27 Nisan 2010 Salı

İÇ SAVAŞ PROVALARI BUNLAR

Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK)’in dün açıkladığı verilerde, Türkiye’deki ekonomik gelişmeler konusunda şaşırtıcı veriler sunarken, en şaşırtıcı olanın gözden kaçmadığını umuyorum.
TUİK’e göre ekonominin durumundan halk pek şikayetçi değil, gelecek için beklentisinde de fazla bir değişiklik yok. Mutsuz olanların sayısı mutlu olanlarla eşit vb...
Ama dedim ya, en şaşırtıcı olanı, şimdiki duruma ilişkin de, geleceğe ilişkin de yaklaşık yüzde yirmi oranında bir kitlenin “fikrinin olmaması”...
Bu mümkün mü?
Bilimsel araştırmalar yapması gereken ve yaptığı düşünülen, istatistik gibi bilimsel bir yöntem kullanan TUİK’ten gelen raporlarda durum böyle: Hiç fikri olmayanlar yüzde 19,..
Grönland adasındaki buzların erimesi halinde, dünyadaki denizlerin yedi metre yükselmesinin, dünyanın ekolojik dengesini nasıl değiştireceğine ilişkin bir soru sorsaydı TUİK, o zaman bile herhalde yüzde 20’ye yaklaşan, “fikrim yok” yanıtı almazdı.
Ne de olsa insanlar, denizlerin yedi metre yükselmesiyle, Anamur dolayındaki denize kuş bakışı yazlığının, on sene sonra sahilde olacağını, en azından denize daha yakın olacağını düşünerek de olsa bir fikir üretirdi.
Ama, insaf! Evine her gün ekmek götürmek zorunda olan birinin, Türkiye’nin şu anda bulunduğu ekonomik durumuyla ve geleceğe yönelik beklentileriyle ilgili sorulan bir soruya “fikrim yok” deme olasılığı nedir?
TUİK’e göre yüzde yirmi...
Bana göre sıfır.
Ben TUİK’ten daha “bilimsel” değilim, ama çok daha önemli iki özelliğim var: Birincisi kimseye bağımlı değilim ve resmi ağız kullanmıyorum, ikincisi cebime bakıyorum.
Çok daha somut verilere sahibim yani.
Geçiniz...
MHP’nin, çocuklara af önerisine inat sanki, yine Siirt ve yine tecavüz ve cinayet...
8 erkek çocuk, yaşları 12 ila 14 arasında... İki tecavüz ve cinayet... Ölen, üç yaşında bir kız çocuğu. Çocuklar, tutuksuz yargılanacak... MHP’ye ithaf olunur.

AKP Milletvekili Helvacıoğlu, basının bir yıl önce olan olayın gündeme getirmesini eleştirdi ve bu tür olayların her yerde olduğunu söyledi.
Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, basının olayı “tüm vahşetiyle”vermesini eleştirdi.
Kavaf daha da hoştu: “Bu yaştaki çocuklar, enerjilerini boşaltamalıyorlar...” türünden açıklamayla herhalde Jeffrey Dahmer’i haklı çıkaracak bir cümleye imza attı.
Adli Tıp Kurumu, çocuklardan biri öldüğü için alışıldığı üzere“psikolojisinde bozukluk meydana gelmemiştir,” raporu vermedi. Verebilirdi de... Çünkü “aksini kanıtlamak” artık mümkün değil...
Bunu da geçiniz...
Birileri “af” sözcüğünü kullandı ya, “Monte Cristo İntikamı” türünden dizilerinde çoğalmasıyla, eline tabancayı, tüfeği, döner bıçağını kapan sokaklara fırladı bile.
Töre cinayetlerinde reşit olmayan çocukların kullanılması da artacaktır önümüzdeki günlerde, merakla izleyiniz.
Bütün bunlar ne anlama geliyor sizce?
Toplumdaki “kin, nefret, kendi hayatına son vermek yerine başkasını tercih eden insanların çoğalması, çaresizlik, cahillik, parasızlık...”
İç savaş provaları bunlar.
Silah satışlarına bakın anlarsınız.
Kaçak silah üretimine bakın, yine anlarsınız.
Artık kontrol ne hükümette, ne muhalefette, ne tarikatlarda, ne Utah’ta, ne Meclis’te, ne askerde, ne poliste ne de AB-D’de...
Kontrol yok artık.
Yolsuzluk, haksız kazanç, Anayasa değişikliği, hukukun üstünlüğü, HSYK’nın yapısı, Haşim Kılıç’ın konuşması...
Asıl bunları geçiniz...
Eskidi artık...
TUİK’e sorun isterseniz... Bunlarla ilgili sorular sorulduğunda “fikrim yok” diyenlerin oranı yüzde seksenlere ulaşmıştır. Cebiyle ilgili fikri olmayanın, katiliyle ilgili fikri var mıdır sizce?
Mümtaz İdil
Odatv.com
27.04.2010 14:15

24 Nisan 2010 Cumartesi

ODATV SABAH'IN OMBUDSMANINI YAZDI AKŞAM'IN GÜZELİ ODATV'YE CEVAP VERDİ

Sabah gazetesinin ombudsmanı olarak görev yapan kıdemli gazeteci Yavuz Baydar’ın, Dünya Gazeteciler Birliği (WAN) bünyesindeki Dünya Editörler Forumu’na Türkiye’den Ahmet Altan veya Ekrem Dumanlı’yı önerdiğini ve bunun da bir gazeteciye yakışmadığını Odatv olarak yazmıştık (bkz. Yavuz Baydar Kimi Kime Şikayet Etti).
Haberde, son yıllarda Ertuğrul Özkök’ün katıldığı bu foruma, artık genel yayın yönetmeni olmadığı gerekçesiyle foruma davet edilmemesini istiyordu.
Bu, bir gazeteci için affedilmez bir “gammazlama” işiydi.
Bu işin bir yönü.
İkincisi, Yavuz Baydar bu foruma Türkiye’den iki isim öneriyordu: Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan veya Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı...
Bu da bir gazeteci için “taraf” tutmanın dik alasıydı. Nedenine geleceğim.
Üçüncü hata, Baydar’ın bu foruma katılan gazetecilerin yalnızca genel yayın yönetmeni olduğunu sanmasıydı. Tam tersi, foruma salt genel yayın yönetmenleri değil, davet alan haber müdürleri, bölüm şefleri, editörler vs katılabiliyordu.
Eleştirdik ve bir gazeteciye bu üç yanlışın yakışmadığını yazdık. Bu yaptığımız da dürnyanın neresinde ve hangi ülkesinde olursa olsun bir haber niteliği taşıyordu.Çünkü, e-maili (biz mektup dedik, oraya ayrıca geleceğim) alan Dünya Editörler Forumu, Ertuğrul Özkök’e bir e-mail yazarak, durumu özetledi ve kınadı.
Önce hemen şu soruyu soralım, sonra ana konuya gireriz: Günümüzde postaneye gidip, zarfının üzerine düzgünce yapıştıracağı pulu diliyle bir güzel yalayıp da, giden mektup kutusuna atan bir Allah’ın kulu kaldı mı?
Yani, dosta düşmana yazdığınız her e-mail, çağdaş anlamda bir mektuptur.
Ama Yavuz Baydar, Akşam gazetesi yazarı Nagehan Alçı’ya telefonda, yazdığının mektup değil, e-mail olduğunu söylüyor...
Ne demekse? Yani ne fark varsa?
Hadi diyelim ki, mektup değil de e-mail...
Öyle olunca yazının içeriği mi değişiyor? Yazı kendini af mı ettiriyor. Geçerliliği veya ciddiyeti daha mı az oluyor?
Gelelim Nagehan hanımın savunmasına ve Odatv’ye “sataşmasına”:
Köşe yazarları mutlaka “muhabir”likten gelmiş olmayabilir. Bunun için olayda haber değeri de görmeyebilir. Ama bu ülkede yaşayanlar artık “köşe yazarı” muhabbetinden ve çiklet gibi aynı konuları yazmasından bıkmış olacak ki, gazeteyi haber okumak için alıyor daha çok. Bulamayınca da internet gazetelerine, haberlerine dönüyor. İnternet gazeteciliğinin önlenemeyen yükselişi de bu yüzden olsa gerek.
Sözü fazla uzatmaya gerek yok. Nagehan Alçı, Yavuz Baydar’ın Dünya Gazeteciler Birliği’nin (WAN) bünyesindeki Dünya Editörler Forumu’na her yıl davet edilen Ertuğrul Özkök’ün bu kez davet edilmemesini isteyen ama bir mektup olmayan e-mail yazmış.
Ertuğrul Özkök yerine de Ahmet Altan veya Ekrem Dumanlı’nın ismini önermiş.
Ben de diyorum ki, bu haberdir Sn. Nagehan Alçı... Tekrar ediyorum, dünyanın her yerinde haberdir, Türkiye gibi tam bir medya kaosunun ortasındaki bir ülkede ise manşetlik haberdir.Ortada bir “tercih” konusu var ki, asla affedilmeyecek bir“gammazlamaya” girmektedir. Haberin bir boyutu bu. İkincisi ve daha da vahim olanı, Türkiye’nin şu anda üzerinde en çok tartışılan iki ismi olanAhmet Altan ve Ekrem Dumanlı’dan birinin seçilmesini önermesidir.Hadi diyelim ki Ahmet Altan önerildi... Yanına Enis Berberoğlu veya İbrahim Yıldız veya ne bileyim Oktay Ekşi, Yılmaz Özdil, Oray Eğin vb. önerilemez miydi?
Hani madem öyle bir “sizden” bir “bizden” misali...
Bu haberi zaten Odatv’de okumuşsunuzdur.
Şimdi Nagehan Alçı’nın buna itirazına bir bakalım:
Baydar’ı aramış. Anlattığı da şuymuş: “Dünya Gazeteciler Örgütü (WAN) toplantısına devamlı katılırım. WEF ile de ilişkim çok eskiye dayanıyor. WAN'la ilgili olarak geçtiğimiz yıldan beri yaşanan bir sıkıntı var. Hatırlarsan, Haydarabad'da yapılmıştı son WAN toplantısı. O toplantıda Doğan Grubu'na kesilen vergi cezasının kınanmasına Sabah, Star ve Zaman gazetelerinin temsilcileri karşı çıkmış ve toplantıyı terk etmişlerdi. Gazetecilere uygulanan baskının, salt Doğan'a vergi cezasından ibaret olmadığını ileri sürmüşlerdi. Böyle limoni bir durum varken eskiden gelen hukukumuza dayanarak beni aradılar. 'Bu işi tamir etmek için ne yapabiliriz?' diye sordular. Onlara cevabımı e-mail olarak ilettim. Yani ortada mektup yok, e-mail var.”
Savunmaya veya en hafif deyimiyle cevaba bakar mısınız?
Nagehan Alçı durmamış, mektubu (e-maili) istemiş ve şunlar yazıyormuş: “... (üç nokta koyduğum yerleri Akşam gazetesinde okuyabilirsiniz, önemi olmayan sözler çünkü)... Başka bir önerim de şu: Özkök'ün üyeliği doluyor, Doğan Grubu dışında alternatif isimler düşünün. Taraf'tan Ahmet Altan, Zaman'dan Ekrem Dumanlı ya da Doğan dışından herhangi başka bir isim de olabilir.”
Burada tek kurtarıcı(!) söz: “... Doğan grubu dışından herhangi başka bir isim de olabilir.”
Kurtarıcı? Evet, böylelikle Oktay Ekşi, Enis Berberoğlu, Yılmaz Özdil, Mehmet Yılmaz, Özdemir İnce, Cüneyt Ülsever... daha da bir yığın insan elenmiş oluyor. Öyle mi?
Bu, tarafgir bir yaklaşım sayılmıyor Nagehan Alçı tarafından.
Ombudsman bilmiyor sadece Genel Yayın Yönetmesi olması gerekmediğini, güzel de köşe yazarımız da bilmiyor belli ki...
Taraf veya Zaman tercihi önemli. Kendisini niye söyleyemiyor, çünkü Genel Yayın Yönetmeni değil... Zaten “kurtarıcı” dediğimiz sözcük de sonunda oraya varıyor: “Ben de olabilirim...” diyemiyor o yüzden. Bilmediğinden.
Bu haber değil, öyle mi Nagehan Alçı? Neredeyse her satırı haber olacak bir “vesika”...Neden yalnızca Taraf veya Zaman, diye sormayan bir gazeteci, gazeteci değildir bu ülkede. Adı ne olursa olsun, hangi “köşeyi tutmuş” olursa olsun.
Gazete okuru, WAN’ın koşullarını, neye göre davet çıkardığını bilmez. Eh, ombudsmanın da bilmediğini aklına getirmez doğal olarak. O zaman da aklına belki, niye yalnızca Taraf ve Zaman Genel Yayın Yönetmenleri önerilmiş diye düşünür, geçer.
Böylesine “bölünmüş, parçalanmış” bir ülke durumuna sokulan ülkede, aynı “kaptan” beslenen iki genel yayın yönetmeninden birini, aynı kaptan beslenen bir başkası öneriyor.
Oldu mu bu Nagehan Alçı?
Haber değil mi bu?

