30 Ocak 2010 Cumartesi

KAYIP SEMBOL’ÜN İMRAN ÖKTEM’LE İLGİSİ NE?

Şifre kullanma sistemi insanın var olduğu andan itibaren hep ilgi odağı oldu.
Temelinde yatan ise çok basitti: Bir başkasının anlamasını güçleştirmek ya da iki veya daha fazla kişi arasında bir çeşit “özel” dil yaratmak. Böylelikle üstünlüğü sağlamak veya aralarında var olan anlaşmayı gizlemek.
Yıllar ilerledikçe şifreleme tam anlamıyla bir saldırı veya savunma aracına dönüştü. Bir yandan şifreleme sistemi inanılmaz karmaşık boyutlara ulaşırken, karşı olarak da şifre çözücüler yetişmeye başladı.
Yine de, tüm çabalara ve uğraşlara rağmen şifre yaratıcılar, şifre çözücülere karşı hep bir adım önde oldu. Bunu kırmak için günümüzde bilgisayarlar bile kullanılıyor olsa da, her zaman şifreleri çözmek mümkün olamıyordu.
Bunun temel nedeni iki kavramın birbiriyle zıt olmamasından kaynaklanıyordu. Şifreleme her zaman önde gitmek zorundaydı, çünkü karmaşıklığı yaratan bizzat kendisiydi. Çözmek ise bambaşka bir yöntem gerektiriyordu. Şifrelemek için kullanılan yol bir ise, çözmek için verilen uğraş milyonları bulabiliyordu.
Hala da durum değişmiş değil.
Dan Brown’ın hemen her romanında yaptığı gibi, son romanında da konu“şifreleme” üzerine. Ancak bu kez Dan Brown işi bir adım daha öteye taşıyarak, şifreleme ve şifre çözmeyi romanın tamamen ana kahramanı olarak ele alıyor.
Roman bu yüzden, daha öncekilerden daha ilginç bir gizem taşıyor.
Brown’ın bu romanında, okurun katilin veya gizemin peşinde koştuğu pek yok. Roman son elli sayfasına geldiğinde “macera” açısından tükenmiş de olsa, hala bitmediğini okura hissettiriyor.
Tabii, bitmeyeceğini de...
Şöyle ki; kutsal kitapların veya kutsal işaretlerin hemen hepsinde şifreleme kullanıldığını, bunu çözmenin ise insan zihnini çözmekle, yani tanrıya ulaşmakla eş anlama geldiğini söylüyor Dan Brown.
Bugüne kadarki din kitaplarından ve büyük mistik öğretilerden alıntılar da yaparak, tanrının insanın içinde olduğundan başlıyor ve zihninde odaklıyor(Hallacı Mansur’un ‘858 d.-922 ö.’ söylediği “Enel Hakk (Tanrı Benim)” sözlerini nedense almamış.) 
İlgili bölümde Peter Solomon fısıltıyla şöyle der Prof. Langdon’a: “Buda, ‘Sen tanrısın,’ dedi. İsa, ‘Tanrı’nın Krallığı içinizdedir,’ diye öğretti ve hatta bize ‘Benim yaptıklarımı siz de yapabilirsiniz... hem de daha büyüğünü,’ diye vaatte bulundu. Suizm, tanrıyı insanın içinde aramak gerektiğini ve insanın birçok yönüyle tanrının yansıması olduğu belirtir. Papalığa karşı çıkan ilk papa –Romalı Hippolytus- bile, gnostik öğretmen Monoimus’un: ‘Tanrı’yı aramayı bırakın... bunun yerine kendinizden başlayın,’ sözünden alıntı yaparak, aynı mesajı vermişti.”(Dan Brown, Kayıp Sembol, Altın Kitaplar, çev: Petek Demir, s.509-510)
Bu tür mesajlar insanlık tarihinin doğuşundan beri sürekli yinelenen mesajlardı aslında.
1967 yılında Yargıtay Birinci Başkanı İmran Öktem, Voltaire’in “Tanrı’yı insanlar yaratmıştır,” sözlerini Adli Yıl açılış töreninde tekrarlayarak, “Tanrı’yı insanlar yaratmıştır,” anlamına gelecek sözler söylemiş ve Türkiye İsmet İnönü’nün deyimiyle, neredeyse bir 31 Mart vakasından kıl payı dönmüştü.
İmran Öktem’in sözleri, dini istismar edenlere yönelik bir sözdü ve asırlardır söylenmiş bir sözün tekrarıydı, ama “bağnazlık” kuralları açısından tahrike de açıktı.
Dan Brown ise bunu oldukça uzun bir oylumla, 527 sayfalık bir romanla anlatıyor ve doğal olarak da başta Kilise olmak üzere tüm dinsel öğretileri de karşısına alıyor. Türkiye’de dahil, dünyanın hemen tüm ülkelerinde en çok satan kitaplar listesinde başı çekiyor...
Dan Brown’ın kilise ve benzeri “din kuruluşlarını” karşısına almada –kabul etmek gerek- büyük de ustalık var: Bütün kutsal söylemlere, kitaplara ve “Antik Gizemlere” hiç dokunmadan, hatta onlara arka çıkarak yapıyor bu savunmasını ve tanrının aslında insanın zihninde olduğunu bir “polisiye” kurgu içinde anlatıyor.
Gerçekte, Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanı nasıl bir “polisiye roman” muamelesi gördüyse, Dan Brown’ın romanı da bir o kadar“felsefi” olarak algılanabilir.
Brown, “Kayıp Sembol” kitabında, önceden “8 Franklin Karesi” kuralına göre hazırladığı bir şifreyi kendine göre kurgulayarak, okuru romanın içine çekmeyi sağlıyor. Çünkü şifreleme ve şifre çözmeye insanların düşkünlüğünü çok iyi biliyor. Hatırlanacağı üzere ilk romanında daLeonardo Da Vinci’nin “İsa’nın Son Yemeği” tablosundan yola çıkarak bir romanı kurgulamıştı.
Newton’dan Albert Dürer’e, Da Vinci’den Platon’a kadar tüm bilim ve sanat adamlarının şifreleme gibi bir tutkusu olduğuna dikkat çekiliyor. Bu yaklaşım haksız da sayılmaz. İnsanlık tarihi öylesine büyük gizemlerle, birbiriyle tuhaf şekilde bağlanmış olaylarla açıklanmaya çalışılmış durumda ki, bazıları rastlantının dışına taşmak zorunda kalıyor.
Şimdiki adıyla Boğazkale’de bulunan Hattuşa harabelerindeki ünlü Yazılıkaya duvar heykellerinin de ilginç bir sırrı vardır örneğin. Duvara işlenmiş 12 tanrı heykeli, güneş ışınlarının belli saatlerde yansıması sonucu net görüntü vermekte, diğer zamanlarda silik kalmaktadır.
Çok basit gibi görünen bu “gizleme” yönteminin tam olarak ne amaçla yapıldığı bugün bilinmemektedir, ancak fiziksel koşulların bin yıl daha geçse de değişmeyeceği veya değiştiği zaman dünyanın duruşunun da değişeceğini düşündürmektedir.
Mısır Ehramları, Maya Tapınakları ve daha buna benzer binlerce tarihsel kalıntının bir köşesinde insanlık hep “mesaj” aramıştır. Bunlar kimi zaman bir hazine avcılığına dönüşmüş, kimi zaman ise insanın varlık nedeni için kaynak oluşturmuş, kimi zaman da tanrı arayışı biçiminde yapılmıştır.
Bu açıdan bakıldığında Dan Brown’ın kitabı “Sofi’nin Dünyası” biçiminde anlatılan bir felsefe tarihinden daha “iddialı” bir felsefe ile okur karşısına çıkıyor. Kitapta Peter Solomon, Prof. Robert Langdon, Katherine Solomon, Zachary gibi kahramanlar canlı birer unsur oldukları halde düşsel hale dönüşüyor, düşsel gibi görünen “dinsel sorgulama” ise neredeyse somutlaşıyor. Bu açıdan da ilginç bir “deneme” niteliğini taşıyor roman.
Kuşkusuz, Dan Brown’ın çok iyi beslendiği kaynak olan dinsel motiflerle sorgulama ve şifreler ile ilgiyi ayakta tutma, daha benzer bir çok romanı getirecek gibi görünüyor.
A. Mümtaz İdil
Odatv
30.01.2010 00:10

