30 Temmuz 2013 Salı

Birileri aklımızla alay ediyor

Askerliğimi 1977-79 yılları arasında Nusaybin’de seyyar jandarma olarak yaptım. O sıralarda PKK henüz Türkiye’deki hedeflere saldırıya başlamamıştı. Bölgenin seyyar jandarma açısından en önemli aktivitesi kaçakçılıktı.
Türkiye’de yabancı sigara, yabancı tabak çanak, araba teybi, çakmak taşı, fotoğraf kağıdı vb. yoktu. Suriye’den Türkiye’ye geçen kaçakçılar bu gibi malzemeleri geçirirlerdi. En rağbet gören mal ise çaydı.
Karakollar sınıra yakın yerlerde bulunurdu. Bazıları İpek Yol’un gerisinde olabilirdi, ama genellikle İpek Yol’un Suriye tarafına konuşlandırılmıştı.
Kaçakçılığı önlemek için sınırın tamamında olmasa da Nusaybin’in müsait olan yerlerinde, örneğin Tilki Tepe veya Kemaliye karakollarının sınır çizgisinde 28 sıra dikenli tel bulunurdu.
Dikenli telin Türkiye tarafında iki ila üç metre eninde bir iz toprağı hazırlanırdı. İz toprağına bir kuş bile konsa ertesi gün saptanacak şekilde bakir bir toprak olarak tutulurdu.
Dikenli telin öteki tarafı ise mayınlı sahaydı ve kaçakçılar için belli geçiş noktaları vardı. Yıllardır geçiş yapan kaçakçılar bu yolları güvenli hale getirmişti, ama Türk tarafı da bu yolları iyi bildiğinden, güvenli yolun Türkiye tarafına rastlayan kısmına “pusu” adı verilen ve iki askerle korunan çukurlar açmıştı.
Bütün bunları geçmiş zaman kipiyle yazdım, zira şu anda nasıl bir tablo var, en ufak fikrim yok.
Gözetleme kuleleri gündüz geçişleri engellemek içindi. Kaçakçılar da asla gündüz geçmezlerdi. Onların geçiş saati ayın doğuşu veya batışı sırasında olurdu. Zifiri karanlıkta ay ışığının birden bire ortaya çıkması geçici körlük yarattığından kaçakçılar için ideal bir ortam yaratırdı.
Ölüm elbette olurdu, ama kaçakçılar sıkışmadıkça asla ateş etmezlerdi. Bizim taraf ise bir sigara ışığı gördüğü anda bir G3 şarjörünü anında boşaltırlardı.
GENELKURMAY NEYİ SAKLIYOR
Genel Kurmay Başkanlığı’nın dün bin, bugün ise 350’si atlı olmak üzere yaklaşık 2 bin 500 kişinin sınırdan geçtiğini, geçmeye çalıştığını açıklarken “kaçakçı” sıfatını kullanması tamamen yanlış.
Burada neyin saklanmak istediği yakında ortaya çıkacaktır umarım, ama kaçakçılık “mal” taşımayla ilgili bir eylem olduğu için, benim dönemimde olduğu gibi kaçakçılar kendi sayılarının birkaç katı eşek veya katır kullanırlar. Bunlara yükledikleri malları karşıya geçirmeleri halinde kaçakçılık eylemi gerçekleşmiş olur.
Bin ya da iki bin kişilik kaçakçı ekibi olmaz. Hele de bunların yanında karşıya geçirmeye çalıştıkları malları taşıyacak bir araç yoksa, mümkün değildir. Bu insanların kaçırdıkları malları cebinde taşımaları gerekir ki, bu da doğal olarak imkansızdır.
