30 Aralık 2009 Çarşamba

YATAK ODAMA GİRİLMİŞ GİBİ HİSSEDİYORUM

Görüyor musunuz başımıza gelenleri?
Duyuyor musunuz postal diye bizi korkuttukları pomponlu terliklerin “ayak” seslerini?
Şimdi daha iyi anlıyor musunuz, seçimden birkaç gün önce TSK’nın en başındaki “adamın” neden o “sert” bildiriyi bizzat kaleme aldığını?
Nerede sert olmaları gerektiğinin kendilerine nasıl da öğretildiğini?
Gazeteler manşet atıyor: “TSK’nın yatak odasına girildi,” diye.
Yatak odasına girmek?
Ne demek bu?
Kabaca düşünün şöyle bir, ne demek bu?
Daha ağır bir küfürü cumhuriyet dönemi boyunca yemiş midir bu kuruluş?
Evet, Amerikalı subaylar çuval geçirdiğinde de benzer bir “aşağılanma” ile karşı karşıya kalmışlardı, ama bu kez kendi halkı tarafından “taciz”edildiğine tanık oluyoruz.
Bir yığın insan gibi, ben de askerlerin müdahaleleri sonucunda hayatının büyük bölümünü “kaybetmiş” insanlardan biriyim. 
Ama yine de içim yanıyor bu manzara karşısında.
Cumhuriyeti ayakta tutan bir kurum sözünü ettiğimiz.
Mustafa Kemal Atatürk’ün çok önceden bu durumu bile gördüğünü, o yüzden ne ülkenin kurtuluşunu gençliğe bıraktığını şimdi daha iyi anlıyor musunuz?
Askerlerin de “asimile” olacağını hesap edebilmenin dahilik düzeyinin farkında mısınız?
Bu yazıyı yazan biri olarak, askerin kışlasından çıkmasını bekleyen“avanaklardan” biri asla olmadım. Olamazdım da. 1960 darbesinde sekiz yaşında olmama rağmen, ardından gelen yıllarda kulağını radyoya dayayıp Salim Başol’u dinleyerek büyümüş biriyim ben.
12 Mart 1971 darbesi sabahı trafik kazasından yaralı olarak düştüğüm Ankara’da askeri jiple hastaneye taşınmış biriyim.
12 Eylül’ün en ağırlarından olmasa da mağdurlarından biriyim.
Yine de içim acıyor bu hallere.
Altan kardeşleri, Mümtaz’er Türköne’yi, Murat Belge’yi, Fehmi Koru’yu ve daha birçok yazarı haklı çıkardıkları için kendimden de utanıyorum.
Tolstoy’a yerden göğe kadar hak veriyorum.
“Orduyu yıpratmayalım,” türünden yazı hiç yazmadım. Bu konuda bir düşünce de üretmedim. Böyle bir şeye ihtiyaç olduğunu da düşünmedim. Hep sandım ki, Atatürk’ün başkomutanlık yaptığı bir kurum kendini savunacaktır, benim “yıpratmayalım” diye yazmam, “darbe günlerine”yatırım olacaktır, diye düşündüm.
Böylesine hassas davranmaya çalıştım.
İçim yanıyor.
Kendi yatak odama girilmiş gibi hissediyorum.
Halsiz hissediyorum kendimi.
Yorgun, çaresiz, savunmasız, aldatılmış...
Ve alabildiğine çıplak.
Artık bu konuda yazmak da istemiyor, James Joyce ile İlya Ehrenburg arasında sallanan salıncağa binmek istiyorum.
Bu dönemin utançlarını yaşayanları kendileriyle baş başa bırakıyorum.