24 Ocak 2010 Pazar

POPÜLER MÜZİĞİN EZANLA NE İLGİSİ VAR

İlkel toplumlardan günümüze kadar sanatın tanımı hep bir “ayin (ritüel)” olarak kabul edildi.
Binlerce yıl önce de, günümüzde de görevi toplumu harekete geçirmek, yönlendirmek ve doğru bilgilendirmek, eğitmek gibi kavramlarla belirlendi.
Hiç bir dönemde “salt” eğlence anlamında kullanılmadı. Kullanıldığı sanılan zamanda da sanat olarak kabul edilmedi. Ama “eğlendirmeyi” üstlendiği de oldu.
İlkel toplumların tamtam danslarından, Shakespeare’in sokak tiyatrolarına, dev opera sahnelerinden “protest” gençliğin Woodstock konserlerine, Minchelangelo’nun duvar resimlerinden, Salvador Dali’nin bilinç altı resimlemelerine kadar çok geniş bir yelpazenin hemen her anında sanat, asla eğlendirmeyi birinci ve tek hedef olarak koymadı.
Eğlendirme söz konusu olduğunda iki sanat kolu hemen ön plana çıkar: Müzik ve sinema.
Sinema, ABD’nin dev finansal sektörü olduğundan ve bütünüyle eğlendirmeye yönelik bir ürünü paraya “tahvil” etmek gibi bir hedefi üstlendiğinden, sinemayı bir ticari meta haline indirgedi ve yatırımlarını da dev boyutlarda tuttu.
Müzik ise, büyük yatırımlar gerektirmeyen ve kitleleri en çabuk ve kolay etkileyen bir sanat türü olduğundan ve görsel sanatlarla harika bir uyum gösterdiğinden, siyasi olarak en tehlikeli etkileşim aracı olarak görüldü.
Müzik bir alışkanlıktı ve bu alışkanlığı yaratmak da varolan yönetimlere düşüyordu. Kitleler istenilen yönde “dinleyici” haline döndürülebiliyordu.
Böylelikle de sanat, özellikle geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından, yani ikinci büyük paylaşım savaşından hemen sonra başlayan süreçle birlikte, daha çok hoş vakit geçirme aracına dönüştürüldü.
Bunda elbette kapitalist sistemin rolü büyüktü. ABD, ardı ardına çevirdiği içeriksiz, toplumsal birlikteliği içermeyen, derinlikten yoksun müzikallerle dünyayı etkiledi. Kendi başarısını da Oscar, New York Eleştirmenler Birliği gibi ödüllerle taçlandırdı. Gişe için müthiş reklam harcamaları yaptı, genç nüfusun örnek olmaya çalıştığı “idoller” yarattı ve müziği de arkasına alarak bir Amerikan sineması alışkanlığı yarattı.
Avrupa’nın masum, içe dönük, utangaç ama güçlü temellere dayalı sinemasının önüne geçti.
Tehlikenin farkına varan Avrupa kendi varlığını koruyabilmek için bir birlik oluşturdu (Euroimages) ve Amerikan filmleri dışında gösterim yapan sektörü destekledi, yeniledi, Avrupa ülkelerinin oluşturduğu “konsorsiyum” ile çekilen filmlere parasal yardım yaptı.
Ama bütün bu çabalar yeterli olmadı. Televizyonun evlere girmesiyle, örneğin Türkiye’de 8 il hariç, tüm illerdeki sinema salonları düğün salonlarına çevrildi (doksanlı yıllara kadar). Ne zamanki Amerikan sineması yeniden piyasayı kasıp kavurmaya, teknoloji ve aksiyonu ön plana çıkardı, sinema salonları gişe yapmaya başladı, salonlar yeniden açıldı.
Bu, fiziksel “iritasyona” dayalı eğlence türünün en üst perdeden müzik dışı ses vermesiydi.
Müzik, sinemaya göre çok daha kaba, özensiz ve kendiliğinden bir evrim geçirdi. Fiziksel salınımların eğlence olarak kabul edildiğini fark eden sistem, elinde pazarlanacak muhteşem bir “meta” olduğunun farkına vardı.
Müzik, “popüler” eğlence adı verilen sektörün başı çeken “enstrümanı” oldu. Bu haliyle de niteliğini yitirdi. Fizyolojik tepkiye dayalı salınımları “eğlencenin” yeni tanımı olarak kabul etti ve sermaye sahiplerine yalnızca bulundukları ortamı hareketlendirme görevini yükledi.
Yetişen “müzik insanları” da, bu çarkın içinde kendilerine “sanatçı” kimliğini yakıştırmakta hiçbir sakınca görmediler.
Dolayısıyla da sanatçının tanımı da değişti. Zenaat ile sanat tam anlamıyla birbirine karıştı.
Oysa, bin yıllardan beri gelen alışkanlıkla, sanatçının birinci görevi, “politik” kimliğini korumak ve toplumsal uyarı görevini asla unutmamaktı. Tarihi boyunca sanat yalvarmalara, yakınmalara, ağlamalara, sevinmelere, bastırılması güç duygulara... Kısacası insana özgü hemen her türlü sosyo-psikolojik değişimlere aracı olduğu halde, giderek yalnızca hoş vakit geçirmeye veya hüzünlenmeye yöneldi. Kitleleri toplumsal hareketlenmeden uzaklaştıran, bir çeşit “uyuşturucu” görevi üstlenen her türlü ürün, sanatsal ürün mertebesine çıkarıldı ve yaygınlaşması için önü açıldı. En önemli işlevlerini, üretmeyi ve düşünmeyi unutturdu. Düşünmek ve üretmek, insan neslinin kaliteli yaşam standardı için vazgeçilmez bir unsurdu, ama yok rahatsız ediciydi.
