27 Mart 2010 Cumartesi

BİR USTA KALEM BAKIN NEDEN ÖLDÜ?

Lev Nikolayeviç Tolstoy, bilindiği gibi Yasnaya Polyana istasyonunda öldü.
Öldüğünde karısıyla kavgalıydı.

Muhtemelen olay şöyle gelişmişti...

“Levoçka! Balkondaki çiçekler neredeyse kurumuş. Onlara biraz su versene!”
“Alyoşa’ya söylesene tatlım. Benim işim var.”
Aleksandr, evde getir götür işlerini yapan hizmetlidir (Ruslar sevimlilik olsun diye bazı isimleri değiştirirler yakın oldukları kişiler için: Aleksandr “Saşa, Alyoşa” olur, Lev, Tolstoy’da olduğu gibi “Levoçka” olur. Natalya, herkesin bildiği gibi “Nataşa” olur).
“Alyoşa çöpleri boşaltıyor şimdi... İşi var. Kalkıp sen sulayıver!”
“Ama hayatım, biz Alyoşa’yı bu işler için aldık. Çöpler bitince çiçekleri sular... Hemen kurumadılar ya.”
“Levoçka, sen de biliyorsun ki Alyoşa tam bir mujik. Çiçekleri sulayayım derken etrafı berbat eder, dallarını kırar çiçeklerin... Ne olur kalkıp sulasan?”
“Ama işim var diyorum Sofya...”
“Ne işin var?”
“Romanımı yazıyorum.”
Kalk çiçekleri sula lütfen Levoçka. Ben Alyoşa’ya söylerim, senin yerine romanına devam eder.
“...!!??”

Muhtemelen...
Çünkü büyük bir aşkla evlendiği karısının dırdırından ve kavgasından bıktığı için Yasnaya Polyana’daki malikanesinden çıkıp istasyona gitmiş, zatürre olmuş ve orada da ölmüş.
82 yaşındaki bu dev roman yazarı, romanını Alyoşa’ya bırakmadığı için mi öldü, bilinmez, ama işini önemsediği için öldüğü kesin.
Buna benzer bir diyalogu yıllar önce Siyah Beyaz gazetesinde yazmıştım da, Mete Akyol İstanbul’dan aramıştı: “Sabah gazeteleri tararken bu yazıya rastlamıştım ki karım seslendi: ‘Mete, çiçekleri sular mısın!’ diye...”

İş yapanın, kendi işini önemsediği kadar başkalarının işini önemsememesine muhteşem bir örnektir Tolstoy’un yaşadığı. Bakmayın yukarıdaki mizansene, birebir doğru olmasa da, Tolstoy’un karısıyla kavgası sonucu Yasnaya Polyana istasyonuna kaçıp, orada öldüğü doğrudur ve karısı ile kavgası yüzünden evden kaçtığı da...

Savaş ve Barış gibi bir romanı yazıp, içine de üç yüzden fazla kahraman koyarak, kuyrukları birbirine değmeden hepsini ayrı bir tip olarak yaratacak kadar müthiş bir beyin taşıyan bu adam, ne yazık ki “önemsenmediği” için ölmüştür.

Karısı, sürekli evde vasiyetnamesini aramıştır. Yorgun ve bitkin durumda yatağında uyuyor gibi yatan zavallı Tolstoy da tüm bu aramaları ölü gözlerle izlemek zorunda kalmıştır.

Topraklarının büyük bölümünü yanında çalışan mujiklere dağıttığı için de karısının her zaman bedduasını almıştır. Ama dualarla bedduaları topladığında, Tolstoy karlı çıkmıştır tabii ki...

Sözgelimi Anna Karenina romanının tek ilginç ve gerçeğe uymayan, dönemin eleştirmenlerinin de yüklendiği nokta ise, romanın kahramanlardan Levin ile Anna Karenina’nın aynı ortamlarda oldukları halde, hiç karşılaşmamalarıdır. Ama Tolstoy bunu, romanının orijinalliği olarak açıklar. Kiti’ye olan aşkının sönmemesi için Levin, Anna Karenina ile hiç karşılaşmaz...

Yasnaya Pollyana’ya dönersek yeniden; karısıyla kavga ettikten sonraLev Nikolayeviç, yağmurlu ve soğuk bir havada, akşamüzeri evden çıkar ve kardeşi Marya Nikolayevna’nın evine gider. Çok halsizdir. Kardeşi merakla, “Evde her şey allak bullak galiba Levoçka,” der. “Seni görmek çok hoş, ama...

Evde durum tam bir felaket,” der Tolstoy ve ekler: “Hastayım. Üstelik bitirmem gereken bir de romanım var. Çok mutsuzum Marya...
82 yaşındadır o sıra.

Kardeşine, karısının odaya girip vasiyetnamesini nasıl aradığını anlatır:
Sofya Andreyevna sağlık durumumu sormak için içeri giriyor, uyuduğumu görünce de ortalığı karıştırıyordu. Halim olmadığı için kalkamıyordum. Çok korkunçtu.
Hafif bir yemek yedikten sonra, eve gidermiş gibi kardeşinin yanından çıkar.

Ve gidiş o gidiş... Önemsenmediğini düşünmektedir büyük yazar. Dünya kendisini önemsemektedir, romanları elden ele dolaşmaktadır, ama o önemsenmediğini düşünmektedir. On altı yaşında aldığı sevgilisi Sofya ile artık çok ayrı dünyalarda olduğunu düşünmektedir. 82 yaşında bir çocuktur artık.

Aslında bu çok uzun bir hikayedir. Uzun ve acıklı bir hikaye. 

William Saroyan’ın babasının New York’ta nar yetiştirip de, pazarda bir tane satamaması kadar hazin bir öykü.
Bu öykü de bir başka zamana.
Ancak şu kesin ki, işini önemseyen insanlar mutlaka bir başkasının işini de önemsemeli. Bu iş ne kendileri için ne kadar uyduruk ve önemsiz bile görünse.
Nasihat gibi oldu, ama böyle.
Küçük çocuğu için patik ve şal ören bir anne için dünyanın en önemli işi odur belki. Kalkın da sofrayı siz hazırlayın böyle durumda.
Çocuğu için pulları özenle dizen bir baba da, hayatının en önemli işini yapıyordur. Bırakın da çoraplar salonun ortasında kalsın o sefer...

A. Mümtaz İdil
Odatv.com


27.03.2010 00:21

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.