Neden Ahmet Altan ve Ekrem Dumanlı, diye de sormuş “muhabir-köşe yazarımız”. El cevap: “Alternatif isim olarak aklıma ilk Ahmet Altan geldi çünkü tam ben o maili yazarken Altan Leipzig'de basın özgürlüğü ödülünü almıştı. Ekrem Dumanlı Doğan Grubu dışında diye yazdım. İsmail Küçükkaya da diyebilirdim, başka bir gazeteden başka biri de. Benim çıkış noktam Özkök'ün yayın yönetmeni olmaması değildi ki... Tek derdim bu kutuplaşmanın ve sorunun aşılması için çözüm üretmekti. Bakın yakında Lübnan'da toplantı düzenlenecek. Böyle devam ederse bu gerginlik aynen sürecek.”
İsmail Küçükkaya’yı söylememiş, ama söyleyebilirmiş de... Tek derdi kutuplaşmanın ve sorunun aşılması için çözüm üretmekmiş, kutuplaşmayı kaldırmak için de aynı kutuptan iki isim önermiş...
Külahım yok, olsa oraya anlatsınlar isterdim.
Böyle bir haberi alan muhabir, muhatabına sorma ihtiyacı duymaz. Alacağı cevap çünkü Nagehan Alçı’nın alacağı cevaptır. Buna eğer Nagehan Alçı cevap diyorsa ve bu seçimde haklılık payı görüyor da bunu haberden saymıyorsa, Odatv ne yapsın?
Senaryo yok ki ortada Nagehan hanım, ortada bir “mektup” e-mail var. Herşeyi anlatan. Ona bakıp da, “aslında bunu demek istememiştiniz galiba,” diye soracak kadar “avanak” bir Odatv muhabiri bulamazsınız.
O yüzden başka yerlere bakın...

Mümtaz İDİL
Odatv.com
24.04.2010 15:32

AYDINLARI NASIL YALNIZ BIRAKTINIZ

Önce Çorum Baro Başkanı Mahmut Bayatlı konuştu, ardından Türkiye Barolar Birliği Başkan Vekili Berra Besler...
Sonra konuşmacılar, sırayla: Doç. Dr. Ümit Kocasakal, Prof. Dr. Ersan Şen ve Emine Ülker Tarhan...
Süheyl Batum’un da adı yazılıydı masada, ama belli ki CHP Kurultay’ı için Ankara’da kalmıştı...
Bir tane AKP yanlısı avukat, hukukçu... hatta izleyici bile yoktu.
Koskoca Çorum, Anitta Oteli’nin orta ölçekteki salonlarından birini bile dolduramamıştı.
Gelenler, hukuğun ağır toplarıydı.
YARSAV, başkanı ve başkan yardımcısı Nuh Hüseyin Köse ve bazı üyelerle birlikte resmen çıkarma yapmıştı.
Balıkesir Baro Başkanı Muzaffer Mavuk ve yardımcısı Yaşar Meyvacı da oradaydı.
Ankara Baro Başkanı Vedat Coşar, Sinop Baro başkanı Ali Galip Ergül’ün yanı sıra Gümüşhane, Niğde, Tekirdağ baro başkanları veya baro üyeleri salonda yerini almıştı.
Çorum zayıf kalmıştı. 
Ümit Kocasakal da, Emine Ülker Tarhan da çok “sıkı” konuşmalar yaptılar. Siyasi egemenliğin yargıyı da ele geçirmek için yaptığı hazırlıkların bir parçasının bu Anayasa değişikliği olduğunu ve bunun 12 Eylül Anayasası’sını değiştirme yalanı arkasına sığındığını söylediler.
Ersan Şen’in konuşması daha etkili ve gerçekçi oldu. Şen, kendisini ilgilendiren konunun hukukun üstünlüğü olduğundan yola çıkarak, “istiyorsanız siz bu savunmamdan laikliğin elden gittiğini çıkartın, isterseniz yürütmenin yargıyı ele geçirmeye çalıştığı anlamını... Bu sizin yaklaşımınız olacaktır. Ama asıl sorun, hukuğun üstünlüğünün yok olmasıdır. Bu elden gittikten sonra, ne laiklik söz konusu olacaktır ne de kuvvetler ayrılığı. Hamasi yaklaşımları bir kenara bırakın. Çıkın sokaklarda, yargının yasama ve yürütme tarafından ele geçirildiğini anlatın. Bu sizin geleceğeniz için de hayati önemdedir. Geçiniz laikliğin elden gittiğini, ilk üç maddeninin hukuğun arkasından dolanarak değiştirilmeye çalışıldığını. Bunlar gerçekleştirilmeye çalışılıyorsa, hukuğun temel ilkeleri elden gittiği içindir.”
Ersan Şen, siyasi olmayan ama hukuk faciası olarak nitelenebilecek bazı örnekler de vererek, “Bu sizin sorununuz. Bununla mücadele edecek savcılar, avukatlar, hakimler... hepinizin sokaklara çıkıp bunu anlatmanız gerek. Bu yargının sorunu,” şeklinde, oldukça sert ama etkili bir konuşma yaptı.
YARSAV Başkanı Emine Ülker Tarhan, referanduma götürülmek istenen değişikliklerin HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin “hukuk” normundan çıkacağını savundu.
Ümit Kocasakal ise bütün yapılanların cumhuriyet ile kavga olduğuna dikkat çekti.
Çorum dışından gelen, Çorum’un yürekli Baro Başkanı sayesinde yapılmak istenen tüm hukuğa karşı savaşı korkusuzca anlatan üç konuşmacı da, yalnızca ve yalnızca kuvvetler ayrılığının demokrasi için olmazsa olmaz koşul olduğu üzerinde tam anlamıyla yırtındılar.
Çorum ne ilk duraktı onlar için, ne de son olacaktı. Ama gittikleri yerlerde tüm meslektaşlarından istedikleri, kendileri gibi yılmadan ve korkmadan getirilmek istenen değişikliğin hukuk devletini ortadan kaldıracak bir değişiklik olduğunu çevrelerindekilere anlatmalarını istemekti.
Çorum’da da bunu istediler.
Yorgun geldiler, yorgun döndüler. Ne çevreyi dolaşacak vakitleri vardı, ne eğlenecek kadar kalabildiler ne de “caka satacak” alımlı, süslü konuşmalara ve sohbetlere girdiler.
Akşam onurlarına verilen yemeğe de katılamadılar.
Mustafa Kemal’in neferleri gibi, yeni bir göreve koşar gibi aceleyle Çorum’dan ayrıldılar.
O sıralarda Ankara’dan kurultay haberleri geliyordu.
Günün en anlamlı olaylarından biri de, kısa süre önce yitirdiğimiz, Türkiye Barolar Birliği başkanını anma töreni oldu. Mahmut Bayatlı, bütün duygularını dökerek yazdığı şiiri, gerçekten ağlayarak okudu ve herkesi derinden etkiledi.