Nitekim, bu yüzden de insanlar, “kafa dinlemek için” kendini müziğe verdi. Müzik ya bir eğlence ya da “boş boş” uzanıp dinlenme aracı olarak algılandı. Bütün dünyada hızla gelişen bu yaklaşım, insanların “müziğin durağan potansiyelini” harekete geçirmek ve insanları coşturmak sırrının keşfi olarak “ilan” edilmeye başlandı.
Ama geçtiğimiz yüzyılın üçüncü çeyreğine gelindiğinde, müzik üzerine oynanan oyunların henüz tamamlanmadığı ortaya çıktı. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, ne kadar yozlaştırılırsa yozlaştırılsın, müzik bir şekilde kendi “protestosunu” göstermenin bir yolunu buluyordu.
Başta bir çok Güney Amerika ülkesinde olduğu gibi, geri kalmış ülkelerde faşist darbelerden sonra “tehlikeli” addedilen müzikler yasaklandı.
İnsanı uyuşturan ya da tamamen kendinden geçiren müzikler öne çıktı.
Elbette insanların bunlara da ihtiyacı vardı ve siyasetin kendi tekellerinde olduğuna inanan, bu iş için kutsandıklarını düşünen egemen güçler, yani iktidar olanlar, bu ihtiyacın artmasını büyük sermayelerle desteklediler, hatta yarattılar.
Ekonomik abluka altında olan ve kalabalıklaştıkça yaşam kalitesi düşen kitleler “eğlence” sektörüne zaten eğilimliydi.
Müzik bir eğitim işiydi, müzik üretmek kadar müzik dinlemek de bir çaba gerekiyordu.
Bu da hiç kolay değildi açıkçası.
Kadere, yazgıya, boşvermişliğe, karşılıksız aşklara pirim veren müzikler, hiçbir sanatsal nitelik taşımadıkları halde, salt eğlendirici veya uyuşturucu nitelikleriyle kitleleri sarıp sarmaladı.
Bunu yazılı sanatlar izledi.
İstenen yerine getirilmiş oldu.
Klasik sanat müziği alay konusu haline getirildi.
Klasik diye tanımlanan geçmişe yönelik sanat eserlerinin okuma-dinleme gerekçesi sorgulanmaya başlandı.
Karikatürler, operada uyuyan insanların komikliğini konu aldı.
Fıkralar, operaya gitmemek için direnen “kılıbık” kocaların hikayesiyle doldu.
Batılılaşma özentisi diye görülen çok sesli müzik, amaçlı bir şekilde “karikatürize” edilerek, Türk müziğine de uygulanmaya ve en sıkıcı örnekleriyle radyo ve televizyonlarda yayımlanmaya başlandı.
Piyasa taleplerine hiç uymayan bu tür zorlama müzikler toplumsal bir nefrete beraberinde getirdi.
Bütün bu “kendiliğinden” gibi görünen gelişmelerin farkında olan bazı özgün müzik yaratıcıları direnmeye çalıştılar. Kendi besteleriyle politik müzik ürettiler, ama kovuşturmalar hiç yakalarını bırakmadı. Başka ülkelerde ya da kendi ülkelerinde yoksulluk içinde öldüler.
Sonunda piyasa, müzik kalitesi açısından hiçbir özellik taşımayan bir yığın “bestelerle” dolmaya, daha da kötüsü besteler de birbirine benzemeye başladı.
Son zamanlarda Türk pop müziğinin en büyük sıkıntılarından biri bu oldu. Üretim birkaç “bestecinin” eline geçti ve büyük bir rant kapısına dönüştü. Ne kadar kolay ritim tutturulursa, o kadar çok yaygınlaşan müziğin üretimi de kolay oluyordu. Müziklerin birbirine benzemesi kaçınılmazdı, ama kendi eğitimlerine bile ihanet edecek kadar sanattan uzaklaşan “post modern besteciler” bildiğimiz ve dilimize pelesenk ettiğimiz “popüler” kültürü yarattılar.
Müzikteki bu yaygınlaşma, sanatın hemen tüm dallarına damgasını vurdu.
Eğlenmek için okunan kitaplardan, filmlere, kabarelere, orta oyunlarının en ucuz örneklerine ve belden aşağı güldürü kanallarına kadar her yanı örümcek ağı gibi sardı.
Böyle bir ortamda tutup da, “sanatçı ne yapsın,” deme hakkı yoktur kimsenin.
Sanatçının da, “ne yapayım, toplumu ben mi düzelteceğim,” deme hakkı yoktur.
Bir futbol maçı anlatıcısının, bir haber spikerinin dili nasıl sürçmemek zorundaysa, sanatçının da beyni sürçmemelidir.
Ezan gibi günde beş kez, beş ayrı makamdan okunması gereken bir “ilahi” çağrının neden niteliksiz, tek düze ve baskıcı bir bağırmaya dönüştüğü sorgulanırsa eğer, dinsel sömürünün de, popüler sömürünün de kodları çözülür.
A.Mümtaz İDİL
Odatv.com
24.01.2010 13:10

