolaşan ve kendini solcu gibiymiş gibi gösterirken bu postundan sıyrılıp, “entellektüel” gibi görünmeye çalışan göz nuru danışmanlarımız CHP kadrosunda yerlerini almaya çalışıyorlar.
Belli ki CHP en azından “sıkı” bir muhalefet olma yolunda...
Yalaka burnu iyi koku alır zira. Ne yazık ki, oynanan bu oyunu göz göre göre yutacak ve sindireceğiz.
Cem Karaca’nın şarkısında olduğu gibi, “İşçi” olarak kalacak bir yığın“bedel” ödemiş insanlar olacak.
8 yıllık AKP iktidarının tüm hışmını çekmiş, yerlerinden edilmiş, maaşları kesilmiş, yazıları sansürlenmiş olanlar olası bir iktidar değişikliğinde de“taltif” edilmeyecekler ya da en azından kadroları için aday sayısı epeyce fazlalaşmış olacak.
Peki neden? Yani bu kadar açık bir şekilde tavrını belirtmiş sanatçıların, hiçbir şey olmamış gibi ellerini ovuşturarak yeni cephede saf tutmaları binlerce yıldır var olan bir “alışkanlık”.Onlarınki normal de, diğeri de mi “alışkanlık”?
Elbette sistem yalakalığa çok yatkın. Egemen olan güçler, inanılmaz olanaklara sahip. Bu da ekonomik sıkıntıdan tutun da, siyasi baskıya kadar çok geniş bir yelpazede başınız her an derde girebilir.
Bu çok amaçlı tuzaktan uzak durabilmenin bedeli genellikle çok ağırdır. Çünkü aradaki ilişki Faust ile Mephisto arasındaki ilişki kadar açıktır. Dünyanın en eski hikayelerinden biri olan şeytan ile insan arasındaki“aldatmaca” oyunudur. İşin tuhaf tarafı, bu ilişki her iki tarafın da rızasıyla olmaktadır. Durumu, hem şeytan hem de muhatabı iyi bilmektedir.
Tıpkı günümüzde olduğu gibi.
Hasan Bülent Kahraman, CHP Genel Başkan Yardımcılarından Hurşit Güneş’e verdiği sözü yerine getirmek için, “Peki sözümü tutuyorum CHP’ye üye olacağım,” demiş...
Breh breh breh...
Sabah’ta yazmayacağım diye bir söz vermediği çok açık.
ABD dönüşü “kağıt” piyasasına çok hızlı girmişti Hasan Bülent, sonra benle arası bozulan Attila İlhan’ın çıkardığı “Sanat Olayı” dergisinde yazı yazmaya başlamıştı. Ama ürkek yazıyordu. Cesaret edemediği yazılarda“dergicibaşı” rumuzunu kullanıyordu.
Bir sayıda, “Mümtaz İdil ve Veysel Öngören sığ sularda dolaşıyor,”başlığında, dizgicibaşı rumuzuyla rahmetli Veysel Öngören ile beni küçümseyen bir yazı yazmıştı.
Yazıyı Hasan Bülent’in yazdığını da bana, o sıralarda “kanka”sı olan Buket Uzuner söylemişti.
Yazıya cevabı Veysel Öngören verdi. Bana bırakmadı. Zehir zemberek de bir yazı döşendi. Yarın dergisinde de yayınlandı.
Daha sonra Hasan Bülent ile yolum Kültür Bakanlığı’nda kesişecekti.
Kendisini müsteşar gibi gören havalarda dolaşıyordu. Çünkü Bakan Fikri Sağlar’a çok yakındı. Daha sonra gelen bakanlarla da arası hep iyi gitti.
Ercan Karakaş’ın çok kısa süren Kültür Bakanlığı sırasında bir ara odasına gittim. Sinema Genel Müdürlüğü’nden ayrıldığım için de bir yolunu bulup kendime daha iyi bir yer ayarlamaya çalışıyordum açıkçası.
“Ercan yakın dostum,” demişti bana, ki doğruydu. Doğru olmayan,“İstesem şimdi CHP’ye genel sekreter olurum,” demişti. Ben de inanmıştım. Sonra Genel Sekreter Adnan Keskin’e sorduğumda, gülümseyerek, “fena atmış;” demişti.
Sonra Fikri Sağlar yeniden geldi bakan olarak. Ben de danışmanlık yapıyordum. Bir gece gazetecileri Gaziosmanpaşa’da bir yerde yemeğe davet etti Fikri Sağlar, beni de...
Derya Sazak, Mustafa Balbay, Sedat Ergin, Hasan Bülent Kahraman, Fikri Sağlar ve ben. O sıralarda sanırım İstanbul’da Sabancı Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışma hazırlığındaydı.
Buraya kadarı normal. Ama ne olduysa, CHP ile, kim bilir belki de Deniz Baykal ve ekibiyle yaşadığı “anlaşmazlık” onu CHP’nin tam karşısına itti. Böylesine “ulvi” bir sürüklenme kabul edilebilirdi, ama Radikal’de başlayıp Sabah gazetesinde noktalanan köşe yazarlığını CHP nasıl sindirecek, bunu bilemiyorum.
Biraz mistik olacak belki ama, Goethe’nin Faust adlı tragedyasında, Mephisto ile Faust arasındaki ilişkinin belirlenmesinde Tanrı vardır. Bir başka deyişle, Faust’un Tanrı’ya karşı bir sorumluluğu, Mephisto’nun da korkusu vardır.
Günümüzde, şeytan ile insan arasındaki bu tür ilişkiye “hakemlik” edecek üçüncü bir kişi yoktur. Bu yüzdendir ki, pazarlık alabildiğine “vahşi”geçmekte, kimi zaman da şeytanın kaybettiği durumlara rastlanmaktadır.