ONLAR KAÇAKÇI DEĞİL MİLİTANDIR
O halde bu geçişler nedir?
Elbette bir kısmı Suriye’nin Kamışlı kentinde sıkışıp kalan ve savaşın dehşetinden kaçmaya çalışan Suriye halkıdır.
Ama bir kısmı…
Diğer kısmı ise El Nusra, El Kaide, Taliban, ÖSO militanlarıdır. Bunun başka türlü olduğunu düşünmek saflık olur.
Türkiye daha fazla Suriyeli göçmen kabul edecek durumda değildir. Başlarda Esad rejiminden kaçtığı için sınırlarını Suriyeli mağdur vatandaşlara açarak “iyilik” yaptığını düşünen hükümet, bu geçişlerin Türkiye’yi rahatsız etmeye başlamasıyla birlikte ne yapacağını, nasıl engelleyeceğini kara kara düşünmeye başlamıştır. Yanlış dış politika sonucu hükümet, şimdi artık durdurmaya çalıştığı bu gruplara engel olamamaktadır. Dün iki bini aşkın kişinin Nusaybin sınırını zorlaması işin sadece başlangıcıdır. Esad güçleri Suriye’nin kuzeyine hakim olmaya başladıkça ve hatta burayı ÖSO yerine Kürtlere bırakmaya hazırlandıkça, geçişler artarak çoğalacaktır. Bunun en büyük sıkıntısı ve götürüsü, geçen grupların “iaşe ve ibadeleri”nden çok kalabalığın içerisindeki radikal militanlardır.
Türkiye, dün eski Dışişleri Bakanlarından Yaşar Yakış’ın da parmak bastığı gibi, Suriye açmazına girmiştir. Suriye politikasını yanlış yürütmüştür. Şimdi ise, yine Yakış’ın görüşüne göre, Suriye’ye bir şekilde “müdahale” etmesi halinde, bu ülkeden çıkış yoktur.
TSK MİLLETİ APTAL YERİNE KOYUYOR
TSK’nın ise, koskoca milleti aptal yerine koyarak, geçişlerin “kaçakçılık” olayı olduğunu ilan etmesi, artık Suriye sınırının tamamen açıldığının itirafıdır. Sınırda güvenlik kalmadığı gibi, geçişlerin böylesine kontrolsüz yapılması, oradaki otorite boşluğunu da ortaya çıkarmakta, böylelikle de tüm dünyanın gözünde Türkiye’nin zayıfladığı imajını yaymaktadır.
Türkiye Serv döneminin koşullarından daha ağır koşulları içeren bir anlaşmayı imzalamanın arifesindedir. Yine Türkiye, kendi topraklarını kontrol etmekten aciz duruma düşmüştür.
Türk medyası, haberlerini Başbakanlığın talimatları çerçevesinde verdiği için, bölgeden sağlıklı bilgi almanın imkanı yoktur. İki bini aşkın “kaçakçı”nın geçtiğine ilişkin haberler tüm medya tarafından kabul görüp de, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun bugün gerçekleştirdiği basın toplantısında tek bir gazetecinin bile bu sınır ihlaliyle ilgili soru sormaması sınır geçişleri konusunda hükümetin hiçbir önlem almadığı, almayacağı gerçeğini önümüze koymaktadır.
Türkiye giderek daha karanlık ve belirsiz bir şekilde Ortadoğu batağına çekilmekte, sürekli çizdiği kırmızı çizgileri de silmek zorunda kalmaktadır.
Sonunun hiç iyi olmayacağını söylemek için de kahin olmaya gerek yok.