“BİZ UĞURLADIK HOCAM RAHAT OLUN”

Öğrenciniz olmadım. Ama aynı sıralarda oturdum sizle. Can Polat Pomay’ın öğrencisi oldum. Nursu hanım edebiyat dersimize girerdi anımsar mısınız? Şimdi gemilerden birinde kaptan olup dünyayı dolaşan coğrafya hocamız Didar hanımın oğlu Lokman’ı da anımsarsınız. Tarih hocamız, kabarık saçlı Makbule hanımı da... Site yokuşunu tırmanan öğrenci arabalarını da anımsarsınız, hani o tıkış tepiş doluştuğumuz.
Köksal Toptan da bizle birlikteydi hocam... O da önlerde bir yerde oturuyor, size de laf atıyordu.
Meclis başkanı oldu.
Siz içerideydiniz, vatana karşı “komplo” kurmaktan.
Siz içerideydiniz ve Köksal Toptan Meclis Başkanı’ydı...
Aynı sınıftaydınız...
Siz dünyanın en iyi üniversitelerinden birini kurdunuz, Köksal Toptan Meclis Başkanı oldu. 
Aynı sıralarda oturduk hocam... Benden öndeydiniz, ama sizin boş bıraktığınız sıralara kardeşiniz Ali ile birlikte oturduk. 
Yıllar sonra Ankara’da karşıma çıktınız.
Bir üniversitenin başındaydınız. Ben de o sıralarda gazeteciydim. Müşerref Hekimoğlu ile yakın dosttunuz, ben de onun yanında çalışan bir muhabirdim.
Yaptıklarınızı anlatıyordu Müşerref hanım. Kurduğunuz üniverstise, yetiştirdiğiniz çocuklar, katkılarınız... Bunları değil, yaptığınız ameliyatları anlatıyordu.
Organ naklindeki dehalarınızdan söz ediyordu. Ama asla bunları haber yapmamıza izin vermiyordu.
Müthiş bir saygısı vardı size. 
O zaman tanıdım sizi.
Yıllar sonra oğlum sizin üniversitenizden mezun oldu.
O zaman biraz daha fazla tanıdım sizi.
Mezuniyet törenindeki konuşmanızı dinledim. Tek bir siyasi mesajınız olmadan öğrencilerinize seslenmiştiniz. 
Oysa ortalık toz dumandı o sıralar.
Sonra Ergenekon denilen tezgah içerisinde tutuklanmanıza tanık oldum gazetelerde. 
Aklıma “acaba,” demek bile gelmedi. 
Benim bildiğim Mehmet Haberal, Türkiye’yi dünyaya tanıtan bir insandı. Benim mezun olduğum liseden ağabeyimdi. Onur duyduğumuz bir ağabeydi...
Nursu hanım da, Makbule hanım da, Can Polat Pomay da gururla söz ediyordu sizden...
Siz hepimizin gururu, Zonguldak’ın gururu oldunuz.
Ama hocam, merak etmeyin, sizi hiç yalnız bırakmayan bizler, babanızın cenaze töreninde saf tuttuk.
Bırakın bu aşağılık suçlamaları, sizi ve sizin gibi değerleri gözaltına alan McCarthy zihniyetini...
Organ naklinde dünyaya adını yazdırmış biri...
Oğlum da dahil Türkiye’ye bir yığın meslek sahibi yetiştirmiş biri...
Milletin apartman kurmak için arsa kapattığı yere üniversite kurmuş biri...
Üniter bir ülkenin devamı için Atatürk’ten esinlenmiş biri...
Mesih Ali Ağca kadar bu ülkede itibar göremiyorsa, babasının cenazesi için bile izin verilmiyorsa...
Hocam, boşverin savcıları, hakimleri, “tarafları”, ben sizden özür diliyorum onlar adına.
Onlar özür nedir bilmez...
Böbrekleri düştüğü zaman akılları başlarına gelir,
Ama seni bulamazlar hocam
Nankörlüğün en fazla pirim yaptığı dönemdeymişiz aynı lisede okurken hocam...
İyi ki Nursu hanım, Makbule hanım, Can Polat Pomay bunları görmeden yetiştirmişler bizi...
Uğurlayamadığınız babanız da öyle...
Biz uğurladık hocam, rahat olun.