A. Mümtaz İdil
Odatv.com

30.12.2009 11:03

23 Aralık 2009 Çarşamba

AŞK-I MEMNU’NUN CHEROKEE’YLE İMTİHANI

Sinemanın en büyük açmazlarından biri yazılı metin sıkıntısıdır.
Bu yüzden de sinemacılar durup durup, eski metinlere dönerler.
Metin sıkıntısı, yazılı metin bulunmadığından değil, ödenen telif ücretinden kaynaklanan bir sıkıntıdır. Ucuza kapatmak için yapımcılar bol bol “bit pazarı” misali kütüphaneleri karıştırıp dururlar.
Yeni bir eser, yüklü de bir telif doğurabilir çünkü.
Gişe getirisinin çok olacağından emin olmadıkça, hiçbir yapımcı kolay kolay yeni bir edebiyat eserinden film yapmayı göze almaz.
Bu yüzden eski eserler sürekli bir başvuru kaynağıdır. Yazarının ölümünün üzerinden 70 yılı geçmişse (bu Türkiye için böyledir, Cenevre sözleşmesine bağlı ülkelerin çoğunda bu süre 50 yıldır) eser artık “anonim” hale gelmiştir ve telif hakkı ortadan kalkmıştır.
Böylelikle hem ünlü bir eserden yola çıkmış olur yapımcılar, reklamı kendi içindedir hem de ceplerinden para çıkmaz. Üstelik de yeniden “senaryo”haline getirmek gibi bir sorunları da genellikle yoktur.
Bu yüzden işte, elinde cep telefonu ile dolaşan Bihter, internette “sörf” yapan Behlül, 4x4 Cherokee’ye binen Ali Rıza Bey, 2200 Watt’lık elektrikli süpürge ile halıları döven Güllü seyircilerin karşısına çıkıverir.
Aşk-ı Memnu’nun, Hanımın Çiftliği’nin, Yaprak Dökümü’nün vb. “mütevazı”kahramanlarıdır bu yukarıdakiler.
İzleyenler bilir... Bilir de, izler.
Bilmeyen de (Zülfü Livaneli yazmıştı), “A, kitabı da çıkmış,” der alır, okur. Sonra da içinde neden cep telefonu, jip, internet bulunmadığını sorgulamaz bile...
İşin hem kolayına, hem ucuzuna kaçmadır bu iş, ama böyle.
Yüz defa “Faust” yazılsa, değişen bir şey olmayacak, yine kitaptaki adıyla Mephisto, bizdeki çağrılışıyla şeytan işe karışıp, doktoru alt edecek, doktor da kendini gidip “Boğaz Köprüsü”nden aşağı atacaktır.
Şimdi biraz da işin bu tarafı kurcalanmaya başlandı. “Ezel” adıyla başlayan dizi, Monte Cristo’nun yerli versiyonu.
Neredeyse tam bir Monte Cristo hikayesi, ama zaten Monte Cristo her zaman “intikam” duygusunu “kutsallaştırması” nedeniyle el üstünde tutulmuş bir eserdir.
İntikam, karşılıksız aşk, tutku, saplantı gibi insanda doğuştan var olan ama uçlara çekildikçe ilgiyi de üzerinde toplayan özellikleri işleyen eserler tarih boyunca hep ilgi odağı olduğundan, sündürülüp sündürülüp piyasaya sürülür.
Dünyada bu böyleydi, bizde de böyleydi aslında. Yılda 200 filmin çevrildiği ve sinemanın tüm dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda çekilen filmler, kin ve intikam duygularına fazlaca seslenmese de yoksulluk, acı, çaresiz aşklar, zengin-yoksul ikilemi üzerine kuruluydu. Hollywood’un bir izdüşümüydü adeta.
Sonra sinema yerini bir süreliğine televizoyna bırakınca, bu işler dizi haline geldi. Konu sıkmaya başlayınca, işe “intikam ve vahşet” sosu eklendi.
Amerikan filmleri, sürekli acı çeken, dayak yiyen, başına her türlü bela gelen ve çoğu zaman da yakınları haksızca katledilen kahramanların filmin sonunda aldığı intikam sahnelerine dayalı çekilmiştir ve dayanılmaz ilgi odağı olurlar.
Başrolde bir “jön” mutlaka vardır. Bilirsiniz ki bu “jön” intikamını en vahşi şekilde alacaktır. Bu yüzden de onun başına gelenleri sabırla seyreder izleyici ve intikam saatini bekler.
İntikam da gerçekten korkunç olur. Kahramanımız yüzlerce kişiyi gözünü kırpmadan öldürür,süründürür.
İzleyenlerin gözü dolar, elleri alkışlar pozisyona geçer ve müthiş bir rahatlama duygusuna bürünür.
Ne öldürülen “kötü” adamların aileleri söz konusudur, ne çokcukları vardır onların ne de bir hayatları... Kötü adamlardır ve kahraman onlara gereken dersi vermiş, cezalarını çekmelerini sağlamıştır.
Bilerek veya bilmeyerek, insandaki “intikam” duygusunu ateşleyen bu tür filmler, perdedeki “son” yazısıyla birlikte sokağa bir yığın potansiyel tehlike salmaktadır, ama ne gam...
Ardından gazetelerin üçüncü sayfalarında filmlerden kareler döküldükçe, içindeki duyguları bastırabilenler üzüntüyle okurken, kendini şanslı sayanlar ise bundan “beterin de beteri varmış,” türünden bir rahatlama çıkartır.
Bu, sindirilmiş bir toplumda, kendi kahramanlıklarını başkasına yüklemenin getirdiği psikolojik bir rahatlamadır.
Hatırlayın, “Kurtlar Vadisi Irak” filminde, askerlerimizin başına çuval geçiren Amerikalı subaylardan Polat Alemdar intikamımızı aldığında kaç vatandaşımız avuçları çatlayıncaya kadar alkışlamış, kaç vatandaşımız göz yaşları içinde sinema salonunu terk etmişti.
Sanal bir ortamda bile olsa, intikam alınmıştı. Amerikalılar, her ne kadar Vietnamlılardan yedikleri kadar dehşetli olmasa da, bizim Polat Alemdar’dan sıkı bir dayak yemişlerdi.
Bu mevcut durumun üstesinden gelmenin sanal versiyonuydu.
Şimdi de, Türk edebiyatının köşe başını oluşturan eserlerin tahrifatıyla da edebiyat yok edilirken, sanal bir Türk edebiyatı yaratılmış oluyor. Üstelik en kötü ve çarpıtılmış şekliyle... İster beğenin, ister beğenmeyin, Türk edebiyatının önemli eserlerinden çekilen diziler, sündürüldükçe ve sulandırıldıkça, geçmişe dönük edebiyat birikimimiz, mirasımız yerle bir oluyor.
Dudaktan Kalbe, Aşk-ı Memnu, Yaban, Çalıkuşu gibi, “roman” sanatı içerisinde belli bir eleştiriyi kaldıracak türde de olsa, Türk edebiyatının başyapıtları olmuş eserlerin, magazin haline getirilip de Bihter ile Behlül arasındaki yasak aşka indirgenmesi ne derece saygı kaldırır?
İlk ve orta öğretim kitaplarına bu kitaplardan alınıp da, Türk edebiyatı başlığı altında sunulan alıntılar, çocukları ne şekilde etkilemektedir?
Onlar da TRT gibi Behlül ile Bihter’in “öpüşmesi” sahnesine takılıp, onu aramak zorunda kalmayacaklar mı?
Bulamadıklarında dönüp, Halit Ziya Uşaklıgil’e, Falih Rıfkı Atay’a, Mithat Cemal Kuntay’a, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na ve daha onlarca Türk edebiyatının öncü kahramanlarına haklı eleştiriler getirmeyecekler mi?
Hangi öğretmen, “git yavrum tatilde Dudaktan Kalbe romanını oku, özetle ve ne anladığını yaz getir,” diye bir ödev verebilir?
Verdi, diyelim. Karşısına Bihter’in “Cherokee’sinin bakım işinin” özeti geldiğinde ne yapar dersiniz?
Dünya sineması, televizyon yapımcıları konularını bu tür eserlerden almıyorlar mı? Tabii ki alıyorlar.
Binlerce kez Faust, Raskolnikov, Veutrin, Peçorin çekilmiştir, ama hiçbirinin gerçek adı kullanılmamış, yazarın belli eserinin sahneye uygulandığı öne sürülmemiştir.
Bu tam anlamıyla bir kepazeliktir, ama dur diyecek bir “kültür” bariyeri de bulunmamaktadır.
Bu yüzden artık bilgi yarışmalarının sorularını popüler kültür oluşturuyor.
Mithat Cemal Kuntay’ı geçtim, Attila İlhan’ı bile unutturan bir kültür erezyonu içinde, hemen tüm gençlik Tarkan’ın son sevgilisinden ne zaman ayrıldığını biliyor?
Açın, arama sitelerinden birine “Aşk-ı Memnu” yazıp, arayın. Ne zamanHalit Ziya Uşaklıgil adına rastlayacaksınız?..
Halit Ziya Uşaklıgil ile Aşk-ı Memnu’yu birlikte yazın, kaç kişi için bir anlam ifade edecektir?..
Bakmayın sonlara eklenen soru işaretlerine, bunlar soru değil...
A. Mümtaz İdil
Odatv.com
23.12.2009 01:19

19 Aralık 2009 Cumartesi

BU YAZARLARI OKURKEN BİR DE BU AÇIDAN BAKIN

Ünlü Rus yazar İvan Turgenyev“Babalar ve Oğullar” romanında, kendisinden sonraki kuşağı derinden etkileyecek bir tip yaratır: Bazarov.Bazarov, nihilizmin romanda ortaya çıkmış karakteridir.
Turgenyev, roman boyunca hiçbir yerde Bazarov’un nihilizm kelimesini kullanmaz, ama kitabın son sayfasını çevirdiğinizde, aklınıza bir“hiçlik” düşer.
Daha sonra bu kavram Nietzche ve Kiekegaard’ın elinde iyice yoğrularak, varoluşçuluk felsefesine kadar uzanacaktır.
Konunun bir ucundan tutan ama nihilizmden salt Turgenyev nedeniyle kaçıp, düşüncesini daha çok inanca bağlayan Dostoyevski ise, bilinçaltı hiçliği gündeme getirecek, bir başka anlamda nihilizmi savunmaya kalkışacaktır.
Aslında gerek Dostoyevski’nin gerekse Turgenyev’in “altını çizdiği” hiçlik kavramı, her iki yazarı da yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkacak bir toplumsal “başkaldırıya” doğru sürükleyecektir.