Mümtaz İdil
Odatv.com

30.07.2013 15:48

29 Temmuz 2013 Pazartesi

AKP cadı avını kimden öğrendi

Başkan: “Adınız?”
Stander: “Lionel Stander.”
Başkan: “Biz şunu öğrenmek istiyoruz…”
Stander: “Neyi öğrenmek istiyorsunuz?”
Başkan: “Sizden bilgi almak…”
Stander: “Vereyim.. İstediğiniz bilgileri vereyim. Kimlerin yıkıcı çalışmalarda bulunduğunu söyleyeyim. Birtakım fanatikler var. Amerikan Anayasasını hiçe sayıyorlar. Sanatçıları özgürlüklerinden ediyorlar. Yasa tanımıyorlar. Adlarını vereyim mi? Hepsi ırkçı. Zencilerden tiksiniyorlar. Bu herifler…”
Başkan: “Komitemize kimse hakaret edemez.”
Stander: “Hakaret mi? Ben bildiğim yıkıcı çalışmaları anlatıyorum.”
Clardy: “Komünist Parti’ye hiç üye oldunuz mu?”
Stander: “Bakın, bir sürü tanık dinlediniz. Hepsi başlarını döve döve ‘Ah, ben bir zamanlar komünisttim, ama ne yaptığımı bilmiyordum, pişman oldum,’ diye sızlandılar. Beni o muhbirlerle, o aşağılık herflerle, o psikopatlarla bir tutmayın.”
Başkan: “Soruyu cevaplandırmayacak mısınız?”
Stander: “Anayasanın bana verdiği hakkı kullanacağım… ve cevaplandırmayacağım. Kara listeler düzenleyerek, yıkıcı çalışmalarda bulunan, sanata sansür koymaya çalışan fanatiklere yardımcı oluyorsunuz. Ben düşünce özgürlüğüne inanırım. Anayasaya inanırım. Anayasa sorularınıza cevap vermem için zorlamıyor beni.”
Tavenner: “Başka bir şey sormak…”
Stander: “Hiç zahmet etmeyin, cevap vermeyeceğim.” (1)
1917 Sovyet Devrimi gerçekleştiğinde tüm dünyada yarattığı domino etkisini en çok da ABD üzerinde gösterdi. ABD’yi bir “komünizm” korkusu sardı. Bu korku öyle üst düzeylere çıktı ki, 1919 yılında Başsavcı Mitchell Palmer önderliğinde bir “solcu avı” başlatıldı. Ulusal bir korku tüm ülkeye şırınga edildi, herkesin “komünist” olabileceği konusunda bir izlenim yaratıldı.
1919 yılında bu biraz makul görülebilirdi, zira Sovyet Devrimi çok yeni gerçekleşmişti ve ABD de kapitalizmin beşiği olarak bu dalgadan kendini korumak istiyordu.
Ama iş ekonominin batma noktasına gelen 1929-30 kriz dönemine rastladığında iş ciddileşti. Gerçekten ekonomisi tam bir batağa saplanan ABD, ülkedeki hareketlenmeleri bastırabilmek için işi daha sıkı tutmaya karar verdi. Bir yandan ekonomik kriz ile uğraşırken bir de toplumsal başkaldırılarla uğraşacak hali yoktu ABD’nin.
1930 yılında Temsilciler Meclisi’ne bağlı ilk komite kuruldu. Hamilton Fish başkanlığında kurulan bu komiteye de başkanın adı verildi: Hamilton Fish Komitesi. Komite, “ABD sınırları içinde yalnızca komünistlerin peşinde olduğunu” açıkladı. Bu arada Temsilciler Meclisi üyelerinden Samuel Dickstein, asıl tehlikenin Nasyonal Sosyalizm olduğunu öne sürerek, bir komite de Nazizim ile mücadele için kurulması gerektiğini savundu, ama kimse yüz vermedi.
Komite, “Yaşam, Sovyet Rusya ile bir savaştır” sloganını yaymaya başladı. Bu slogan elbette tek başına yeterli değildi. Hemen ardından, Sovyetler Birliği’nin ABD’yi ele geçirmek için geniş bir casusluk şebekesi kurduğu korkusu yaygılaştırıldı. Ülke içinde komünizme sempati duyan herkesin aynı zamanda Sovyet ajanı olduğu iddiası ortaya atıldı ve düğmeye basıldı.
İkinci Dünya Savaşı’nın araya girmesiyle bu cadı avı hızını kesti. Zira ABD, can düşmanı olarak da görse, savaş sırasında Sovyetler Birliği ile işbirliğine girmek zorunda kaldı. Hitler’e karşı her iki devlet de müttefik olarak savaştılar.
Mac Arthur savaşın bitiminden hemen sonra, yani 1945 yılında Rusların Nazilerden daha büyük bir tehlike olduğunu öne sürdü. Avrupa’da savaş bittiği halde, Amerika ve Rusya’nın birbirine düşmesi, ABD’nin Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombası atmasına yol açtı ve iki yüz binden fazla insan anında öldü.