A. Mümtaz İdil
Odatv.com

24.01.2010 12:00

13 Ocak 2010 Çarşamba

İSRAİLLİLERLE BİZİM YANDAŞLAR ARASINDA NE BENZERLİK VAR

Yahudiler tarih boyunca kendi sistemlerinin kurbanı olmuş, yalnız kalmaya kendi kendilerini mahkum etmişler.
Bundan kurtulmak gibi bir çabaya da asla girmemişler.
Bunun yarattığı “ezikliği” Yahudi asıllı sanatçı, bilimadamı, kültür insanları ile karşılamaya çalışmışlar.
Bunda o kadar büyük başarı elde etmişlerdir ki, bugüne kadar milyonlarca bilim, sanat, kültür adamı yetişmiş olmasına karşın, akılda hep Yahudi asıllılar kalmış gibi bir izlenim kalır.
Goethe, Zweig, Hawkings, Newton, Pavlov... Daha binlerce ünlü insanın kökeni konusunda kimse fikir üretmezken, Einstein, Van Braun, Felix Mendelson, Steven Spielberg, Yahudi asıllı ünlüler olarak isim yapmışlardır.
Dünyanın ünlüler listesine baktığınızda, ilk yüze girenlerin 51’i Yahudi asıllıdır.
Bunda Yahudilerin kapalı toplum olmaları, kendi aralarında evliliklerini gerçekleştirmeleri ve çok kuvvetli lobi oluşturmaları da etkilidir kuşkusuz.
Ama iş dönüp dolaşıp da İsrail devletine geldiğinde, durum tamamen değişmektedir. Dünyaya yayılmış binlerce başarılı Yahudi asıllı kişilere rağmen, Arap dünyasının tam ortasında yaşamak zorunda kalan İsrail tuhaf bir utançlığı kabalığıyla örtmeyi hep adet edinmiştir.
Tarihinde İsrail devleti kadar uluslararası arenada “gaf” yapan ikinci bir ülke yoktur. ABD’nin “şımarık yeğeni” İsrail devleti, kollanıp korunmanın şımarıklığına rağmen, müthiş de bir tedirginliği birlikte yaşamaktadır.
Ağabeyinin bir gün gelip de kendisine sırtını çevirmesi halinde ya da çevresindeki İsrail düşmanlığının artmasıyla, güç dengesinin Arap ülkelerine geçmesi durumunda düşeceği yalnızlık durumundan korkusuyla, sürekli “hem suçlu hem güçlü” rolünü oynamakta.
Bunun getirdiği “kaba” politikalar da sürekli İsrail halkını ve genelde Yahudileri zor durumda bırakmaktadır.
Dünyanın her tarafında kendilerine itibar edilmesi gerektiğini düşünen, ülkesinin sürekli tehdit halinde olduğunu bu nedenle de savunma reflekslerinin sürekli alarmda olması gerektiğini düşünen de İsrail devletidir.
Yahudi halkının aynı kompleks içinde olduğunu düşünmek zordur belki, ama bir devlet olarak İsrail hep ezikliğin sınırlarında dolaşmakta, haksız olduğu konumdan ancak ve ancak uygun olmayan itirazlar ve çığırtkanlıkla çıkabileceğini düşünmektedir.
Aslında bu bizim çok da yabancı olduğumuz bir konu değil.
2002 tarihi itibariyle artık tamamen başka bir eksene doğru kaydığı açıkça belli olan AKP iktidarına avuçları patlayıncaya kadar destek veren“yandaş” diye de tabir edilen medya “neferleri”, hep içlerinde bir kuşkuyu barındırarak bu savunmaya girmişler meğerse.
Bugünlere gelindiğinde, yavaş yavaş Türkiye’nin “kusursuz bir demokrasiye” doğru gitmediğini itiraf etmek zorunda kalan yandaş yazarlar, tıpkı İsrail’in zaman zaman tüm dünyaya, iki gün önce de Türk büyükelçisine yaptığı gibi, haksız oldukları bir konumda haklılığını gösterebilmek için ortalığı bulandırma yolunu seçmekteler.
Dünyanın hiçbir ülkesi, İsrail Dışişleri Bakanlığı’nın Türk büyükelçisine yaptığı bir davranışı yapmaz. Bunun yolu, bir kişiyi “makama” çağırıp aşağılamak değildir. Bu, diplomatik olmadığı gibi, anlamlı da değildir ve tepki çeker. Dünyanın hiçbir ülkesi, kendi büyükelçilerine de bu tür bir davranışı sergileyebileceğinden korktuğu ülkeye güven duymaz.
Diplomasi farklı bir taktik ve davranış biçimidir.
Sokak kavgası kuralları asla bu alanda işlemez.
Ekonomiyle veya askeri tatbikatla da bu kurallarda istisna olacak bir alan yaratamazsınız.
Hal böyleyken, bir davranış bozukluğuna giren ve haklılığını ucuz ve kaba yöntemlerle kanıtlamaya çalışan bir ülkenin varlığı, artık “suikastların, Ergenekon torbasının, tek adam yönetimine gidişin, TSK’nın tek suçlu olduğunu göstermenin” hiçbir işe yaramadığını anladığı halde yine de elinden geldiğince “Kasımpaşalı” yöntemlerle savunmaya çalışan medya“sanatçılarımıza” bu yüzden çok benzemekte.
Bunlar sık sık “kozmik odadakiler açıklansın,” feryatlarına girerler mesela, o odada devletin yaptığı yasadişi işler olsa bile saklanmayacağını bizim de düşünebildiğimizi akıllarına getirmezler. Kendileri de bilmektedir, ama savunma argümanları kalmadığından, kabaca saldırıya geçerler.
Askerler darbe hazırlığında, sivil vatandaşlara suikast düzenleme çabasındalar vb... gibi zayıf, ama yıpratıcı argümanlarla saldırmaktan başka çareleri kalmamıştır. Eğer elinizde kuvvetli bir neden ve haklı bir savunma gerekçesi yoksa, yapılacak tek şey “çığırtkanlıktır”.Aslında İsrail hükümetinin yaptığı da tıpkı bu.
Eldeki belge ve bilgilerin zayıflığından gelen kuvvetli bir haykırış.
Ama sesini yükselterek tartışma kazanılamayacağını artık Melih Gökçek bile öğrendi.
Eh, bazen hükümetlerle kişiler davranış biçiminde çakışıyorlar, ama nedense bu çakışma hep olumsuz alanlarda gerçekleşiyor.
Ama asla Yahudilerle İsrail hükümetini birbirine karıştırmamak gerek, asla...
Öyle bir hata kişiyi, Gazze’yi yerle bir eden fosfor bombalarını atan irade ile Yahudileri karıştırmak yanlışına düşürür...
A. Mümtaz İdil
Odatv.com
13.01.2010 00:52

6 Ocak 2010 Çarşamba

AHMET ÜMİT NEDEN NOBEL ALMALIDIR?

