29 Mayıs 2013 Çarşamba

Masaya biranın dökülüşünü koydu

Bir eylül sabahı, masamın üzerinde günlerdir duran Edip Cansever’in şiir kitabını aldım elime. Rastgele de açtım. Karşımda “Masa da masaymış ha” şiiri… Bir masaya baktım, bir şiire baktım.
Bira içmek için erkendi, ama üstad adamın birinden, muhtemelen de benden söz ediyordu: “Bir bira içmek istiyordu kaç gündür/Masaya biranın dökülüşünü koydu…”
Şiirin insanı yakalamasıydı bu. Kelimelerin beyinde kurulu trapezlerde taklalar atması, dolaşım denilen o sonsuzlukta 110 m. Engelli koşmasıydı.
“Bana mısın,” dememişti Edip Cansever’in masası. “Adam ha babam koyuyordu.”
William Faulkner’in dehası tartışılmaz, ama Faulkner’in sarhoşluğu da tartışılmaz.
Ernest Hemingway’in de öyle… Gellhorn itiraz eder yaşamın bu çarpıklığına. “İkimiz de dün akşam içtik. Sen benim iki mislim içtin, ama sabahın altısı ve sen romanını yazıyorsun!”
“İki ayyaş” da rakının dibini bulduklarında top sesleri Afyon’dan duyuluyordu.
Birkaç ayyaş ile Rus ordusu, Hitler’in su kuyularını votkayla dolduruyordu.
O sıralarda Berlin meydanında kitaplar daha iyi yansın diye Goebbels elindeki viskiyi kitapların üzerine döküyordu.
31 Aralık 1958’de Fidel Castro, Dominik’e kaçan Batista’nın ardından konyağını yudumluyordu.
J.Paul Sartre, Cezayir savaşına katılmak istemeyen genç öğrenciyi,“benden istediğin cevabı almak için geldin, o cevabı sana vermeyeceğim evlat,” diye kovuyordu. Delikanlı, “sarhoş” diye çıkıyordu ünlü yazarın evinden, öğrenci hiç “sarhoş” olamadı.
Arthur Rimbaud “Sarhoş Gemi’yi yazıyordu, Pablo Neruda’nın “Balla Sarhoş” şiirini yazacağını bilmeden.
“İçkiye benzer bir şey var bu havalarda,” diyordu Orhan Veli Kanık,“Sarhoş ediyor insanı, sarhoş.”
Edip Cansever ile girdik, zira 28 Mayıs bu büyük ozanın ölüm yıldönümüydü. Pek de akla gelmedi.
Türk şiirine damgasını vurmuştu, pervasızdı, aşka tutkundu… İçerdi de…
Can Yücel değildi belki, ama severdi içmeyi.
MASA DA MASAYMIŞ HA
Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kaseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.
Yazmış işte Edip Cansever, daha ne yazacaksınız ki üzerine?
Eski bir Kızılderili sözünü söylemekten başka yapacak bir şey yok: “Ne bütün ayyaşlar kötüdür, ne de bütün ayıklar iyi.”
Bu hükümetin topluma ayar vermeye çalışmasının sınırları giderek açılıyor. Bir süre sonra beyaz ekmek yemeyi yasaklamanın dışında talepler de gelecek bu gidişle.
Kadınların orasına burasına karışmanın, kaç çocuk yapılacağına karar vermenin, nerede içki içileceğini belirlemenin, neleri okumamız gerektiğini vurgulamanın ve daha onlarca toplum mühendisliği projesini uygulamanın bir karşılığı olmalı.
Koyun yetiştirmek…