Birinci ve İkinci dünya savaşlarını yaşamış, arada tüm dünyayı derinden sarsan 1929 ekonomik krizini de geçirmiş olan dünyanın yalnız insanları, sığınacak bir kavram peşinde koşmakta yerden göğe kadar haklıydı.
Bir yanda Karl Marks ve Frederic Engels’in yolundan giderek kurulmuş bir SSCB bulunmaktaydı, öte yanda ise bu sistemin bir “faşist” sistem olduğunu, kurtuluşun “liberalizm” olduğunu savunan bir başka cephe tüm gücüyle dünyayı ele geçirmeye çalışmaktaydı.
Çin ise henüz emekleme dönemindeydi.
Bu karmaşık dönemi atlatabilen yazar sayısı da çok fazla olmadı. Sartre, Camus, Beauvoir gibi Fransız yazarların başı çektiği nihilizm ve devamı existansializm ile ayaklarını yere basıp, bu dünyaya tutunmaya çalışanGorki, Ehrenburg, Şolohov gibi yazarların arasında iki kutuplu dünyanın çekişmeleri yaşandı.
Her iki kutup da bir noktada buluşmayı bekliyor ve umuyordu, ama olmadı. Liberal dünyada yaşayan yazarlar kendi konumlarındaki müthiş sömürüden ve vahşi kapitalizmden şikayet ediyordu, diğer uçta bulunan yazarlar da baskıdan ve faşizmden dem vuruyorlardı.
Ortada, söz gelimi “sosyal demokrasi” denilen uyduruk bir felsefede buluşmaya çalışıyorlardı, ama nafile. Çünkü, sosyal demokrasi denilen şey kocaman bir aldatmacaydı ve iki taraf da bunun farkındaydı.
Bunu zaten en iyi şekilde siyasetçiler kullandılar ve hiç bir zaman hayata geçmemiş bir ideolojiyi kağıt üzerinde de olsa hayata geçirdiler.
Böylelikle vahşi kapitalizmin ve komünizmin önüne geçebileceklerini sanıyorlardı. İdeolojilerinin teorik yapısını hem komünizmden hem de kapitalizmden aldıkları “seçme” kurallarla düzenliyorlardı.
Ama tutmayacağı da gün gibi ortadaydı.
En azından bir süre oyalayacağını düşündüler belki ve haklı da çıktılar.
Toplumlar, hiç yaşamadıkları bu “sosyal demokrasi” düzenini çok benimsediler ve Thomas Moore’un ütopyasından bu yana yaratılan en büyük ütopyaya dört elle sarıldılar.
Çünkü kapitalizmden yılmışlardı, çünkü komünizmden korkuyorlardı.
İkisini de ret eden böyle bir sistem, en akla uygun sistemdi.
Akla uygundu, ama pratiğe uymayacağı hiç düşünülmemişti.
Yeniden Turgenyev’e dönecek olursak, Turgenyev ve o dönem Rus yazarlarının arasındaki “sanatsal” çatışmanın özünde de aslında bu yatıyordu.
Bir yanda Lenin’in daha sonradan Mayakovski’ye bile tercih ettiğini söylediği Çernişev’in toplumsal önerileri, Belinski’nin ayağı yere basan somut eleştirileri ile bezenen bir Rus edebiyatı tüm “devrimci” kesimleri etkilerken, diğer yanda insanın “karanlık” içyüzünü gözler önüne seren Kiekegaard, Dostoyevski ve Nietzche gibi bencilliği ve insanın güvenilmezliğini öne süren yazarlar arasındaki kavga hiç eksilmeden sürdü gitti.
Aslında bu kavga birden bire 19. Yüzyılın ortasında çıkmadı kuşkusuz. Daha önceki edebiyat dünyasının dev yazarları arasında da benzer biçimde kavgalar sürmekteydi. Balzac’ın ünlü Veutrin tiplemesiyle yarattığı“tutku”, onu ilk kez Rusça’ya kazandıran Dostoyevski’yi de derinden etkilemişti. Ama öte yanda, kollarında ölen Balzac’a büyük bir dostluk beslemesine rağmen, düşünce olarak hiç de ona yakın olmayan bir Victor Hugo, sanatın toplumsal işlevini bir gergef gibi işleyen eserler yazmakla meşguldü.
Toplumsal olayların tam ortasında yaşayan ve çağını yansıtmaktan kaçamayan tüm bu yazarların ortak tek bir noktası vardı: Kendilerine bir sıfat yakıştırmamak. 
Bunu romanlarında veya diğer eserlerinde de görmek mümkün olmadı.
Ne Hugo, ne Balzac, ne Dostoyevski ne de adını sanını bile duymadığımız Rus edebiyatının en büyüklerinden biri kabul edilen Karamzin, kendisi için bir “tanımlamada” bulunmamıştır.
Sartre’ın eserlerinde onun Marksist felsefeyle boğuştuğunu, ona eklemlemeler yaptığını ve bunu yirminci yüzyılın bunalım edebiyatına uydurmaya çalıştığı bilinir, ama Sartre’ın hiçbir eserinde kendisini Troçkist olarak nitelediği görülmemiştir.
Oysa bir anlamda Sartre’ın yaptığı, Troçki’nin siyasette yapmak istediği ile örtüşmekteydi. Edebiyattaki “kalıpların” artık bırakılması gerektiğini söylemenin ötesinde Sartre, sürekli bir devinimden bahsetmekteydi.
Ama kendine bir isim hiç yakıştırmadı.
Ne o, ne Camus ne de Beauvoir...
Biz onları “varoluşçu” olarak anmaya başladık.
Gorki’ye Marksist dedik, Samuel Becket’e de “bunalım edebiyatı”...
Ta uzaklardan, ABD’den Wiliam Faulkner ağırlığını edebiyat dünyasında hissedirince de, Şolohov’un nehir romanları tartışılır olmaya başladı.
Sonra Soljenitsin çıkıp, İvan Denisoviç’in bir gününü yazdı. Tüm edebiyat dünyası geriye doğru şöyle bir bakıp, Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” adlı kısa romanını yeniden irdelemeye başladı.
Tüm zamanların en “karanlık, karamsar” yazarlarından biri olan Dostoyevski’nin haklı olup olmadığı tartışmaya açıldı. Kadın düşmanıNietzche yeniden gündeme geldi ve Dostoyevski ile aralarındaki garip benzerlikler tartışıldı.
Edebiyat dünyası bu tartışmalarla uğraşırken, Ehrenburg yeniden ve yeniden yargılanırken, Paris Düşerken romanının satır aralarındaki “karşı devrimcilik” çözülürken...
Biz 12 Eylül darbesi ile bir yandan öteki yana kurumuş söğüt yaprakları gibi dağıldık gittik.
12 Eylül öncesinin “Marksist” yazarları, düşünürleri köşe kapmaca oynamaya başladığında, sandık ki dünya değişiyor ve yerini yeni sistemler alıyor.
Sandık ki, Marksizm de kendi diyalektiği içerisinde yol alıyor ve yeni ürünlerini bu yolla yansıtıyor.
Oysa ilk başta öğrendiğimiz şeyi en son hatırlama alışkanlığımızı, refleksimizi unuttuk: Sanatçılar çağını yansıtır, ilkesini...Fark edemedik ne yazık ki, Selim İleri’nin “Cehennem Kraliçesi”romanındaki kahramanına neden “Marksist Mehmet” dediğini, Ahmet Altan’ın “Sudaki İz” romanında kahramanlığını “sobayı çıplak elle tutacak” kadar ileri götüren Korkut’unun aslında bir Rahmetov kopyası olduğunu, Hulki Aktunç’un Bir Çağ Yangını romanındaki “kedi bıyıklılar, kedi bıyıksızlar”ının Faulkner’i çağrıştırdığını, Latife Tekin’in, köye dikiş makinesi getiren babasının, Marquez’in “buz” öyküsüne benzediğini...
Tıpkı ilk romancılarımızın Fransız edebiyatından etkilenerek kaleme aldığı ve toplumsal konuları yansıtmaktan çok “burjuva yaşamının” sıkıntılarını yansıtan romanlarını fark edemediğimiz gibi.
Türk edebiyatı, çok ilginçtir ama, en başarılı örneklerini daha çok şiir sanatında vermiştir. Yazılı sanatların en güç, başarılması en zor kolunda böylesine büyük başarılara imza atmış olmanın temelinde ise bu işin kolaya kaçmasından kaynaklanan yaygınlığı yatmakla birlikte, asıl neden binlerce yıldır biriken ve kişinin de farkında olmadan özümsemek zorunda kaldığı “kültür”dür.
Belki de bu yüzden, yazının en başından beri anlatılmak istenen noktada şairler hep suskun ve geri planda kalmıştır. Ortaya koyduğu ürünün daima daha iyisinin bir altında olduğunu düşündüğünden şairler, hiç ortalığa çıkıp kendilerini “şair” olarak takdim etmemişlerdir. Kendilerine en“utangaç” şekliyle, yazar demekte bile çekinceli davranmışlardır.
Dizeleri şarkılara döküldüğünde bile anımsanmamaktan da hiç gocunmamışlardır. Türk edebiyatının suskun ve sessiz savaşçıları olarak, dillerde dolaşan dizelerinden mutlu olmayı yazarlığın onuru saymışlardır.
Kartvizitine “şair, roman yazarı” yazarak kimse yazar olamayacağı gibi, kimliğine “sosyal demokrat, marksist, ulusalcı” diye yazan kimse de bu vasıfları taşımaz.
Bazarov işte bu yüzden dünyanın ilk ve en ünlü nihilistidir.
Turgenyev kartvizitine yazmamıştır.
Bilmem ne demek istediğimi anlatabildim mi?..
A. Mümtaz İdil
Odatv.com
19.12.2009 19:28