Yoksul bir ülke olmanın bedelleri çok.
Ruanda’da insan hayatının sinek gibi haşareler kadar bile değeri olmadığı sanılıyor, ama organ bulunamadığı için ölümü bekleyen bir milyonlarca hasta da, yutkunarak bu ölümleri izliyor. Ölümlere değil de, boşuna ölmelerine üzülüyor.
Bu, istemeden de olsa, yaşamı organ nakline bağlı insanlar için aklından geçmek zorunda.
Bir de cebinde parası olduğu halde bir türlü organ bulamayanlar var. Yaşamayı yoksullara göre çok daha fazla hak ettiklerini(!) düşünen kesim yani.
Bunlar için organ bulamamak diye bir sorun yok. Yeter ki gözünü karartmasın.
Kişinin gözü önünde olmayan cinayetler, katliamlar, işkenceler içini burkar, ama daha fazlası da olmaz.
Bu yüzden de, cebinden çıkardığı desteleri, kendisine organ bulup da değiştirmesini istediği kişi veya kişilere uzatırken, bunun nasıl sağlanacağı konusunda hiç fikir yürütmemeyi tercih eder.
Nereden geldiği konusunda tahmin bile yürütmek istemez, bilir ama kondurmaz.
Peki ama, gencecik çocuklara, hayatlara kıyarak bu organları “cebi dolu”cambazlara taşıyanların durumu?
10-12 yaşlarındaki çocukları öldürmenin bir kolay yolu var mı acaba? Hani acı falan çektirmeden, şöyle tereyağından kıl çeker gibi...
Şöyle bir haberi okuyunca, “eh,” diyorsunuz, “yolu falan bile olmasa, bağırta bağırta da öldürse, bu mümkün...”
İzmit’te polisler bir çöp konteynerinde boğazı kesilmiş bir bebek bulup hastaneye yetiştirirler, ama bebek kurtarılamaz. Bebeğin doğum bileziğinden yola çıkan polis, evli bir kadına ulaşır. Kadın, “Gayrımeşru ilişkiden hamile kaldım. Korktuğum için kimseye anlatamadım. Hastaneye gidip doğurdum. Bakacak imkanım yoktu, kurtulmak istedim. (Vatan, 6.01)”Bu kadın, bir ana okulunda öğretmen.
Bu kadın, kendi çocuğunu öldürecek kadar “kendine dönük” bir yaratık.
Bu kadın, ölüp ölmediğine bile bakmadığı çocuğunu çöp konteynerine atacak ve arkasını dönüp gidecek kadar insanlıktan çıkmış.
Başkasının çocuğunu kıtır kıtır kesip de, organlarını satan biri bunun yanında “zemzem” suyuyla yıkanmış gibi durmuyor mu?
Kendi çocuğuna bunu yapabilen bir “annenin” yaşadığı toplumda...
Biraz zor bulursunuz Kayseri’de kaybolan üç çocuğu.
İçişlerimizin Bakanı Atalay, bütün hastane ve organ nakli yapan kuruluşlarda araştırma başlatmış...
TSK’nın “yatak odasında” faili meçhul cinayetlerin belgesini aramaya benziyor bu.
İşlediği cinayetleri fişleyerek arşive kaldıracak kadar salak bir örgüt olmayacağına göre, çaldığı organları resmi hastanelerde hayata geçirecek bir organ mafyası da bulmak aynı salaklık kategorisine giriyor.
Ama olur mu olur.
Bu ülkede öldürdüğü bebeğin doğum bileziğini üzerinde bırakan katil anneler, öldürdüğü kişinin cep telefonunu çalıp ilk fırsatta arkadaşını arayan tinerciler, el yazısıysa intihar notu yazıp elleri bağlı kurbanının başucuna bırakan eblehler, insan müsveddeleri...
Açıkçası, cinayeti bile “ağız tadıyla” işleyemeyen bu toplumda, cinayet romanları yazmanın güçlüğünü takdir ediyor, Nobel ödülünün dedikodularıyla bu ödülü alan Orhan Pamuk yerine Ahmet Ümit veya Osman Aysu’ya verilmesini öneriyorum.
Olmazı başarıyorlar çünkü.
Aptallıkların kol gezdiği ülkemden, zeka parıltıları çıkartıyorlar.
Demokrasiyi bürokrasiye çevirdiği için kimya ödülüne layık görülmesi gereken ülkemin “liberalleri” gibi.
Yakında Demokratik Kongo Cumhuriyeti gibi, Demokratik Türkiye Cumhuriyeti yazıverirler bir yerlere.
Demokrasi mi istediniz?
Buyurun...
Yazdık bile...
A. Mümtaz İdil
Odatv.com
06.01.2010 17:49