Mümtaz İdil

Odatv.com


29.05.2013 16:50

21 Mayıs 2013 Salı

İstediğiniz kadar bağırın çağırın takan yok

İstediğiniz kadar ciyaklayın, istediğiniz kadar bağırın, protesto gösterileri yapın, önünde yatın, çadır kurun…
Farketmiyor… AKP gözü dönmüş biçimde ve bir buldozer gibi hayalindeki Malezya yönetimini hayata geçiriyor.
Rant ekonomisinin patronları İstanbul’u San Dieogo’ya çevirmeye kararlı.
Tarihi binalara düşmanlar, her şeyi yenileştirmek istiyorlar. Örnekleri saymakla bitmez. Ne demişlerdi? Taksim’deki tarihi Topçu Kışlası’nı birebir yeniden inşa edeceğiz.
Biz de inanmıştık. Ardından bizzat Başbakan, “benim belediye başkanım” diye seslendiği Kadri Topbaş’ın tükürdüğünü yalatırcasına Taksim’deki Topçu Kışlası’nın AVM ve rezidans olacağını açıklayıverdi.
Sarı öküz her yerde artık… Muhsin Ertuğrul sahnesi yıkılıp da yerine “ucube” dikildiğinde, başta Eyüp Can olmak üzere bir çok köşe yazarı “eskisinden daha iyi oldu” türünden yazılar yazmışlardı.
O zaman da karşı koymuştuk Odatv olarak. Muhsin Ertuğrul tiyatrosu bir tarihtir, ilk sahneye koyuştur, bir nostaljidir diye…
Parisliller Eyfel kulesini yıkıyorlar mı, bu kule artık kısa kaldı diye de sormuştuk.
Bu nasıl bir gözü karalıktır anlayan beri gelsin. Yıkım kararının durdurulması için Danıştay’a başvuruda bulunulmuştu. Dava dosyası orada bekliyor, ama yıkım gerçekleşti.
Hani olmaz ya, diyelim ki Danıştay Emek Sineması’nın yıkımı için yürütmeyi durdurma kararı verdi, o zaman ne olacak?
Ama herşey çok önceden hazırlandı ve planlandı zaten. Ne demişti Başbakan Erdoğan, "Danıştay, Yargıtay, idari mahkemeler ayak bağı oluyor bize…”
Şimdi artık Danıştay’dan yürütmeyi durdurma kararı çıkmayacağından eminler, o yüzden de yerle bir ettiler Emek Sinaması’nı.
Tesellisi hazır ve kültürü iyice hazmetmiş ülkem insanı da “ne istiyorsunuz, daha yenisi ve güzeli yapılıyor. Dördüncü kat ‘tıpkı basım’ Emek Sineması olacak,” diye savunuyor yıkımları.
Osmanlı’dan kalmamış olsa, Yıldız Sarayı’nı da yerle bir eder bunlar. Kim bilir, belki ileriki projelerinde o da vardır, bilinmez. 2023’e daha çok var.
Kültür politikaları yalnızca AKP hükümeti için değil, geçmiş hükümetler içinde hep göstermelik ve dışa bağımlı oldu. Aslında, ekonomik emperyalist baskılar kadar kültürel baskılar da bir ülkeyi hallaç pamuğu gibi dağıtabilecek politikalardı. Nitekim okuma yazma oranı düştü, mücevhere sıfır KDV uygulanırken, kağıda ve kitaba yüzde 18 KDV uygulanmaya devam etti ve bunu kimse değiştirmeye kalkışmadı. Bu “uygun” politikanın üzerine oturan AKP ise, kültürsüzlüğün devamından yana karar aldı.
Şimdi yeni bir AVM daha kazanıyoruz. Grand Pera hepimize hayırlı olsun. Yeri güzel, ayak üzeri, çok da kâr getireceği belli. İstanbul Film Festivali’ni Pendik dolaylarında yapıverin, ne olur ki? Nasıl kitap fuarını Beylikdüzü’ne taşıdıysanız, Film Festivali salonlarını da Pendik’e taşımanızda hiç sakınca yok.
28 yıl İstanbul Film Festivali’ne ev sahipliği yapmış, ne gam? İstanbul Film Festivali de neci oluyor? Sinema bu ülke için başlı başına sorun ve külliyen yasaklanmalı.
İnterneti kontrol altına alabilen bir siyasal iktidar, sinemayı, tiyatroyu, operayı, baleyi, klasik müzik konserlerini hayda hayda kontrol altına alabilir, almaktadır da.
Unutmayın, AKM binası da “restorasyon” nedeniyle uzun süredir kapalı. Grand Pera on katıyla heyullah gibi altı ayda İstiklal Caddesi’nde yükselir de AKM hala restorasyonda kalır ya da bir gece ansızın oraya da buldozerler “yanlışlıkla” giriverir.
Danıştay’ı unutun. En ufak bir yürütmeyi durdurma kararı ihtimali olsaydı, Grand Pera’nın temellerini atmaya kimse cesaret edemezdi.
Yüce Divanlık’tır çünkü olay.
Bugün kültür erezyonuna uğruyorsa bu ülke, bu ülkenin diplomalı aydınlarının çoğu uydu kalmaya razı olmuş tiplerdir. Onlar kendi düşüncelerini ileri sürme yeteneklerini tamamen yitirmişlerdir. Şu ölümlü dünyada Lizbon’da kahvaltı etmeyi ya da bir şişe Petrus şarabını Piza Kulesi’nin altında yudumlamayı kültür savaşına yeğlerler.
İtalyanlar da bekliyorlar mı acaba, Piza Kulesi yıkılsa da yerine AVM yapsak diye?
İspanyol Merdivenleri yerine yürüyen merdiven yapmayı düşünüyor mu aynı İtalyanlar?
Budapeşte’de, Prag’da adım başı yükselen dev tiyatro ve opera binaları neden AVM yapılmıyor, bu Çekler, Macarlar salak mı?
Cumhuriyet dönemine ait tek bir bina bırakmamaya kararlılar bunlar, cumuhuriyete bir şekilde bulaşmış olanlar da dahil olmak üzere yer ile yeksan edecekler, ediyorlar.
İstediğimiz kadar ciyaklayalım, ağlayalım, bağıralım…
Dinlediği yok kimsenin. Başvuracağınız bir makam da yok haksızlıklar için. Mahkeme kararları önceden verilmiş sanki… Ne sankisi, önceden verilmiş. Değilse cesaret edebilerler miydi?
İşte böyle zamanlarda kızıyorum muhalefet partilerine.
İşte böyle zamanlarda aklımın bir ucuna anarşizm takılıp kalıyor.
Niyeyse…

Mümtaz İdil
Odatv.com

21.05.2013 22:18

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Muammer Aksoy hoca cevap veriyor