17 Aralık 2009 Perşembe

TÜRKİYE’NİN TAM ORTASINDA BİR İRLANDA VAR

Kürt sorununun ilk kez dillendirilmesinden bu yana 30 yıla yakın zaman geçti.
Daha önce böyle bir sorun olduğu halde dillendirilmiyordu, ama kaşınmaya müsait bir “potansiyel” olarak hep olageldi. Nitekim, 1980 öncesi Türkiye’de eğitim vermek amacıyla gelen İngiliz ve Amerikalı “kolej” öğretmenleri, yakın buldukları çevrelerde Kürt kökenli vatandaşları sorgulamaya başlamışlardı. Sorgulamadaki en önemli sorunların başında da, büyük kentlere göç etmiş olan Kürt ailelerin herhangi bir baskıya maruz kalıp kalmadıkları üzerineydi.
O sıralarda, Türkiye’de hemen hiçbir bölgede Kürt kimliği ile ilgili böyle bir sorun bulunmuyordu. Kürtler de her vatandaş gibi diledikleri şekilde yaşamlarını sürdürüyorlar, hatta Laz diye çağrılan Karadeniz kökenli vatandaşlara yapıldığı gibi, üzerlerinde fıkralar da üretilmiyordu.
Diyarbakır’dan çok Erzurumlular üzerinde yoğunlaşıyordu batı tarafta yaşayan insanlar ve “dadaş” dedikleri bu kesim insanları da“şivelerinden” yakalarlardı daha çok.

Ama dadaşlar hep “mert, yürekli” kişiler olarak anılır ve onlarla dost olmak ayrı bir gurur kaynağı gibi gösterilirdi.
Hatta 12 Eylül öncesi romanlarda bol bol da boy gösterirlerdi, çünkü ezilmişliğe, haksızlığa ve benzeri toplumsal baskılara baş kaldıran yürekli kişiler olarak tanınırlardı. Doğulu bir insandan asla bir “kalleşlik”beklenmez, en yakın dostlar olarak hanelere kaydedilirlerdi.

Ve en önemlisi de “dadaş”tan çok Kürt olarak bilinirlerdi.

Oysa ilgi bu denli yakın da değildi.
Kürt kökenlilerin ten rengi, saç rengi daha farklıydı ve onlar daha Güneydoğu’da bulunuyorlardı.
Bu, garip bir şekilde, 1980 sonrasında fark edildi.
Feodal koşulların, yoksulluğun, mevsimlik köleliğin, sadakaya dayalı ağalık düzeninin hüküm sürdüğü bölge mevcut hükümetler tarafından göz ardı edildi, önemsenmedi ve kendi haline bırakıldı.
Bölge kaçakçılık ile yaşamını sürdürmek zorunda kaldı.
Jandarma, bölgedeki kaçakçılığı da sıkı takibe alıyordu, ancak büyük mal geçişleri, eroin ticareti her zaman mümkün oluyordu.
Jandarma ve kolluk güçlerinin engelleyebildiği şeyler ise, daha çok Irak ve Suriye’nin ihtiyacı olan başta margarin olmak üzere çeşitli hububattı.
Karşıdan Türkiye’ye geçenler ise çay, kırılmaz cam eşya, elektronik eşya, kalem, kaset, çakmak taşı vb. gibi mallardı.
Büyük mal geçişleri, büyük “patronlar” tarafından düzenlenip de çözüldüğü için, bu tür malların yakalanması ihbar sistemine rağmen çok fazla mümkün olmuyordu.
Ancak, küçük kaçakçıların başları kolluk kuvvetleriyle her zaman dertteydi. Her an yakalanabilmeleri mümkündü ve bunun için kolluk kuvvetlerine ikramiye de dağıtılırdı.
İşin daha acıklı olan tarafı ise, sınıra yakın beş kilometrelik alan içerisinde hiç bir yerleşim bölgesinde mal stokunun yapılamamasıydı.Hükümetler, sınır valiliklerine gönderdikleri genelgelerde, sınıra beş kilometre yakın bölgelerdeki yerleşim yerlerinde sıkı denetimler yapılmasını ve mal stoklarına el konulmasını istiyorlardı.
Nitekim, bu amaçla da jandarma sık sık köylere baskın yapıyor ve stok mal bulunup bulunmadığını kontrol ediyordu.
Ancak “stok” tanımında bir tuhaflık vardı. Sözgelimi, bir ailenin evinde iki paketten fazla margarin, bir çuvaldan fazla un, makarna veya benzeri hububat bulundurması yasaktı. Böyle bir durumda mallarına el konuyor ve haklarında “kaçakçılıktan” dava açılabiliyordu.
Köy sakinlerinden sesi çıkabilenler de bu karara karşı çıkıyor, bir aileye iki paket margarinin yetmeyeceğini, bu nedenle eşek sırtında saatlerce büyük merkezlere gidip, oradan alışveriş yapmalarının her zaman mümkün olamadığını söylüyorlardı, ama nafile.
Sınırın öteki tarafında büyük “sükse” yapan sözgelimi margarin için kısıtlamaya valilik asla yanaşmıyordu.
Bu koşullardan merkezi hükümetin haberi olmuyordu tabii ki. Onlar, kaçakçılığın bu şekilde önlendiğini düşünerek, büyük kaçakçılığın rahat hareket etmesine bilerek veya bilmeyerek yol açıyorlardı.