4 Ocak 2010 Pazartesi

SUÇLU YİNE MAKİNİST

Babam demiryolcu, kayınpederim demiryolcu, dedem demiryolcuydu...
Demiryollarının içinde büyüdüm yani.
8 yıl TCDD Ticaret Dairesi Başkanlığı’nda memur olarak çalıştım.
3412 Modelleri iyi keserim...
Küçük Hız, Büyük Hız, Mesajeri...
Demiryolu işçilerinin de memurlarının da müthiş bir meslek bağlılıkları var. Bunu hem içlerinde yaşadığım çalışma hayatından hem de ailemdeki demiryolculardan biliyorum.
Gecenin bir yarısında, kar altında yoluna devam edemeyen treni kurtarmaya “derezin” ile ceplerinde konyaklarıyla giden hareketçilerden tutun da, traversleri ve rayları döşerken güneş yanığından hastanelik olanlara kadar bir yığın insan tanıdım. Ama hepsi istinasız yaptığı işten memnun insanlardı.
Demiryolcu olmak bir ayrıcalıktı onlar için.
Beşiktaşlı, Fenerbahçeli olmak gibi. Takım tutar gibi.
Başka mesleklerle cetvel ölçüştürür gibi ölçüştürürlerdi yaptıkları işi.
Büyük de gurur duyarlardı.
Şimdilerde hala öyle mi bilmiyorum.
Ben genel müdürlüğün “asimile” edilmiş, meslek aşkı törpülenmiş, yozlaşmış yerlerinde memurluk yaptığım için, bu dayanışmayı yutkunarak izlerdim.
Ne zaman birine “mal” yetişecek, eğer tren ulaşıyorsa ulaştırılırdı. Tren ulaşmıyorsa, en yakın istasyona ulaştırılır, oradan ne gerekiyorsa yapılırdı.
Türkiye’nin ilk aydınlanma hareketlerinden birine de aracı olmuştu trenler. Geçtikleri yerlere gazete dağıtarak giderdi. Çocuklar, vagonların peşinden “gaste at, gaste at” diye koşarlardı. Gazetesi okumuş, kıvırıp koltuğun önüne sıkıştırmış olan “kentli” aydınımız da fırlatıverirdi gazetesini.
Böylelikle, günlük gazeteler yol üzerindeki köylere, kasabalara çoğu zaman dağıtım arabasından daha önce ulaşırdı.
Taşınmalar bir başka alem olurdu. Demiryolları genel müdürlüğü taşınacak ailelere vagon tahsis ederdi. Vagona tüm eşyalarını tıpkı geniş bir salona yerleştirir gibi yerleştiren aileler, vagon kapıları ardına kadar açık, çocuklar ayaklarını sallandıra sallandıra gideceği yere üç günde, beş günde varırdı. Ama herkes uykusunu da uyurdu, çayını da içerdi, yemeğini de yapardı.
Gaz ocaklarıyla yapardık tüm yemeklerimizi.
Üzerine ailenin büyüklerinden biri çay koyardı.
Sonra biz çocuklar ayaklarımızı vagon kenarından sallandıra sallandıra çayımızı içmeye çalışırdık.
Deliler gibi mutlu olurduk. Deliler gibi de gülerdik.
Demiryolculuk kocaman bir aileydi. Yolda mutlaka yolumuza çıkanlar, bize “kumanya” hazırlayanlar olurdu. Kimi birkaç istasyon sonrasına kadar bize eşlik de ederdi.
Tüm demiryolculara bağlı bulundukları işletme çerçevesinde trenle yolculuk bedavaydı çünkü. Bunun keyfini de çıkartırdı bizimkiler.
Başka işletmelerde olan illere gidilirken de “permi” kullanılırdı. Bu permilere para ödenmezdi ve ayrıcalığı olurdu. Permi sahibi olan aile büyüğünün elinde kendisine tahsis edilen kompartumanın anahtarı da olurdu. O artık size ait bir “beşyıldızlı otel” odası gibiydi. Her şey serbestti. Yastık savaşları dahil.
Böyle bir aileydi demiryolları.
Kimse uyduruk kazalar nedeniyle birbirini suçlamazdı.
Bir olay olduğunda önce Demiryolları yöneticileri elemanlarını korumak için ortaya çıkarlardı.
1952 yılında, Pozantı-Ulukışla arasında meydana gelen ve demiryolu tarihinin en büyük felaketlerinden biri sayılan kazada Ulukışla İstasyon Şefi babam, Pozantı Kısım Şefi de dedemmiş.
Ölümlü kaza sonucu, babam ve dedem açığa alınmış. 6 ay işletme maaş verememiş yasal olarak, ama tüm elemanlarına babamın ve dedemi duyurmuş ve koca TCDD ailesi, bir gün olsun aç, susuz ve umutsuz bırakmamış bizim aileyi.
Böyle kocaman bir aile olarak anlatırdı bizimkiler demiryolunu ve her tren kazasında babamı koltuğa bağlamak zorunda kalırdık: Baba sen artık emeklisin, diye.
Hala da tutamaz kendini.
Kayınpederim de öyle...
Alilelerinden bir parçadır her demiryolcu.
Şimdi makinistler suçlandıkça onlar da kahroluyorlar.
Demiryolları önce kendi elemanlarını savunurdu.
Şimdi önce onlara yüklüyor suçu.
Demiryollarında hata mı var? Suçlu belli: Makinistler.
Son kazada da ölen makinist suçlanacaktır. Ya da çarpan makinist ışığı görmemiş olacaktır.
Bu açıklamayı valilik, emniyet falan yapmıyor, TCDD Genel Müdürlüğü yapıyor.
Vali diyor ki, elektrik kesintisi varmış hızlandırılmış tren nedeniyle.
Genel Müdürlük diyor ki, “hayır, kazada teknik sorun yok, makinist hatası,”
Bir meslek grubu, cumhuriyetin tüm değerlerini, ahlak ve dayanışma da dahil, tüm değerlerini taşıyan bir kurum yok edildi, gitti.
Siz elemanınızı korumaz, kollamaz da, kendi sisteminize feda ederseniz o meslek grubu sizi daha ne kadar ayakta tutabilir ki?
Bir de gözden kaçan şu noktayı hatırlatmak gerek: Demiryolları yalnızca yolcu taşıyan trenlerden oluşmuyor.
Yalnızca yolcu taşıyan trenlerin kahrını çekmiyor yol, hareket, cer çalışanları...
Cumhuriyet döneminin en bilinçli “örgütü”dür TCDD çalışanları, makinistlerden başladılar...

A. Mümtaz İdil
Odatv.com
04.01.2010 16:34

3 Ocak 2010 Pazar

ALİ TATAR DA “YIRTMAK” İÇİN KENDİNİ ÖLDÜRDÜ!