Devlet Opera Balesi ve Devlet Tiyatroları küçültülüyor ve sonunda da yok edilecek. Hükümet, yeni hazırladığı yasa ile Devlet Tiyatroları’nı ve Devlet Opera ve Balesi’ni Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne bağlı bir “şube müdürlüğü”düzeyine çekiyor.
Opera ve Bale ile Tiyatro sanatları dünyada da kan kaybetmeye devam ediyor. Bu doğru. Artık dünyanın hemen her ülkesinde opera, bale ve tiyatro salon sanatları haline gelmiş durumda.
Buna popülist kültürün yaygınlaşmasının neden olduğunu söyleyebiliriz. ABD sinemasının Avrupa sinemasını yok etmeye çalışması ama her şeye rağmen Avrupa sinemasını tercih edenlerin çoğalması gibi, opera, bale ve tiyatro da asla ortadan kalkacak sanat alanları değil.
Dönem dönem ilgi azalabilir, ama asla ortadan kalkmaz.
Ortadoğu coğrafyasına bakarsanız, bizden başka hemen hiçbir Müslüman ülkede opera ve bale olmadığını görürsünüz. Tiyatro ise çok sınırlıdır.
AKP hükümeti iş başına geldiğinden bu yana, bu “gıy gıycı” takımı ortadan kaldırmayı ilke edinmişti zaten. Kültür Bakanlığı’nı Turizm Bakanlığı’na bağlayarak ve Kültür Bakanlığı’ndaki tüm kilit noktalara Turizm Bakanlığı bürokratlarını getirerek hamlesini yaptı ve gelecek için bir altyapı oluşturdu.
Turizm Bakanlığı rant açısından bakıldığında Kültür Bakanlığı ile karşılaştırma kabul
etmeyecek kadar zengin bir bakanlık. Kültür Bakanlığı’nın zenginliği ise, bizzat Başbakan’ın söylediği gibi, çanak çömlekten ibaret.
Hal böyle olunca, Kültür Bakanlığı’nın özel yasayla kurulmuş iki önemli genel müdürlüğü gereksiz görüldü. Sonuçta, tiyatrolar ve opera-bale en ucuz eğlence mekanlarından olduğu için herhalde, genellikle kapalı gişe oynuyor.
Opera, bale ve tiyatro sanatlarına ilgi büyükşehirler başta olmak üzere çoğu zaman turnelerde de ilgi görüyor ve izleniyor. Zaten bu sanatların tüketicisi de çok değil.
AKP hükümeti, opera, bale ve tiyatro sanatçılarına bir “kıyak” emeklilik sundu. Eğer genel müdürlükler Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne bağlanırsa, şu anda Opera ve Bale’de 62 olan solist sayısının en az 50’si emekli olacak. Bu durumda zaten bir eseri sahneye koymak mümkün olmayacak. Konsa bile mutlaka sıkıntılar ortaya çıkacak.
Opera, bale ve tiyatrodan konuştuğum sanatçılar son gelişmenin Türkiye’de bu sanatların sonu olduğu görüşünde birleşiyorlar. Bu doğal bir yaklaşım. Şube müdürlüğüne dönen bu özel yasaya dayalı genel müdürlükler, artık hiçbir cazibe oluşturmayacaklar.
Tiyatro, opera ve bale ve burada çalışanlar hep halkın gözünde birer“asalak” olarak görüldüler. Yazın çıkılan turneler hesaba katılmadı, kimi zaman bir tiyatro oyuncusunun aylarca genel müdürlüğe uğramadığından şikayet edildi, oturdukları yerden maaş alıyorlar dendi…
Ama bu sanatçıların nasıl yetiştiği, nasıl yetiştikçe birer öğretmene dönüştüğü, onlar olmadan bu sanatların olamayacağını AKP’liler bilmiyor mu, elbette biliyorlar ve o yüzden zaten “kıyak” emeklilik yolunu açıyorlar.
Ülke artık hızlı adımlarla bir ümmetçi topluma, bir arap ülkesine dönüşüyor. Bunun herkes farkında, sevgili ve yüce medyamız hariç(!).
Onlar da farkındalar, ama ses çıkarmak işlerine gelmiyor. İş adamından gazete patronu olursa, elbette bağımsız olmayacaklardı, bu biliniyordu, ama hiç aldırmadan yollarına devam ettiler ve bu fütursuz karara kadar da hiç zorluk çekmeden geldiler.
Bundan sonra mı, asla çekmezler. İnanın hiç kimse itiraz bile etmeyecektir bu gelişmeye, hatta kimileri için bu “yerinde bir karar” olarak bile görülecektir. Bu “kimilerinin” ülkemizin “sanatçı” takımından olacağını tahmin etmek de güç değil.
Kadınların “burka”ya bürünmesi bile umurumda değil. Ama bunu namus meselesi gibi gösterdikleri zaman afaganlar basıyor. Baleyi “baldır-bacak” olarak gören bu zihniyet yıllardır gizli olarak iktidardaydı zaten.
Gülüm Pekcan Çorum’a gelip de modern danslardan örnekler sunmak için sahneye çıktığında, uzun eteğinin hatırı sayılır bir yırtmacı vardı. Festivali düzenleyen ve parasını ödeyen Çorum Belediyesi Refah partisi zihniyetinde bir başkan tarafından, Arif Ersoy’un başkanlığıyla yürütülüyordu. Arif Ersoy, ne kadar Refah partili de olsa, aydın bir insandı ve festival programına katılmazdı. Ama yanında çalışanların çoğu “yobaz”denecek kadar geri zihniyetteydiler.
Adını vermek istemiyorum, ama Çorumlular bilir onu. Gülüm Pekcan dinlenmek için mola verdiğinde, belediyenin önemli yetkililerinden biri yanıma yanaşarak, “Müdürüm, acaba dansçı kardeşimizin eteğini bir iğne ile tuttursak mı? Çok açık saçık görünüyor,” dedi.
Evet, bunu dedi.
Adamın baktığı tek yer bacaklarıydı çünkü. Dans falan seyretmiyordu, bacak seyrediyordu ve belli ki tahrik olmuştu. Herkesin de tahrik olduğundan emindi. Nefsine hakim olamayıp da bacak seyrettiğinden, Allah’a karşı suç işlediğini bu suçu da ancak tahrik unsurunu ortadan kaldırarak affettirebileceğini düşünüyordu.
Türkiye’de sanat böyle kafalar yüzünden hep olduğu yerde saydı. Kültür emperyalizminin hışımla saldırdığı geri kalmış ülkeler içinde en çok etkilenen ülke olarak birinci sırayı aldık. Recep İvedik gibi filmler gişe rekorları kırdı, oysa insanlara kendilerini anlatıyordu. Demir Adam gibi uyduruk bir filmin üçüncü versiyonu tüm zamanların en büyük hasılatını yapıyordu. “Grinin Elli Tonu” gibi fantastik erotizm kitapları çok satanlar listesinden düşmüyordu. Ama namus hep akıllarda tutuluyordu, başkaları için tabii.
Sanatçılar bu karara itiraz etmeyecek. Hepsi yılgın, hepsi küskün ve yorgun. Zaten artık kadrolu sanatçı da çalışmıyor. Sözleşmelilerle idare ediyor devlet ve geleceklerini iki dudağu arasında tutmayı tercih ediyor.
Hain bir suikasta kurban giden Muammer Aksoy bu konuyu yıllar önce dile getirdiğini görebiliriz. O zaman neden öldürüldüğünü de anlamak mümkün oluyor:
“Zamanımızda az gelişmiş toplumları bağımlılık durumunda tutabilme yolundaki amaca ulaşabilmede, sömürücü büyük devletler, en etkili ve önemli araçlarından biri olarak, kültür emperyalizminden geniş ölçüde faydalanmak yoluna gitmektedirler: O ülkenin işbaşında kuşakları daha doğrusu bunların bir kısmı ‘koruyucu büyük dost’ tarafından satın alınmakla yetinilmiyor. Gelecek kuşakların da aşağılık duygusuyla sakat olmaları ve ‘iyi bedelle satılık kişiler haline gelmeyi’ bir utanma konusu değil bir iftihar sebebi sayacak kadar çarpık bir düşünüşe ve bozuk ölçülere sahip olmaları ve böylece ‘tükenmez gönüllü satılıklar kaynağı’yaratma amacı güdülmektedir. Bunun için de, ‘koruyucu-sömürücü devlet’in, ya da onun şirketlerinin, az gelişmiş ülkenin kamuoyuna egemen olmasını sağlayacak ‘kitle eğitim ve haberleşme araçları’ ile kişilerin kafalarını sistemli ve sürekli olarak yıkamaları (daha doğrusu afyonlamaları) gerekmektedir: Basının, radyonun ve televizyonun, bu amaca ulaştıracak bir nitelik kazanmasının tertipleri bulunmakta, tedbirleri alınmaktadır. Eğitim ve kültür kurumları, doğrudan doğruya veya dolambaçlı yollardan bu ‘koruyucu-sömürücü devlet’in emrine sokulmaktadır.”(1)
Daha o zamandan uyarmış sevgili hocamız bizi ve gelinen noktaya dikkatinizi çekerim.

