6 Şubat 2011 Pazar

BAŞBAKAN O HEYKELİ NEDEN ALGILAYAMADI?

Bilinen kültür tanımlarını bir kenara bırakacak olursak, bu yazının kapsamaya ve açıklamaya çalıştığı kültür, “medeniyetler çatışması” gözlüğünden bakıldığında varılmak istenen bir kültürdür. İskender’in Persopolis kitaplığını, Roma’lıların Kartaca kitaplığını, Arapların da Bağdat kitaplığını yok edişindeki temel neden, daha ileri bir kültürü yok etmeye çabalamaktan çok, kendi kültürünün daha üstün olduğundan emin olamayışıdır.

Felsefe tarihindeki tüm “karşılaştırma” sistemleri, kendisini merkez sayan ana düşüncenin çevresindeki düşüncelerle boy ölçüşmesinden geçiyordu. Rönesans döneminin tüm muhteşemliğine karşın, felsefe hala dağınık bir disiplin halinde oraya buraya yalpalıyor ve Sokrates’in noktaladığı yerden bir türlü uzaklaşamıyordu. İlk kez Descartes, yeni düşünceleri de felsefi bir sistem haline getirmeye çalışmakla işe koyuldu ve ancak ondan sonradır ki, felsefe, planlı bir binanın göğe yükselişi gibi kendi ayakları üzerinde yükselmeye başladı.

Ancak yine de Descartes’ın sistematik bir hale koymaya çalıştığı yeni düşünceler, kendi felsefi dünyasıyla örtüşmüyordu. Sonuçta o da, bir anlamda Sokrates gibi kendi içine döndü ve “ruh ile beden” arasındaki ilişkiyi sorgulamaya başladı. Sonuçta “akıl” kavramına geldi dayandı.

Aydınlanma çağı ile birlikte, pozitif bilimdeki dev ilerlemeler, felsefenin de bilimsel yöntemleri kullanmasına yol açtı. Artık bir “karşılaştırma” sistemi yaratılabilirdi ve “mutlak” denilen şeyin çözümünün salt “şüpheyle” çözülmenin dışında bir yolu olmalıydı.

Kuşkusuz, genel anlamda kültür, özel anlamda sanat da bu gelişmelerden nasibini almak zorundaydı. Sanatın “öykünmeden” ayrılıp da, yansıtmaktan çok yaratmaya yönelmesinin kökeni aslında Rönesans’la birlikte başlamıştı, ancak aydınlanma çağı ile birlikte sanat da kendi içinde “arayışını” farklı çizgilere çeken sanatçılarla sürdürmeye başladı. İşte bu andan sonradır ki, sanat tarihinde görülmemiş biçimde “izm”lere bölündü ve çeşitliliğini bağlı bulunduğu toplumsal hareketlenmelerden aldı. Çağını yansıtan sanat kolları alkışlanırken, felsefenin peşine takılıp çağını da aşmaya çalışan sanat dalları kimi zaman alay konusu oldu, kimi zaman ise önemsenmedi.

Müthiş bir çelişki vardır bu öyküde. Bir yanda yaşamın anlamını ve gücünü anlatmaya çalışan bir sanat anlayışı, öte yanda ise bir sonraki kuşağın beklentisini yaratmaya çalışan bir sanatsal yaratım çabası.

Bu zıt gibi görünen iki çabadan birinin galip gelmesi kaçınılmazdı. Galip gelen, günümüz deyişiyle “popüler kültür” ve onun yarattığı “popüler sanat” oldu. İnsanlık, eski Roma döneminin eğlence günlerine döndü ve “sanat” anlayışı “gösteri ve eğlence” anlayışıyla koşut sayılmaya başlandı.
İnsanlığın kendi neslini tüketmeye çalışması, insanın var oluşu ile aynı yaştadır. Ama yine de insanlığın kendini yok etmesini engelleyen bazı dengeler sistemi kollamaktadır. Bunun başında da, Descartes’in dünyayı kavramak amacıyla kendine dönüşünü simgeleyen “akıl”dır. Ancak, Descartes ve ondan sonra gelen Locke, Hume, Berkeley gibi felsefecilerin çözmeye çalıştığı “ruh beden” ilişkisini sorgulayan akıl değildir bu. Bu, insanlığın “ben merkezciliğe” dönüşüdür. Aklını başka bir akıldan daha üstün kılmaya ve bu yolla da “cennetinde” rahat yaşamaya çalışan insanoğlunun diğerleriyle yaptığı bir satranç maçıdır. Öyle ki, akıl artık ruh ile beden arasındaki ilişkiden çok, beden ile diğer bedenler arasındaki ilişkiyi çözmeye yönelmiş ve felsefeden tamamen soyutlanarak bir “pazar” alışverişine dönüşmüştür.