İntihar bir zayıflık mıdır, yoksa güçlülük mü?
Çağdaş tıbbın bir bölümü bazı intihar vakalarını, saplantıya bağlı bir hastalık sonucu olarak görüyor.
Nitekim, bu tür insanları, yani yaşamına şu veya bu şekilde son vermeyi bir saplantı haline getirmiş “hastalar” ne kadar engellenmeye çalışılsalar da, amaçlarına bir şekilde ulaşıyor ve hayatlarına son veriyorlar.
Bunun tedavisi de yok gibi görünüyor.
Psikiyatri bilimi bu tür hastaları ancak bir süre “uyuşturarak” geciktiriyorlar, ama hasta kendine geldiği anda bir an önce kurtulmak istediği varlığından kurtulmayı başarıyor.
Bazı hastalıklarda bu “uzuv” şeklinde kendini gösteriyor. Sözgelimi hasta, bacağının kendine ait olmadığı saplantısına kapılıyor veya bir kolunu istemiyor ve onun kesilip alınmasını istiyor. Bu da bir çeşit saplantı ve tedavisinin de güç olduğu söyleniyor.
Bir anlık cinayet gibi, bir anlık karar sonucu intiharlar da var. Bunlar için geri dönüş olsa, belki de kalkışmayacakları varsayımları da üretiliyor, ama ne yazık ki bunu kanıtlama olanağı yok.
Ama intihar ettikten sonra, hakkında “aslında etmeyecekti, edecek gibi görünmüyordu, çevresinde hep neşeli ve hayat dolu bilinirdi,” gibi sözlerin anlamı kalmıyor. Çünkü, öleni geri getirip sorgulayamıyorsunuz.
Bu, intihar edenin dinsel arınma töreni veya çevresindekilere “zayıf bir kişi olmadığı” açıklaması için başvurulan “masum ve onurlu” yakıştırmalar.
Ancak, Yarbay Ali Tatar gibi intiharlarda iş değişiyor.Bu gibi intiharlar son zamanlarda, özellikle de asker kesimde artmaya başladı.
Askerlerde zaten intihar eğilimi olur, gibi bir genelleme yapılamayacağına göre, işte bir tuhaflık olduğu da kesin.
Üstelik, Ali Tatar’da olduğu gibi, ardından yapılan “dedikodular” hiç de “insan onuruna yakışır” türden dedikodular değil.
Ali Tatar’ın kendisini savunamayacağını bilen ve bunu da kendi “karanlık” amaçları için fırsat bilenler, yararlanmakta hiç sakınca görmüyorlar.
Oysa bir tabancanın çelik soğukluğunu alınlarında hissetmeye kalkışmayacak kadar da korkaktır böyleleri. İntiharla alay edercesine öleni suçlarlar, ama bunu yapabilmenin ne kadar büyük bir “yürek” gerektirdiğini kendilerine bile itiraf edemezler.
Ünlü Rus şairi Yesenin ile intiharından sonra yıllarca alay eden Mayakovski, sıranın kendisine geldiğini anladığında, fısıltıyla ancak “özür dileyemiştir” Yesenin’den ve itiraf etmek zorunda kalmıştır: “Ne kocaman yürekli bir adammışsın,”Böyle durumlarda intihar, artık dayanılamayacak bir yaşamın kapıya gelip dayanması şeklinde ortaya çıkıyor.
Azrail kapıyı çalıyor.
İntihar, aklı başında olan, yani hastalık şekline dönüşmemiş haliyle insanın kendi yaşamıyla oynaması demektir.
Kaç kişi bunu göze alabilir.
Her sıkıntıdan sonra insana göz kırpan balkonlar, köprüler, uyku hapları, silahla... Aklından geçirse bile insanların savunma güdülerini aşmaları gibi bir “iradeyi” kırmalarını gerektirir.
Kolay gibi görünüyor belki bir anlık hareketle yaşamı sona erdirmek, ama kolay olmadığı da ortada.
O zaman, ne gibi “dehşet” kişileri böylesine bir karara zorlar?
Bu, ölçülebilir bir duygu değil.
Ali Tatar’ı da hangi koşulların silahı beynine dayamaya zorladığını bilmek mümkün değil.
Ama yandaşların belirttiği gibi, “kurtulmak için hayatına son verdi,”yaklaşımı utancın da ötesinde bir dengesizliği sergiliyor, o başka.
Tarih, ön planda oldukları için olsa gerek, daha çok “sanatçı” intiharlarını yazar.
Cesare Pavase, Jack London, Elvis Presley, Jim Morrison, Stefan Zweig, Mayakovski, Yesenin, Virginia Wolf, Ernest Hemingway, Albert Camus, Jerzy Kosinski
Sylvia Plath, Van Gogh, Kurt Cobain, James Dean... Ve daha yüzlercesi...
Kimine göre bu insanlar yaşamdan artık zevk almadıkları için intihar etmiştir, kimilerine göre yaşamlarının dengesizliğinden, kimine göre umutsuzluktan vb.
Hangi nedenle olursa olsun, bir kişinin alışkanlık haline getirmeyen normal bir insanın kendini öldürmeye kalkması ve maalesef de bunu başarması asla bir korkaklıkla açıklanamaz.
İnsan için, hayatı söz konusu olduğunda, korkaklığın sözü edilebilebilir mi?
Yarbay Tatar’ın, yeniden hapishaneye dönmekten, oradaki koşulları kaldıramayacağından korkmasının sonucu intihar ettiğini düşünmek bizzat korku duygusunun kendisiyle çelişmiyor mu?
Bir hayat vardır kişiden alınabilecek en büyük alacak ve bunu vermeyi göze alan birinin, ölümden korkmayan birinin daha başka neyden korkacağı sorgulanmaz mı hiç?
Elbette ki ölümden daha korkunç olan şeyler var yaşam denilen bu komedi sanatının içinde. Yarbay Tatar ve onun gibi kötü bir şekilde yaşamına son vermek zorunda kalan ve sırlarıyla birlikte de bir daha dönmeyecek bir yolculuğa çıkanların yürekliliği karşısında “acze” düşenlerin mırıltılarıdır ancak: “Korktu, dayanamayacağını düşündü, tekrar hapishaneye dönmek onun için dayanılmazdı...”Bu mudur ölümden daha korkunç olan “argümanlar”?
Yoksa dayanılmaz bir haksızlığa uğrama duygusu da insanı kendi hayatından vazgeçmeye kadar götürür, bu isteği tetikler?
İntiharı küçümseyen, onuru için son savaşını veren böylesi insanları aşağılamaya kalkanlar acaba hayatlarında hiç ölümle burun buruna geldiler mi diye sormak gerek.
Diyelim ki geldiler...
Sizce ne yaptılar dersiniz?
Ölümü böylesine hafife almak, Penguen dergisine kapak olan Türkan Saylan ölümü gibidir ancak: Hapisten yırtmak için öldü...Bunlar, köprüye çıkıp da “atlarım ha, nişanlımı getirin, bana iş bulun,”şaklabanları değiller. Bunlar, onurlarını bir merminin ucuna asıp, gerisini size bırakan insanlar.
Telefonla sağa sola haber verip de ölüme yatmaz bunlar, bileklerini kesip yada avuçla hap içip hastaneyi de aramazlar... Ölmeye karar vermişlerdir ve bunu kendilerini bu yaşamda fazla gördükleri için değil, artık yaşamanın anlamı kalmadığını hissettikleri için yaparlar.
Böyle bir kumar, Vegas’ta kol çekmeye benzemez.
En azından bu cesarete saygı göstermek gerek.
Ardından “yırtmak için öldü,” dersiniz yine de utanmadan...
A. Mümtaz İdil
Odatv.com
03.01.2010 14:27