Mümtaz İdil

Odatv.com


(1)  Prof.Dr.Muammer Aksoy, Atatürk ve Tam Bağımsızlık, Cumhuriyet Yayınları, Yay.Hazırlayan Nurer Uğurlu başkanlığındaki kurul, Eylül 1998, s.20)
20.05.2013 17:34

19 Mayıs 2013 Pazar

Dışarı çıkıp avazım çıktığı kadar bağırsam ancak...

Çorum Köyhizmetleri misafirhanesinde kalıyorum. Sevgili müdür Recep Selek, baktı ki beni hiçbir yer almıyor, bağrına bastı. Karışanım yok, görüşenim yok, etrafımda dost canlısı insanlar. Sürgündeyim ya, “vah vah” bakışları altındayım.
Misafirhanenin salonunda hararetli biçimde briç oynuyoruz. Göz doktoru Ayhan Mutlu, makine mühendisi Kadir Dalyan, diş doktoru Tahir…
Ekip okumuş yani…
Dışarıda da belediyeyle ortak düzenlediğimiz Hitit Festivali tüm hızıyla devam ediyor.
Derken telefon. “Müdürüm, Yıldız İbrahimova sizi istiyor.”
“Neredesiniz?”
“Tiyatro salonunda. Prova yapıyor.”
Belediyeden, Ali Alakoç’tan bir araba istedim ve beş dakika içinde Çorum Devlet Tiyatrosu binasına vardım. Daha girerken Yıldız İbrahimova’nın dışarı taşan sesi içimi bir tuhaf etti. Fırça yiyecektim görünüşe göre.
Nitekim öyle de oldu. İbrahimova beni görür görmez, “Mümtaz bey bana hemen bir tonmaister bulun!” diye ayarlayamadığı sesiyle yüklendi.
“Tonmaister mi?”
“Evet,” dedi İbrahimova. “Bir saattir prova yapıyoruz, ama sesleri tutturamıyoruz. Tonmaister gerekli.”
“İyi de Yıldız hanım,” dedim yutkunarak. “Burası Çorum. Şimdi dışarı çıkıp avazım çıktığı kadar tonmaister istiyorum diye bağırsam, gele gele iki belediye bir de hastane görevlisi gelir. Valilikten bile gelmezler.”
Şaşkınlıkla suratıma baktı. Ne demek istediğimi anlamamıştı ya da şaka kaldıracak hali yoktu.
Tekrar ve tane tane açıkladım: “Yıldız hanım burası Çorum. Anadolu’nun çoğu ilinde olduğu gibi burada da tonmaister bulunmaz.”
Bir an daha duraksadı: “Burada tonmaister yok mu yani?”
“Yok,” dedim. “Varsa bile bugüne kadar kendini iyi gizlemiş.”
İkimiz de güldük. O provasına devam etti, ben de briç oynamaya döndüm.
Yıldız İbrahimova’yı bilirsiniz, tanırsınız. Dünyanın sayılı seslerinden biri olarak kabul ediliyor. Rahmetli Ali Dinçer’in de karısıydı o sıralar. Yani Ali Dinçer de onunla birlikte gelmişti. Çorum’un medarı iftiharı sayılan ve her konuğun mutlaka bir kez ziyaret ettiği ünlü Katipler Konağı’nda birlikte yemek yediğimizde Ali Dinçer ile de ayaküstü sohbet etmiştik. Ankara
Belediye Başkanlığı’ndan da tanıyordum gazetecilik zamanımda.
Yıldız İbrahimova’nın tonmaister aradığı günün akşamında konseri vardı. Adını duyan gelmişti ve salon tıklım tıklım doluydu.
Konserleri valinin yanında oturup da izlemek gibi bir alışkanlığım hiç olmadı. Hiçbir konseri salonda oturup da izlemedim. Hep ayakta ve alarm durumunda olduğumdan, fuayede dolaşıp duruyordum ki garip garip sesler duymaya başladım
Üstelik salondan geliyordu! Bir erkek sesi, üstelik kalınca bir erkek sesi!
İçeride İbrahimova olması gerekiyordu ve benim de bir kadın sesi duymam…
Dehşet içinde salona girdim. Sahnede İbrahimova vardı, ama ses erkek sesiydi resmen.
İbrahimova konserin ilk bölümünde sesinin her türlü marifetini gösterdi. Ama Çorum izleyicisi buna alışık olmadığından sıkıldı, ofladı, pufladı. Sesinin kaç oktava inip çıktığı onları hiç ilgilendirmiyordu açıkçası. Sanatçı dediğin gelir, söyler, coşturur giderdi.
İbrahimova sesini renkten renge değiştirirken, gülüşmeler de başladı.
Neyse ki, çok sürmedi ve İbrahimova da anlamış olmalı ki, ikinci bölüme geçti.
İkinci bölüm hem Çorum izleyicisini hem de beni gerçekten “mest” etti. Müthiş bir performans gösterdi İbrahimova. CD ve piyanisti eşliğinde muhteşem bir konser verdi.
Çorum onu unutamadı. Tekrar konser için gelmesini çok istedi, ama daha sonra değişen politik kaymalar yüzünden, bildiğim kadarıyla Yıldız İbrahimova bir daha Çorum’a gitmedi, gidemedi.
Dışarıda Hitit Festivali, artık olmayan güzelim festival sürüyordu. Bülent Ortaçgil sıradaydı, Kenterler tiyatro sahnelemek için gelmişti, Ozan Sağdıç elinde fotoğraf makinesi koşturuyordu.
Her yerde bir şeyler kıpırdıyordu Çorum’da… Konferanslar, konuşmacılar, sokaklarda fener alayları, fuar alanında halk oyunları gösterileri…
Şimdi yaprak kımıldamıyor.
Semazenleri götürseniz bile dönmeye üşenirler artık.