Kendisinden izin almadığım için, şiirine bu yazıda yer veremiyorum.
Ama mutlaka yayınlanması ve belki de rahmetli Özok için şiirin resmileştirilmesi gerek.
Sekiz yıl önce Çorum’dan ayrılırken, Çorum’un en iyi oteli olarak gösterilen Anitta, iki katlı bir binaydı.
12. katından, Çorum’un gelmiş geçmiş en iyi valilerinden biri olarak anılan şimdi Danıştay’da görev yapam Atıl Üzelgün’ün büyük çabalarla ve neredeyse “suçlu” olmayı bile göze alarak bitirdiği ve şu anda Finlandiya’da, dünyanın en iyi müzeleri seçiminde birincilik için en büyük adaylardan biri olan Çorum Müzesi’ni seyrederken, bir zamanlar bu kentte görev yapmakla ne kadar şanslı olduğumu düşündüm.
Çorum artık bıraktığım Çorum değildi.
Herkes de bunun farkındaydı.
Ve herkes hukuk “kaplanlarını” dinlerken, sokaklarda halka da aynı düşünceleri anlatmaya söz vermiş gibiydiler.
Ve yine üç hukukçu da, yapılmak istenen değişikliğe karşı durmak ve muhtemel referandumda “hayır” demek için, hukuğu düşünmekten çok çocuklarını ve Türkiye’nin geleceğini düşünmeyi anlattılar.
Getirilmek istenen “yürütme” darbesine karşı koyabilecek tek unsurun yargı olduğunu ve bunu anlatmak için ille de hukukçu olmak gerekmediğini küçük çocukların bile anlayacağı bir dille aktardılar.
Ayrılırken, bıraktığım Çorum’un gerçekten gerilerde kaldığını düşünüyordum.

Mümtaz İdil
Odatv.com
24.05.2010 02:54

21 Nisan 2010 Çarşamba

GAZETECİLER BU SORULARI NEDEN SORAMAZ?

Abdullah Dörtlemez hem yakın dostum hem de “ağabey” dediğim güvendiğim bir hukukçu. Zamanında bana amirlik de yaptı Kültür Bakanlığı’nda müsteşar yardımcılığı görevi yaparken.
Arada bir ilginç bulduğu iletileri gönderiyor ve ben de hoşuma gittiği zaman bunları kullanıyorum.
Bu sabah yine mail kutumda ondan gelen bir ileti vardı. Açtım, karşıma bir anekdot çıktı. Hoşuma gitti, ama ufak da bir değişiklik yapmam gerektiğini düşündüm:

İki arkadaş hararetle sigara içerken Kuran okunup okunmayacağı üzerine tartışıyorlarmış. Tartışma uzayıp da bir sonuca varamayınca, bir “ulema”ya danışmaya karar vermişler. Ulemanın yanına gidip, sırayla akıllarındaki soruyu sormuşlar:
Birincisi, “Sayın büyüğüm, Kuran okurken canım sigara da içmek istiyor. İçmemde bir sakınca var mı sizce,” diye sormuş.
Ulema, “Oğlum,” demiş, “Kuran okurken yalnızca Allah ile ilgilenmen lazım. O sırada ise dikkatinin dağılmaması gerek. Bu yüzden Kuran okurken sigara içmemelisin.
İkincisi almış sözü: “Sayın büyüğüm,” diye girmiş o da söze, “Bazen canım sigara içerken, Kuran da okumak istiyor. Sizce sigara içerken Kuran okumamda bir sakınca var mı?
Uluma elini çenesine götürüp bir an düşündükten sonra, “Oğlum,” diye başlamış yine söze. “Her nerede ve ne koşulda olursan ol, Kuran okuma isteği içinden geldiyse elbette okuyabilirsin.

Buradan kısadan hisse çıkarmak elbette kolay.
Ama ben sözü daha çok “çanak soru üstadı” gazetecilere getireceğim doğal olarak. Değil mi ki, soru sordukları genellikle “ulema” sınıfına giriyor.
TRT muhabirinin Bulgar Başbakanı ile ortak basın toplantısı yaparken Erdoğan yerine Bulgar Başbakanı’na sorduğu sorular bu anekdotun yanından bile geçmez kuşkusuz. Bu tür sorularla ilgili henüz bir anekdot da yaratılmamıştır herhalde.
Ama, yine Başbakan Erdoğan veya yardımcısı Bülent Arınç’a soru yönelten gazeteci taifesinin sorduğu sorular, kendilerinin bile rahatlıkla yanıt verebileceği sorular ve bizler de bunu dinlemek zorunda kalıyoruz çoğunlukla.
Deniz Feneri e.V sorulmaz, “Ümraniye” soruşturması sorulmaz, işsizlik sorulmaz, Çalık grubuna verilen krediler ve geri dönüşleri sorulmaz, “açılım” sorulur da, nereye kadar açılındığı sorulmaz, Anayasa değişikliği sorulur da, HSYK’da neden ille müsteşarın olduğu sorulmaz, seçim sistemi, YSK’nın yapısı, TİB’e yapılan atama, kadrolaşma, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın eleman alıp diğer kuruluşlara yerleştirmesi, Anayasa değişikliği ile varılmak istenen nokta, Türkiye’deki tarımın durumu, bütçe açığı, işsizlik, şehir içi ulaşımın bir dolardan fazla olması... Sorulmaz.
Yukarıdaki anekdotta olduğu gibi, birinci sigara içici gibi soru sorarsanız eğer, alacağınız yanıt bellidir. İkinci soru soran gibi sormak ise hem zeka gerektirir hem de “yürek”.

Kimseye aptal demek doğru değil, ama aptal yerine konmuş olmak da hoş değil. Yani karşınızdaki insanlar, “gazeteci” kimliği altında sürekli sizi ekranlara mahkum edip “al gülüm-ver gülüm” oyunu oynayıp sizi aptal yerine koyacaklar, siz ise karşınızdakine “beni aptal mı sanıyorsunuz,” deme şansı bulamayacaksınız.
Bir yığın kanal haberlerine, “Türkiye değişim geçiriyor,” diye başlıyor.
Doğru da, nasıl bir değişim geçirdiğimizi anlatmaya yanaşmıyorlar.
Bu kez baktılar ki, İzlanda’daki volkanik bulut Türkiye’ye ulaşmaya, ulaşsa da zarar vermeye pek niyetli değil, gelsin “başkanlık” sistemi tartışması.
Çok derdineydi milletin sanki başkanlık sistemi. Sanki farklı biçimde mi yönetiliyoruz şu anda?
Geçelim efendiler, bir değişim falan olduğu yok. Var olan plan uygulanıyor ve bunu hepimiz de biliyoruz.
Sanmayın ki, Utah’taki büyük ulema öldü.
Yaratılmak istenen kocaman bir kaos.
Hadi bizden sakladınız ölümü, ABD’den de mi saklayacaksınız.
Kayseri’nin ücra bir kasabasında değil ki bu adam.
Washington Post da “maliyenin” tepesine binip de istediği haberi yayımlatabileceği gazete değil.
Sorgulamayı, iki darbe üst üste yemiş bizim kuşak bile öğrenemedikten sonra...
Kim çıkıp da soru sormayı becerebilecek? Gazetesinden atılmak bahasına?

Mümtaz İdil
Odatv.com
21.04.2010 00:31

18 Nisan 2010 Pazar

KÜRŞAT BUMİN NEDEN AFOROZ EDİLDİ

İlk sinyal, amiral gemisi eski kaptanı Ertuğrul Özkök’ten gelmişti. Uzun süre inatla sürdürdüğü AKP desteğini bırakmanın zamanı gelmişti anlaşılan. Bunda AKP’nin politikalarının etkili olduğu kadar, oturduğu koltuğu kaybetmenin de bir etkisi vardı kuşkusuz. Zaten bugün Mustafa Balbay için yazdığı yazı da,“seni en iyi ben anlarım Mustafa,” türünden bir yazıydı.
Ardından Cüneyt Ülsever ve Nuray Mert de bazı değişimler kendini göstermeye başladı. Su akıyordu, her şey de iyi gibi görünüyordu ama ortada bir tuhaflık vardı. Nuray Mert’in “dikta rejimi” kuşkuları ve Cüneyt Ülsever’in 2004’e kadar desteklediği AKP’ye “yandan” bakışı ortalığı biraz karıştırdı.
Bir yığın ardı ardına gelişen olumsuz olaylar “yazarların” da kafasında kuşku yaratmaya başlamıştı ister istemez. Nereden beslenirse beslensin, nereden maaş alırsa alsın, sonuçta kamu vicdanını aydınlatmakla yükümlü “gazetecilik” etiği düşünmelerini de sağlıyordu.
Ancak bu “kopmalar”, 12 Eylül döneminden bu yana “demokrasi”nin gelişmesini “vesayet” sisteminin ve “statükonun” kalkmasına bağlayan yazarlardan oluyordu.
İlk kez, her ne olursa olsun AKP politikalarını desteklemeyi kendisine hedef edinmiş gazetelerden bu tür “kopmalar” ne bekleniyordu ne de olmuştu.
Derken karşımıza bir Kürşat Bumin olayı çıktı.
Bumin, “rahatsızlıklarının” ilk ipuçlarını Ruşen Çakır-Mirgün Cabas’ın birlikte sunduğu “Yazı İşleri” programında vermişti zaten.
Aslında Kürşat Bumin’in rahatsızlığı doğrudan sisteme karşı değildi belki, ama işin içinde hoşa gitmeyen olayların döndüğünü de fark etmişti anlaşılan.
Ki, TV NET kanalındaki Habere Bakış adıyla hazırladığı programında, “devlet televizyonlarında program yapan gazeteci ve yazarların ne kadar para aldığının açıklanmasını” istedi.
Bu, ciddi ve “kaytarması” zor bir istekti. Bundan kaytarmanın tek yolu vardı: Bu soruyu bir daha sordurmamak, bir başka deyişle de, unutturmak.
Ancak yine de Kürşat Bumin’i tanıyanlar, bu ve benzeri soruların arkasının geleceğini de hissetmişlerdi.
Bu konuda en çok rahatsız olan ve vebal altında kalacak olan da TRT’ydi.
İşin en kolayı nedir? Çözemediğiniz düğümü, İskender’in yöntemiyle, keseceksiniz.
Nitekim de öyle yapıldı.