Mümtaz İdil
Odatv.com

09.01.2011 01:10

3 Ocak 2011 Pazartesi

BIKTIM ARTIK BUNLARI DUYMAKTAN

Boris Pastrnak “Dr. Jivago” kitabını yazdıktan hemen sonra Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı...
Gitmedi...
Daha da ünlü oldu.
Ömer Şerif’in, Julie Christie’nin, Geraldin Chaplin’in başrolü paylaştığı filmle sıra dışı bile oldu.
Film sıradan bir aşkı anlatıyordu.
Bunu anlatmak zor...
Yani aşkın sıradan olanını.
Çünkü fiziki yaşamda asla kendini ele vermez, ama sanatsal yaşamda hemen yakalanır...
Nasıl mı?
Franz Kafka, Milena’yla asla birlikte olmamıştır, ama herkes bilir ki Kafka’nın ölümsüz aşkıdır Milena.
Kolera Günleri’nde Aşk romanında Marquez artık tutkuyu da aşan bir aşkı yazmıştır... Hatta “işi çabuk bitirme” niyetinde olanların hiç hoşlanmadığı bir süre çocukluk yıllarında sevdiği kadını 51 yıl, 9 ay, 4 gün bekler.
Bunlar, iki tıklamayla ulaşabileceğiniz internet bilgisidir...
Ulaşamayacağınız bilgi is Balzac’ın Veutren’i ile Marquez’in benzerliğidir.
O kadar bıktım ve sıkıldım ki, her gün Kayseri yolsuzluğunu, Pennsilvania hikayelerini, Kürt çılgınlığını, CHP Parti Meclisi’nin bizi kurtarıp kurtaramayacağı ile ilgili yorumları okumaktan, Ahmet Hakan geyiklerinden, Bardakçı aymazlığından, edebiyatın yanından geçmeyenlerin vitrinlere çıkıp edebiyat dersi vermesinden... Çok sıkıldım.
Şükran Farımaz adlı Türkiye’nin en iyi öykü yazarlarından birinin anlattığı Marcel Proust’a bakma ihtiyacı hissettim. Serdar Turgut’un ise Marcel Proust’u hiç anlamadığını...

Gürer Aykal, Suna Kan, Fazıl Say, Kadir Dursun, Orhun Orhon, İsmet Orhan, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Şahin Çakmaklı, Veli Çabar, Doğan Yurdakul, Sinan Ergün, Nida Yılmaz, Ayla Erduran, İbrahim Karamemet, Ahmet Müfit, Ali Rıza Aydın, Bülent Serim, Yaşar Seyman, Gülşen Karakadıoğlu, Tugay Afat... Bir yığın dostumla konuşmak, “sanat” üzerine yazı yazmak istedim. Ne bileyim, Cangallar'dan viyolonsel dinlemek...
Sevgi denilen şeyin, bir dostun yanında dimdik olmak gerektiğini anlatmak, falan filan...
Ama bunlar insanı kurtarmıyor...
Bunlar sizin ekonomik durumunuzu da düzeltmiyor, Kürt sorununu çözmüyor, Çingeneleri sevmenize neden olmuyor, anma konserine gitmeniz için sizi heveslendirmiyor, Aleviler’in siyasi kullanımına tanık olmanızı da es geçmiyor...Aksine Yaşar Kemal’i “Kürt” diye nitelemenize, Fatih Akın filmlerini küçümsemenize, Zonguldak’ın yetiştirdiği en büyük öğretmenlerden Can Polat Pomay’ı unutmanıza, Ahmet Boyacıoğlu’nun filmini görmek bile istememenize neden oluyor.
Varsa yoksa çevresini aşağılama hakkını kendinde gören bir yığın ukalanın, cemaatçileri, cübbelileri karşısına oturtup ders anlatmaları.
Nedir bu gidiş?
Paris’te bir kahveye Vittorio Gasman girip de Elizabeth Taylor ile buluştuğunda, köşede Balzac oturmaktadır ve hiç sevmediği Aleksandre Dumas ile atışmaktadır...
Bir filmden kare elbette anlattığım... Gasman da büyük olasılıkla Paganini’yi oynuyor.
Böyle bir kültür ortamını özlüyorum.
Kurthan Fişek ile “adam asmaca” oynamak, Hıncal Uluç ile Patricia ile Fazıl’ın performansını tartışmak, Ahmet Yıldız ile eski edebiyatçılardan dilimler yakalamak, Peter Falk ile “Comiser Colombo”yu tartışırken yanımda Los Angeles eski Başkonsolosu Mehmet Emre'yi, görmek istiyorum.
Tunç Başaran’ın beni Triandafilis yerine niye oynatmadığını sorgulamak istiyorum, Triandafilis 17 yaşında bir kız bile olsa... Mehmet Yolyapar'ın Çorum Gazetesi'ndeki köşemde, Hasan Tuluk'un eserlerini yazmak istiyorum mesela... Altın Eller Ödülü'nü (Fransa) kazanmış ünlü bakır sanatçımızı
Bu ülke nereye gidiyor, bilmiyorum...
Diyarbakır’da Hamlet izlemek istiyorum.Nusaybin’de İpek Yol’un hemen yanında oturup Ganigat deresinin taşmasına şaşırmak.
Cizre’nin aşılmaz dağlarından karşı tarafa bakmak...
Yüksel kahvesinde çay içmek, Fatih kahvesinde de satranç oynamak istiyorum.
Bu kadarı çok büyük bir istek mi?
Bir fırsatını bulursam, Yılmaz Karakoyunlu ile Tomris Giritlioğlu'na soracağım.

Mümtaz İdil
Odatv.com

03.01.2011 23:27