Mümtaz İdil
Odatv.com

19.05.2013 04:28

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Ne Türk Bayrağı Türkiye bayrağı

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “savaş tamtamlarının” çubuklarını almak üzere mi ABD’ye gidiyor?
Reyhanlı’da yaşanan felaketin ardından, Türkiye’nin Suriye’ye bir savaş açması bekleniyordu. Sonuçta İçişleri Bakanlığı olayın faillerini bulmuş, 13 kişiyi gözaltına almış, tüm dünyaya da saldırının arkasında Esad hükümetinin olduğunu duyurmuştu.
Taşlar yerine oturmuş, savaş için gerekçe bulunmuştu.
Ama bir eksiklik vardı elbette. Türkiye, karşısına tüm Ortadoğu coğrafyasını, İran’ı, Rusya’yı ve Çin’i alarak böyle bir savaşa cesaret edemezdi. Nitekim edemedi de.
Ne dedi Başbakan mealen de olsa: ABD ziyaretimi tamamlayayım, bilahare Reyhanlı’ya da giderim.
Öyle ya, Reyhanlı’nın acelesi yoktu. Orada duruyordu. Harabeye dönmüşse eğer “bakanları” ilgilenecekti. Ölenlere yapacak bir şey yoktu. Ağır yaralılar hastanelerde güvenli ellerdeydi. Başbakan’ın oraya gidip de vakit kaybetmesine, ABD ziyareti öncesi moralini bozmasına hiç gerek yoktu.
Türkiye ufak tefek konularla uğraşıyor aslında. Gazeteciliği, yaptığı sıralarda bile kuşkuyla karşılanan AKP milletvekili Mehmet Metiner, bu kadar olay yaşanırken, BDP ‘li Hüsamettin Zenderlioğlu’na, “Ne Türk bayrağı, Türkiye bayrağı, her şeyi Türkleştiriyorsunuz,” diyebiliyor.
Hani tartıştığı CHP veya MHP’li milletvekillerinden biri olsa, biraz anlayacaksınız da, karşısında Türk bayrağı dememeyi ilke edinmiş bir partinin milletvekili var ve ona yapılıyor bu çıkış. Üstelik de bir Kürt milletvekiline, “her şeyi Türkleştiriyorsunuz,” diye horozlanılıyor.
Gündem değiştirmek için bu kadar da aşağılara inilir mi artık?
SURİYE İLE SAVAŞ KURTARICI
Başbakan Erdoğan, 16 Mayıs’ta yapacağı Obama görüşmesinde Suriye’yi elbette gündeme getirecek. ABD’nin kesinlikle kaçındığı ve“çizmelerimizin Suriye topraklarına basmasını istemiyoruz,” dediği muhtemel bir savaş girişimine sıcak bakmayacağı belli oluyor.
Suriye ile Türkiye arasında çıkması muhtemel bir savaşın tüm Ortadoğu’yu etkileyeceği biliniyor ve ABD, İsrail’in de savaşın bir tarafında olması halinde karışmak zorunda olduğunun da farkında. Ama arkada Rusya ve Çin gibi faktörler de var.
Şunu söylemek kahinlik değil: Başbakan Erdoğan’ı ve dolayısıyla AKP’yi kurtaracak olan tek şey, Suriye ile savaşa girmek.
Ekonominin gidişi, bizzat bu işten sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından üstü kapalı da olsa dillendiriliyor. Satılamayan konutlar Türk ekonomisi için çanları çaldırıyor. Odatv’nin bu konuda uzman yazarlarından Ahmet Müfit tehlikenin bu boyutuna sürekli dikkat çekti ve ABD’deki Morgage krizine benzer bir krizin kapıda olduğunu defalarca vurguladı.
Diğer yandan Türkiye tarihinin en büyük dış borcuna ulaşmış durumda. Bu borçların ödenmesi, şu anda yaşamakta olan insanların torunlarının çocuklarına bile borç yükü getiriyor.
ÖRTÜLÜ ÖDENEK
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT)’nın bir yıllık harcamasından çok daha fazlasının Başbakanlık örtülü ödenek fonundan yapıldığı da ortaya çıktı.
Suriye’den Türkiye’ye resmi rakamlarla 400 bin, gayri resmi rakamlarla 1 milyona yakın mülteci ekonomiyi olumsuz yönde etkiliyor.
Cılız muhalefete rağmen AKP artık krizleri yönetme kabiliyetini yitirmiş durumda, zira inandırıcılık faktörü ortadan kalktı. Artık Başbakan Erdoğan’ın “hamasi” nutukları, cebe yansımadığından, inandırıcı gelmiyor.
Kıyılarda seçmen kaybı devam ederken, Orta Anadolu ve Doğu Anadolu ile ayakta kalmanın mümkün olmadığının da farkında AKP.
Bu durumda tek kurtuluş olağanüstü hal durumu, yani kaos, bir başka deyişle savaş eşiğinde bir ülke veya savaşan bir ülke.
Başbakan Erdoğan’ı kurtaracak tek formül bu.
Reyhanlı’ya uygulanan basın sansürüne “gıkını” bile çıkaramayan bu medya ile Türkiye’nin girişeceği bir Suriye müdahalesi, gazetelerin manşetlerinde hergün, yenilgiye uğrasak bile, zafer olarak anlatılacaktır, böyle biline.
Suriye ile muhtemel bir savaş ve Ortadoğu’nun yangın yerine dönmesi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı ve partisini geçici olarak kurtarabilir, ama son aşamada Türkiye müthiş bir kayıba girecek ve bunu kapatması için belki yüz yıl gerekecektir.
Savaş insanlık suçudur ve kazanan tarafı olmaz.