Yeni Şafak yazarı Kürşat Bumin’in TV NET’te Çarşamba, Perşembe ve Cuma günleri yaptığı “Habere Bakış” programı, aniden yayından kaldırıldı.
Gerekçe olarak da maddi gerekçeler öne sürüldü.
Herkes de inandı.
Şimdi artık bundan sonrası daha da önem kazanıyor gibi. Çünkü Yeni Şafak gazetesinin de bir tavır koyması bekleniyor.
Öyle ya, TRT’de çalışan ve astronomik ücretler alan, buna karşılık da “gazetecilik” mesleğinin etiğini bir kenara bırakıp da “ısmarlama” haber yapan gazetecilerin kendilerini ele vermeleri gerekecek.
Bilindiği kadarıyla Kürşat Bumin, bunun peşini bırakmayacak.
Yeni Şafak da buna çanak tutacak halde değil.

Neler olacağını hep birlikte göreceğiz.

Mümtaz İdil
Odatv.com


18.04.2010 19:15

17 Nisan 2010 Cumartesi

İŞTE ÖLÜMSÜZLÜĞÜ GARANTİLEMENİN TEK YOLU

"İçine o kadar çok bilmece-bulmaca ve zekâ oyunu koydum ki, profesörler yüzyıllarca ne demek istediğimi tartışacaklar, insanın ölümsüzlüğü garantilemesinin tek yolu da budur."
James Joyce
Tam da “felsefe neden gereklidir” türü bir yazı yazmış olmanın arkasından James Joyce’a takılmam tamamen bir rastlantı.
Hoş bir rastlantı.
Sevgili Nevzat Erkmen doksanlı yılların sonunda bana hediye ettiğine, uzun uzun ve şaşkınlıkla bir kitaba bir de suratına bakmıştım.
Daha önce defalarca okumak istediğim, ama İngilizcemin asla yeterli olmadığı bu modern “Odysseia”yı hep merak etmiştim. Şaşkınlığım iki yöndendi: Biri, Nevzat Erkmen’in böyle bir kitabı çevirme yürekliliğini göstermesi, ikincisi de yine Nevzat Erkmen’in olağanüstü mütevazılıkla bir şeker paketi hediye eder gibi kitabı bana uzatmasıydı.
Joyce’un felsefe okuduğunu biliyorum, ama nedense geçen sefer Murat Bardakçı’yı da konu alan yazımı yazarken, “işte, felsefe dediğin şey James Joyce gibi yazarları kazandırdığı için gereklidir,” diye yazıp noktalamadığıma pişman oldum. Zira o yazıda beni üzen noktalar da olmuştu. Bir yorumcunun, “ben felsefenin gerekliliğini gösteren bir şey bulamadım yazıda,” diyerek hafiften sataşması da canımı sıkmıştı açıkçası.
Yazının karışıklığı, benim kafa karışıklığımdan kaynaklanmıyordu elbette, ama üzerinde uğraşılan konu için zaten “Ümraniye soruşturması”ndaki hukuk örneğini vermiştim. Biri çıkar da, felsefe gereksiz derse, ona bunun gerekli olduğunu anlatmanın çok kolay olmayacağını belirtmek istemiştim yalnızca.
Ama tek başına Joyce’un bile buna yeteceği de aklıma gelmemişti.
Aritmetik bakkalın işine yaradığından, fizik marangoza yaradığından, kimya boyacıların işini kolaylaştırdığından vb. bir yığın gerekliliği sıralayabileceğiniz kategoriler arasında felsefe için bunların kullanılamayacağı açık. Bu yüzden de, psikoloji ve sosyoloji ne kadar gerekliyse, felsefe de o kadar gereklidir deyip kestirip atmak en iyisi olacaktı.
Nitekim, aklımdaki somut cevap da bu şekilde yerine oturmuştu.
Ulysses’e kütüphanemde yeniden selam verene kadar.
O zaman aklıma neden Balzac’ı, Dostoyevski’yi, Camus’yü, Sartre’ı, Marcel Proust’u, Puşkin’i okuduğumuza da bir yanıt bulmak gerektiğini düşündüm.
Öyle ya, “gereksiz” olarak niteleniyorsa eğer felsefe, 19. Yüzyılın yazarlarının da okunmasının fazlaca bir anlamı olmamalıydı.
Mantık böyle kurulduğunda, cevap kolaylaşıyordu.
James Joyce’u burada anlatacak değilim. İnternetteki herhangi bir siteden yazarla ilgili tüm bilgilere ulaşmak son derece kolay artık. Üstelik, yazarı “biyografik” olarak tanıtmanın da köşe yazarlığı için biraz “lüks”, başka bir deyişle “kolaya kaçma” olduğunu düşünüyorum.
Ama Ulysses’i anlatmak, sanırım dünyayı anlatmaya çalışmakla eşdeğer bir olay.
Yazıya, şu saptamayı yaparak başlamak zorundayım: Joyce, “Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi” adlı romanını klasik roman tarzında yazmış bir yazardır “Dublinliler”e bakarsanız o da öyle... Ama iş Ulyssesve Finnegans Wake romanlarına gelince, işin çok daha “ultra” boyutlara geçtiğini fark etmememeniz mümkün değil.
Bu bir bakıma resim sanatında Mavi Dönem’inde klasik resmin en iyi örneklerini vermiş olan Pablo Picasso’nun, soyut resme ancak bundan sonra ulaşmasına benzer.
Yani klasik taşlar döşenmeden bir yoldan yürüdüğünüzde, mozaikle döşenmiş yolların farkını anlayabilirsiniz ancak. Hep mozaikte yürümeye kalkarsanız eğer, yürüdüğünüz yol asla mozaik değildir, bilesiniz.
Tuvale fırça sallamakla veya boya fırlatmakla soyut resim yapılmadığının bir “ispatıdır” bu.
Ulysses de böyle bir romandır işte.
Roman sanatının son aşamalarından biridir. Bu yüzden de Stephen Kingveya Dean R.Koontz okur gibi okuyamazsınız. Ondaki heyecanı da bulamazsınız elbette. Ama amaç sizi heyecanlandırmak değil, amaç sizin üzerinde bulunduğunuz dünyayı kavramanıza yardımcı olmaktır.
Bu tür romanlar, size doğrudan bir şey anlatmadığı için, aritmetik mantığıyla okunmaz, matematik sistematiği kullanmak zorundasınız. Sıkılıp herhangi bir yerinde kitabı fırlatabilirsiniz de... Ya da, kitabın son sayfasını çevirip de, “bitti ama bir şey anlamadım” feryadı da atabilirsiniz.
Oysa kitap size vermek istediği mesajı vermiştir. Fark şu ki, gözleriniz aracılığıyla değil, beyniniz aracılığıyla algılamak zorunda kalmışsınızdır.
Bu farkı ise, o anda anlayamazsınız zaten.
Ta ki, Eiffel Kulesi’nin dibinde durup da, tepesini görmek için başınızı yukarı kaldırıncaya kadar.
Ulysses’de, katilin bahçıvan olmadığını anlarsınız elbette. Zaten bahçıvan da değildir katil.
Ama eğer bir katil arıyorsanız, en büyük katilin de o kitabın sayfaları içinde olduğunu anlarsınız. Hemen değil, ama mutlaka.
Benim James Joyce üzerine yazı yazmak aslında pek de haddim değil. Deşilmedik, karıştırılmadık cümlesi bile kalmamıştır Joyce’un dünya edebiyatçıları tarafından.
Ama bu tür mütevazılıklara girdiğim zaman da, şöyle bir şeyle karşılaşmak hiç hoşuma gitmiyor açıkçası: “Zaten yazarın kendisi de anlamamış, anlamadığını da açık sözlülükle belirtmiş.
Joyce, herkesin mutlaka kendisi için bir paragraf bulacağı bir destan yazmıştır. Kimi zaman merdiven çıkarken aklınıza takılan bir soruyu yanıtlar, kimi zaman da uzaydaki yıldızlara bakıp da evrenin neresinde olduğunuzu kendinize sorduğunuz anlarda.
Büyük kavramı sonsuzdur, küçük kavramı da öyle... Bu sonsuzluk içinde, hangi boyutta olduğumuzu bilme gibi bir teknik donanımımız henüz yok.
İşte burada Joyce felsefesi gündeme girer: Nerede ve ne boyutta olduğunuz önemli değil. Bir yerdesiniz ve bir şeyler yapıyorsunuz, önemli olan bu.
Şu sıralarda, özellikle de tarihe not düşülen günlerden geçerken, belki de en çok ihtiyacımız olan bir şeydir bu tür yazılar ve yazarlar.
Madem bize “oku” demişler, okuyacağız.
Okuduğumuzu da paylaşacağız.
Gereksiz,” görülse bile.