Savaş sonrası Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi diye bir komite kuruldu ve ülkedeki sanatçılar, sinema oyuncuları, gazeteciler, kültür adamları, aydınlar, sendikalar hakkında geniş çapta bir soruşturma başlatıldı. Bu soruşturmalarda hiçbir delile dayalı olmadan suçlananlar işsiz kaldılar, hapse atıldılar ve yoksulluk çekmeye mahkum edilerek itibarsızlaştırıldılar, ötekileştirildiler.
Onurlu aydınlar, Anayasa’nın kendilerine verdiği hakka dayanarak tanıklık etmemekte direndiler ve bunun sonucunda “Komiteyi aşağılamak”suçundan hapse atıldılar.
Bu arada soruşturmayı yürütenlerin başında, daha sonradan ABD Başkanı olan Richard Nixon, soruşturanların arasında da yine daha sonra ABD Başkanı olan Ronald Regan vardı.
Tam bu sırada olaya Senatör McCharty el attı. İşi daha ileri boyutlara götürerek, komünistlerin devlet dairelerine bile sızdığını öne sürerek yeni bir “cadı avı" başlattı. Rosenbergler işte bu “cadı avı” sonucunda elektrikli sandalyede idam edildiler.
Türkiye’de bir ihbar telefonu ve ardından Mehmet Baransu tarafından savcılığa teslim edilen bir bavul belgenin teslimiyle düğmeye basıldı ve McCharty dönemine benzer bir cadı avı başlatıldı. McCharty dönemine benziyordu, çünkü tıpkı o dönemde mahkemelerde alınan ifadelerde olduğu gibi, savcılığın elinde somut deliller bulunmuyordu. Bu sorgulama daha çok sanatçıların birbirini ihbar etmeye zorlanması üzerine kuruluydu.
Komite’yi terleten isimler de vardı. Eisler kardeşlerden Gerthart Eisler 25 Ocak 1947 tarihinde çıkarıldığı mahkemeye açıkça kafa tutuyor ve açıkça mahkmeye kafa tutuyor, yemin etmiyor ve sonuçta Washington cezaevine oradan da Ellis adasına götürülüyordu.
Lilian Hellman, Paul Robeson gibi onurlu sanatçılar, Komite’ye karşı dik durdular ve hiç taviz vermediler. Onların mahkeme tutanakları dünyada sanatçıların onuru olarak tarihe geçti. Ama mahkemeye çıkan sanatçıların çoğu bir başkasını ihbar ederek ve kendilerinin komünizmden nefret ettiğini söyleyerek “af diledi”, bağışlandı.
Gelelim bizim dünyamıza: Fazıl Say gibi bazı sanatçılar için soruşturmalar açıldı, kimileri için devam ediyor belki, ama bizdeki sanatçıların çoğu Başbakan’a ve onun McCharty benzeri mahkemelerine biat etti, muhbir vatandaşlar türedi, gizli tanıklarla insanların hayatıyla oynandı. Sanatçılarımızdan tık çıkmadı.
Mehmet Ali Alabora hakkında “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne karşı silahlı isyan” suçunu işlediği gerekçesiyle soruşturma yürütülmesi ve hakkında 20 yıl hapis talebiyle dava açılması geldiğimiz son nokta.
Hedefi bizzat Başbakan gösterdi, savcılık ve mahkeme bunu yerine getirmek için kolları sıvadı.
Birçok insanın gözünde M.Ali Alabora olayı bir Lionel Stander, Paul Robeson, Lillian Helman vakasıdır ve onurlu duruşu ile yüreklerde yerini almıştır.
Ronald Regan, Robert Taylor, Gary Cooper, Edward G.Robinson, Elia Kazan gibi dünyaca ünlü oyuncu ve yönetmenler ise bizdeki Yılmaz Erdoğan, Hülya Koçyiğit, Lale Mansur, Orhan Gencebay, Adalet Ağaoğlu gibi hareket etmiş ve ABD hükümetine payandalık yapmışlar.
Tarık Akan, Rutkay Aziz gibi dik duran sanatçıların da önüne geçen Mehmet Ali Alabora’yı büyük bir olasılıkla, tıpkı ABD’deki McCharty döneminde olduğu gibi “arkadaşı” olan diğer “yetmez ama evetçi”lerin ifadeleriyle yargılayacaklar.
Onların seve seve tanıklık edeceğinden ise hiç kuşkum yok. Hiçbiri Lillian Helman gibi, “Beni başkaları hakkında konuşturamazsınız, kendi düşüncelerim dışında kimseyle ilgili tek söz etmem,” demeyecektir. Hiçbiri mahkemeye çağrıldığında Paul Robeson gibi savcı Arens’e, “Bir dakika. Ben de sizin kim olduğunuzu sorabilir miyim” diye sormayacaktır. “Göreviniz,” demeyecektir.
Tarih dik duruşlu sanatçıları “şöhretinden” ve “özgürlüğünden” etmiş de olabilir, ama isimlerini şöhret basamaklarının yaldızlı parıltısında tırmananlar gibi çöplüğe atmamıştır.
Bizde de aynısı olacak elbette.
Göreceğiz.