Türkiye, bu “büyük kaçakçılık” ile önemli rant sağladı ve belli dönem ekonomisini bu şekilde ayakta tutabildi.
Ama bölge halkı, 1980 öncesinden beri kışkırtılıyor, bu zenginliğin başta Kıbrıs olmak üzere batı bölgesinde yaşayan insanların refahı için harcandığı öne sürülüyordu.
Halkın çoğunluğu ağalık boyunduruğu altında yaşadığı halde, üzerlerinden hiç kalkmamış bu baskının farkında olmadan, yüzünü asıl tehdit olarak gördüğü batı tarafına, özellikle de merkezi hükümetlere yöneltiyorlardı.
Düşmanlık tohumları atılıyordu, ama yöneticiler kulaklarının üzerine yatmayı tercih ediyor, işi de kolluk kuvvetlerine bırakıyordu.
Kolluk kuvvetlerine bırakılan “baskı” halleri, dünyanın her tarafında ve her zaman kontrolden çıkmaya müsait olduğu gibi, bu kural güneydoğu bölgesinde de fazlasıyla yürürlükte kaldı.
Dünyanın hep bir ağanın boyunduruğunda yaşamını sürdürdüğünü sanan bölge halkı, yavaş yavaş uyanıyordu, ancak bu uyanış kendisini sömüren ağalık sistemine değil, daha çok kendisini sömürdüğünü sandığı bir başka ırka, sanal olarak yarattıkları bir ırka yöneliyordu. Batılı insanlar, kendi sırtlarından edindikleri servetle lüks içinde yaşarken, kendileri mağaralarda sürünüyordu.
Önce, bölgede yaşayan Süryaniler yaşadıkları yeri terk etmeye zorlandılar. Kiliseleriyle, manastırlarıyla ve kendine özgü kıyafetleriyle kapalı bir toplum şeklinde yaşayan bu kitle, bölgedeki yoksulluğun ve şiddetin artmasıyla soluğu başka ülkelere kaçmakta buldu.
Bu, bölgedeki etnik grubun daha da saflaşmasına ve aynada kendini tek başına görmesine neden olan önemli bir “tehcir” olayıydı.

Ardından, bir çeşit Japon taktiği sayılan taktikle, kendi bölgelerini terk edip batı bölgelerde iş aramaya çıktılar. Gördükleri gerçekten kendi yaşamlarıyla ilgisi olmayan görüntülerdi ve bu bir çeşit kin duymalarına ve kendi aralarında işbirliği yapmalarına neden oldu.
Dilleri o zaman akıllarına geldi ve buldukları her ortamda, kendilerinden olmayanların anlamaması için yerel dillerini kullanmaya başladılar (bu yalnızca Kürtçe olmadığı için yerel dil tabirini kullanılmıştır).
Oysa onlar, çevrelerinde konuşulanları anlayabilecek kadar Türkçe biliyorlardı. Bu da kendileri için müthiş bir avantajdı. Daha da önemlisi önemli gördükleri bir “üstünlüktü”.

Bir ayırım hissediyorlardı.
Bunun da kışkırtılması gerekiyordu.
Zaten her türlü zemin yıllardır hazırlanıyordu ve Eruh baskını fitili ateşlemek üzere düzenlendi.
Ama dönemin siyasileri bunu önemsemedi. Çapulcu hareketi olarak gördü ve asker ile işin üstesinden gelinebileceğini varsaydı.
Başta “askeri” önlemlerin meyve vermesi de sorunun çabuk halledileceği rahatlığını yarattı.
Oysa artık her şey için geç kalınmıştı. Bölge halkı artık kendisi için yapılacak yatırımlardan çok, yatırımlara ortak olmak istiyordu. Fabrikada işçi olarak çalışmak değil, fabrikanın sahibi olmak istiyordu. Kendilerine bu öğretilmişti. Çorum’da, Yozgat’ta, İzmir’de fabrikalarda çalışanların, daha doğrusu tüm çalışanların, çalıştığı yerin ortağı olduğunu düşünmeye başlamışlardı. Rahatlık beklendiği kadar hızla gelişmiyordu Güneydoğu'da çünkü.
Yıllar önce İngiliz ve ABD’li eğitim kisvesi altında Türkiye’de hizmet veren “ajanların” örgütledikleri küçük gruplar, büyük bir kitleye dönüşmeye başlamıştı.
Ama başta Ankara, batıda yaşayan siyasetçiler, toplum bilimciler bunun farkına varmıyor, böyle bir sorunu kabul etmiyor, “kart kurt” işleriyle uğraşıyorlardı.

Şimdi, Türkiye’nin tam ortasında bir İrlanda var...

1916 ayaklanması öncesi gibi hareketleri hızlanan, eylemleri sıklaşan ve giderek topraktan silahını çıkarmaya hazırlanan bir güruh işbaşında.
Benzerlik mi? Aslında hiç yok, ama benzetmeye çalıştıkları kesin. Gözden ve tarihten uzaklaştırarak, bir kollarıyla İspanya’yı gösteriyorlar, ama gönülleri İngiltere’de...
Eh, ne de olsa hocaları İngilizdi.
A. Mümtaz İdil
Odatv.com
17.12.2009 16:45