Mümtaz İdil
Odatv.com
17.04.2010 12:51

12 Nisan 2010 Pazartesi

MURAT BARDAKÇI'YA BUNLAR AĞIR GELİR

Murat Bardakçı, önceki gece"Tarihin Arka Odası"programında "felsefe"nin gereksiz olduğunu iddia etti. Felsefenin işe yaramayan bir entel uğraşı olduğunu söyleyen Bardakçı, Osmanlı Padişahları'nın felsefe ile ilgileri olmadığını söylerek onları övdü.
Bardakçı'nın sözleri bu yazıyı gerekli kıldı...
Herkesin felsefesi
Lise yıllarının felsefe bilgisi dünyayı kavaramamıza yetmiyordu.
Kafamıza zorla sokulmaya çalışılan idealist felsefecilerin “dinsel”öğretilere açtığı dikenli yoldan ilerlemek ve onları anlamaya çalışmak çok zordu.
Platon’un, ikisi siyah ikisi beyaz atın çektiği arabanın nereye gittiğini öğrendiğimde herhalde otuz yaşlarımı çoktan geçmiştim.
İlkçağ diyalektik felsefecileri ile ise nedense çok daha sonra tanışabildik. Karşıtların birliği ilkesini “aşağı olmadan yukarıyı nasıl tanımlayabileceğimi” biri sorduğunda ancak anlayabildim.
Felsefe uzun yıllar üzerinde çok da durulması gerekmeyen “yaşamı kavrama” biçimi olarak bir kenarda durdu.
Hemen herkes için de bu böyleydi.
Aklın ne olduğu konusunda binlerce yıldır “akıl” yoran insanoğlunun bir arpa boyu yol bile ilerlemediği bize “gösterildikçe”, Humphrey Bogart felsefesi en kolayımıza geliyordu: “Hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı kalsın”.
Ama felsefenin gereksizliğini söyleyene rastlamadım. Hemen herkesin yaşamı bir şekilde algılama biçimi vardı ve bunu da “kendi felsefesi” olarak öne sürüyordu.
Uyduruk da olsa, kulaktan dolma da olsa, herkesin kendine göre bir felsefesi vardı elbette.
Bir de bunun “bilimsel” olan tarafı vardı ki, işte o noktada sıradan bilgiler, kulaktan dolma laflar ya da ucuz yakıştırmalar asla işe yaramıyordu.
Burada hemen ana konuya girmekte yarar var. Uzattıkça karmaşıklaşan bir konunun tam ortasındayız çünkü. Louis Althusser’in sorduğu soruyla başlayalım: “Acaba felsefe, felsefe içinde belirli bir tavır almadan tanımlanamaz mı?”
Zor olana gereksiz damgası yapıştırma alışkanlığı
Bu soruyu sorup da cevabını aramaya kaltığınız andan itibaren, “Felsefe gereksizdir,” diyemezsiniz. Dediğiniz anda, disiplinler arası olmayan ama disiplinler arasının bir adım önünde gitmeyi göze almış bir kuramsal yapıyı da reddetmiş olursunuz.
Daha farklı biçimde açıklamaya çalışayım: Filozoflar, yani felsefe üreticileri, asla yanlış yaptıklarına inanmazlar ve asla düşüncelerinin yanlışlığını kabul etmezler.
Tersini kanıtlamak veya karşıt bir felsefe oluşturmak için, o felsefi düşüncenin yokluğunu kabul etmek yeterli olmaz. Mutlaka yeni bir felsefi görüş ile bu düşüncenin karşısına çıkmak zorundasınızdır.
Einstein’in şu düşünceleri bunu en iyi biçimde anlatır: Eğer bilim sizi bir yerin sınırına getirir de bırakırsa, işte o zaman sezgilerinizi kullanın.
Yani bilimsel bilginin “sınırlarını” aşamadığınız yerde, düşünce üretin demektir bu. Bir başka deyişle, felsefeye başvurun.

Yine başka bir konudan girerek, bu felsefe denilen menem (?) şeyin neden gereksiz olarak algılandığının yanlışlığı üzerinde duralım. Zor olan şeyler, gereksiz olarak nitelendirilmiştir hep. Pul kolleksiyonculuğu zevklidir ve kolaydır da, ama neden pul biriktirmek ihtiyacı duyduğunuzu maddi nedenler dışında açıklamaya kalktığınızda çuvallarsınız.
Bir zaman gelecek, para edecektir düşüncesiyle yapıldığını açıklamaya kalktığınız anda, kendinize bile yalan söylediğinizi fark edeceksinizdir.
Nitekim, bugün artık adı bile anılmayan “filatelistlerin” yıllarca biriktirdikleri pulları alıcı olmamasına rağmen satmaya asla yanaşmamalarının nedenini kendileri de bilmezler, ama sorunun temelinde hep yatan bir “düşünce” sistemi olduğunu kabul etmek zorundadırlar.
İş bu noktaya geldiğinde işte, bilerek veya bilmeyerek insanlar bir düşünce sistemine dayanırlar. Akıl buna zorlar. Mantıklı veya mantıksız bir neden ileri sürerler. Biz bunun genel anlatımına işte felsefe adını veriyoruz.

Gereksiz olanmış gibi görünen kavramlar zinciri.

Tıpkı uranyum 235’in içinde, tetiklendiğinde ortaya çıkan enerjinin oluşturduğu zincirleme reaksiyonun tetiklenmesi gibi.
Tıpki Einstein’in, uzaydaki her cismin uzayı eğdiğini, elinde hiçbir kanıt olmadan öne sürmesi gibi. Yani uzay bir boşluk değil, bir maddedir kuramını ortaya atması gibi...
Aklın felsefi yolculuğu
Başka bir yoldan gidelim şimdi de, insanın hep batıya giderek geçmişi yakalayabileceği düşüncesi, akıl ile dünyayı kavramaya çalışmanın ilkel bir çabasıdır. Madem ki güneşin batışına doğru gittiğimizde “zaman” kazanıyor ve ulaşacağımız yere birkaç saat önce varıyoruz, o halde devam edersek yine birkaç saat kazanmamız gerekir. Böylece de, bir süre sonra gün, daha sonra birkaç gün ve giderek haftalar kazanabiliriz.
Düz mantık, bir başka deyişle düz akıl bunu böyle düşünmekte haklıdır. Ama olmadığını da biliyordur. O halde neden?
İnsan beyni düşünmeye başlar başlamaz hemen bu düşünceyi neye borçlu olduğunu araştırmaya başladı. Sonuçta da, aklın binlerce yıllık serüveni başladı. Akıl, dış dünyayı kavramaktan tutun da, içsel hesaplaşmalara kadar her yerde birinci adım oldu. Ancak, yine de aklın bir çözümlenmesi, tarifi gerekiyordu. Bir yığın da tarifi yapıldı, ama insanlık hala aklın peşinden sürüklenip gidiyor.
İnsanoğlu kendini hep akıldan soyutlamış ve bu kavramın kendi dışında da olabileceği, kendinden bağımsız çalıştığı düşüncesine saplanıp kalmıştır; Tanrıların doğuşunun temelinde de bu yatar. Bedenine egemen olamayan bir güç olarak hep insanlığı korkutmuştur. Dünyayı kavramayı gerektiren tüm faktörler, bir beyin kalkanı görevi üstlenmiş olan akıl ile karşılaştığında tüm öznelliklerini yitirirler. Nitekim, dünyayı kavrayışlardaki temel farklılıklar da bu kalkanların dış dünya ile olan ilgisiyle doğru orantılıdır.

Bilgi edinilir ve bu bir şekilde yoğrularak yeniden dışa vurulur. Bu işlem sırasında bilginin kullandığın en önemli malzeme akıldır. Akıl, kendisine sunulan bilgileri yorumlayan insan beyninin bir çeşit süzgeci vazifesini görür. Toplumsal baskılar, söylenemeyecek gizler, inançlar, inançsızlıklar ve benzeri tüm toplumdan uzak tutulmaya çalışılan düşünce ve eylemler aklın acımasız süzgecinden geçtikten sonra dışa vururlar.

İngiliz aydınlanmacısı John Locke, aklın insan yaşamının her alanında kılavuz olması gerektiğini söyler, ama ondan etkilenen İrlandalı George Berkeley, Locke’un öğretisinin dış dünyayı kavramada ve dış dünya ile ilgili bilgilendirmede eksiklikleri olduğunu savunmuştur. Bu, Berkeley’in “akıl”dan anladığı “mistik” bir yaklaşımdır. Aynı Locke, Karl Marks için de aydınlatıcı olmuştur. Bu, sunulan bilginin akıl yoluyla uğradığı değişikliğe bir örnektir ve düşünce tarihi bu ve benzeri akıl yürütmelerle günümüze kadar gelmiştir. Gideceği yol da oldukça uzun ve karmaşıktır.
Felsefenin bilime öncülüğü
Gereksiz görülen felsefenin öncülüğü bu uzun ve karmaşık yolun aşılmasında zorunludur. Althusser’in yargısı gibi, felsefeciler önden koşarak “kafasını yaran” ama koşmaya devam eden düşünce adamlarıdır.
Bilim ise onun arkasından, açtığı yollardan birinden giden “kafasını yarmadan” yürüyenlerin yoludur.
Aklın kendi kendini çözebilmesi, düşüncenin, bir anlamda felsefenin tek başına altından kalkabileceği bir sorun değildir. Böyle olunca da, felsefenin “gereksizliği” de gündeme getirilebilir kuşkusuz.
Ancak işin o kadar da basit olmadığı ortada. Akıl, kendi kendini çözdüğü anda potasyum taneciğinin suya düşmesiyle patlaması gibi, yok olup gidecektir. Bu yok oluşun sonuçları ise, Kant’ın “aklın sınırları”nı aşması anlamına gelir. Fiziki ve felsefi olarak şimdilik buna olanak yoktur. Varsa bile, bu şimdilik bizim, yani normal akıl yürütebilenlerin, henüz tanımadığı bir başka boyuttur.