Mümtaz İdil
Odatv.com

(1) Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi Tutanakları, İhanet Yılları, Çev. Ülkü Tamer, Kavram Yayınları-5, Birinci basım: 1975

29.07.2013 10:13

28 Temmuz 2013 Pazar

İspanya İç savaşı ile Gezi direnişinin ne ilişki var

26 Nisan 1937’de Franko faşizminin İspanya’yı inlettiği sıralarda Bask bölgesindeki Guernica kenti tarihi bir trajedi yaşadı.
Almanlara ve İtalyanlara ait uçaklar, Guernica kentini bombaladı ve 250 kadar sivilin ölmesine kentin de yerle bir olmasına neden oldu. Saldırının acımasızlığı yanında, Avrupa tarihinde sivillere yönelik ilk büyük hava saldırısı olarak tarihe geçti.
Birçok insan da sığınaklara kaçarak hayatta kalabildi. Henüz 2. Dünya Savaşı başlamamış olduğundan, savaşın ilk ayak sesleri olarak nitelendi. Avrupa’yı korkuya boğdu, korkunun egemen olduğu bir “imparatorluk”haline gelmesini sağladı.
Avrupa tedirgindi, zira Guernica’da sivil halka saldıran faşist Alman ve İtalyan güçleri ilk “provalarını” Guernica üzerinde yapmışlardı ve Avrupa halkı bunun tüm kıtaya yayılmasından korkuyordu.
Şehir bombardıman sonrası tanınmayacak hale gelmişti. Pablo Picasso, dehşetin resmini yapmaya koyuldu ve akıllara kazınan dünyanın en önemli tablolarından birini yarattı.
Guernica, Pablo Picasso’nun tablosunda da yansıttığı gibi büyük bir hüzün abidesi olarak anıldı hep, ancak neden bombalandığı konusu yeterince araştırılmadı. Guernica’nın, Franko karşıtı cumhuriyetçilerin geri çekilme yolu üzerinde olması dışında fazla bir özelliği yoktu. Kent cumhuriyetçilerin elinde sayılırdı, ama hiçbir çatışmaya girmemişti. Bu nedenle de kendilerini savunmak için, özellikle de hava saldırısına karşı koymak için silahları yoktu.
Kente saldırının İspanyollar tarafından verilmesi de daha sonraları çok tartışıldı. Guernica cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu bir kent olmasına rağmen, stratejik açıdan vazgeçilmez bir nokta da değildi, cumhuriyetçilerin sayısı da tehlikeli boyutlarda sayılmazdı. Tüm kentin nüfusunun o sıralarda beş bin kadar olduğu sanılıyor. Ama bu kentin neden bombalandığı bugün bile kocaman bir soru işaretidir. Bazı akıl yürütmeler yapılmıştır. Mesela milliyetçilerin bölgeyi tamamen ele geçirmelerini sağlamak amacıyla olduğu öne sürülmüştür. Bir diğeri de yukarıda belirttiğim gibi, cumhuriyetçilerin kaçış yolunu kapatmak için bombalandığı söylenir.
Kent beş kez bombalandı. Oysa kenti bombalama emri verilmemişti. Önemli olan, cumhuriyetçilerin kaçabileceği geri plandaki köprüler ve yolların bombalanması istenmişti. İlk bombalamalar sırasında kent çok büyük hasar görmemişti, ama ardından gelen dördüncü ve beşinci akınlarda hasar biraz daha arttı. Ama henüz asıl saldırı gerçekleştirilmemişti.
Aynı gün öğleden sonra Alman uçaklarının yaptığı saldırı sonucunda sivil kayıplar oldu. Kent bombalanıyordu, ama kent halkı neden bombalandığını bir türlü çözemiyordu.
Keyfi gaz sıkmaya benziyordu bu. Ortada bir saldırı bir tehdit olmadığı halde polisin duran veya yürüyen kitlelerin üzerine nedensiz olarak gaz sıkması gibiydi. Plastik mermiler ise Alman uçaklarıydı.
Türkiye’nin her yeri bir Guernica olmuştu bir ayı aşkın süre. Taksim ve Ankara’nın Kuğulu Park’ı başı çekiyordu. Gün geçmiyordu ki, parklarda toplanan insanların üzerine tazyikli su, biber veya portakal gazı ya da plastik mermi sıkılmasın.
Pablo Picasso, Guernica’nın harebeye dönen halini, kaçışan insanları, ölenleri tablosuna yansıttı ve ölümsüzleştirdi.
Adını öğrenemediğimiz, aşağıdaki fotoğrafı çeken kişi de Guernica İstanbul’u ölümsüzleştirdi. Picasso olsaydı nasıl bir tablo çizerdi, bilinmez ama fotoğraf bile insanın tüylerini diken diken ediyor.
İyi bakın resme: Orada kaçmaya çalışan insanlar birbirlerini ezebilirdi de. Orada ürken insanlar geri dönüp çatışmaya da başlayabilirlerdi. Zira üzerlerine neden su sıkıldığını, neden gaz atıldığını bir türlü anlayamıyorlardı. Yapılan protesto yürüyüşüydü. Demokratik bir ülkede normal karşılanması gereken bir karşı duruştu. Şiddet yoktu. Ama şiddetle karşılık veriliyordu.
Elbette insanlar şaşkındı ve elbette Picasso olsa bir Guernica daha çizerdi bu masum halkın hoyratça itilip kalkınmasını en çarpıcı biçimde çizerdi.
Ama bu fotoğraf da yeter. Tarihe Guernica İstanbul olarak geçecektir. Benzer bir yığın şiddet fotoğrafıyla birlikte.
Başbakan Erdoğan hala Türkiye’deki şiddeti eleştirenlere, “Mısır’ı neden görmüyorsunuz, orada ölenlere niye ses çıkarmıyorsunuz,” diye bağırıyor.
İyi ama bizde “ileri demokrasi” var, onlar ise darbe rejiminde. Hiç elmayla armut toplanır mı?
Neyse, kim bu kareyi yakaladıysa eline sağlık demekten başka söz kalmıyor geriye.
A.Mümtaz İdil
Odatv.com