10 Aralık 2009 Perşembe

DOMUZ GRİBİNİ BIRAK ŞİDDETE BAK

Batılı bilim adamlarının bir kısmı, şiddetin bir virüs eğilimi gösterdiğini öne sürüyorlar. Öyle ki, daha da ileri gidip, şiddetin yaygınlaşmasının o dönem verem, bu dönem de domuz gribinden farklı olmadığını söylüyorlar.
Bu durumda domuz gribi salgını karşısında paralize olmuş Türkiye’nin şiddet karşısında çok daha çaresiz kaldığını görüyoruz.
Domuz gribi için, Başbakanı karşısına almış olan Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın nafile çabalarına rağmen, hiç olmazsa bir aşı söz konusu.
Şiddet virüsünü yok edecek bir aşı da yok.
Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde, şiddetin canlının doğasında olduğu kanıtlandı. Ancak bu kanıtlamanın laboratuvar ortamında yapıldığını hatırlatan virüsçü bilim adamları bu görüşü eleştiriyor ve tek başına olmadığını, çevresel ve fiziksel faktörlerin de çok büyük etken olduğunu belirtiyorlar.
Şiddetin giderek arttığı toplumlara bakıldığında, şiddetin bir virüs eğilimi gösterdiğini savunan bilim adamlarının haklı olduğu insanı ürkütüyor.
Irak buna en ciddi ve yakın örnek.
Türkiye de aday ülkeler arasında.
Sosyologlar, şiddetin kaynağında yoksulluğun, çaresizliğin ve gelecekten umudu kesmenin yer aldığını hatta bunların en büyük artırıcı neden olduğunu söylüyorlar, ama şiddetin bir virüs gibi yayılmasında“şerhlerini” saklı tutuyorlar.
Ama şiddetin toplumsal bir virüs olarak yayıldığını savunan bilim adamları da, “madem böyle, o halde binlerce yıldır süregelen aile içi şiddeti yoksulluk, çaresizlik, gelecekten umudu kesme argümanları ile açıklamak ne derece mümkün” diye soruyorlar.
Diğer yandan da, ekonomik rahatlıkları yerinde olmasına, gelecek gibi kaygıları olmamasına rağmen şiddetin yine de bu çevrelerde de artmasını açıklamanın imkansızlığına dikkat çekiyorlar. Hatta, ekonomik durumları yerinde olan kitleleri, tarih boyunca en büyük şiddete baş vurduğunu bile öne sürüyorlar.
Medyanın bu olayda çok büyük rolü olduğunu belirten David Phillips gibi bilim adamları da, şiddetin artışında bunun “vitrinleştirilmesinin” rol oynadığını savunuyor. Hatta David Phillips, yayınlarıyla bunu bilimsel olarak kanıtlamış durumda.
Şiddetin, bir anlamda “medyatik” olması, bu tür haberlerin cazibe odağı olması da şiddeti artıran önemli etkenlerden.
Yine sosyologlar, medyatik kişilerin, sözgelimi Marilyn Monroe, The Doors’un efsanevi solisti Jim Morrison, Elvis Presley, Nirvana’nın intiharlarının ardından, intihar vakalarının arttığına dikkat çekiyorlar.
Bu, bireyin kendine uyguladığı bir şiddet olarak ön plana çıkıyor.
Ancak, bu büyük bir rahatlıkla “dışa” dönük hale gelebiliyor. Asıl tehlike de bu.
Yine araştırmacı David Phillips, spor diye kabul edemediği boks maçlarından sonra, şiddetin arttığını iddia ediyor. Ona göre Muhammed Ali'nin 1975 yılında yaptığı iki karşılaşmadan sonra, ölüm olaylarında müthiş bir artış olmuş. Yine Manila’daki bir karşılaşmanın ardından 108 kişi şiddet sonucu öldürülmüş. Phillips, bunun normalin 26 kat fazlası olduğuna dikkat çekiyor (Bilim Teknik Dergisi, Temmuz 1987, s. 38-39, 47).
Münevver Karabulut cinayetinden sonra, failin belli olması ve yakalanmış olmasına rağmen, benzer cinayetlerde artışın olması, bu savı doğrular nitelikte.
Sonuçta, şiddet şiddeti doğuran bir virüs etkisi de yapıyor. Bunu reddetmek olanaksız.
Şiddet, insanın doğasında var olan korumacılık güdüsü gibi reddedilemeyecek biçimde olan bir dürtü.
Bu, bireysel düzeyde aile içi veya yakın çevrede ortaya çıkıyor ve engellenemiyor. Medya bunda önemli rol oynuyor elbette.
Bunun daha tehlikeli olan boyutu ise, toplumsal bir misyon olarak üstlenilmesi. O zaman şiddet, Nazi Almanyası’nda olduğu gibi, kitlesel öldürmelere dönüşebiliyor. Bu, Stalin’in söylediği gibi, “bir kişiyi öldürdüğünüzde cinayet, kitleleri yok ettiğinizde ise savaş” diye çağrılıyor.
Savaş, burada tüm şiddetin üzerini örtüyor ve şiddeti uygulayanı en azından kendi içinde veya bağlı bulunduğu grup içinde haklı konuma getiriyor.
O yüzden, Serap Eser’i yakarak öldüreni bir kenara bırakıyorum, Madımak Oteli’ni gözünü kırpmadan ateşe verenler de, Reşadiye’de 10 askeri pusuya düşürenler de aynı “fabrikanın” ürünü.
Onlar kendilerini “şiddet” uygulayan olarak görmedikleri sürece, şiddete maruz olanlar dışında bunun bedelini ödeyecek kimse kalmıyor ortada.
Sonuçta, şiddet zaten insanın içinde varolan bir hayvansal dürtü olduğuna göre, bu dürtü kitlesel imhalara kadar vardırılabilir ve yönlendirilebilir.
Nitekim, bugün uygulanan şiddetin temelinde de bu virüs yatıyor.
Bu, aşısı olmayan virüs öylesine büyük bir tehlike içeriyor ki, varlığını unutturmaya, gözden kaçırmaya kadar vardırabiliyor işi.
Nitekim, domuz gribinde tek tek ölümleri sayan, sağlık bakanlığı, bazı medya kuruluşları şiddet sonucu ölenlerde böyle bir “sayım” işine girmiyorlar.
Trafik canavarı diye yarattıkları hayali bir canavarın pençesine düşenleri tek tek sayıp, ardından toplu rakamlar verirken, teröre bağlı şiddeti görmezden gelebiliyorlar.
Korkutmak istemediklerinden mi, panik yaratmak istemediklerinden mi?
Tabii ki değil.
Yokmuş gibi görmek işlerine geliyor da ondan.
Bu nasıl bir “işe yaramadır” diye sorulacak olunursa, dikkatin bu yöne çekilmesi halinde toplumsal bir “uyanışın” hayata geçmesinden çekinmelerindendir.
Terör sözcüğünün böylesine uluorta kullanılması sonucu, kimliğini de kaybetmesiyle, ortaya çıkan “bireysel” şiddet daha vahim gösterilmeye başlandı.
Stalin’in sözü gibi, Münevver cinayete kurban giderken tüm gündemi kaplıyor, ama teröre bağlı öldürülen kişilerin “ağıtları” gömülünceye kadar sürüyor. Sonra bitiyor.
Terör, şiddetin dışında tutuluyor, bilerek ve bilmeyerek.
Çünkü, tedirgin ve ürkek toplumları yönetmek çok daha kolaydır, çünkü yönetime karşı şikayetleri olsa bile, başkalarına olan güveni sarsıldığından, birleşip de karşı koymak, yani başka bir deyişle örgütlenmek gibi bir yola asla başvuramazlar. Güven sarsılmıştır, her an her köşede şiddet kol gezmektedir, sevgi bastırılmıştır vb… En yakın dostuna, akrabasına ve hatta zaman zaman kendisine bile güven duymayan ürkek bireylerden oluşan bir toplum yaratılmıştır.
Bütün bunlar, insanın doğasındaki şiddet duygularını harekete geçirmeye yeter. Aile içinde şiddet uygulayan kişiler, bunu sokağa taşırmak eğilimindedir zaten ve fırsatını buldukça da yerine getirecektir. Potansiyel şiddet unsurları, kültürsüzlükten de kaynaklanan bir cesaretle, evinden çıkıp sokaklarda dolaşmaya başlamıştır.
DTP’nin kapatılması halinde, bir galon şiddet virüsü şehir suyuna boşaltılacaktır.
Bu, domuz gribinden de tehlikeli bir virüstür. Üstelik aşısı da yok.
Aman dikkat...
A.Mümtaz İdil
Odatv.com
10.12.2009 00:35

7 Aralık 2009 Pazartesi

AHMET ALTAN BUNU YAZABİLECEK Mİ?