Mümtaz İdil

Odatv.com


15.05.2013 15:43

12 Mayıs 2013 Pazar

Refah-Yol döneminde nereye gönderildi

Biraz Ertuğrul Özkök üslubuyla, biraz da onun uyandırmaya çalıştığı ama genelde başarılı olamadığı “merak uyandırma”isteğiyle, bir Pazar yazısı yazayım dedim. Siyasetten uzak, anılara dayalı ve insanı biraz olsun olduğu yerden uzaklaştırmayı başaran…
Biraz da ürkerek yazıyorum bu yazıyı, çünkü nereden bakarsanız bakın, kendimi övdüğüm bir yazı olacak. Ama şuna güveniyorum, bu olaya tanık olanların çoğu hayatta.
Bu nedenle yanlış veya çarpıtıcı bir şey yazmam mümkün değil. Biri değilse, diğeri mutlaka okuyacaktır veya biri kendilerine anlatacaktır.
Yıl 1992… TC Kültür Bakanlığı, Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nde genel müdürlüğe vekalet ediyorum.
Müzik eserleri için bandrol uygulaması başlayalı epey olmuş. Video kasetler için de bandol satışı yapıyoruz. Plaklar için de, CD’ler için de… Kitaplar zaten bizim genel müdürlüğü ilgilendirmiyor. Bir önceki bandrol stokumuz azaldığından, İstanbul Telif Hakları Müdürü Asaf Koçtürk beni uyardı ve ihaleye çıkmamız gerektiğini söyledi.
Ben de bunu amirim durumundaki Müsteşar Yardımcısı Gülşen Karakadıoğlu’na aktardım. Hemen bir ihale komisyonu kurduk. İhale komisyonu başkanı ben oldum. İdari ve Mali İşler Daire Başkanı Enver Enligün, Fon Gelirleri Şube Müdürü Turgut Erdoğan, Telif Hakları Gn.Md.lüğünün mali işlerine bakan Hüseyin Ülger ve şu anda adını anımsamadığım bir memur ile birlikte çalışmaya başladık.
İhalenin, ihale gününden 15 gün önce açıklanması gerekiyormuş. Hayatımda ilk kez bir ihaleye gireceğim için, işin ayrıntılarından haberim yok. Bu gazetede ilan edilirmiş, ihaleye girmeye niyetli olanlar gelir şartnamelerini alırlarmış, sonra da ihale için teklif vermek üzere gelirlermiş.
Şartnameyi hazırladık, ilanı verdik.
Birinin adını bir türlü anımsayamadığım dört firma, Raks, Meteksan, Key Kağıtçılık ve Raks’ın “tavşanı” bir firma ihaleye katılmaya hak kazandılar.
Raks’ın “tavşanı” dedim, zira bu firma Raks’ın üzerinde bir fiyat verecek, Raks daha alttan vererek, diğer firmaları ekarte edeceklermiş. Kimi zaman bu yapılırmış. Raks yetkilileri bunu bana açıklıkla söylemişlerdi.
Ama iş oralara kadar varmadan, ihalenin ilk yarım saatinde arap saçına döndü.
Teklifleri açtık. O güne kadar genel müdürlük olarak bandrolleri 42 lira 60 kuruştan satın almışız. Bunu müzik kasetleri için 200 TL, video kasetleri için ise 500 TL olarak üretici firmalara satıyoruz. Kaset, CD ve video kaset firmaları İstanbul Telif Hakları’na müracaat ediyor ve ne kadar talep ediyorlarsa, parası karşılığı alıyorlar.
Meteksan en düşük teklifi verdi: 62 TL. Raks 70 TL. civarında bir fiyat vermiş, “tavşanı” 90 TL. ve Key Kağıtçılık 107 TL.
İhale teklifleri açıldıktan kısa süre sonra Key Kağıtçılığın temsilcisi ihaleye giren diğer firmaların kağıtlarında eksiklikler olduğunu söyleyerek itiraz etti. Bizim elemanlar da kontrol etti. Gerçekten eksik kağıtlarla gelmişler ihaleye. Üçü de safdışı kaldı ve Key Kağıtçılık tek başına ihaleyi kazandı.
Çok sinirlendim. 42.60 olan fiyat bir anda 107 TL.ye çıkıyordu. “İhaleyi iptal ediyorum,” diye fırladım yerimden. Bir anda ortaya tuhaf bir yaratık çıkmış gibi, herkes sus-pus oldu. Fon sorumlusu Turgut Erdoğan, “Ama…”diyecek oldu, susturdum. Herkes niye bu kadar şaşkındı anlamamıştım doğrusu.
Ardından ihaleye katılanlar dağıldı. Hemen müsteşar yardımcısı rahmetli Tevfik Rüştü Gökalp’i aradım ve bandrol ihalesini iptal ettiğimi söyledim.
“Keşke iptal etmeseydiniz Mümtaz bey,” dedi. “Fiyat neyse verseydiniz.”
Ne demek istediğini o anda anlamadım.
Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nün genel bütçeye dahil olmayan tek kalemi sinema ve müzik kasetlerinden elde edilen gelirlerdi (şimdi o kalem de genel bütçeye bağlandı). Bu yüzden yapılan bazı masrafları oradan karşılamak gibi bir lüksü vardı bakanlığın. İsterse bakan, kendine bir makam otosu bile alabilirdi oradaki parayla. Yüklü miktarda da para birikiyordu fonda.
Bu yüzden de fonu iki Başbakanlık denetçisi kontrol ediyordu. Onlara bir oda tahsis etmiştik Genel Müdürlükte, haftada iki gün uğruyor ve hesapları kontrol ediyorlardı. Hemen onların yanına indim. İkisi birden“keşke iptal etmeseydiniz” demez mi?
Çok şaşırmıştım, “neden,” diye sordum. “Devleti korumanın neresi yanlış? İptal etmesem, iki mislinden fazla fiyat verecektik bandrollere. Oysa Meteksan 62 TL.’ye bu işi yapacaktı…”