28.07.2013 03:04

20 Temmuz 2013 Cumartesi

İhsan Eliaçık: İnekleri sevmek Hinduluksa ben de Hinduyum

Gün geçmiyor Türkiye’nin bir ya da birkaç parkında “Gezi” ruhu yaratılmasın.
Toplumun sokaklara dökülmesinden sonda “duran adam” ile sükse yapan ama gerçekten de durma eğilimine giren Gezi hareketi, yeniden ve bu kez çok daha bilinçli ve örgütlü biçimde canlandı.
Örgütlenmesi öyle siyasi değil, ancak hemen her parkta, her gün forumlar düzenleniyor, konuşmacılar katılıyor, siyasi görüşler bildiriliyor ve sloganlar atılıyor.
Dün Kuğulu Park’ta Ethem Sarısülük’ün ağabeyinin, İlhan Cihaner’in ve İhsan Eliaçık’ın konuşmaları vardı. Daha sonra da platforma katılan kalabalıktan söz almak isteyenler konuştu.
Konu daha çok Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ve onun son dönemde yaptığı konuşmalar çerçevesinde döndü. En çarpıcı olanı ise İhsan Eliaçık söyledi: “Başbakan, Hz.Ali’yi sevmek eğer Alevilikse, ben dört dörtlük Aleviyim diyor, ben de inekleri sevmek Hinduluksa ben de dört dörtlük Hindu’yum.
Kuğulu Park ve Güven Park Ankara’da direnişin merkezleri oldu artık. Buna mahalle arasındaki ufak parklar da dahil oldu. Örneğin bu akşam (20 Temmuz) saat 18.00’de Ankara Hoşdere Caddesi’ndeki Ahmet Tunç Parkı’nda “Bu daha başlangıç mücadeleye devam” forumu gerçekleştirilecek.
Benim asıl değinmek istediğim ise, Şimşek Sokak’ta, evimin iki yanındaki “İkizler Eren Onur Demircan Parkı”nda gerçekleştirilen “Mahalleli Buluşması” forumuydu.
Formu, Remzi Oğuz Arık Mahallesi Muhtarı Süleyman Demircan düzenledi. Süleyman bey, yıllardır bu mahallenin muhtarlığını başarıyla sürdürüyor, çalışıyor, boş durmuyor ve yeni yeni girişimlerde bulunuyor.
Şimşek Sokak’ın refrüj bölümünde 1 km.’den uzun yürüme yolu yapılması onun çabaları sayesinde gerçekleşti.
İşin buraya kadarı bir açıklama; asıl önemli olan nokta, parka isimlerini veren çocuklar: Eren ve Onur…
Onlar Süleyman-Necla çiftinin sevgili çocuklarıydı. Yaklaşık 4 yıl önce bindikleri motorsiklete bir otomobilin kırmızı ışıkta çarpması sonucu hayatlarının baharında, daha bıyıkları bile terlememiş iki genç olarak hayata veda ettiler.
Bu büyük acıyı bu satırlara yansıtmanın elbette olanağı yok. Baba da, anne de kendilerini işlerine vererek ve kalan tek evlatlarının üzerine titreyerek yaşama sarılmaya çalıştılar.
Parka Çankaya Belediyesi ikizlerin adını verdi: Eren Onur Demircan…
Süleyman-Necla çifti, siyasi bir hareketin mutlaka muhtarlıkladan başlamasına yürekten inanmış iki devrimci.
Önceki gece onlar da bu forum rüzgarına katıldılar. Üstelik her hafta bunu düzenli hale getirmye çalışıyorlar. Dağıttıkları broşürde mahalle sorunları formu gibi bir yaklaşım görünse de, asıl merkez elbette siyasetti. Mahalleli Buluşması etkinliğine Nazım Hikmet Kültür Merkezi de destek verdi.
Önce Abis müzik grubu, ardından Tuncay Çelen, Coşkun Gök ve Ayşegül Oruçkaptan mikrofona geçti.
Sorunlar konuşuldu, türküler söylendi ve çay-kahve servisi yapıldı.
Eminim mi, Türkiye’nin dört bir yanında bu şekilde “Gezi Parkı” etkinlikleri oluyordu ve ben de sırada bunlardan birindeydim. Coşkulu bir kalabalık, sıkıntılı havayı dağıtmaya çalışan neşeli deyişler, ama kararlı bir siyasi bilinç…
Şurası kesin: Eğer meşru yollardan siyasi bir kazanım elde edilmek ve 11 yıldır tedrici olarak artan AKP zulmünü insanlara anlatmak gerekiyorsa, bu tür platformların sayısız yararı var. Sokaklara döküldüğünde gaz bombaları, sis bombaları, jop ve tazyikli suyla burun buruna gelen çoğu genç insanların, bu forumlarda söz alıp düşüncelerini dile getirmeleri büyük yarar sağlayacak. Herhalde hükümetin polisi her parkı gaz bombasıyla dağıtacak değil.
Siyasi bilinç de, bunun yöntemleri de her gün hızla değişiyor ve iktidar bununla nasıl savaşacağını bir türlü beceremiyor. Faiz lobisi, dış güçler, din düşmanları gibi argümanlar öne sürüyor, ama artık kimse amiyane tabiriyle yemiyor!
Yukarıdaki Süleyman-Necla örneğini özellikle yazdım. Artık dağlarda tek tek ateşler yanmaya başladı Nazım Hikmet’in deyimiyle ve bunları söndürmek imkansız. İş mahallelere yayılmış, oradan semt parklarına, oradan kent parklarına yayılmış durumda. TOMA’lardaki suların oralara ulaşması artık söz konusu bile olamaz.
Süleyman Demircan halkı: Örgütlenme mahallelerden başlamalı.
Muhalefet duyarsa gelecek…
Parklarda çekirdek çitlenip, öteki mahallenin dedikodusu yapılmıyor; resmen siyaset üretiliyor ve bunlar tartışılıyor.
Gördüm ki korkuyu silip süpürmüş bütün mahalleliler, yetiştirdikleri gençlerden utandıklarından olsa gerek oradaydılar.
Mümtaz İdil
Odatv.com