“Edebiyatta mızrakçılık” nedir bilirsiniz. 
Yazarlığa yeni başlamış bir yeni yetmenin, ismi “neonlarda” bir yazara laf atmasına denir mızrakçılık, bildiğiniz gibi. Yeni yetme yazar, eğer “mızrak” attığı yazar kendisine yanıt verirse, işte o zaman hedef tutturulmuştur.
Hayatımda hiç yapmadım.
Bunu da şunun için söylüyorum: Ahmet Altan ile ilgili yazacağım yine bugün. Ama ben yazarlığa başladığımda, Ahmet Altan henüz yazmıyordu.
Ben ödül aldıktan bir yıl sonra aynı kuruluştan ödül aldı.
Onun ödülleri devam etti, benimkiler durdu.
Ama yine de onunla ilgili bir yazı yazıyorsam eğer, cevap beklediğimden değil.
İçim içime sığmadığından.

Ceylan kızımız için son derece duygusal bir yazı kaleme alan Ahmet Altan’ın, Serap Eser için de aynı duygusallıkta bir yazı yazıp yazmayacağını merak ettiğim için bu yazıyı kaleme aldım.
Ama asıl merak ettiğim, diyelim ki onurlu davrandı Ahmet Altan ve “bir sizden bir bizden,” gibi bir anlayışa saplanmadan, ayrım gözetmeden, herkesin aynı koruma ve sevecenliğe ihtiyaç duyduğunu savunarak bir yazdı.
Peki, büyük gazetelerimizden biri yine onu birinci sayfasına alıp, “açılımın manifestosu” şeklinde verecek mi?
Kim bilir, belki gerçekten Ahmet Altan, “açılıma halel gelmesin” diye yazar ve belki de gerçekten gazetelerimizin en büyüklerinden Milliyet de onu birinci sayfasına koyar... 
Ben de utanırım bu yazdıklarımdan.
Utanmaya da razıyım.
Ölenin kimliği, öldürenin kimliği gibi ucuz bağlantılardan yola çıkarak, bir zümreye, kitleye saldırmanın aşağılık yaklaşımlarıdır bunlar.
Ölen üzerinden savunmaya geçmektir.
Öldüren üzerinden saldırmak asla sayılmaz.
Ceylan’ı, o küçücük yavruyu bir “silah” öldürdü.
Orduya mı aitti, PKK’nın döşediği bir mayın mıydı, 1848 savaşından mı kalmaydı, biri cebinden mi düşürmüştü...
Bunların önemi var mı? Birileri için var da...
Ölen için önemi var mı?
İnsana saygısı olan için var mı?
Ama iş şu noktaya vardırılıyorsa eğer: Bu tür ölümlerin sürmemesi için “anlaşma” masasına oturulmasına, “her şeye rağmen” oturulmasına zorluyorsanız insanları...
Bir dakika düşünmek gerekmiyor mu?

Ne oldu peki?
Ne oldu son dakikada?
Açılıma tokat, Tokat’tan mı geldi ne?
Açılımmış?
Hadi canım siz de.
Türkiye bir orta oyun oynar gibi...
Kanalın birinde İçişleri Bakanı konuşuyor: Açılıma her şeye rağmen devam, diyor.
Öbür kanalda Tokat’tan ölüm haberi geliyor.
Bazı yazarlarımız da kalemtıraşlarıyla kalemlerini sivriltiyorlar...
Size de sıkıcı gelmeye başlamadı mı bu iş artık.
Bu işin gerçekten sıradan değil de bilimsel olarak ele alınması gerektiğini düşünmüyor musunuz?
Başbakan Erdoğan’ın ABD gezisini Afganistan’a muharip güç gönderme veya göndermeme noktasına bağlayıp da, asıl konuları geçiştirmeye çalıştıklarını fark edemiyor muyuz?
Bu kadar köreldik mi?
Böylesine aptal yerine konmanın literatürde adı nedir acaba?
Ben yazacak şey bulamıyorum artık.
Bundan sonra kimseye sataşmadan yazmam gerektiğine karar verdim.
Hepimizi kendi “bulutlarında” tartışmaya çağırıyorlar, ben kandım bugüne kadar sanıyorum.