Tuhaf bir dramı yaşamanın getirdiği boşluktadır felsefe. Ruh ile beden arasındaki ilişkiyi çözemediği gibi, çözebileceğine ilişkin en ufak bir umut bile taşımamaktadır. Bilinmeyenin eteklerine getirilip bırakılan bu doğmamış çocuk, günümüz felsefecilerinin kucağında kalmıştır ve onu nereye bırakacakları konusunda kesin bir şaşkınlık içindedirler.

Çözümün bu dünyada olduğunu ilk fark eden Marx’a doğru yönelme ise, bal katılmış zehri bir daha içmek gibi gelmektedir. Umutsuzluk, vahşi kapitalizm tarafından da sürekli taze tutulmaktadır. Sonuçta bireyin kendine dönmesi ve yeni bir yaşam yolu yaratmaktan sürekli kaçınması sonucu doğmaktadır.

Dünyayı en karamsar biçimde kavramasına karşın Dostoyevski veya Kiekegaard gibi yazarlar eğer Platon’a, Aristo’ya dönmek yerine, karanlık dehlizlerinde de olsa bir adım daha ileri gitmeyi yeğledilerse, günümüz Marksistleri de yeniden dönüp Marx’a sarılmak yerine, onun Hegel’e yaptığını yapıp, omuzları üzerinde bir adım daha ileri gitmek zorundalar.

Sartre, sıkışıp kaldığı ve artık bunaldığı bir noktada kalemini fırlatıp da, kaynağı olan Kiekegaard’a dönse ve “usta sen haklıymışsın, bu iş buraya kadar,” deseydi eğer, felsefe tarihinde yeni bir yaprak açılmazdı herhalde.
ALGILAMAK VE ANLAMAK

Bu noktada paraşütle aşağı atlayıp, Türkiye’nin durumuna bir bakalım: Sanat tüketimi, az müşterekte de olsa, sanatsal üretim sürecinden haberdar olmayı gerektirir. Eğer bu sürecin farkında değilse insan, elbette rastladığı her “güzel” şeyi sanatsal bir yaratım olarak algılayacaktır. Son derece soyut bir yaklaşım olan “güzellik” ise her zaman sanat eseri olma vasfını taşımamaktadır.

Daha önce de belirttiğim gibi algılamak ile anlamak arasındaki ince ayrımdadır bunun bütün püf noktası. Algılamak, sanat eserini var olduğu veya sıkıştığı kalıbın dışında da görebilmek, izlenimi görüntünün dışında da arayabilmektir. Anlamak ise, bir sanat eserinin verdiği mesaj veya benzeri aktarımı o anda “idrak” etmektir.

Fazıl Say’ın, Mehmet Aksoy’un, Burhan Doğançay’ın, Edip Cansever’in eserleri algılamayı gerektiren eserlerdir örneğin. Anlamak biraz daha zordur. İlk bakışta bir “görkem” sözkonusudur, ama bunun gerisinde, önünde ne vardır ve ne anlatılmak istenmektedir, bu bütünüyle algılama ile ilintilidir. Bu da belli bir kültürü ve eğitimi gerektirir.

Arabesk müziğin kitlelerce çok benimsenmesi onu bütünüyle içselleştirmeleriyle ilintilidir. Anlamaktadırlar ve bu anlama “sempatisiyle” de dinlemektedirler. Çünkü kendisine seslenen bir yakarış, bir isyan bir başkaldırı vardır. Ancak bu başkaldırı tamamen “mistik” ögelere dayanır ve insanın kendi başına üstesinden gelecek bir şey olmadığı öğretilmektedir. Sonuçta bir bilinmeyene dayanan ve yardım isteyen feryattır.

Bunun üstesinden gelmenin tek yolu elbette eğitimdir. Gürer Aykal, “tüm öğretimde müzik seslerinin zorunlu ders olarak okutulması” gerekliliğinden söz ederken, haklı olduğu nokta müziğin sanatlar içinde en soyut noktada olmasından da kaynaklanmaktadır. Müziğin bir eğlenceden çok bir eğitim olarak algılandığı gün, Türkiye’nin “ucube” görüntüleri ve dinletileri bir bir yok olacaktır. Asıl ucubelerin içinde boğuşulduğunun farkına varılacaktır.

Elbette o günler de çok uzakta değildir.

Mümtaz İdil
Odatv.com

06.02.2011 00:39

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.