20.07.2013 12:10

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Müslüman ciğeri yiyerek oruç açanlar var

Toplumsal ilgi açısından din özel ve genel olarak ikiye ayrılabilir. Bunlardan biri kişinin kendine ait olan dinidir diğeri de toplumun kabul ettiği dindi. İkisinin birbirine karıştğı olduğu kadar, birbiriyle hiç uyuşmadığı durumlar da sözkonusudur. Ama bir Aydınlanma Çağı düşünürleri ikisinin bir birine girift biçimde karışmasına rağmen böyle bir genel ayırımın da mümkün olabileceğini söylüyorlar.
Kişinin kendisine ait olan dinin toplumsal kabul olan dinden ayrılışı kilisesi, camisi, tapınağı, mihrabı olmayan, ritüel törenlere yüz vermeyen, gösterişsiz ve içsel bir inanıştır. Ahlakın tüm kurallarna uyan, tanrıya ianmayı gerektiren bireysel inanış biçimi (kişinin kendine ait olan dini) Kutsal Kitaplar’ın hepsinde “dindarlık” olarak ele alınmıştır ve bütün ahlak kurallarını tanrısal hukuka dayandırır. Bu kişiler tapınaklarına da giderler, dini vecibelerini de yerine getirirler veya hepsinden vazgeçerek kendileri ile tanrı arasına bir iletişim ağı kurarlar.
Toplumsal dayatmayı merkez alan dinin bireyleri için ise daha çok toplumsal bir ritüeldir ve burada belli kurallar mevcut iktidarlar tarafından konur ve uyulması için de sokak, mahalle ve kentsel baskılarla denetlenir ve zorlanır.
Bunun doğal üyelerine ve müritlerine de “dinci” denir. Çünkü artık din bir“ahlak” öğretisinden çıkma ve çıkarlar manzumesi haline gelme tehlikesini barındırır. Jean-Jacques Rousseau böyle bir din şemsiyesi altıda yaşayan toplumların, kendisinden olmayan tüm unsurları yabancı, kafir ve barbar olarak görme eğiliminde olduklarını söyler.
DİNCİLER KENDİNDEN OLMAYAN DÜŞÜNCELERE HAK TANIMAZ
Bu bağlamda “dinciler” kendilerine yakın olmayan her düşünce biçimi için hak tanımaz, eğitmeye çalışmaz ve kendinden uzak tutmaya çalışır.
Daha dogmatik ve radikal ortamlara geçildiğinde de onları yok etme eğilimine girer.
İlkel toplumların totemlere ve putlara bağlı yaşadığı din bunlar için iyi bir örnektir. Böyle toplumlarda dinler kendi hukukları çerçevesinde düzgün bir dinsel yaşam sürdürebildikleri gibi, alabildiğine vahşileşebilmektedirler.
Bunun mantığı ise, kendisine emredilen ve yapmakla zorunlu olduğu dinsel öğretilerin hiçbir medeni hukuk ve diğer inanışlara saygı duymamasından kaynaklanmaktadır.
Ve tarih bütün toplumlarda “dinciliği” vahşi kapıtalist bir yaşamın kıyılarına getirip bırakmış ve insanlarla inançları arasına kurallar koymuştur.
Batı dinlerinde doğan ruhban sınıf ise üçüncü bir dinsel yaşam biçimi yaratmıştır. Bu din için yine Rousseau “tuhaf” kelimesini kullanır. Dostoyevski bu temayı Karamazov kardeşlerde tüm ayrıntılarına kadar inceler. Kilise artık insan sevgisi için tanrıya ihanet etmektedir. Yine kilise, İsa’da artık ruhsal olarak değil, ama toplumsal düzeni korumak için yararlanmaktadır. Kilise, Dostoyevski’ye göre artık “Hristiyan Komünizmini” kurmaya çalışmaktadır.
Oysa Dostoyevski’nin en büyük yanılgılarndan biri de budur. Bütün tek tanrılı dinlerin sonunda gelip kendilerini kıyılarına bırakacağı yer “dinsel kapitalizm”dir. Nitekim dünyanın en büyük mal varlığına sahip Vatikan, yani Katolikler’in merkezi, tüm dünyadaki para akışını kendi üzerinden yönetmeye soyunmuştur.