Elli ikilik bir oyun kâğıdı destesine, papazlardan sonra bir kâğıt daha eklendiğinde, daha önce kuralları belirlenmiş olan tüm oyunlar tamamen başka bir oyuna dönüşecektir. Sözü edilen “boyut” da bu tür bir değişimdir işte. Artık ne oyunun kuralları aynıdır ne de papaz ikinci büyük kâğıttır. Artık burada başka bir akıl yürütme söz konusudur. Koşulların değişikliğine ayak uydurmak için hızla öğrenme ve bilgilenme sürecine giren beyin, akıl süzgecine somut bilgileri iletirken, akıl bunların tümünün somut biçimde dışarıya taşmasını engelleyecektir. Bunun asıl nedeni, aklın dış dünya ile iç dünya arasındaki dengeyi sağlayarak sağlığını korumaya çalışmasıdır.

Bütün bunlara karşın, özellikle gelişmemiş toplumlarda akıl, denetlenebilir ve yönlendirilebilir konumdadır. Aklın en büyük düşmanı olan “ikna”mekanizması bu tür toplumlarda son derece sistemli çalışarak, işi tek tip düşünce yaratmaya kadar vardırır. Düşünceyi üreten beyin ne kadar zorlarsa zorlasın, aklın giderek kalınlaşan ve dış dünyaya uyum sağlayan kalkanlarını aşmayı başaramaz. İç dünyasında bir yığın çelişki yaşasa da insanlar, bunu dışa vurmaya cesaret edemez hale gelirler. Bu teslimiyetçilik de güdülebilir bir akıl ordusu yaratacaktır. Artık insanlar, inansa da inanmasa da bazı kuralları akıllarıyla kavrayıp uygulamaya koyacaktır. Bir tek kendi kendine kaldığı zaman yaptığının “akla uygun olmadığını” savunabilir. Bu da onları bir çeşit deliliğe, hırçınlığa, endişeye ve korkuya sürükler. Yine de bunu baskı altına almak ve onunla yaşamak zorundadır.

Örneğin, renkler konusunda insanoğlunun görüş birliğine vardığı nesnelerde yanılgı payı yok denecek kadar azdır. Domates, herkes için karar verilmiş bir renk tanımlar: Kırmızı. Bu, insanlara domatesin kırmızı olduğu fikrini alıştırmaktır. Herkes domates gördüğünde ortak bir tavırla“kırmızı” diyecektir, ancak onu diğer insanlar gibi görüp görmediğini asla kanıtlayamayacaktır. Domates rengine benzeyen her şey de kırmızıdır artık. Gökyüzünün mavi olarak algılanması gibi.

Bu gibi durumlarda ortaya A insanı ile B insanının dünyayı nasıl kavradığı sorusu gündeme gelmektedir. Renk körlerinin bazı renkleri “pas” geçmesi, algılayamaması ve diyelim ki normal nitelenen A kümesi insanlardan farklı görmesi “ortak” görme kuramını yerle bir etmektedir. B kümesinden olan ve renkleri A kümesinden daha farklı algılayan bir kitlenin dünyayı da farklı algıladığını kabul etmek gerekmektedir. Bu durumda, aklın ortak bir tavırla dünyayı algıladığı varsayımı kendiliğinden ortadan kalkmaktadır.
Bir tenis topunu avucuna alan kişinin bunun yuvarlaklığı hakkında kesin yargıya varması doğaldır. Bu yöntemle A veya B kümesindeki insanlardan hiçbiri tenis topu için “küp” şeklinde diyemez.
Ancak topun rengi söz konusu olduğunda, A ve B kümesi arasında bir uyum sorunu olduğu ortaya çıkacaktır.
Tenis topunun yuvarlaklığını eliyle test edip de hala buna “küp” diyenlere de C kümesi insanlar dersek, toplum bu tür insanları, psikiyatrinin “delilere” verdiği genel adla “şizofren” damgası yiyecektir. Bu tür insanların hemen topluma kazandırılması, “kendilerine benzetilmesi” harekâtı başlayacaktır.
Oysa, C kümesine dahil ettiğimiz insanlar, yaşamı değişik bir akıl yürütme ile kavradıklarından, kendi dünyaları içerisinde büyük bir ihtimalle “mutlu” bir yaşam sürmektedir. Onların mutsuzluğuna karar veren A ve B kümesi insanlar, kendi gruplarına çekmek için hemen bir “tedavi” yöntemine başvururlar.
Felsefe gereksizdir demek akıldışıdır
Aklın, toplumsal baskılar nedeniyle kafatası içerisine hapsedilmesi ve önüne konan engellerle özgür kalmasının önlenmesi, davranış bilimi açısından da korkutucu sonuçlara gebedir. Yılan fobisi olan bir kişinin alıştıra alıştıra yılan ile temasının sağlanması ve bu fobisinin ortadan kaldırılması sağlandığında, bilinçaltı ekolüne sıkı sıkıya bağlı bilim adamları kaldırılan bu “fobi”nin yerine başka bir fobinin patlak vereceğini savunmuşlardı. Onlara göre yılan fobisini ortadan kaldırmak, nedeni ortadan kaldırmıyordu. Asıl sorun, bu fobinin nedenini bulmaktı. Sonuçta ortak bir nokta bulundu ve yalnızca bilinçaltı sorgulaması ortadan kalktı, sorunların yok olması için ilaç ile destek de gündeme geldi. Ancak sorun yine de çözülemedi.
Aklın bu karmakarışık yolculuğu içerisinde filizlenen düşüncelerin, her zaman somut dünya bilgileriyle çakışmadığı da görülmüştür. 
Açıkça konuşmak gerekirse, bu iş “Ümraniye” soruşturması nedeniyle içeride tutuklu bulunan sanıkların, suçsuz olduklarını kanıtlamalarını istemelerine benzemektedir.
Akıl dışıdır “felsefe gereksiz” demek.

Gerekliliğini kanıtlamak için, tek bir yanıt vardır aslında: “Gereklidir!”Diğeri, uzun ve meşakkatli bir uğraş gerektirir. Gerekliliğini kanıtlamak için örnekler vermek, ayrıca verilen örneklerin de kolaylıkla çürütülebileceğini de düşünerek, uzun bir uğraşa girmek zorunda kalırsınız. Felsefe denilen disiplinin içinde kendinizi bir anda kaybedip, yanıt vereceğim ve gerekliliğini kanıtlayacağım derken, kendinizle bile çelişkiye düşebilirsiniz. Öylesine zor ve tehlikeli bir yolculuktur felsefe treninde yolculuk etmek.
Akıl ile bağlantısını bir an için bile kestiğinizde, kendinizi deli gömleği içinde bile bulabilirsiniz.
Eh, bu uğraşla baş edemiyorsanız eğer, “gereksiz” olduğunu söyler geçersiniz.
Ama anlaması zor olan, soyut bir sanat dalı olan “müzik” ile uğraşan birinin, felsefeyi gereksiz görmesini düşünmek daha da zorlaşmaktadır.

Bu arada, Reichenbach diye bir adam çıkmış, İstanbul Üniversitesi’nde aralarında Nusret Hızır’ın da bulunduğu öğrenciler yetiştirmiş ve felsefede bir çığır açmış bilim adamını yok sayıp da, buna rağmen felsefe düşmanlığı yapmak az insanın başaracağı bir “cüretkarlıktır”.
Einstein’in görelilik kuramının ve kuantum mekaniğinin felsefe üzerindeki etkilerini değerlendirme cesaretini gösteren Reichenbach, bir zamanlar Kant’ın, Newton mekaniğini felsefeye uyarlamasını kendine örnek almış bir filizoftur.

Kendinden önceki tüm idealist felsefeleri reddetmesine rağmen, onların bilgi birikimleri üzerinden çapraz olarak yürüyerek bilimsel felsefe yolunu açmıştır.
Bir an için herşeyi kenara bırakıp, yalnızca Einstein ve Reichenbach birlikteliğine, daha önce de Newton ile Kant birlikteliğine şöyle bir göz gezdirmek bile, felsefe ile deneysel bilim arasındaki kopmaz bağların gücünü göstermeye yetecek hatta artacaktır.
Bir başka yazıda, bu dörtlünün enteresan ve akıl almaz birlikteliğini ele almak umuduyla, burada kesmenin yararlı olduğu düşüncesindeyim.
Aslında yazının bundan sonraki bölümünde uzun bir Reichenbach analizi ve Einstein ile olan “bilimsel” bağlantıları ele alınmış ve Mehmet Altan ve Yiğit Bulut gibi “ekonomi” uzmanlarının sık sık diline doladığı“kuantum”un aslında bildiğimiz ve yaşadığımız “mega” dünyaya uymadığını anlatmaktı niyetim.

Ama açıkçası, Murat Bardakçı’ya bile yeterince yanıt veremediğim düşüncesine kapıldım.
Osmanlı padişahlarının felsefe bilmezliğinin bir “övgü” gibi aktarılmasına da şaşırmış durumdayım. Kaldı ki, öyle olmadığını genel “insan” çizgileri içinde aktarmaya çalıştım.
Dedim ya, uzattım.
Okurlardan, kendilerini sıktıysam özür dilerim, ama zorunlu bir yazıydı...