A.Mümtaz İDİL
Odatv.com

07.12.2009 18:42

5 Aralık 2009 Cumartesi

DEVLETÇİLİK BİTTİ HÜKÜMETÇİLİK BAŞLADI

Bir analiz yapmaya ne dersiniz?
Odatv’de geçenlerde çıkan bir yazı şöyle bitiyordu:
“Farkında mıyız “devletçilik” bitirildi. Büyük alkışlarla, devlet elini eteğini piyasadan çekti, çektirildi.
Ama garip bir şekilde “hükümetçilik” devreye girdi.”
Neydi devletçilik?
1931 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ilkelerinden biri olarak açıklanan ve 1937 yılında da Anayasa’ya giren ekonomik bir yaklaşımdı.
1935 yılındaki İktisat Kongresi’nde, “Devletin ekonomik işleri üstlenme kararlılığı, milletin en büyük umumi menfaatine dayanmaktadır. Eğer zorunluluk yüzünden Devletin aktif olarak işletme kararı verdiği bir teşebbüs özel müteşebbislerin elinde bulunursa, bu teşebbüse el konması, her seferinde, çıkarılacak bir yasa uyarınca yapılacak ve burada özel teşebbüsün uğradığı kaybı devletin ne şekilde tanzim edeceği belirtilecektir. Uğranılan kayıp tespit edilirken, gelecekteki muhtemel kazançlar dikkate alınmayacaktır,” deniyordu.
Bu açıkça devletin ekonomiye müdahalesiydi ve özel sektörün faaliyet alanını da daratlmak anlamına geliyordu. Öyle ki, devlet eğer lüzum görürse, kâr eden bir işletmeye “halkı adına” el koyabilecekti.
Devletin ekonomik işlerdeki rolü; özel sektörü özendirmenin yanı sıra bunları bizzat gerçekleştirmek, çalışmaları düzenlemek ve denetlemek şeklinde belirleniyordu.
Böylelikle devlet kamu yararını gerekçe göstererek kendi alanına girmeyen tüm konulara müdahale etmesinin yolu açılıyordu.
Bunlar bilinen şeyler. Bu sistemin ülkenin gelişmesini engellediği de çok konuşuldu, tartışıldı. Dünyada “özel sektör kapitalizmi” ortalığı kasıp kavururken, Türkiye’nin Sovyet modeli bir devletçilikle ABD müttefiki ve Nato üyesi olması biraz zordu zaten.
Sonunda, özellikle de 1950 yılından sonra, devletçilikten rahatsızlık kendini göstermeye başladı.
Tekel, limanlar, kağıt sanayi, tütün ekimi, haşhaş, pancar, şeker, madencilik derken devletin elinde memurlarından başka bir şey kalmadığı bu günlere gelindi.
Devletçilik terk edilmiş, kapitalizmin gereği yerine getirilmiş ve serbest rekabet piyasasına en uç noktadan kaynak yapılmıştı.
Aslında, madem ki ülke “batı kapitalizmine” entegre olmuş bir ülkeydi, madem ki liberal ekonominin erdemlerini kabul etmişti, bu durum halkın yararına kullanılabilir, ülke de küçük Amerika veya Kuzey Avrupa ülkeleri gibi olabilirdi.
Bağışlanabilir ve hatta alkışlanabilir bir geçişti bu. Küçük, orta ve büyük sermayeli şirketler oluşturmak, yabancı sermaye ortaklıkları gerçekleştirmek ve paraya para demeden büyük bir zenginliğin içine ülkeyi sokmak pekala mümkündü.
Oysa devletçilik yerini hükmetçiliğe bıraktı. Nasıl mı?
Devletin elindeki tüm “ekonomik” argümanlar ve işletmeler özel sektöre devredildi, ama hükümetten uzaklaşmadı.
Bütün özelleştirilen, özel sektöre devredilen işletmeler, hükümete yakın çevrelere aktarıldı. Devletçilik bir anlamda devam ettirildi, ama kâr payları hükümet tarafından paylaşılacak düzeneğe geçildi.
Eskiden devletleştirilmiş bütün sektörlerin getirisi, şu veya bu biçimde devlet kasasına giriyordu.
Buna “2. Cumhuriyetçiler” itiraz ediyor, belli köşeleri kapmış statükocu Kemalistler tarafından bu payların aralarında paylaşıldığını öne sürüyordu.
Cumhurbaşkanlığı seçiminden tutun da, devlet kadamelerine atamalara kadar her alanda bu “paydan” elde edilen paralar kullanılıyordu.
Böyle miydi, ayrı bir tartışma konusu... Olmadığını anlatmak bu sayfaların boyutunu aşacaktır.
Bu yazının konusu, şimdi bunun el değiştirmesiydi.
Buna dikkat çekmekti. Nedense “yandaş” sıfatı yakıştırılan medyadan bu konuda hiç ses çıkmıyor. Ya farkında değiller (ki bu hakarete girer, kabul edemem) ya da “sükut ikrardan geliyor”, bu da hoş değil aslında...
CHP’nin ayağa kalkması, ortalığı velveleye vermesi gerek. Oklarından biri çalındı ve hedefi değiştirildi.
Artık yayı tutan eller farklı. CHP altı okunu çoktan müzeye kaldırdı.
Cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, laiklik, devrimcilik ve devletçilik...
Sizce bu ilkelerden hangisinin yayı CHP’in elinde?
Oklar nerede?
A.Mümtaz İDİL
ahmetmumtazidil@gmail.com
Odatv.com
05.12.2009 17:05

2 Aralık 2009 Çarşamba

ERTUĞRUL GÜNAY’IN AĞZINDAN ÇIKANI KULAĞI DUYUYOR MU?

Ördek dalmayı şaşırmasın...
Bir yığın garabet aynı anda ortaya çıkıyor. Ağızdan çıkanları kulaklar duymuyor...
Hedef insanın gözünü karartınca, insan nerede olduğunu da unutuyor, kim olduğunu da herhalde.
Bilindiği gibi, değişmesi olay olan, ceylan derili turuncu koltuklar yeniden “birileri”ni rahatsız etmeye başladı.
Bu tür “rahatsızlıkların” maddiyata tahvil edilmesi için önce dillendirilmesi gerekiyor. Ortaya konuyu atar, bir adım geri çekilirsiniz. Tartışma başlar, sular durulur ve bir sabah kalkarsınız ki, Meclis koltukları bej, yerler de çelik mavisi olmuş,
Kaça?
Koskoca Meclis... Türkiye’nin göz bebeği... Yani böyle durumda tutup da maliyet konu edilir mi?
Edilir, daha önce bir liralık koltuklar bin liraya yapıldı...
Belgelendi de...
Bu ayrı bir konu.
Şu aşamada, nereden gündeme geldiği belli olmayan koltuk meselesinde, hiç gereği yokken Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın da talihsiz sözler söylemiş olması.
Bakan Günay, hangi bakanlık koltuğunda oturduğunu unutup, Meclis koltuklarını konser salonu koltuklarına benzeterek, beğenmediğini söyledi.
Dünyanın en prestijli koltukları, konser salonlarındaki koltuklardır.
Bu sözleri başka bir bakan söyleseydi belki, bilmemekle suçlayabilirdiniz (olmaz ya, yine de uydurulur, söz gelimi sanayi bakanının konser salonlarıyla fazla ilgili olmadığı öne sürülür ve geçiştirilirdi).
Ama Günay, en azından Budapeşte’deki muhteşem konser salonlarından en azından bir tanesinde konser izlemiş, oradaki koltuklara oturmuş olmalı.
Ya da ne bilelim biz, Moskova’da, Çaykovski enstitüsünün salonunda konser izlerken, kendini Meclis’teki koltuklarda oturuyor hissetmiştir belki.
CSO, İstanbul AKM, Büyük Tiyatro, Opera sahnesi...
Bu salonlar herhalde Günay’ı utandıran koltuklara sahip.
Sanki bu salonlar Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı uhdesinde...
Oturduğu koltuğa bu kadar yabancı, bu kadar uzak bir bakan olabilir mi?
Her gittiği konserde, kendini Cebeci Düğün Salonu’nda falan mı hissediyor acaba Kültür Bakanımız?
Yan yana iliştirilmiş tahta sandalyeler ve maroken masalar... Limonata servisi ve düğün kemancısının acıklı ezgileri...
Bu mu acaba Meclis’in turuncu koltuklarından kaynaklanan rahatsızlığı yaratan?
Diyorum ki, herhalde dili sürçtü Bakan Bey’in.
Ya da ne bilelim, kimse önemsemedi ki, habere değer bile bulunmadı.
Şu günlerde cami nedeniyle gündemde olan İsviçrelilere mal edilmiş hikaye gerçekleşiyor gibi:
Hikaye ünlüdür, herkes de bilir: Bizim yetkililerden biri İsviçre’nin Lozan kentinde dolaşırken, Denizcilik Bakanlığı önünde durup İsviçreli meslektaşına, “Yahu, demiş, sizde deniz yok, ama bakanlığınız var.”
Ne demiş İsviçreli bakan? “Sizde de Kültür Bakanlığı var...”
 
A. Mümtaz İDİL
Odatv.com
02.12.2009 12:35