“Bakın Mümtaz bey,” dedi denetçilerden biri. “Eğer bu firmalar kendi aralarında anlaşır da, dördü birden yüz liranın üzerinde teklifle yeniden gelirlerse, kendinize güzel bir hapishane arayın. Yok eğer gerçekten eskisi gibi ayrı ayrı tekliflerle gelirler de siz de yüz liranın altında ihaleyi kapatırsanız, bu devletin size madalya vermesi gerek.”
Beni kara bir düşünce kapladı. Hemen Raks’ı aradım korkudan. Böyle bir ihtimal olup olmadığını sordum. Onlarla en azından dostluğum vardı. Raks bana böyle bir şeyin asla olmayacağına dair teminat verdi. Ama yine de korkuyordum.
Ama işin korkunç tarafını daha yaşamadığımı o zaman bilmiyordum.
İstanbul Telif Hakları Müdürü Asaf Koçtürk aradı. “Mümtaz bey,” dedi. “Elimizde 1 milyon bandrol kaldı. Siz ihaleyi iptal etmişsiniz. Yeniden ihaleye çıkmanız için 15 gün beklemeniz gerek. Gazetede ilan edilecek, şartnameler hazırlanacak, firmalar yeniden teklif hazırlayacak ve ardından ihale yapılacak. Sonra bunların basılması falan derken bir ayı aşkın bir zaman biz bandrolsüz kalacağız. Şu anda Tarkan ya da Sezen Aksu gelse, en az 1 milyon bandrol talebinde bulunacak ve biz bunu karşılayamayacağız. Hepsini ona versek, diğerlerini karşılayamayız. Bu çok sıkıntılı bir durum.”
İhaleyi iptal ettiğim için herkes bana kızgındı. Bir halt etmiştim ve çok zor durumda kalmıştım. Elde bandrol olmaması demek, müzik ve video kasetlerinin çıkmaması demekti. Bu ise Kültür Bakanlığı’nı çok zor durumda bırakırdı.
Kimse, “aferim oğlum, iyi iş yaptın. Devleti zarardan kurtardın,”demiyordu.
Kara kara düşünürken, birden aklıma cin gibi bir fikir geldi. Hemen telefona sarıldım ve Asaf Koçtürk’ü aradım. “Elimizde ne kadar video kaset bandrolü var,” diye sordum.
“Video kaset bandrolü çok,” dedi Asaf. “Milyonlarca var. Video kasetler artık satılmadığı için elimizde kaldı stoklar Mümtaz bey.”
“Peki, dedim, video bandrollerini ses kasetleri için kullansak ne olur?”
“Olmaz, dedi Asaf, biri 250, diğeri 500 TL. Hazineden, Maliyeden ve Başbakanlıktan izin almamız gerek. Ayrıca Bakanın da imzalaması gerek böyle bir satışı.”
Hemen Bakan Fikri Sağlar’a konuyu özetleyen ve Başbakanlık, Hazine ve Maliye için onay isteyen yazılar hazırladım. Fikri bey aydınlık bir insandı. Onayları imzaladı ve ilgili yerlere gönderdim.
Yazı özetle şöyleydi: “Elimizde çok miktarda video bandrol kasetleri bulunmakta. Bunların tüketilmesi video satışları açısından bakıldığında mümkün görünmemektedir. Video bandrollerinin ses kasetleri için kullanılması hususunda gereğini arz ederim vb…”
Üç yerden de olumlu yanıt geldi. Hazine Müsteşarlığı biraz mırın kırın ediyordu, ama sonuçta “kullanabilirsin” demişti.
Hemen Asaf Koçtürk’e onayı gönderip, video bandrollerini ses kasetleri için kullanmasını söyledim. Her şey yoluna girmişti. İhaleye çıkmadan altı ay kadar idare edecek bandrol vardı elimizde.
Birkaç gün sonra Key Kağıtçılığın temsilcisi kapımdaydı. “Mümtaz bey, nasıl çözdünüz bilmiyorum, ama elinizde ses kaseti bandrolü bitmiş olmalı. Oysa kimseden bir şikayet yok bandrol alma konusunda. Nasıl bir iş bu?”
Aslında adamın nasıl olduğunu bildiğinden hiç kuşkum yoktu. Sert çıktım:“Nasıl olduğu sizi niye ilgilendiriyor? Bandrol konusunda bir sıkıntımız yok. İhale de önümüzdeki ay veya sonraki ay içinde yeniden açılacak. O zamana kadar bekleyin.”
Adam bir şey söylemeden çıktı gitti. Üç dört gün sonra yeniden geldi.“Mümtaz bey,” dedi suçlu suçlu. “İşi nasıl çözdüğünüzü öğrendim. Daha doğrusu ses kasetleri üzerinde video bandrolleri görüyorum. Bunun için izin aldınız mı?”
Kovmadım adamı, ama kendimi çok zor tutuyordum.
Tam o sıralarda tatile çıktım. Antalya’da Karayolları misafirhanesinde bir yer ayırtmıştım. Şehrin göbeğinde bir yer. İndiğimiz günün ertesi sabahı arabayı çalıştırdığım anda arabanın motor kısmı birden alev topuna döndü. Yangın söndürücüler boş çıktığı için arabayı söndüremedik. Tam benzin deposuna yaklaştığında alevler, itfaiye geldi ve söndürdü. Ama arabasız kalmıştık.
Ankara’ya kardeşimin arabasıyla apar topar döndük. Tatil falan kaldı tabii.
Yeniden ihale açıldı. Metaksan 62 lira ile ihaleyi kazandı.
Devlet bana madalya falan vermedi. Refah-Yol iktidara gelir gelmez, Kültür Bakanı İsmail Kahraman beni görevimden alıp, Kütüphaneler Genel Müdürlüğü’ne “şef” yaptı. Dava açtım, kazandım ve istifa edip gazeteciliğe döndüm.