Müslümanlık da artık kendine bir “ruhban sınıf” oluşturma yoluna girmiş ve sermayeyi elinde tutanların “hurafeleriyle” kimi zaman komikliğe varacak şekilde “cennetten arsa” vaadetmeye başlamıştır.
DİNDAR İLE DİNCİ
İşte dindar ile dinci arasındaki gözle görünmeyen, ama bir satranç tahtasındaki gizli potansiyel kadar güçlü bir görünmez ayrışmaya girmiştir.
Hıristiyanlık’ta bu günah çıkarma, tutucu metinleri ezberletme, rahiplerin cennet vaadleriyle tam olarak örtüşmektedir ki, Aydınlanma Çağı’nın hemen tüm yazar ve düşünürleri bunun farkına varmış ve tehlikeyi göstermeye çalışmışlardır.
Aşırı bir dindar olan Dostoyevski bile “şeytanın” bu yol göstermesine karşıdır ve Kilise’nin süslü resimler, çanlar, günlük yakarmalar, heykeller gibi birçok temalarla kitleleri büyülemek büyük bir ustalıkla tüm duygulara ve yöntemlere başvurur. Bu da tanrıyı insanın ruhsal dünyasında eksiltmekle eşdeğerdir.
Kilise, İsa’nın yaptıklarını sık sık ön plana çıkararak ve överek İsa’yı yadsıma yolunu seçer. Artık peygamberler tıpkı totemler gibi bir “ruhban” sınıfının elinde değersizleştirilme yoluna girmiştir. Ticari meta haline dönüşür. İsa, Meryem, havariler vb, sanatsal eserlere konu edilerek sıradan bir mal gibi satışa sunulur.
Hz. Muhammet’in büyük bir zekayla bunu görmesi ve dinin ticarileşmesini önlemek için yaptığı “tasvir” yasağı temelini İsa’nın ticarileşmesinden kaçınmaya dayandırmasıdır.
Sadece o da değil. Gerçek anlamda Müslümanlık’ta, Musa’nın Kızıldeniz’i kılıcıyla bölmesi ya da ne bileyim İsa’nın durgun suyun üzerinde koşarak uzaklaşması gibi “mucizelere” de yer yoktur.
Mucizeler tanrıyı küçültürken, peygamberlerin ve ona bağlı olarak onun öğretilerini yaymakla görevli misyonerlerin tanrıdan da güçlü olduğu algısının yaygınlaşmasına neden olmuştur. Dünyayı değiştirebilecek bir güç ise eğer Kiliseler, Tapınaklar, Mihraplar, o halde tanrının yer yüzündeki görevi bitmiştir ve “O” hesaplaşma günü denilen kıyamet gününe kadar her şeyi yeryüzündeki temsilcilerine bırakmıştır.
Bu da dünya üzerindeki din adına yapılan haksızlıkları, haksız kazançları, sömürgeleri, acımasızlıkları ve “tanrı adına öldürmeleri” haklı çıkarmak için kapıları sonuna kadar açmıştır: “Bu dünyada yapılan kötülükler, ahirette cezasız kalmayacaktır.”
TANRI ADINA İNSAN CİĞERİ YİYEREK ORUÇ AÇMAK
Bu düstur, dindar bir insanın dinci kısvesine bürünmesine ve tanrı adına kendinde cinayet bile işleyebilecek kadar beynini yitirmesine neden olmuştur.
Nitekim Avrupa’da yaşanan 30 yıl savaşları gibi, şimdi de Ortadoğu’da yüz yıl savaşları başlamıştır ve Müslümanlar çoğunlukla bir başka Müslüman’ın ciğerini yiyerek orucunu açmayı bile tanrı adına yapmaktadırlar.
İşte bu yüzden Madımak’ta aydınlarımızı öldüren zihniyet, kendi kızlarına bile tecavüz eden örümcek kafalılık, karısı ve kızı rüyasında soyundukları için gece onları boğazlayan, cenetten arsa satan, cami yaptıracağım diye insanları dolandıran dincilerin hızla artmasının temelinde bu zayıf geçiş yatmaktadır.
İktidarı elinde bulunduran güçler ise tanrı ve ahlak kavramlarını tamamen bir kenara bırakarak, özellikle Müslüman ülkelerde tüm güçlerini Allah’ın ve Hz. Muhammet’in itibarsızlaştırması ve onun yerine kendi güçlerini koymaya çalışmanın savaşını vermektedirler.
Ama siyasi İslam bitmiştir artık ve bunun onlar da farkındadır.
Telaş ve acımasızlık bu yüzden daha da artmıştır.

Mümtaz İdil
Odatv.com

17.07.2013 15:40