Mümtaz İDİL
Odatv.com
12.04.2010 01:27

9 Nisan 2010 Cuma

BİR FARKLI DOKTORUN BİLİNMEYEN ÖYKÜSÜ

Şimdi artık hayatta olmayan bir doktordan söz etmek istedim bugün.
Eşimin de doktor olması nedeniyle, hayatımın yarısı doktorlar arasında geçti. Öyle ki, kimi zaman en yakın dostum olduğu halde, bazı doktorların karşısına hasta olarak geçtiğimde, tavırlarının değiştiğine ve hemen mesleklerine döndüklerine çok tanık oldum.
Müthiş bir mesleki disiplin tabii ki bu ve eleştirilemez...
Ama yine de insan o anda kendini hasta, karşısındakini de doktor olarak görüveriyor ve kendine ve karşısındakine yabancılaşıyor.
Başınıza gelmiştir mutlaka.
Ama Dr. Selçuk Alsan çok farklı bir doktordu. Onu tanıdığımda,Kanada’dan yeni dönmüştü. Rusça öğrenmeye çalışıyordu. Tanışmamız da zaten Rusça bilmemden kaynaklandı.
Dahiliye uzmanıydı. Diplomasını, sekiz yıl eğitim gördüğü ABD’den almış, sonra iki yıl da Kanada’da çalışıp, bir tek valizle, işsiz halde Türkiye’ye dönmüştü.
Yalnız yaşıyordu. Aşağı Ayrancı Platin Sokak'ta, kiralık bir evde kitapları ve kocaman bir radyosuyla tam bir bekar evinde geçiyordu hayatı.
Evine ziyaretçi kabul etmezdi, ama Rusça söz konusu olduğu için olsa gerek, ben artık gidip gelebiliyordum.
1980 faşist darbeden önceydi. Askerden yeni gelmiştim ve ben de kafası kesik tavuk gibi sağa sola yalpalıyordum.
Müthiş bir kaynak oldu benim için Dr. Selçuk Alsan. Her türlü kitabı bulabildiğim muazzam bir kütüphane kazanmıştım. Üstelik, karşımda durmaksızın çalışan, sürekli okuyan müthiş de bir örnek vardı.
Çalışmayı ilke edinmiş bir doktordu ve dahiliye uzmanı olmasına rağmen hemen her konuda bilgi verebiliyordu karşısındaki hastaya.
Neredeyse, teşhis koyamadığı bir hastayla karşılaşmamıştım.
Bir keresinde Hacettepe Üniversitesi’nin yanlış teşhis koyduğu bir hasta gelmişti. TÜBİTAK dokümantasyon merkezinde çalışıyordu. Hiçbir hastadan para almazdı. Herhalde birileri önermişti ki, Selçuk Bey’e geldi hasta. Rastlantı ben de oradaydım. Dalgın dalgın hastanın yaralarına baktı. Verilen ilaçları sordu. 
Bunları kullanırsan düzelmez hastalığın,” dedi zor duyulur bir sesle. “Senin hastalığın sedef hastalığı dediğimiz bir hastalık.” 
Çekmecesinden bir reçete çıkarıp ilaç yazdı.
Hacettepe köpürmüştü... Adam oraya gidip, hastalığının sedef hastalığı olduğunu, bunu neden onların teşhis edemediğini sorup “hır” çıkarmıştı çünkü.
Gerçekten de adamın hastalığı sedef hastalığı çıktı ve iyileşti.
Hacettepe Tıp, Selçuk Alsan’ı hiç sevmezdi. Kanada dönüşü bir süre orada çalışmış, ama kovulmuştu.
Geçimsiz bir adamdı aslında, ama yalnızca mesleğinde. Mesleği söz konusu olduğu zaman hiç kimseye laf söyletmezdi. Çok okurdu çünkü. Durmaksızın okurdu. Tüm tıp dergilerine, hatta o sıralarda yasak olan “Mejdunarodnaya” adlı Sovyet dergilerine bile aboneydi. Evrensel Kitabevi diye bir yer kitapları özel izinle getirebiliyordu. 
Kanada’dayken Sorbonne diploması almıştı. 
Birkaç yıl içinde Rusça’yı da çok iyi öğrenmişti.
Durmaksızın okuyor ve neredeyse gelen tüm hastalara doğru teşhis koyup gönderiyordu. Bir tek steteskopu ve tansiyon aleti vardı evinde, ama yine de canla başla hastalarla ilgileniyor, mutlaka bir yolunu bulup onların tedavisini sağlıyordu.
Ben Çorum’da görev yaptığım sırada, ölümünü gazetede okudum.
Görüşememiştik. Can yoldaştık birbirimize, ama son zamanlarda oldukça uzak kalmıştık birbirimize.
Yığınla kitabı, dergileri ve yazdığı şiirler hep çöpe gitti.
Tuttuğu notlar kayboldu.
Güzel akordeon çalardı, herhalde onu birileri almıştır diye düşünüyorum.
Bir ablası vardı, ama hiç görüşmezlerdi.
Bu hikayeyi neden anlattım? Öylesine büyük özlem duyuyorum ki böylesine çalışan ve durmaksızın bir şeyler üreten insanlara.
Bir an bile boş durmayan, sürekli bir şeyler üretmeye çalışanlara...
Bilim ve Teknik dergisine bulmacalar yapardı, belki oradan hatırlayanlar olacaktır.
Satranç köşesi vardı. 
Düşünce Kulesi-1 ve diye kitaplar yazdı. Bilmecelerle, zeka oyunlarıyla dolu kitaplar.
Nobel ödüllü Guatamela’lı yazar Miguel Asturias, “Yeşil Papa” romanında şöyle der:
Her şey etrafındakilerle birlikte çınlayarak yürür,”
Gerçekten Türkiye’nin çalışan ve düşünen insanlara her zamankinden çok ihtiyacı var.
Odatv’de olmak, yorumları okumak ve onlardan inanılmaz güzellikler ve derin felsefeler öğrenmekten çok mutluyum, ama daha da gelişsin istiyorum.
Benimki bir dilek işte...
Öylesine,

A.Mümtaz İdil
Odatv.com


09.04.2010 13:08

7 Nisan 2010 Çarşamba

SANATÇI NEDEN MUHALİF OLMALIDIR?

Yüzyıllar boyu sanat hep var olan ideolojiye, egemen olan sisteme ve yönetici sınıflara ters düşmüştür.
En ideal olarak düşünülen yönetimlerde bile, sanatçı hep daha iyisini istemiştir.
Sakat ve zayıf çocukları ölüme terk ederek, sağlam, gürbüz ve savaşçı bir ırk yetiştirmeye çalışan Sparta’nın tutumuna karşılık, bilim ve sanata önem veren Atina’da bile sanatçılar, var oluşlarını borçlu oldukları yönetime hep “muhalif” olmuşlardır.
Sanatın yapısı gereğidir bu.
Sanatçılar, imgelerle düşünen, imgeleri somutlaştırmak için yeteneklerini kullanan “öncü” bir birlik görevini üstlenmişlerdir.
Mevcut yönetim ile benzer düşünmeye başladığı andan itibaren, sanatsal yaratıcılığı yok olmaya mahkumdur. 
Basit bir nedenden dolayı: Aynı düşünmeye başlamıştır. Artık imgeler yoktur, hayal dünyası kısıtlanmıştır, mevcut pozisyonunu yitirmemek için yaratıcılığından ödün vermek zorunda kalmıştır.Dikkat edin, dünyanın neresinde bir haksızlık, dolandırıcılık, sahtekarlık, insan haklarına aykırılık varsa, orada bir sanatçı kümelenmesi oluşur.
Dikkat oraya çekilir, haksızlığa uğrayan tarafın yanında yer almakla yükümlü olan sanatçı ise, hayatını ortaya koymuştur. Ama bunu umursamaz.
Sistemler, kendisiyle bütünleşmiş bireyler tarafından eleştirilemez, değiştirilemez, karşı gelinemez. Sisteme yakın olanların sistem ile mutlaka bir alış-veriş ilişkisi vardır ve bu ilişki özgürlüğüne gem vurulmasına neden olacaktır.
Sonuçta da, sistemin bir parçası olarak sanatçı kimliğini bir kenara koyup, “zenaatçı” kimliğiyle varlığını sürdürmeye çalışacaktır.
Bu normaldir de. Çünkü, sistem kendisini desteklediği sürece, tüm reklam olanaklarından ve medya fırsatlarından yararlanma olanağına sahiptir.
Bu da, herhangi bir x ülkesinde, sanatsal beğeninin belirlenmesine neden olacaktır. Bunu kırmanın tek yolu, sanatçı kimliğini asla yitirmemiş olanların başkaldırı içinde olması ve bunu her fırsatta ve her yerde vurgulamasıdır.
Bunun hiç de kolay bir şey olmaması, “ürkekliği” de beraberinde getirir. Gitar çalmasını engellemek için Şili stadyumunda elleri kesilen Victor Hara’nın trajik öyküsü beklemektedir direnen sanatçıları.
Sisteme yakın “zenaatçıların” piyasayı kuşatması, sistem dışı kalmış ve avlanması kolay tek tük sanatçılara zaten yaşam alanı bırakmamıştır.
Adı ne olursa olsun, hangi “ulvi” amaç için mevcut sistem tarafından yol haritasına uyması için çağrılmış sanatçıların, Başbakan’ın yargı mensupları için söylediği gibi, “cübbelerini çıkarıp” çağrıya avdet etmeleri gerekir.
Sanatçı olmanın zorluğu da buradadır. Hep muhalif olmak ve bunun getirdiği mutsuzlukla yaşamak. 
Bu ne yazık ki gerekli bir yaşam tarzıdır sanatçı için. Kendi özgürlük düşüncesini toplum için de isteyen, ama bunun ütopik bir çaba olduğunu da asla kabul etmeyen bir inatçı “keçidir” sanatçı. İflah olmaz bir “ısırgan otu”...