Mümtaz İdil
Odatv.com

12.05.2013 04:04

11 Mayıs 2013 Cumartesi

CHP'ye biraz anarşizm lazım

Dilimde tüy bitti söylemekten…
CHP’nin sokaklara inmesi, halkla buluşması, evlere dağılması gerek diye…
Daha da ileri götürüp işi anarşiye bile vurdum. CHP’li üç milletvekili, Suriye’liler için hazırlanan kampa gidip de, kapıdan kovulunca, partinin tüm milletvekillerini toplayarak aynı kampa gitmesi gerektiğini söyledim.
O zaman gazetelere manşet olacak ve dertlerini anlatabileceklerdi: Burası benim ülkem, sen kim oluyorsun da benim ülkemdeki bir toprağa ayak basmamı engelliyorsun, diye.
Silivri’de görülen davalara topyekün katılsınlar dedim. Grup toplantısını gerekiyorsa Silivri’nin tel örgülerinin dışında, gerekiyorsa Çağlayan Adliyesi’nin önünde yapsınlar, dedim.
YSK seçim sonuçlarını vermekte diretiyorsa, yüz milletvekiliyle orayı bir “ziyaret” etmeleri halinde kendilerini göstereceklerinden, haber olacaklarından, gündem belirleyeceklerinden dem vurdum.
29 Ekim’de Ulus’ta biber gazı banyosu yapan halkın önüne geçip de barikatlara doğru yürüyen Kılıçdaroğlu, ertesi gün nasıl haber olduysa, o şekilde toplumsal hareketlere önderlik etmesi gerek dedim.
Nerede haksızlık varsa, dokunulmazlığı olan milletvekilleriyle CHP orada bitmeli, kendini göstermeliydi. Dokunulmazlığı olmayan Hikmet Çiçek, Doğu Perinçek, Mehmet Haberal, Ergun Poyraz ve diğerleri gibi içeri girme, “tutukluluk hallerinin devamına” yargısıyla muhatap olmama gibi bir şansları var milletvekillerinin.
Ama onlar susuyor, yürekli insanlar konuşuyor.
TBMM’de gensoru vermekle bu iş olmuyor, ama bu muhalefet on senedir gensoru vermekten bıkmadı. Çoğunluk iktidarda, verilen her gensoru buz üzerine yazılan yazılar anlamına geliyor.
Soru önergeleri daha da komikleşiyor.
Elbette, bunlar da yapılmalı, ama muhalefetin TBMM çatısı altından çıkması gerekmiyor mu? Bunu düşünemiyor mu koskoca CHP?
ANARŞİ YARATMAK ÇOK MU ZOR
Yani bir anarşi yaratmak çok mu zor?
Spartacus bir anarşistti… Lev Tolstoy da, George Sand da…
Anarşizmi bu ülke “kargaşa çıkaran küçük guruplar ve kişiler” olarak algıladı hep. Bir felsefi kategori olduğunu asla kabul etmedi. Küçümsedi, kelimeyi kabuğundan çıkarıp neredeyse terör ile eşdeğer hale getirdi.
Oysa bütün devrimlerin temelinde anarşizm vardır. İlk hareket mutlaka anarşi ile kendini gösterir.
Anarşizm, ütopik bir felsefedir, ama ortaya çıkması, kendini göstermesi toplumsal hareketlerin ilk kılıvcımını oluşturmuştur.
Kısaca “yöneticilerin olmadığı bir toplum” olarak yola çıkan anarşistler, bireyin bir başka bireye karşı sorumluluğundan bir kitle yaratmayı amaçlamışlardı. Kişiler arasında bir mutabakat yapılması gerektiğine inanıyorlardı ve bunu toplumun tüm katmanlarına yaymak istiyorlardı.
Anarşistler kötü insanlar değildir, onlar kutsal bir hareket için yola çıkan ama sonunu bir türlü getiremeyen “ütopik” yaratıklardır.
Anarşizm, özellikle 19. Yüzyılda kendini göstermeye başladı. Fransız Devrimi’nden Birinci Dünya Savaşı’na kadar kendini gösterdi. Buna en büyük neden de, büyük savaşların olmasıydı.
Görünüşte devrimcidir anarşizm, gerçekte ise ütopik küçük burjuva ideolojisi ve eylemidir. Bilimsel sosyalizmin aksine, örgütlenmiş siyasal sınıf mücadelesi ile her türlü siyasal örgütlenmeyi, disiplini ve otoriteyi inkar eder. Hal böyle olunca da kendine taban bulamaz.
Türkiye Burke ya da Joseph de Maistre gibi karşı devrimcilerin kucağında oturduğu bir dönemden geçiyor. Onlar, yani Joseph de Maistre gibiler çağdaş devlet kurumuna karşı tanrısal düzeni savunmuştur hep. Herkesin malı olan devletle, alları miras yoluyla adaletsiz bir biçimde bölüşen toplum arasındaki çelişkiden yola çıkarlar ve Tanrının adaleti kuracağı günü beklerler.
Anarşistler buna tamamen karşıdır. Ayakları yere basan bu dünyada tüm iplerin ellerinde olduğunun farkındadırlar, ama bu iplerle tuttukları anarşizm atının nerede son soluğunu vereceğini bilmemektedirler. Bu yüzden de bilimsel sosyalizm ve komünizm ile ters düşerler. Karl Marx’ın anarşistlere başta sempati duyup, son kertede düşman kesilmesinin altında da bu başıboşluk vardır.
Bu konu oldukça kapsamlı bir konu olduğu için CHP ve anarşizm üzerine bir süre daha yazı yazmayı sürdüreceğim.

Mümtaz İdil
Odatv.com

11.05.2013 05:30