21 Mart 2010 Pazar

HAMLE SIRASI ŞİMDİ KİMDE?

Çok bilinen bir öykü:
Hindistan mihracesi, satranç oyununu bulup da karşısına geçen adama, “Müthiş bir oyun bu,” der.“Dile benden ne dilersen!”
Adam, “Sizden mihracem,” der, “birinci kareye bir buğday koymanız, ondan sonra gelen kareye onun iki katını... Böylelikle 64. kareye kadar aynı yöntemle gitmeniz ve o buğdayları bana vermeniz...”Mihrace iki elini birbirine vurarak yardımcısını çağırır, alaycı bir tonla, “Bu bilge kişi çok güzel bir oyun bulmuş. Ona, benden istediğini dilemesini söyledim. O da bana bu tahtaya birinci kareden başlamak ve katlayarak gitmek üzere buğday koymamı ve onları kendisine vermemi istedi. Hemen yerine getirin bakalım.”Sonra adama döner, “Gerçekten isteğin bu kadarcık mı?”
“Evet,” 
der adam. “Benim için yeterli...”Sonuçta, Hindistan’daki buğdayların yetmediği söylenir...
Denemeye kalkmayın...
Bu öykü bile -gerçek olsun olmasın- satranç tahtası üzerindeki gerilim ve dinamizmin basit bir göstergesi sayıldı yıllarca.
Bir ara, hatırlanacağı gibi, ABD ile Sovyetler Birliği arasında Ficher-Spassky maçıyla neredeyse “meydan savaşına” dönüşmüştü.
Spassky, çok kuvvetli bir savunma oyuncusu olduğu halde, Ficher’in çılgın atakları karşısında direnememiş ve dünya şampiyonluğunu Ficher’e bırakmıştı.
Bir tek 11. Oyunda muhteşem bir çıkış yapmış ve Ficher’in kendine göre sağ kanattan saldırılarına aldırmadan, şah kanadına piyonlarla hücum ederek, “tempo” ile oyunu kazanmıştı.
Siyasetin de sık sık ağzına düşen, “hamle”, “atak”, gibi göndermeler yaptığı satranç oyunu, dünya şampiyonluğunu uzun süre elinde tutmuş ve Deep Blue adlı IBM’e ait makineyi yenmeyi başarmış Kasparov’un, Deeper Blue’ya yenilmesiyle cazibesini oldukça yitirdi.
Makinenin sınırsız “tahmin ve eleme” hızına insan beyninin yetişemeyeceği düşüncesi yaygınlaştı.
Oysa, Deeper Blue’nun arkasında müthiş bir satranç ekibi bulunuyordu, hatta Kasparov buna, maç sırasında oyuna müdahale edildiği için itiraz bile etmişti.
IBM’in, daha fazla rezil olmamak için Kasparov’a yenilmesi için bir servet önerdiği de epeyce dillerde dolandı.
Sonuçta satranç yeniden 1950’li yıllardaki küçük alanına geri itildi.
1972 yılında Reykjavik’te gerçekleştirilen Ficher-Spassky dünya şampiyonluğu maçından sonra birçok insan, satrancın büyüsüne kapılmıştı. Türkiye’de de satranç o sıralarda yaygınlaşmaya ve üniversitelerde oynanmaya başlanmıştı.
Herkes aklını denemek istiyordu. Zekâsının boyutunu öğrenmeye çalışıyordu. Yenilgiler üst üste gelince, kendini “aptallık” sınırına çekiyor ve zaman zaman da oyunlara tamamen küsüyordu.
Oysa satrancın bir “vizyon” oyunu olduğu anlatılmıyordu.
Satranç, tahtada o sırada yapılabilecek en iyi hamleyi bulabilmekti. Her şeyden önce buydu.
İkincisi, tüm tahtayı bir anda değerlendirebilmekti. Tahtaya bir bakışta analiz etmek ve sözgelimi At ile bir atak geliştirirken, tüm taşların da Atın hücumuna destek vermesi ama birbirini de kollamasıydı.
Zincirde en ufak bir aksama olması, savunmanın aniden çökmesine neden olabiliyordu.
Sonuçta, satrancın bir zekâ oyunundan çok bir değerlendirme, sentez olayı olduğu, yani parçaların birbirine eklemlenmesiyle bütünün oluştuğu hükmü yaygınlaştı.
Olaylara geniş açıdan bakmayı öğretiyordu. Sözgelimi, bir gazetecinin gazeteyi okurken manşete baktığı kadar ayrıntı haberlere de bakmasını, her ikisi arasında da bir bağlantı kurmasını sağlıyordu.
Bir doktorun ameliyat sırasında ortaya çıkabilecek komplikasyonları da ihtimal dahiline almasına neden oluyordu.
Bir yazarın romanını yazarken, en ayrıntı gibi görünen kahramanının (satrançta piyon gibi) kitabında belirleyici olmasını ortaya çıkarıyordu.
Kısacası, hayata bir bütün olarak bakılmasını, bunun hafızaya kazınmasını öneriyordu.
Çok önemli bir algılama biçimiydi bu ve hayatı her aşamada çözümleme yeteneği sunuyordu.
O yüzden belki, hemen her insanın bu oyun ile bir şekilde tanışması gerektiği uzun süre savunuldu.
Olayları birleştirme yeteneğine en çok ihtiyaç duyulan siyaset sahnesinde daha da gerekliydi.
Bugün eğer, Başbakan Erdoğan’ın, “Yüz bin ‘kaçak’ Ermeni’yi sınır dışı etme” düşüncesine kendisine en yakın yazarların karşı durmasının arkasındaki gizem anlaşılmak isteniyorsa, bunun bir satranç kafasıyla değerlendirilmesi gerekir.
Bütünü görebilmeyi başardığında insan, ayrıntının bu bütün içerisindeki rolünü daha rahat anlayacaktır.
“Neden,” sorusu o zaman sorulmayacaktır. 
Neden bilinmektedir çünkü. Bunun sonrasında gelecek “hamle” nedir, oraya odaklanılacaktır.
Bir kırılma noktası yaşandığı ortada...
“Gemiyi önce fareler terkeder,” yaklaşımı burada geçerli değil.
Bu, kolay ve “aklı başında insanların” gönlünden geçen bir “beklenti”belki, ama geçersiz...
Bir Piyon, tüm oyun içerisinde beklenmedik bir hamle yaptı...
Hiç önem verilmeyen, tahtanın en değersiz taşı olarak görülen Piyon, beklenmedik bir hareketle tehdit unsuru oldu.
Son gelişmelere böyle bakmak gerek.
Tabii burada, “Piyon nasıl bir hamle yaptı?” sorusu gelecek haklı olarak.
Madem bu kadar biliyorsun, o zaman hamleyi de söyle...
Ülke, altından kalkılamayacak kadar büyük bir çöküşün “kırılma”noktasında...
Erken seçim kararı vermek istemeyen Başbakan, bu kararı vermek ve kendi ayağına kurşun sıkmak zorunda...
Bekleyin ve görün.

A. Mümtaz İdil
Odatv.com

 
21.03.2010 23:04

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.