A. Mümtaz İdil
Odatv.com


07.04.2010 14:12

4 Nisan 2010 Pazar

CUMHURİYET BU KADAR FAUST'U HİÇ ÜRETMEDİ

Faust, herkesin bildiği gibi, Goethe’nin ünlü tiyatro eserindeki kahramandır. Belli pazarlıklar karşılığı ruhunu Mephisto’ya, yani şeytana satan, ama sonunda kurtuluşu kendini öldürmekte bulan bir doktorun öyküsüdür.
Goethe’nin, kendinden önce de birkaç kez ele alınan bu öykü, her dönemde ruhunu şeytana satanların trajedisi olarak dünya edebiyatında tartışmasız yerini aldı.
Bunun çok basit bir nedeni vardı: Faustlar asla eksilmiyor, daha da kötüsü giderek artıyordu.
Az ya da çok, hayatında herkes Mephisto ile mutlaka bir pazarlığa girmiştir. Aksi düşünülemez.
Goethe, insanın her zaman tutkularının esiri olabileceğini eserlerinde işlediğinden, Faust ile Mephisto arasındaki alışverişte insanın mutlaka kaybedeceğinden yola çıkarak, dikkati “şeytanla pazarlığın” dışına çekmeye çalışmıştır. Yani, “eğer şeytanla pazarlığa girdiyseniz bunun bir bedeli olduğunu da kabul etmek zorundasınız,” temasını işlemiştir.
Türkiye şu anda, sayısı artık yüzleri bulan Faustlar tarafından kuşatılmış durumdadır. “Yandaş” diye adlandırılan ve ülkenin gidişinin iyi olmadığını gördüğü halde, bedelini çoktan aldığı ve sözleşmesini imzaladığı bir çıkar uğruna, Mephisto’nun dediğini yapmakta, sözünden bir adım bile dışarı çıkmamaktadır. Mephisto’ya daha da fazla yaranabilmek için, kendisine yüklenen “görevi” aşan bir çaba içinde bulunanlar da az değildir.

Goethe’nin Faust adlı trajedisine konusunu kendisinden tam yüz yıl önce doğmuş olan ve dünya edebiyatının en büyüklerinden biri sayılan, ünlü İngiliz yazar Christopher Marlowe’dan aldığı bilinmektedir.
Otuz yıllık yaşamının son yedi yılında yazmaya başlayan ve yazdıklarıyla kendisinden sonraki kuşağı, özellikle de yaşıtı sayılan William Shakespear’i derinden etkileyen Marlowe’un, “The Tragical History of Dr. Faustus” adlı tiyatro eserinden yola çıkan Goethe, belki de bu “nihilist” yazarın ulaşmayı amaçladığı hedefleri çoktan aşarak, günümüze kadar kahramanını sürüklemeyi başarmıştır.
Çünkü Goethe de bilmektedir ki, dünyadaki Faustlar hiç eksilmeyecek, hatta artarak varlıklarını şeytana adamayı sürdüreceklerdir.
Zaten insanlık tarihinin yakasını hiç bırakmayan “mephistolar,” sayesinde Marlowe’un, Goethe’nin ve son olarak da Thomas Mann’ın ele aldığı Dr. Faustuslar trajedisi unutulmamıştır ve insanlık var olduğu sürece de yaşayacaklardır.
Nitekim, Türkiye hiç bir döneminde olmadığı kadar Faustların varlığını ağır ve yok edici biçimde yaşamadı.
Ne Ali Kemal’ler bu dönemin Faustlarına yaklaşabildi, ne Fetret dönemi böylesine ağır bir katliamı, kardeşin kardeşi boğazlamasını yaşamadı.
İhanet diz boyu...
Fasutları numaralamaya kalksak, geçtim kurşun kalemi, tükenmez bile tükenir. Öylesine çoğaldılar ki, Türkiye tarihi bunu ileride “kara liste” olarak yayımlayacaktır. Sonuç ne olursa olsun... Hangi rejim Türkiye’ye egemen olursa olsun, fark etmeyecek ve Faustlar tek tek tarih önünde yargılanacaklar... Ne ceplerindeki dolarlar onları kurtaracak tarihin azgın sayfalarından ne de “nedamet” çığlıkları.
Dr. Faustus trajedilerinde Mephisto bellidir. O da Tanrı ile pazarlığa girişmiştir. Ama günümüz Mephistosu veya Mephistolarının kimliği ve sayıları belli değildir. Belli olan, onların Tanrı ile değil AB ve ABD ile pazarlığa oturmuş olmalarıdır. Tanrıları bellidir. Kurbanlarını da, bu güçlerden aldıkları “varlıklar ve vaadlerle” yanlarına çekerler.
Goethe’nin “Faust”unun giriş bölümü, Tanrı ile Mephisto arasındaki o ünlü diyalogla başlar. Tanrı melekleri ile konuşurken, araya Mephisto girer ve Tanrı’nın kendisini melekleri kadar sevmemesinden yakınır. Tanrı ise onu hep kötülükleri konuşmakla suçlar.
Kelime kelime olmasa da şuna benzer şekilde sürer diyalog:
Mephisto: Hayır yüce Tanrı! Ama yeryüzünde sefalet, alçaklık, nefret, intikam, zulüm sürdükçe, insanlar benden kurtulamazlar.
Tanrı: Ben onları bir çeşit sınavdan geçiriyorum.
Mephisto: Onlar da hep sınıfta kalıyorlar.
Tanrı: Faust’u tanıyor musun?
Mephisto: Şu doktoru mu?
Tanrı: Evet, benim saygın kulumu!
Mephisto: Demek ona güveniyorsunuz? Eğer izin verirseniz, kendi yöntemlerimle bu adamı nasıl yolundan saptırdığımı göreceksiniz.
İşte olay bu neredeyse insanlık utancı olan diyalogla başlar ve devam eder. Kuşkusuz, Mephisto dediğini yapacak, insanlık da edebiyat tarihinin en trajik kahramanlarından birini kazanacaktır.
Burada şeytana mı teşekkür etmek gerekir, Fausta mı, bu da ayrı bir tartışma konusu kuşkusuz...
Tanrı ile Mephisto arasındaki iddialaşmanın sonunda, üç büyük meleğin koro halinde söyledikleri ise durumu daha da vahimleştirip, traji-komik hale çevirmektedir:
“Ey Tanrının kulları! Tanrıdan asla umudunuzu kesmeyin. O sizlere annelerinizden daha sevecendir. Belaları ve şeytanları size acı çektirmek için değil, bulunduğunuz konumu yüceltmek için yaratmıştır.”
Faust’un Mephisto ile anlaşmasının temelinde “zevk” yatmaktadır. İnsanoğlunun dayanamadığı konuların en başında gelen özelliklerinden biri yani... Anlaşmanın özeti de şöyledir:
“Eğer rahatlayıp köşeme çekilirsem, bu benim sonum olsun. Kendimden hoşlanmamı sağlayacak kadar bana dalkavukluk edip beni kandırırsan, beni zevkle aldatabilirsen, bu benim son günüm olsun. Bir an, çok güzelsin dersem, beni zincire vurabilirsin. O zaman mahvolmaya razıyım.” İmza, Dr. Faust...
Bu “sıkı” anlaşmanın insanlığa öğrettiği en önemli kurallardan biri, insanın ruhunu şeytana bir kere satmasıyla binlerce kez satması arasında hiç fark olmadığıdır. İnsanlık tarihi kadar eski olan bu kural, Tanrılar katında genelleştirilmiştir. Her kötülüğün ilk adımının zor olduğu, ilk cinayeti, aldatmayı, sömürmeyi, kaytarmayı, kara yalanları, rüşveti, hırsızlığı vb., başarabildikten sonra, gerisinin kendiliğinden geleceği, aritmetik dizi hızıyla artacağı anlatılmaktadır. Evet, bu kadar basittir konu, ama insanın burnunun ucunu görmekte her zaman çektiği zorluğu Goethe yüz yıldan fazladır anlatıp durmaktadır. Çünkü birinci hata eğer tatlı sonuçlandıysa, ikincisi yinelenecektir. Yok eğer başarısızsa, birincinin hatasını örtmek için ikinci denenecektir. Ta ki, yıkım gelene kadar...
Kumar makinelerindeki ilk kolu çektikten sonraki kazanma hırsıdır şeytan, ya da “geceden kalma”nın sarhoşluğunu atmak bahanesiyle sabahın köründe içilen bir duble içki ya da önce iş gezileriyle başlayan“kaytarmaların” eve hiç dönmemeleriyle sürmesi, yerine konmak üzerine alınan bir “değerin” artık yerine konmamak üzere alınmaya başlaması ya da ne bileyim, hiç gereği yok gibi görünürken, insanın kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmasıdır şeytan... 
Ya da bile bile ülke bütünlüğünün ayaklarının altından kayıp gitmesiyle cebindeki dolarların artması arasında sıkışıp kalmış düşüncedir Mephisto...
Kendini kandırmaya bahane bulmaktır. Yalan olduğunu bile bile doğru gibi yazmaktır. İnancı ile düşüncesi arasınndaki tercihi kullanamamaktır... Arafta kalmaktır.
Masum beyaz yalanların, koyu karanlık çukurlara çekilmesidir.
Ama ne yazık ki, sayılarının çokluğu nedeniyle, Goethe’nin masum Dr.Faustus’u kadar büyük bir onur beklememektedir onları. Pişmanlık ve bunun bedelini ödemek asla söz konusu değildir.
Dünya, bu dünyanın nimetleriyle tüketilmelidir. Bunun maddi karşılığı, manevi tüm karşılıkların ötesindedir.
Dinci sömürü de budur. Mephisto ile kol kola dans ederken, inanan insanların başlarını “semaya” çevirmesini öğütlemektir.

A.Mümtaz İDİL
Odatv

04.04.2010 17:17